Toplum Felsefesi

Toplum felsefesinin alanlarını kesin sınırlar ile belirlemek oldukça güç. Aşağıda alanı genel olarak tanımlarken, dikkat çeken yaklaşımları göstermeye çalıştık.   Dijital çağ, enformasyon teknolojilerindeki gelişmeler, geleneksel konularda çağa özgü yeni dinamikler oluşturmakta, farklı tartışma temaları gündeme gelmektedir. Sürecin öngörülmeyen hızı nedeniyle, toplumsal değişimin ne şekilde evrileceğini zaman belirleyecektir.

Önceki ana temalarımız, teknoloji ve çevre felsefesiydi. Toplum çevrede ve teknolojik ortamda yaşayan/oluşan  bir varlık. Andığımız sayfalarda yer verdiğimiz düşünürler, aynı zamanda toplum üzerine de düşünce üretmektedirler. Toplumun içinde yer aldığı çevreyi ve bu çevreyi doğrudan etkileyen teknolojik gelişmeleri dikkate almak, toplumsal değişimi anlamaya yardımcı olacaktır.

Küredeki toplumlar, endüstriyel (teknolojik) gelişim aşamalarının farklı evrelerini yaşamaktadırlar. Kültürel açıdan da farklı kümeler söz konusudur. Burada içinde bulunduğumuz yüzyıla özgü, daha çok dijital çağın sorunları tartışılmaktad

Metin doğal olarak, tüm alanları tüketme iddiasında değildir. Amacımızır., meraklı okuyucu için, yeni tartışma konularını göstermeyi ve algıda seçiciliğe yardımcı olmayı hedeflemektedir. Yeni isimler ve konuların takip radarınıza girmesi  buradaki çabamızın karşılığı olacaktır. Radarın kapsama alanını genişletmek okuyucuya düşmektedir. (Ben de onlardan biriyim) Ülkemiz de küresel ortamın önemli bir coğrafyasıdır. Sorun alanları, bizlerin de içinde olduğumuz ağın gerçekliklerini içermektedir. B.Berksan

21.yüzyılın toplumu, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar küresel ölçekte bağlı, hızlı dönüşen ve çok katmanlı bir yapıya sahip. Dijital devrim, iklim krizi, göç dalgaları, biyoteknoloji atılımları, toplumsal cinsiyet hareketleri ve artan ekonomik eşitsizlikler; klasik felsefi sorulara yeni bağlamlar ve aciliyetler kazandırıyor. Artık “toplum” dediğimiz şey yalnızca bir ulus-devletin sınırlarıyla tanımlanmıyor; bilgi akışının, sermayenin, kültürün ve krizlerin sınır tanımadığı bir gezegen ölçeğinde yeniden düşünülüyor.

Toplum felsefesi, bu dinamik ortamda insan topluluklarının nasıl kurulduğunu, hangi değerler üzerinde şekillendiğini ve hangi gerilimler içinde dönüştüğünü inceler. Birey–toplum ilişkisi, özgürlük–güvenlik dengesi, adaletin evrenselliği, teknolojinin ahlaki sınırları, kimliğin inşası ve dilin toplumsal rolü gibi temel sorular; artık yapay zekâ algoritmalarının, küresel veri ağlarının, iklim göçmenlerinin ve dijital gözetimin çağında yanıt arıyor.

Toplum felsefesi, devletin ötesindeki toplumsal ilişkiler, normlar ve kimliklere odaklanır. Bu alan, sosyoloji ve antropoloji gibi diğer sosyal bilimlerle daha fazla etkileşim içindedir.

  • Birey-Toplum İlişkisi: Bireyin toplumsal koşullar tarafından nasıl şekillendiği, toplumsal normların oluşumu ve özgürlüğün bu normlarla ilişkisi incelenir.
  • Kimlik ve Tanınma: Toplumsal cinsiyet, ırk, kültür ve etnisite gibi kimliklerin felsefi temelleri ve bu kimliklerin tanınma mücadelesi konularına yoğunlaşır.
  • Modernite ve Eleştirileri: Modern toplumun felsefi kökleri ve kapitalizm, yabancılaşma ve rasyonalizasyon gibi modernite eleştirileri (Frankfurt Okulu gibi) incelenir.
  • Toplum Kuramları: Ütopya, sözleşme kuramları ve diğer toplumsal düzen tasavvurları felsefi açıdan değerlendirilir.
🔎Sosyal Felsefe Kategorileri (Kurt Röttgers)

Toplumun Ontolojisine Yönelik Çağdaş Yaklaşımlar

1. John Searle: Kurumsal Gerçeklikler

John Searle, bu alandaki en etkili düşünürlerden biridir. Ona göre, sosyal gerçeklik, bireylerin bilinçli zihinlerinde var olan bir olgudur. İki tür gerçekliği birbirinden ayırır:

  • Fiziksel Gerçekler: Bir masanın veya bir dağın varlığı gibi, bireysel inançlardan bağımsız var olan gerçeklerdir.
  • Kurumsal Gerçekler: Bir paranın değeri, bir evliliğin geçerliliği veya bir futbol maçının kuralları gibi, bireylerin ortaklaşa kabulüne ve "kolektif niyetine" bağlı olarak var olan gerçeklerdir.

Searle, bu "kurumsal gerçekliklerin" sadece bir sözleşme veya hayal ürünü olmadığını, toplumun işleyişi için temel bir yapı taşı olduğunu savunur. Bu yaklaşım,  "bireyler olmadan toplum tasavvur etmenin imkansız olduğu" fikrinin felsefi bir açılımını sunar.

2. Margaret Gilbert: Çoğul Özne Teorisi

Margaret Gilbert, toplumun varlığını bireylerin "ortak niyetine" dayandırır. Ona göre, bir grup insanın bir eylemi birlikte yapma iradesi (örneğin, iki kişinin birlikte yürüyüşe çıkması veya bir ulusun bir anlaşmaya uyması), toplumsal olguları oluşturan temel ögedir. Bu, bireysel niyetlerin basit bir toplamı değil, yeni bir "çoğul özne" yaratan bir taahhüttür. Gilbert'ın teorisi, sosyal normların ve yükümlülüklerin nasıl ortaya çıktığına dair sağlam bir zemin sunar.

3. Ian Hacking: İnsanların Yaratılması

Ian Hacking, daha eleştirel bir yaklaşım sergiler. O, sosyal olguların sadece bireylerin eylemleriyle değil, aynı zamanda dil, bilim ve kategorilendirme pratikleri aracılığıyla nasıl "yaratıldığını" inceler. "İnsanların yaratılması" (making up people) kavramıyla, bilimsel bilginin, insanların kendilerini ve birbirlerini nasıl gördüğünü (örneğin, "otizm" veya "obezite" gibi kimliklerin oluşumu) nasıl değiştirdiğini gösterir. Bu, toplumun varlıkbilgisinin, aynı zamanda siyasi ve bilimsel bir süreç olduğunu vurgular.

Bu düşünürler, toplum felsefesinin normatif olmayan, yani "varlıkbilgisi" yönünü temsil eder. Bu yaklaşımlar, "toplum nedir?" sorusuna bir cevap ararken, bireyler ile toplumsal yapılar arasındaki karmaşık ilişkiyi inceler.

Dil Felsefesinden Toplumun Varlıkbilgisine

Searle'ün dil felsefesindeki en önemli kavramı "Konuşma Edimleri" (Speech Acts) teorisidir. Bu teoriye göre, bir cümle kurduğumuzda sadece bir şeyler söylemekle kalmayız, aynı zamanda bir eylem de gerçekleştiririz. Örneğin, "Söz veriyorum, yarın geleceğim" dediğimizde, bir durumu betimlemiyoruz; bir söz verme eylemini gerçekleştiriyoruz.

Searle, bu fikri genişleterek dilin sadece bireyler arası iletişimi değil, aynı zamanda sosyal gerçekliği inşa etme gücüne sahip olduğunu savundu.

Bu köprü, onun temel argümanını oluşturur:

  1. Kolektif Niyet (Collective Intentionality): Bireyler olarak tek başımıza yapamayacağımız eylemleri, bir grup olarak "ortak niyetle" yaparız. Örneğin, birlikte futbol oynamak, ortak bir amacı ve niyeti gerektirir.
  2. Statü Yüklemesi (Imposition of Status): Konuşma edimleri (veya daha genel olarak dil), bu kolektif niyeti somutlaştırmak için kullanılır. Bir hakem, topun kale çizgisini geçtiğini "ilan ettiğinde," fiziksel bir gerçeği (topun hareketi) toplumsal bir gerçeğe (golün geçerliliği) dönüştürür.
  3. Kurumsal Gerçekler (Institutional Facts): Bu süreç, paranın, hükümetlerin, evliliğin ve mülkiyetin varlığı gibi "kurumsal gerçekleri" yaratır. Bu gerçeklikler, fiziksel olarak var olmasalar da, toplumsal olarak var olurlar çünkü onlara ortak bir anlam atfetmişizdir.

Kısacası, Searle'e göre, toplum felsefesi bireylerin ve kolektif niyetlerinin dil aracılığıyla nasıl bir sosyal gerçeklik yarattığı sorusunu inceler.

Adalet İlkesi: Dağıtım ve Tanınma

Adalet kavramı, genellikle iki ana başlık altında incelenir:

  • Dağıtıcı Adalet (Distributive Justice): Bu, bir toplumda kaynakların, fırsatların ve yüklerin adil bir şekilde nasıl dağıtılması gerektiğiyle ilgilidir. Hugh Lacey'nin piyasa odaklı bilim eleştirisi bu kategoriye girer; çünkü ilaçların ve teknolojilerin kâr odaklı üretimi, bu kaynakların adaletsiz bir şekilde dağıtılmasına yol açar. Dağıtıcı adalet, temel gelir, sağlık hizmetlerine erişim ve eğitimde fırsat eşitliği gibi konuları ele alır.
  • Tanınma Adaleti (Recognition Justice): Bu, bir kişinin veya grubun kimliğine, kültürüne ve değerlerine saygı duyulmasıyla ilgilidir. Sizin verdiğiniz etnik köken örneği bu kavrama mükemmel bir şekilde uyar. Bir toplum, bir etnik kökeni yasal ve sosyal bir kategoriye dönüştürürken, o gruba karşı ayrımcılık yapmayarak veya kimliğini değersizleştirerek tanınma adaleti sağlamalıdır.

Margaret Gilbert: Çoğul Özne Teorisi

Margaret Gilbert, sosyal felsefede birey ve toplum arasındaki ilişkiyi anlamak için "çoğul özne" kavramını ortaya atmıştır. Bu teoriye göre, bir grup insan, yalnızca kendi bireysel niyetlerinin bir toplamı olarak değil, yeni bir ortak iradeye sahip, tekil bir varlık gibi hareket edebilir.

Gilbert, bu sürecin temelinde ortaklaşa taahhüt (joint commitment) yattığını savunur.

Ortaklaşa Taahhüt: Yeni Bir Niyetin Doğuşu

Bir grup insan, bir şeyi birlikte yapma konusunda birbirine söz verdiğinde, bir "çoğul özne" oluşturur. Bu, basit bir işbirliğinden farklıdır. Örneğin:

  • İki kişi beraber yürüyüşe çıkmaya karar verdiğinde, bu bir "çoğul öznedir". Bu, iki bireyin aynı anda yürümesi değildir; bu eyleme karşı birbirlerine karşı bir yükümlülük altına girmişlerdir. Biri aniden durursa, diğeri bunun nedenini sormaya hak kazanır.
  • Bir aile, bir takım veya bir ulus, üyelerinin birbirlerine karşı hissettikleri ortak bir taahhütle var olur.

Gilbert'a göre, bu ortaklaşa taahhüt, bireylere yeni bir tür rasyonel nedenler ve yükümlülükler sağlar. Bu, bireysel eylemleri aşan, kendine özgü bir toplumsal gerçeklik yaratır.

  • Searle'den Farkı: Gilbert, Searle'ün aksine, kurumsal gerçeklerin (örneğin paranın) sadece kurallara dayalı olduğunu düşünmez. O, bu kuralların işleyebilmesi için önce insanların ortak bir taahhütle bir araya gelmesi gerektiğine inanır.
  • Komüniteryenizm: Gilbert'ın teorisi, Alasdair MacIntyre ve Michael Sandel gibi komüniteryen düşünürlerin argümanlarına felsefi bir temel sunar. Bu düşünürler, bireyin kimliğinin ve ahlaki değerlerinin toplumsal bağlarından ayrı düşünülemeyeceğini savunur. Gilbert'ın "ortaklaşa taahhüt" kavramı, bu bağların nasıl oluştuğunu ve bireylere nasıl yeni bir ahlaki kimlik kazandırdığını gösterir.

Toplumun nasıl oluştuğuna dair iki temel görüşü (Searle'ün kurallara dayalı "kurumsal gerçekleri" ve Gilbert'ın taahhüde dayalı "çoğul özneleri") ele aldığımıza göre, bu sosyal gerçekliğin bizi nasıl şekillendirdiğine bakabiliriz.

Bu noktada, toplum felsefesi ve bilim felsefesinin kesişiminde yer alan önemli bir düşünürle devam etmek oldukça faydalı olacaktır: Ian Hacking.

Hacking, "insanları yaratmak" (making up people) fikriyle, bilimsel ve toplumsal kategorilerin sadece mevcut gerçeklikleri tanımlamadığını, aynı zamanda o kategorilere uyan insanları nasıl dönüştürdüğünü gösterir. Onun görüşüne göre, bir hastalığa veya duruma yeni bir isim verdiğimizde, bu durum sadece bilimsel bir etiket olmaktan çıkar, aynı zamanda o etikete sahip insanların kimliğini, davranışlarını ve yaşamlarını şekillendiren bir sosyal olguya dönüşür.

Bu fikir,  Nikolas Rose'un nöro-kimlikler kavramına felsefi bir temel sunar ve biyo-iktidarın en somut örneklerinden birini açıklar.

Ian Hacking: İnsanları Yaratmak ve Döngüsel Etki

Ian Hacking, bilim felsefesi ve toplum felsefesi alanındaki çalışmalarıyla, bilimsel ve toplumsal kategorilerin sadece mevcut gerçeklikleri tanımlamadığını, aynı zamanda o gerçeklikleri aktif olarak şekillendirdiğini savunur. Bu, onun iki temel kavramıyla açıklanır:

1. İnsanları Yaratmak (Making Up People)

Hacking'e göre, "şizofreni hastası" veya "obez birey" gibi insan türleri veya kategorileri, doğada önceden var olan şeyler değildir. Bunlar, bilimsel, tıbbi ve sosyal pratikler sonucunda oluşturulmuş kategorilerdir. Bu kategoriler ortaya çıktığında, insanlar kendilerini bu kategorilere göre anlamaya ve deneyimlemeye başlar.

2. Döngüsel Etki (The Looping Effect)

Bu kavram, Hacking'in en özgün katkısıdır. Yeni bir insan kategorisi yaratıldığında, bu kategori, o kategoride yer alan bireylerin düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini değiştirir. Bu değişim, hem kategorinin kendisini hem de bilim insanlarının o kategoriyi anlama şeklini etkiler. Sonuç olarak, sürekli bir geri bildirim döngüsü oluşur:

  • Adlandırma: Bilim, yeni bir durumu (örneğin dikkat eksikliği) "bozukluk" olarak adlandırır.
  • Değişim: Bu etikete sahip insanlar, kendilerini yeni bir "kimlik" olarak görmeye başlar.
  • Tepki: Toplum bu kimliğe tepki verir (örneğin, ilaç tedavileri sunar veya eğitim sistemini değiştirir).
  • Yeniden Tanımlama: Bu tepkiler ve bireylerin değişen davranışları, ilk etiketin yeniden tanımlanmasına neden olur.

Bu döngü, Hacking'in felsefesinin merkezindedir ve insan kimliğinin ne kadar dinamik ve kırılgan olduğunu gösterir.

Hacking, "döngüsel etki" teorisiyle insanların biyokimyasal veya psikolojik farklılıklarını inkâr etmez. Tam tersine, bu farklılıkların birer "kaba gerçek" olduğunu kabul eder. Yani, adları konulmamış olsa bile, o nüanslar ve benzerlikler fiziksel ve biyolojik düzeyde zaten mevcuttur.

Hacking'in asıl iddiası, bu kaba gerçeklere bir ad verip onları bir kategoriye dönüştürdüğümüzde ne olduğudur.

  • Farklılıklar: Evet, binlerce insan doğası gereği dikkatini toplamakta zorlanıyor olabilir. Bu, bir kaba gerçektir.
  • Kategori: Ancak tıp, bu farklılıkları toplayıp "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB)" olarak adlandırdığında, bu yeni bir kurumsal gerçekliğe dönüşür.

Bu yeni gerçeklikle birlikte, o insanlar için yepyeni bir dünya oluşur: Kendilerini ve sorunlarını yeni bir kimlikle ("DEHB'li birey") tanımlarlar, ilaçlar ve tedavi yöntemleri ortaya çıkar ve toplum onlara yönelik yeni davranışlar geliştirir. O insanlar önceden de vardı ama "DEHB hastası" olarak bir sosyal rol ve kimlikleri yoktu.

Hacking'in amacı, bu kategorilerin "sadece kelimelerden ibaret" olduğunu söylemek değildir. Amacı, bu kategorilerin hem gerçekliği yansıttığını hem de o gerçekliği dinamik olarak yeniden şekillendirdiğini göstermektir. Bu, felsefede gerçekçilik (realism) ve inşacılık (constructivism) arasında bir köprü kurar.

Hacking'in Önerisi: Eleştirel Farkındalık

Hacking'in yaklaşımı, bir "çözümden" ziyade bir duruş önerisi olarak görülebilir. O, durumu betimleyerek bize şu temel sorumlulukları hatırlatır:

  • Sorgulama ve Şüphecilik: Hacking, yeni bir "insan kategorisi" ortaya çıktığında, bu kategoriyi sorgulamamızı önerir. "Bu kategori neden şimdi ortaya çıktı?", "Bundan kim kâr sağlıyor?" ve "Bu yeni etiket, insanları nasıl değiştirecek?" gibi sorular sormamızı ister. Bu, Hugh Lacey'nin bilimin değerlerden bağımsız olamayacağı yönündeki eleştirisiyle de örtüşür.
  • Kategorileri İnsanlığa Hizmet Eder Hale Getirmek: Hacking, tüm sınıflandırmaların kötü olduğunu savunmaz. Amacı, sınıflandırmanın gücünü ve getirebileceği etik sorunları fark etmemizi sağlamaktır. Bu farkındalıkla, kategorileri, damgalayıcı ve dışlayıcı olmaktan çıkarıp, insanların kendilerini ve deneyimlerini daha iyi anlamalarına yardımcı olacak araçlara dönüştürmeyi amaçlar.
  • Eyleyenin Sorumluluğu: Hacking'in düşüncesi, bu kategorileri yaratan bilim insanlarına, psikiyatristlere ve politikacılara büyük bir etik yükümlülük yükler. Onların sıradan bir bilimsel etiket olarak gördükleri şey, milyonlarca insanın yaşamını ve kimliğini derinden etkileyebilir.

Kısacası, Hacking'in önerisi, bize bu döngüsel etkiyi görünür kılmaktır. Bir kategori bir kişiye yapıştığında, artık bilimsel bir gerçeklikten çok, toplumsal bir gerçekliğe dönüşmüştür.

Dijital Çağda Birey, Kimlik ve Mahremiyet.

Günümüzde, kimliğimiz ve varlığımız artık sadece biyokimyasal kategorilerle değil, aynı zamanda dijital algoritmalar ve veri akışlarıyla da şekilleniyor. Biyo-iktidarın gücü, devletin ve tıbbın elinden çıkıp, devasa teknoloji şirketlerinin ve veri merkezlerinin eline geçiyor.

Bu yeni başlık altında şunları ele alabiliriz:

  • Dijital Benlik: Çevrimiçi platformlarda yarattığımız kimlikler, gerçek benliğimizden ne kadar farklı? Algoritmalar, bizi nasıl birer "veri varlığına" dönüştürüyor?
  • Mahremiyetin Felsefesi: Gözetim kapitalizmi çağında mahremiyetin anlamı ne? Kamusal ve özel alan arasındaki sınırlar nasıl yeniden çiziliyor?
  • Algoritmik Adalet: Yapay zekâ sistemleri, kimliklerimizi ve yaşamlarımızı nasıl kategorize ediyor? Algoritmaların aldığı kararlar adil olabilir mi?

Rahel Jaeggi'nin sosyal felsefeye yaklaşımı, şimdiye kadar tartıştıklarımızı derinleştirecek çok önemli bir perspektif sunar. Jaeggi, Frankfurt Okulu'nun çağdaş temsilcilerinden biri olarak, sosyal felsefeye "eleştirel teori" geleneğinden bakar.


Rahel Jaeggi: Sosyal Patolojiler ve Yaşam Biçimleri

Jaeggi, modern toplumu, önceden belirlenmiş bir ideal topluma göre eleştirmek yerine, toplumun kendi içindeki sorunları ve çelişkileri üzerinden analiz eder. Bu, onun "sosyal patolojiler" kavramının temelini oluşturur.

  • Sosyal Patolojiler: Jaeggi'ye göre, bir toplum, bireylerin kendi potansiyellerini tam olarak gerçekleştirmesini engelleyen, derin ve yapısal sorunlara sahip olduğunda patolojik bir duruma girer. Bu sorunlar, dışarıdan gelen bir eleştiri değil, toplumun kendi içinde hissettiği yabancılaşma, tatminsizlik veya çelişki olarak ortaya çıkar.
  • Yaşam Biçimlerinin Eleştirisi: Jaeggi, modern kapitalizmin veya belirli bir yaşam tarzının, bireyin özgürlüğünü ve mutluluğunu nasıl engellediğini sorgular. Örneğin, tüketim odaklı bir yaşam biçimi, görünüşte özgürlük vaat etse de, aslında derin bir anlamsızlık veya patolojiye yol açabilir.

Rahel Jaeggi'nin ana kavramına, sosyal patolojiler konusuna geçelim.

Bu kavram, bir toplumun hastalıklı bir duruma nasıl geldiğini açıklamak için kullanılır. Ancak buradaki "hastalık", ahlaki bir yargıdan veya tıbbi bir tanımıdan farklıdır. Jaeggi'ye göre, bir toplum, kendi iç çelişkileri ve mantıksızlıkları nedeniyle patolojik bir hale gelir.

Sosyal Patolojilerin Mekanizması

Jaeggi, sosyal patolojileri tanımlamak için dışarıdan, ideal bir toplum modeline bakmaz. Bunun yerine, toplumun kendi iç standartlarını ve vaatlerini sorgular. Sosyal patoloji, bir toplumun kendi temel ilkelerine aykırı hareket etmesiyle ortaya çıkar.

Örneğin, modern toplumlar özgürlük ve bireysellik vaat eder. Ancak bu vaatler, bireyleri yabancılaşmaya, anlamsızlığa veya sürekli bir tatminsizliğe itiyorsa, toplum kendi iç çelişkisi nedeniyle patolojik bir durumdadır. Bireylerin yaşamları, kendi kendilerine koydukları hedeflere ulaşmalarına rağmen bir boşluk hissiyle doluyorsa, bu bir sosyal patolojidir.

Bu kavram, daha önce konuştuğumuz tüm konulara yeni bir eleştirel boyut katıyor:

  • Yaşamın Metalaşması: Jaeggi, insan yaşamının veya genlerin birer metaya dönüştürülmesini, toplumun insanı kendi değeri için değil, ekonomik bir araç olarak görmesinden kaynaklanan bir patoloji olarak yorumlayacaktır.
  • "Yapışan" Kimlikler: Sizin de belirttiğiniz gibi, bir insanın karmaşık nüanslarının tek bir kimlik kategorisine sıkıştırılması, Jaeggi'ye göre derin bir sosyal patolojinin belirtisidir. Bu, toplumun bireyin özgünlüğünü kabul etme ve ona saygı duyma yeteneğini kaybetmesi anlamına gelir.
  • Biyo-iktidar: Biyo-iktidar, Jaeggi'nin bakış açısıyla, bireyleri yönetilebilir, kategorize edilebilir nesnelere dönüştürerek insan öznelliğini bozan patolojik bir güç biçimidir.

Algoritmaların Sunduğu Vaat ve Gerçeklik Arasındaki Çelişki

Jaeggi, tam da bu tür bir çelişkiyi sosyal patoloji olarak adlandırır. Bir toplum, kendi temel vaatleri ile gerçekte yarattığı sonuçlar arasında derin bir uyumsuzluk yaşadığında patolojik hale gelir.

  • Vaat: Sosyal medyanın ve fenomenlerin sunduğu vaat, algoritmaların formüle ettiği, kusursuz, mutlu ve başarılı bir yaşamdır. Bu, bireysel tatmin, popülerlik ve ideal bir kimlik vaadidir.
  • Gerçeklik: Bu idealize edilmiş vaadin karşısında, sizin de belirttiğiniz gibi, acısıyla, zorluklarıyla ve karmaşıklığıyla "bize dokunan dünya" vardır.

Bu ikisi arasındaki büyük boşluk, bireylerde derin bir yabancılaşma ve tatminsizlik duygusu yaratır. Kendi deneyimleri yetersiz görünür, kendi yaşamları "filtreli" bir hayata göre değersizleşir.

  • İnsanları Yaratmak: Ian Hacking'in döngüsel etkisi, bu bağlamda daha da hızlanır. Algoritmalar, ilgi alanlarımızı ve arzularımızı analiz ederek bizi "dijital kimliklere" dönüştürür. Biz bu kimliklere uygun hareket ettikçe, algoritmalar bu kimlikleri daha da pekiştirir ve bize daha fazla aynı içeriği sunar. Bu kısır döngü, bireyin karmaşıklığını yok ederek tek boyutlu bir tüketici kimliği yaratır.
  • Mahremiyetin Kaybı: Bu süreç, yalnızca bireyin kendisini değil, aynı zamanda en temel insani ilişkileri de birer metaya dönüştürür. Beğeniler, takipçiler ve paylaşımlar, insani değerlerin algoritmik birer para birimi haline gelmesidir.

Tanınma Felsefesi: Kimlik ve Siyasetin Kesişimi

Tanınma felsefesi, bireylerin ve grupların kendilerini saygın ve değerli hissetmek için verdikleri mücadelenin, modern siyasetin en temel itici gücü olduğunu savunur. Bu, popülist liderlerin ve yeni cemaatlerin yükselişini anlamak için mükemmel bir araçtır.

  • Yeni Cemaatlerin Kökeni: Toplumsal değişimler ve küreselleşme, bireylerin geleneksel kimlik bağlarını (din, ulus, aile) zayıflatırken, aynı zamanda bir boşluk yaratır. Bireyler, dışlandıklarını ve tanınmadıklarını hissettiklerinde, aidiyet ve anlam bulmak için yeni topluluklara, hatta din benzeri oluşumlara yönelirler. Bu yeni gruplar, üyelerine aradıkları tanınma ve saygıyı sunar.
  • Popülist Liderlerin Sırrı: Popülist liderler, bu tanınma boşluğunu stratejik olarak doldurur. Toplumun bir kesiminin (örneğin, "sıradan insanlar" veya "halk") kendilerini "seçkinler" tarafından tanınmadığını ve hakir görüldüğünü hissettiği bir anlatı inşa ederler. Bu anlatı, o kesimin kimliğini güçlendirir ve onlara politik bir güç verir.

Bu alanda öne çıkan çağdaş filozoflar, bu dinamikleri analiz eder:

  • Axel Honneth: Tanınmanın, insan onuru için biyolojik ihtiyaçlar kadar temel bir gereklilik olduğunu savunur. Ona göre, bir toplumdaki patolojiler, bireylerin sevgi, hukuksal saygı ve sosyal dayanışma alanlarında tanınma eksikliğinden kaynaklanır.
         Charles Taylor: "Tanınma politikaları" kavramıyla, modern kimliklerin diyalojik (ilişkisel) bir süreç içinde oluştuğunu gösterir. Tanınma eksikliğinin, bireylere ve gruplara zarar vererek adalet sorunlarına yol açtığını savunur.

Tanınma Felsefesi: Axel Honneth ve Charles Taylor.

Axel Honneth: Tanınmanın Üç Alanı

Axel Honneth, Frankfurt Okulu'nun önde gelen bir figürü olarak, tanınmayı üç temel alanda inceler ve her birinin bireyin gelişimi için kritik olduğunu savunur:

  1. Sevgi Alanı: Bu, aile ve yakın ilişkilerdeki duygusal tanınmayı ifade eder. Bu tanınma, bireyin özgüvenini oluşturur. Yeni cemaatlerin veya dini benzeri oluşumların yükselişini, bireylerin ana akım toplumda bulamadıkları sevgi ve aidiyet ihtiyacını buralarda arama çabası olarak yorumlayabiliriz.
  2. Hukuksal Haklar Alanı: Bu, bir bireyin yasalar önünde eşit bir vatandaş olarak tanınmasıdır. Bu, bireyin öz saygısını besler. Yasal hakların ihlal edildiğini düşünen veya görmezden gelindiğine inanan grupların mücadelesi buradan doğar.
  3. Sosyal Değer Alanı: Bu, bireyin topluma yaptığı katkıların ve benimsediği yaşam biçiminin toplum tarafından değerli bulunmasıdır. Bu tanınma, bireyin öz değerini ve saygınlığını artırır. Popülist liderler, çoğu zaman, toplumun bir kesiminin (örneğin, "elit" tarafından dışlandığını düşünenler) hissettiği sosyal değer eksikliğine seslenerek güç kazanırlar.

Charles Taylor: Tanınma Politikaları

Charles Taylor, bireysel kimliklerin toplumsal etkileşimle inşa edildiğini ve modern politikanın temel mücadelesinin bu kimliklerin tanınması olduğunu savunur. Taylor, "farklılık politikaları" olarak adlandırdığı bu akımın, toplulukların kendi özgün kimliklerinin kamusal alanda değer görme mücadelesi olduğunu belirtir.

Popülist liderler, bir ulusun veya grubun özel kimliğini (örneğin, "bizim değerlerimiz") vurgulayarak, bu kimliğin küreselleşme veya çokkültürlülük gibi faktörler tarafından tehdit edildiği algısını yaratırlar. Bu, bir kimlik mücadelesine dönüşür ve lider, bu grubun tanınma talebinin tek temsilcisi olarak kendini konumlandırır.

21. Yüzyıl Felsefesinde İnsan Hakları

İnsan hakları, bireyin sırf insan olduğu için sahip olduğu evrensel ve dokunulmaz haklar olarak tanımlanır. Ancak 21. yüzyıl, bu temel tanımın sınırlarını zorlayan yeni olgularla dolu. Küreselleşme, teknolojik gelişmeler ve ekolojik kriz, insan haklarını yeniden düşünmemizi gerektiriyor.

Günümüz felsefesi, insan haklarına dair şu temel soruları sorar:

  • Evrensellik Sorunu: İnsan hakları, farklı kültürlerin, dinlerin ve politik sistemlerin olduğu bir dünyada gerçekten evrensel olabilir mi? Yoksa Batı merkezli bir felsefi mirasın ürünü müdür?
  • Yeni Hakların Ortaya Çıkışı: Yapay zekâ, genetik mühendisliği ve dijital gözetim gibi teknolojiler, 'dijital mahremiyet hakkı' veya 'genetik bütünlük hakkı' gibi yeni haklar yaratıyor. Bu haklar, geleneksel insan hakları çerçevesine nasıl entegre edilebilir?
  • Doğanın Hakları: İnsan hakları, insanmerkezci bir bakış açısıyla doğaya zarar veriyor olabilir mi? Gelecek nesillerin ve hatta diğer canlıların hakları, insan hakları kavramıyla nasıl uzlaştırılabilir?
  • "İnsan Sonrası" Durum: Transhümanizm ve posthümanizm gibi akımlar, "insan" kavramının kendisini değiştirirken, insan haklarının geleceği ne olacak? Haklar, sadece biyolojik insana mı ait olmalıdır?

İnsan haklarının evrenselliği, felsefenin belki de en temel ve en zorlu sorularından biridir. Bu sorun, basitçe, tüm insanların her yerde ve her koşulda aynı haklara sahip olması gerektiği fikriyle, farklı kültürlerin, dinlerin ve geleneklerin farklı değerleri olduğu gerçeği arasındaki gerilimi ifade eder.

Evrensellik mi, Kültürel Görecelik mi?

  • Evrenselcilik (Universalism): Bu görüş, insan haklarının, kültüre veya coğrafyaya bağlı olmayan, insanın doğasında var olan ahlaki gerçekler olduğunu savunur. Örneğin, işkenceye maruz kalmama veya köleleştirilmeme hakkı gibi temel hakların, hangi toplumda olursa olsun geçerli ve dokunulmaz olduğunu iddia eder. Bu yaklaşım, genellikle Aydınlanma felsefesi ve Immanuel Kant'ın evrensel ahlak yasası fikirleriyle ilişkilidir.
  • Kültürel Görecelik (Cultural Relativism): Bu görüş ise, hakların ve ahlaki değerlerin, sadece belirli bir kültürel bağlamda anlamlı olduğunu savunur. Bir hakkın "doğru" olabilmesi için, o kültürel grubun normları ve değerleriyle uyumlu olması gerektiğini ileri sürer. Bu yaklaşım, evrensel hakların aslında Batı kültürünün dayatması olduğu eleştirisini sıkça dile getirir.
  1. yüzyıl felsefesi, bu katı ikilemin ötesine geçmeye çalışır. Örneğin, John Rawls'ın "çakışan fikir birliği" (overlapping consensus) kavramı, farklı kültürel ve felsefi geleneklerden gelen insanların, farklı nedenlerle de olsa, ortak bir insan hakları listesi üzerinde anlaşabileceğini öne sürer. Yani, bir hakka olan inancımız, farklı kültürlerde farklı temellere dayanabilir ama bu, o hakkın evrenselliğini ortadan kaldırmaz.

Kadın Hakları: Evrensel Değerler mi, Kültürel Gelenekler mi?

  • Evrenselci Yaklaşım: Bu görüşe göre, kadınlara karşı yapılan ayrımcılık ve şiddet (zorla evlilik, kız çocuklarının eğitime erişiminin engellenmesi, cinsel taciz gibi konular), hangi kültürde olursa olsun insan onuruna aykırıdır ve ahlaki olarak kabul edilemez. Evrenselciler, kadınların sahip olduğu hakların, evrensel ahlaki prensiplere dayandığını ve kültürler üstü bir geçerliliğe sahip olduğunu savunur.
  • Kültürel Görecelik Yaklaşımı: Bu görüş ise, kadınların rolü, giyim tarzı veya evlilik gelenekleri gibi konuların her kültürün kendi iç dinamikleriyle belirlenmesi gerektiğini savunur. Bu yaklaşım, evrensel kadın haklarının, Batı'nın kendi liberal değerlerini diğer kültürlere dayatması olarak algılanabileceğini ve bunun kültürel bir sömürgecilik biçimi olduğunu ileri sürer.

Ortak Zemin Arayışı: Martha Nussbaum'ın Yetenek Yaklaşımı

Bu katı ikilemi aşmak için, çağdaş filozoflar daha incelikli yollar arıyor. Martha Nussbaum'ın "yetenek yaklaşımı" (capabilities approach) bu çabaların en bilinenlerinden biridir.

Nussbaum, soyut "haklar" yerine, tüm insanların insanca bir yaşam sürmesi için sahip olması gereken temel yeteneklere odaklanır. Bu yetenekler arasında bedensel sağlık, bütünlük, düşünme ve siyasi hayata katılma gibi unsurlar yer alır.

Bu yaklaşım evrenseldir; çünkü tüm insanların bu yeteneklere sahip olma hakkı olduğunu savunur. Ancak kültürel açıdan da duyarlıdır; çünkü bu yeteneklerin nasıl ve hangi yollarla gerçekleştirileceğini her kültürün kendi içinde belirlemesine olanak tanır. Örneğin, "bedensel sağlık" yeteneği evrenseldir ancak bu yeteneği sağlamanın yolları (sağlık hizmetleri veya geleneksel yöntemler) kültürden kültüre değişebilir.

Seyla Benhabib: İddialı Evrenselcilik

Seyla Benhabib, Habermas ve Frankfurt Okulu'nun eleştirel teorisi geleneğinden gelir. Onun felsefesi, insan haklarının evrenselliğini savunurken, bu evrenselliğin soyut veya dayatmacı olamayacağını ileri sürer. Bunun yerine, insan haklarının demokratik bir diyalog ve tartışma süreciyle inşa edilmesi gerektiğini söyler.

Bu yaklaşımı "İddialı Evrenselcilik" veya "Durumsal Evrenselcilik" olarak adlandırır.

  • Evrensellik ve Diyalog: Benhabib'e göre, insan hakları, farklı kültürlerden ve kimliklerden gelen bireylerin birbirlerini karşılıklı olarak tanıma süreçleri sonucunda, rasyonel bir tartışma zemini üzerinden inşa edilmelidir. Bu, hakların, tek bir felsefi geleneğin (örneğin, Batı liberalizminin) ürünü olmaktan çıkıp, çok sesli bir diyalogun sonucu olmasını sağlar.
  • Küresel Adalet ve Vatandaşlık: Benhabib, göçmen hakları ve mülteci sorunları gibi çağdaş krizler üzerinden, devletlerin vatandaşlık kavramını yeniden düşünmesi gerektiğini savunur. Hakların sadece ulus devlet sınırları içinde değil, küresel bir diyalogla belirlenmesi gerektiğini vurgular.

Bu yaklaşım, Martha Nussbaum'ın yetenek yaklaşımına benzer şekilde bir "orta yol" sunar. Nussbaum temel yeteneklere odaklanırken, Benhabib bu yeteneklerin nasıl tanınacağı ve hukuki güvence altına alınacağı konusunda diyalog ve demokratik sürece vurgu yapar.

Kimlik Siyaseti ve Siyasal Kimlikler.

Popülist liderlerin yükselişi, yeni cemaatlerin oluşumu gibi gözlemleriniz, bize siyasal kimliklerin artık ulus veya sınıf gibi geleneksel kategorilerle sınırlı olmadığını gösteriyor. 21. yüzyıl felsefesi, cinsiyet, etnisite, din ve hatta yaşam tarzı üzerinden inşa edilen yeni siyasal kimliklerin dinamiklerini anlamaya çalışıyor.

Bu yeni başlık altında şunları ele alabiliriz:

  • Kimlik Siyasetinin Yükselişi: Geleneksel siyasetin yerini, kimlik mücadelesi nasıl aldı?
  • "Tribalizm" ve Siyasal Kutuplaşma: Yeni kimlikler, toplumu birleştirmek yerine neden daha çok kutuplaştırıyor?
  • Sanal Kimlikler: Sanal dünyadaki kimlikler, politik eylemlerimizi ve duruşlarımızı nasıl etkiliyor?

Douzinas: İnsan Haklarından Direnişe

  • İnsan Haklarının Yozlaşması: Douzinas, modern insan hakları söyleminin, asıl kaynağı olan baskı ve acıdan koparıldığını savunur. Haklar, hukuki metinlere döküldükçe, devrimci bir isyan talebi olmaktan çıkıp, devletlerin yönetimini kolaylaştıran birer araca dönüşmüştür. Bu, bir nevi biyo-iktidarın yeni yüzüdür: Devletler, vatandaşlarını kaba kuvvetle değil, onlara "haklar" vererek yönetir.
  • Direnişin Gücü: Douzinas'a göre, gerçek insan hakları, Birleşmiş Milletler kararlarında veya anayasa maddelerinde değil, adaletsizliğe karşı gösterilen isyanda ve direnişte bulunur. Bir mültecinin sınırı geçme mücadelesi veya bir işçinin grevi, onun gözünde hukuki metinlerden daha güçlü birer "hak" beyanıdır. Bu, politik olanla hukuksal olan arasındaki temel ayrımı vurgular.

Douzinas'ın felsefesi, değindiğimiz  tüm konulara yeni bir boyut ekleyebilir:

  • İnsan Hakları: İnsan hakları üzerine olan tartışmamıza, evrensellik ve görecelik ikileminden çok, bu hakların politik gücü ve potansiyeli bağlamında yeni bir yön verebilir.
  • Popülizm: Popülist liderlerin ve yeni toplulukların yükselişini, sisteme karşı duyulan bir hayal kırıklığı ve bir tür direniş arayışı olarak yorumlamamıza olanak tanır.

Douzinas'ın yaklaşımının merkezinde, politik olan ile hukuksal olan arasındaki kritik ayrım yer alır. Onun için bu ayrım, insan haklarını anlamanın anahtarıdır.

  • Politik Alan: Burası, yeni fikirlerin, yeni taleplerin ve yeni hakların yaratıldığı, kurulu düzene karşı direnişin gerçekleştiği alandır. Bu alan, devrimci potansiyeli ve değişimi barındırır.
  • Hukuksal Alan: Burası, politik alanda yaratılan fikirlerin ve taleplerin yasalarla ve kurumlarla kodlandığı, kurallaştırıldığı alandır. Burası, düzenin ve statükonun korunduğu alandır.

Douzinas'a göre, insan haklarının trajedisi, başlangıçta politik alanda bir direniş ve isyan talebi olarak ortaya çıkmalarına rağmen, zamanla hukuksal alana hapsolmalarıdır. Birleşmiş Milletler antlaşmaları veya ulusal anayasalar, bu devrimci talepleri birer bürokratik maddeye dönüştürür.

Direniş: Somut Bir İnsan Hakkı Beyanı

Bu ayrımı somutlaştırmak için Douzinas, bir mültecinin eylemini örnek gösterir. Bir mülteci, sığınma hakkı talep etmek için bir sınır kapısına geldiğinde, yasal bir kurala uymak yerine, hayatta kalmak için bir direniş eylemi gerçekleştirir.

Bu eylem, hukuksal belgelerde yazan soyut haklardan çok daha güçlü, doğrudan ve politik bir insan hakları beyanıdır. Douzinas'a göre gerçek insan hakları, iktidarın verdiği lütuflar değil, mazlumların direniş eylemleridir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder