18.Yüzyıl
Onsekizinci yüzyıldaki felsefe, dönemin
çabalarına ayna tutmakla yetinmeyip, aynı zamanda eylemleri etkileyen bir olgu
olarak karşımıza çıkmaktadır. O, Sokrates döneminde olduğu gibi,
akademisyenlerin küçük odalarından çıkmış ve geniş alanlarda kalabalığı
birbirine karıştıran bir konuma ulaşmıştır; o, artık kendi özel
dilinde—okulcuların dilinde— değil, sıradan insanların konuşmalarında kendine
ifade alanı bulmaktadır. Fransa’da toplumsal, politik ve muhafazakâr baskıya bağlı
olarak Aydınlanma kendi radikal söylemini bulacak ve buradaki etkisi çok büyük
olacaktır: Devrim, yeni fikirlerin ortaya çıkmasının sonucuydu Hemen tüm önemli
çağdaş felsefe öğretilerinde yapısı ortaya konan insan usu ve insan hakları,
onsekizinci yüzyılda evrensel olmuştur ve insanlık, iyiniyet, doğal haklar,
özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sözcükleri herkesin dilinde dolaşmaya
başlamıştır. Ataerkil yapıdaki hükümetler bile, insanlığın iyiliği ve
mutluluğunu ön planda tutabilmek için çaba içinde olmaktadır. Ortaçağ düşüncesine
başkaldırı, yüzyılın bitiminde büyük toplumsal ve politik çalkantılara neden
olacaktır ve eski rejim, yeni toplumun oluşumuna yol açacaktır. Modern çağın
bazı talepleri bulunmaktadır: Bunlar, bilinç ve ibadet özgürlüğü, fırsat
eşitliği ve ekonomik serbestlik, temsili hükümet ve tüm bireylerin kanun
karşısında eşitliğidir.
18.
Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi
18. yüzyıl felsefesine “Aydınlanma
felsefesi” de denir. Bu adlandırma bu felsefenin başlıca bir özelliğini, bir
ana tutumunu dile getirir. Kant’ın deyişiyle: “ insanın aklını kendisinin
kullanmaya başlamasıdır”.’ Ya da genel bir tanımla “insanın değerleyiş
ve davranışlarını kendi aklı ve görgüleriyle aydınlatmasıdır”. İnsan da hep
aklını kendisine kılavuz yapmış değildir; tersine, pek çok hazır bulduğu
gelenek - görenek - din kurallarına gözü kapalı uymuştur. Nitekim Ortaçağda
din, bütün yaşamın taşıyıcısı idi; bütün kültür alanlarının —bu arada
felsefenin de— ne ve nasıl yapacaklarını belirleyen din idi. Onun için Ortaçağ
kültürü ve felsefesi özerk değildi; ‘bu çağın kültür ve felsefesi ölçü ve
yasalarını kendi dışlarındaki bir başka güç zorla benimsetmiştir. Özerk bir
kültür anlayışını, yani aklın ışığına dayanarak bağımsız bir insanlık kültürünü
geliştirme istencini ilkin Renaissance getirmiştir. Renaissance’ın bu ilk
adımını sonra 17. yüzyıl felsefesi usçu öğretileriyle temellendirmeye
çalışmıştır. 18. yüzyıl felsefesi de bu yöndeki gelişmeyi en kesin, en tutarlı
‘biçimine ulaştıracaktır. İşte bunun için bu felsefeye ayrıca “Aydınlanma
felsefesi” de deniyor.
Bu felsefenin bir özelliği, kurgulardan
kaçınması; deney ortamında kalmak istemesidir. Ana tutumu bakımından bir kültür
felsefesi olması, başlıca konusunun insanın dünyası olması, bir başka özelliğidir. Bu felsefe salt kuramsal
düzlemde kalmak istemez; yalnız “bilme”yi amaçlamaz, tersine, bilgisiyle yaşama
kılavuzluk etmek, yaşamı aydınlatmak ister. Onun için geniş çevrelere
yönelmeye, seslenmeye çalışır: Latince yerine ulusal dilleri kullanması, yazın
türleriyle kendini anlatması böyle bir yönlenmenin açık belirtileridir. Ancak,
bu felsefenin baş özelliği lâik bir dünya
görüşünü kültürün her alanında gerçekleştirmek istemesidir. Bütün bunların da,
aklın kılavuzluğu, aklın gücü ile gerçekleşeceğine inanılır. Bundan dolayı
tarihin oluşturduğu bütün kurumlar —din, devlet, hukuk, eğitim vb.— aklın
eleştirisinden geçirilir, bunların aklın ilkelerine göre yeniden düzenlenmeleri
işine girişilir; bu yapılırsa insanın tam bir özgürlüğe ve mutluluğa
ulaşacağına inanılır, aklın insanoğlunu her bakımdan sürekli olarak
ilerlettiği, onun mutluluğunu biteviye arttırdığı, Aydınlanmanın başlıca
inancıdır. Renaissance’ta başlayıp 18. yüzyılda olgunluğuna varan
Aydınlanmanın, bu kültür olayının ilkin eski Yunanda M.Ö. 5. yüzyılda göründüğü
bundan önce belirtilmişti: Orada da yaşama dayanak olacak yeni ölçüler
aranıyor; eskiler aklın eleştiren süzgecinden geçiriliyor; orada da bilgiler
geniş çevrelere yayılmak isteniyordu: Sofistlerin kent kent dolaşıp para
karşılığında ders vermeleri bunu sağlamak içindi. Bu 5. yüzyıl aydınlanmasının
Batı uygarlığının kuruluş ve oluşmasında büyük etkisi olmuştur.
Bilgi
sorunu
Özellikleri genel çizgileriyle belirtilen 18. yüzyıl felsefesinin ele alıp üzerinde çalıştığı konulardan ilk olarak bilgi sorununu görelim: 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesi İngiltere’de başlamıştır ve akımı başlatan da John Locke (1632 - 1704) tur. Locke tipik bir aydınlanmacı: Metafizik kurgulardan kaçınır; nesnel bir tutumla hep olgular üzerinde durur; istediği bilime dayanan bir yaşam anlayışını açıklamaktır. Bu yaşam anlayışının kuramsal temellerini Locke, “insan bilgisinin kaynağı, kesinliği ve sınırları üzerine bir araştırma” olan “İnsan Zihni Üstüne Bir Deneme” adlı yapıtında geliştirmiştir. Locke’a göre, ruhun içinde bulunanlarını hepsinin, bütün tasarımlar, düşünceler vb.in tek kaynağı deneydir. Deneyle karşılaşmadan önce ruhumuz, üzerine hiç bir şey yazılmamış boş bir sayfa gibidir. Onun için Descartes’ın ileri sürdüğü ”doğuştan düşünceler”, deneyle ilişki kurmadan önce ruhun içinde bulunduğu tasarlanan “düşünceler” yoktur. Deneyin de iki kökü vardır: Bilincin dışındaki şeyleri —renkleri, sesleri, biçimleri vb.— bildiren dış deney” ile bilincin içinde olup’ bitenleri —duymak, anımsamak, düşünmek vb.— öğrendiğimiz “iç deney”. Bu iki kaynaktan gelen tasarımların (idea’ların) da bir bölümü yalın, bir bölümü de bileşiktir. Yalın tasarımların oluşmasında ruh edilgin, bileşiklerinkinde etkindir. Bu sonuncuları bağlama, karşılaştırma ve soyutlama gibi işlemlerle kendisini oluşturur. Nitekim “genel kavramlar” soyutlama edimi ile meydana gelirler. Böylece Locke, genel kavramların insan anlığı dışında bir gerçeklikleri olmadığını, bunların insan anlığının yaratıları olduğunu ileri süren adcılığa varmış oluyordu.
Özellikleri genel çizgileriyle belirtilen 18. yüzyıl felsefesinin ele alıp üzerinde çalıştığı konulardan ilk olarak bilgi sorununu görelim: 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesi İngiltere’de başlamıştır ve akımı başlatan da John Locke (1632 - 1704) tur. Locke tipik bir aydınlanmacı: Metafizik kurgulardan kaçınır; nesnel bir tutumla hep olgular üzerinde durur; istediği bilime dayanan bir yaşam anlayışını açıklamaktır. Bu yaşam anlayışının kuramsal temellerini Locke, “insan bilgisinin kaynağı, kesinliği ve sınırları üzerine bir araştırma” olan “İnsan Zihni Üstüne Bir Deneme” adlı yapıtında geliştirmiştir. Locke’a göre, ruhun içinde bulunanlarını hepsinin, bütün tasarımlar, düşünceler vb.in tek kaynağı deneydir. Deneyle karşılaşmadan önce ruhumuz, üzerine hiç bir şey yazılmamış boş bir sayfa gibidir. Onun için Descartes’ın ileri sürdüğü ”doğuştan düşünceler”, deneyle ilişki kurmadan önce ruhun içinde bulunduğu tasarlanan “düşünceler” yoktur. Deneyin de iki kökü vardır: Bilincin dışındaki şeyleri —renkleri, sesleri, biçimleri vb.— bildiren dış deney” ile bilincin içinde olup’ bitenleri —duymak, anımsamak, düşünmek vb.— öğrendiğimiz “iç deney”. Bu iki kaynaktan gelen tasarımların (idea’ların) da bir bölümü yalın, bir bölümü de bileşiktir. Yalın tasarımların oluşmasında ruh edilgin, bileşiklerinkinde etkindir. Bu sonuncuları bağlama, karşılaştırma ve soyutlama gibi işlemlerle kendisini oluşturur. Nitekim “genel kavramlar” soyutlama edimi ile meydana gelirler. Böylece Locke, genel kavramların insan anlığı dışında bir gerçeklikleri olmadığını, bunların insan anlığının yaratıları olduğunu ileri süren adcılığa varmış oluyordu.
Locke’un başlattığı bu 18. yüzyıl İngiliz
deneyciliğini, bu çığırın ikinci büyük düşünürü George Berkeley (1685- 1753) daha
da bir ileri götürerek, adcılığı sonuna kadar vardırmıştır. Ona göre genel
kavramlar anlıkta bile yok. Kökleri duyumlar olduğu için, tasarımlar her zaman
somutturlar. Bu yüzden “nesnelerin ortak yönü” diye soyut bir tasarımız olamaz;
yalnız işaretlerimiz, sözcüklerimiz var. Bu “sözcüklerimiz de ancak somut
tasarımların temsilcileridir.
18.
yüzyıl İngiliz deneyciliğinin taşıdığı mantıksal sonuçları tam olarak meydana
koyan da David Hume (1711- 1776)
olmuştur. Onun için de bütün tasarımların tek kaynağı deneydir. Ruhun
içindekiler “izlenimler”
ile “düşünceler”dir.
Birinciler özgün, ikinciler bunların az ya da çok soluklaşmış kopyalarıdır.
Bütün düşüncelerin gereçleri izlenimlerdir. Anlık, birtakım edimlerle
düşünceleri oluşturur.
“Bilginin kesinliği”, başka bir deyişle:
“bilginin gerçeği ne ölçüde karşıladığı” sorununda Locke, hiç bir duyum gerçeği
olduğu gibi karşılayamaz, diyor. Bizim nesnelerde bulunuyor diye sandığımız
bize dışarıdan gelen bu nitelikler duyumların, bize dışarıdan gelen bu
etkilerin, uyartıların işlenmesinden başka bir şey değildir. Ancak, büyüklük,
biçim, sayı gibi birinci niteliklerle ilgili
duyumlar gerçeğe daha yakındırlar. Koku, renk, tad gibi ikinci
niteliklerinkiler büsbütün özneldirler. Bileşik tasarımlar da ruhun —öznenin—
içinde oluştuklarına göre, dışarıdaki nesnelere uygun oldukları söylenemez;
bunlar olsa olsa kendi aralarında birbirlerine uygundurlar. Buna göre,
“nesnesine uygun bilgi” yalnız iç deneyin tasarımlarında olabilir. Kısaca:
İnsan ancak bilincinin ‘içinde olup bitenleri kesin olarak bilir.
George Berkeley, Locke’un bu düşüncesini
çıkış noktası olarak almış, kendi başına varolan bir dış dünyanın olamayacağı
sonucuna varmıştır. Ona göre “varolmak
algılanmış olmaktır”. ‘Dolayısıyla: asıl gerçek bilinç olaylarıdır. Bu da
temel gerçeğin tinsel nitelikte olduğu, maddi olmadığı anlayışıdır. Berkeley
için dış dünya ruhun algılarından oluştuğundan kavramların bu algılar dışında
ayrı bir gerçeklikleri yoktur. Bunlar —kavramlar— anlıkta bile yoklar. Biz
algıladıklarımızı ancak somut olarak tasarlayabiliriz. Birinci nitelikler de
yok, asıl olan ikinci niteliklerdir: Kirazın kokusunu, rengini vb.
kaldırırsak,, geriye bir “hiç” kalır. “Töz” de başlıbaşına bir şey değildir,
duyumlarımızın bir bağlantısıdır. Ancak, Berkeley’e göre, asıl gerçekler olan
bilinç olaylarını taşıyan bir temel de olacaktır, bu da, elbette ruhsal
niteliktedir. Kısaca: ruhsal töz vardır. Ama, Berkeley dış - dünyayı bir
kuruntu saymıyor. Çünkü bu dünya. ile ilgili tasarımlarımızın kökü ve düzeni
Tanrıdadır. Doğadaki. düzen, Tanrısal tasarımlar düzeninin bir yansısıdır.
David Hume’a göre “doğruluk” bilginin
gerçeği karşılaması— ancak tasarımların kendi aralarındaki uygunlukta
aranabilir, tasarımlarla dış nesneler arasında değil. Onun için, dış dünyanın
varolduğuna ancak inanabiliriz. Onun varlığını akılla kanıtlayamayız.
17. yüzyıl usçu felsefelerinin iki ana
kavramı olan “töz”ve “nedensellik” kavramlarını Hume
bu anlayışla ele alıp eleştirmiştir. Ona göre “töz” için ayrı ‘bir izlenimimiz
yok. Duyumlarımızı birçok kez hep aynı biçimde birbirlerine bağlamamızdan, buna
da alışmamızdan “töz”ün olduğuna inanıyoruz. “Nedensellik” de böyle; bir
alışkanlıktan, inanıştan doğma bir kavram. İki olayın sayısız kez birbiri
ardından geldiğini görünce, bu bağlantıya alışıyor ve bunun zorunlu bir
bağlılık olduğuna inanıyoruz. “Alışma” ile “inanma” da öznel şeylerdir bunların
nesne ile bir ilgileri olamaz; dolayısıyla “töz” de, “nedensellik” de —nesnel anlamda—
ayrıca yokturlar.
David Hume’un bu anlayışı, olaylar alanında
kalmak isteyen bir olguculuk, kesin bilgiye varılabileceğine inanmayan
“olasılık” ile yetinen bir kuşkuculuktur. Onun vardığı bu sonuç, 18. yüzyıl
İngiliz deneyciliğinin son sözü olmuştur. (Kuşkucu uslamlamalar)
İngiliz Aydınlanma felsefesi, sakin bir
araştırma havası içinde oluşmuştu. Oysa Fransız
Aydınlanma felsefesi kökten bir savaşım felsefesidir. Bu felsefenin böyle
olması, getirdiği düşüncelerin o sıralardaki Fransa’nın Ortaçağ artığı sosyal -
politik yapısıyla sert bir karşılık yaratmasındandır. Bu gerginlik sonra
Fransız Devrimine yol açacaktır.
Fransız Aydınlanma felsefesi başlıca
düşüncelerini İngiliz Aydınlanma felsefesinden devşirmiştir. Bunu, Fransız aydınlanmasının kuramsal temellerini kuran, Condillac
(1715-1780) ta açıkça görebiliriz: Çıkış noktası olarak Locke’un bilgi
öğretisini almış, yalnız, bu öğretinin bir yönünü, dış deneyi, bilginin tek,
mutlak kaynağı yapmıştır.
“Ruhun içindekilerin hepsi dışardan gelir”
demekle Condillac aşırı bir duyumculuğa varmıştır. Buradan kolaylıkla
materyalizme kayılabilir. Ancak, Condillac ruhun, duyumların üzerinde işlendiği
bir dayanak olduğunu ileri sürmekle bunu önlemiştir.
Fransız aydınlanması içinde materyalist bir
akım da var. Bu çığırın önderi Lamettrie (1705 - 1751) nin yaptığı, insana
uygulanmış -bir materyalizmdir. Ona göre insanla hayvan arasında yalnızca bir
aşama ayrımı vardır, özce bir ayrılık yoktur. Bu materyalizmi bir dizge haline
getiren Holbach
(1723- 1789) maddeyi canlı, hareketli sayar. Her şey madde ile açıklanabilir;
tinsel nedenleri işe karıştırmak ilkel bir davranıştır.
Fransız aydınlanmasının asıl önderi Voltaire (1694-
1788) dir, denilebilir. Parlak yazarlığı, aydınlanma düşünceleri için yılmadan
savaşması ile Voltaire Aydınlanmanın Avrupa ölçüsünde yayılmasına yol açmıştır.
İngiliz deneyciliği ile Yaradancılığını (deizmini), Newton’un yeni doğa
anlayışını, Aydınlanmanın bu ana düşüncelerini, Avrupa’ya özellikle o
tanıtmıştır. Bilgi anlayışında Locke’a bağlı, dünya görüşünde ikicidir; onun
için materyalistlerle savaşmıştır.
Fransız Aydınlanmasının önemli bir etki
kaynağı da, Ansiklopediciler’dir. Din ve geleneğe bağlı inançları —dogma ve
tabuları- sarsmada büyük yeri olan, dönemin Voltaire, Holbach, Montesquieu gibi
önde gelen düşünürlerinin işbirliği ile çıkan Fransız Ansiklopedisi (1751-
1780) ilk yöneticisi, d’Alembert ile kuşkucu bit tutumla başlamış,
sonra Diderot
yönetiminde materyalist bir yöne girmiştir.
Alman
Aydınlanmasının
pek bir özgünlüğü yok. Bu da, Almanya’nın tarihsel yazgısı ile açıklanabilir.
Reformation’un sarsıntıları yüzünden Almanya çok uzun bir zaman kültür için
elverişli bir ortam olmaktan çıkmıştı. 17. yüzyılda Leibniz ile Alman düşüncesi
yeniden yaratıcı olmaya başlamıştır ve Alman Aydınlanmasına, birtakım
değişikliklerle, Leibniz’in felsefesi temel olarak alınmıştır. Bu felsefeyi
Alman Aydınlanması için kılavuz olarak geliştiren de Christian Wolff (1679 - 1754)
olmuştur. Onun için Alman Aydınlanmasını belirlemiş olan felsefeye Leibniz —
Wolff felsefesi de denir. Bu çığırın düşünürlerinden Christian Thomasius (1655 - 1728),
felsefenin, bilimin yaşama yararlı olabilmesi için, Latinceye karşı çıkmış,
Almanca bir kültür dili yapmaya uğraşmıştır. Herkesin kolayca anlayabileceği
“anadilin” kültür dili yapılmak istenmesi de, bütün aydınlanmalarda bulduğumuz
bir anlayış, bir tutumdur.
Din
Aydınlanma felsefesi din sorununu
Reformation’un yol açtığı din kavgalarından bezmiş, yorulmuş bir tarihsel
ortamda ele almıştır. Bundan dolayı din anlayışlarında hep mezhep
çekişmelerinin üstüne yükseltecek bir
görüş açısı aranmıştır. İşte, 18. yüzyıl .Aydınlanma felsefesinin din görüşünde
ağır basan “akıl dini” ya da “doğal din” kavramı bu “arananı” sağlıyordu.
Çünkü, akıl dini, insanın aklında, doğasında yerleşik olan inançlardan oluş mu
bir dindir. Dolayısıyla da her insanda her zaman var. Böyle bir din anlayışını
Yeniçağda ilk olarak geliştiren Herbert of Cherbury bu inançları beş ilkede
toplamıştı. Ancak, burada şu sorun —hem
de ‘başlıca bir sorun olarak— ortaya çıktı Bu akıl dini ile Hıristiyanlığı
nasıl bağdaştırmalı? Aydınlanma felsefesinde Locke ve Wolff gibi akıl dini ile
Hıristiyanlığı uzlaştırma denemesini yapanlar da var; akıl dinini din konusunda
tek, mutlak ölçü olarak alanlar da var. Bu sonuncuların başında yer alan John Toland
(1670 1722) deisttir (yaradancı), Hıristiyanlığı bütün gizlerinden arındırmak
ister, bir ‘özgür düşünenler” dinini öngörür. Bu dönemin ilginç bir düşünürü
olan Shaftesbury
(1671-1713) ye göre, dinin kaynağı coşkudur; evrenin güzelliği
karşısında duyulan coşkunluktur, hayranlıktır. Bu coşkunluk bize Tanrıyı buldurtur;
bu hayranlık bizi gerçekliğin bü
bağlantısı içine yerleştirir. Shaftesbury’nin göz önünde bulundurduğu bu
estetik nitelikteki dinin Hıristiyanlıkla hiç bir ilgisi yok. Bu, daha çok, bir
çoktanrıcı Antik çağ dini anlayışına yaklaşıyor.
Aydınlanma felsefesi, öteki konularda
olduğu gibi, din konusunda da en aşırı düşünceleri Fransa’da ortaya koymuştur.
Bir yaradancı —deist— olan Voltaire’e göre, evrendeki düzen ve ereklilik bizi,
bunları yaratmış olanı varsaymaya götürür. Voltaire Hıristiyanlığı değil de,
genellikle akla uygun inançları bakımından dini ahlâk
için bir destek sayar. Hıristiyanlığa en saldırıları yapan Diderot önce
tümtanrıcılığa yönelmiş, sonunda Tanrıyı da kaldırarak yerine —deistlerin
yaptığı gibi— kendi kendine işleyen doğayı bırakmıştır. Materyalist Holbach ise
hiç bir din görüşünü onamaz; dini ahlâktaki ve toplumdaki
bozuklukların kaynağı sayar; tanrıtanımazlık insanı temelsiz korkulardan
kurtarır diye düşünür.
David Hume Aydınlamada pek az bulunan
“tarihbilinci” ile din konusunu ele alır. Ona göre üstün güçler karşısında
duyulan korkular ve korunma umutları dinin kaynağıdır. Dinde çoktanrıcılıktan
tektanrıcılığa doğru. bir gidiş vardır. “Doğal din” akıllıca bir tutum
olabilir, ancak kanıtlanamaz.
Alman düşünür ve yazarı Lessing de
(1729. 1781) din konusuna tarihsel bir açıdan yaklaşır: “Kutsal kitap” belli
bir çağın görüşüdür; ancak o dönem için geçerliği vardır; artık ona geri
dönülemez. “Vahiy” insanlığı eğitmek için Tanrının bir aracıdır. Varolan
dinlerden hangisinin “en doğrusu” olduğu bilinemez. Onun için Lessing dinler
arasındaki çekişmelerin üstüne yükselten hoşgörürlüğü öğütler.
Ahlâk
18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin ahlâk
sorununa Hobbes’ un bencillik ahlâkı
çıkış noktası olmuştur. Ahlâk sorununun bundan
sonraki gelişmesinde ya Hobbes’a karşı çıkılmış, ya da ondan yana olunmuştur.
Hobbes’un bencillik ahlâkına tepki’de bulunanlar, “insanın doğasında,
yaradılışında ahlâk yeteneğinin bulunduğu” savına dayanmışlardır. 17.
yüzyılda Cumberland
(1632 -1718) özgeci duyguların insanda, bencil duygular kadar doğal olduğunu
ileri sürmüştür.
18.yüzyılda Hobbes’a karşı çıkanlar başında Shafetesbury yer alır. Ona göre de özgeci duygular bencil duygular gibi doğaldırlar,birincildirler, doğuştandırlar. Ancak bunların işlenerek iyiyi kötüden ayırteden “ahlâk duygusu” durumuna getirilmeleri gerekir. Shaftesbury’nin ahlâkta ulaşmak istediği, bir Antik çağ ülküsü olan “iyi” ile “güzel”i kendisinde birleştirmiş olan kişidir. İnsan evren gibi uyumlu olmalıdır. Bunun koşulu da bencil ve özgeci duygular arasında bir denge, bir uyum sağlamaktır. Bunlardan ne biri, ne de öteki ağır basmalıdır. Bu anlayışta erdemli - ahlâklı ‘bir kişi, büyük bir sanat yapıtı gibi olan evren içinde kişiliğini bir sanal yapıtı gibi biçimlendirmiş olan kimsedir. Shaftesbury’nin ahlâk anlayışı —din anlayışı gibi— estetik nitelikte. Kendisi esasen bilimsel tutumda bir düşünür olmaktan çok bir sanatçı, şair ruhlu bir düşünürdür.
Özgeci duyguların bencil duygular gibi
doğal olduğu ve insanda “iyi”yi “kötü”den ayırt edebilen bir “ahlâk
duygusu” bulunduğu düşünceleriyle Shaftebury, 18. yüzyılda ahlâk
konusundaki tartışmalara çıkış noktası olmuştur. Shaftesbury’nin izinde
yürüyenlerden Joseph
Butler (1692 - 1725) ahlâk duygusuna
“vicdan” —törel bilinç— adını verir ve Shaftesbury gibi, ahlâk yargılarını
estetikleştirmekten kaçınır. Ama Shaftesbury’ nin düşüncelerini asıl
sistemleştiren Francis
Hutcheson’dır (1694-1747). Ona göre istenci belirleyen akıl değil,
ahlâk duygusudur. Bu duygu bir eylem, bir karakter üzerine
yargıda bulunan bir yetidir insanda.
Mandvile
(1670 - 1733) Shaftesbury’nin özgeci eğilimleri de doğal sayan anlayışına karşı
çıkar, dolayısıyla Hobbes’un yönünde olan akımdan. Onun ünlü “Arı Masalı” nda
(Bir
zamanlar zenginlik ve bolluk içinde yüzen, her bakımdan çok gelişmiş bir arı
kovan varmış. Ancak, burada ahlâk vaizlerinin
sızlanmalarına yol açan durumlar da eksik de ğilmiş: Bir yanda lüks ve eğlence
düşkünlüğü, öbür yanda korkunç bir yoksulluk varmış. Günün birinde Tanrının,
ahlâklıların istediklerini yerine getireceği tutar: arı
devleti ahlakla oluverir. Ama tümüyle de yoksullaşıverir: işsizlik, dışarıya
göçler vb, başlar.)
demek istediği şu: İnsan yaradılışı gereği
ancak bencildir.Bencilliği de kötülememeli; çünkü bencillik uygarlığın
varolması ve gelişmesi için zorunlu bir zemberektir.
Helvetius
(1715 - 1771) da bu doğrultuda düşünür: İnsan özünden bencil bir yaratıktır.
Erdem de —ahlâklı olmak— bencilliğin toplumun iyiliğine yarayan bir
biçim kazanmasından başka şey değildir. Bunu da eğitim sağlar ve sağlamalıdır.
Materyalist L için insan aslında kendi duyusal hazları nıı ardından koşar.
Düşünmede olgunluk, bu tinsel haz, başlı başına bir değer değildir; ancak
insani mutluluğa engel olan önyargılardan —özellikle dinsel olanlardan—
kurtardığı için değerlidir. Bencilliğin özgeciliğe dönüşmesinde ün ve onur
duygularının büyük yeri vardır.
Locke ise ahlâkın güdüsünü
“buyurucu” bir otoritede bulur. Bu otorite Tanrı olabilir, toplum, töreler
olabilir. Bentham
(1748 1832) “olabildiğince çok insana, olabildiğince çok mutluluk” savında ahlâksal
eylemlerin değeri için nesnel bir ölçü bulduğu inancındadır.
Clarke
(1675- 1729) ile Wofloton (1659-1724) ahlâk yasasının doğa
yasası gibi olduğunu, “kötünün” doğa yasasına karşı gelme olduğundan insanı
mutsuz ettiğini ileri sürerler; ahlâki kuramsal
ilkelere bağlarlar, mantıklaştırırlar. Ahlâklı bir eylem,
eylemin konusunda doğru bir yargıya dayanan eylemdir; dolayısıyla “kötü”
doğrunun yadsınmasıdır, bir yalandır. David Hume ise bunun tam tersini düşünün
İstenci belirleyen anlıksal öğeler değil, bir duygudur, “ahlâk
duygusu”dur; bunun da kökü sempatidir. Hume’da sempati başkalarının iyiliğine
yönelmiş ‘olan duygular için genel bir addır. Ancak neyin iyi, yararlı olduğunu
hep toplumun özel koşulları belli eder. Bundan dolayı genel - geçer olan, yani
her zaman, her yerde geçerliği olan soyut bir adalet duygusu yoktur. Buna göre
“doğal hukuk” olamaz.
18. yüzyıl felsefesinin temel sorunu kültür sorunudur. Be felsefe genel
eğilimi, genel tutumu bakımından bir kültür felsefesidir. Çünkü “aydınlanma”
aklın kılavuzluğu ile insan yaşamının anlam ve düzenini, dolayısıyla kültürünü
aydınlatmayı istemek demektir. İşte bu anlayışla 18. yüzyıl felsefesinde aklın
ışığı tarihin oluşturduğu kültür kurumlarına (devlet, toplum, din, eğitim,
hukuk, tarih vb.) yöneltilmiş ve bu arada başlıca a - bunları oluşturan “nedenler” aranmış; b - bunların “kuruluş ereklerine” uygun olup olmadıklarına
bakılmış; c- ve bunların nasıl
olmaları gerektiği bu eleştirel ölçüden çıkarılmıştır.
Bu yöntemi de ilkin 17. yüzyılda Hobbes
kullanmıştı. Ona göre devletin kuruluş nedeni: İnsanların, bencillikleri
yüzünden, birbirlerini kırıp geçirmelerini önleyecek “genel güvenliği”
sağlamaktır. Dolayısıyla bu kuruluş ereğine en uygun devlet biçimi de
mutlakiyetçi hükümdarlıktır.
Aydınlanma felsefesini başlatan John Locke
ise bunun tam karşıtını düşünür. Ona göre kuruluş nedenine en uygun devlet
biçimi ancak liberal devlet olabilir. Çünkü insanın daha “doğal durum”unda(=Doğal
durum: Toplumun —devletin— bir sözleşme ile kurulmuş olduğu varsayımında,
toplum oluşmadan önceki, insanların dağınık yaşadıkları durum)
bile
bedeni ve bedeni ile —kolunu, kafasını kullanarak— meydana getirdikleri —malı
mülkü— üzerinde doğal bir hakkı vardır. Devlet de, bu ve bunun gibi olan hakları
korumak için kurulmuştur. Haklar da ancak özgür bir ortamda en iyi korunabilir
—Locke liberal devlet felsefesinin önderlerindendir—. Hakların korunmasını
güvence altına alabilmek için, “yasama” ve “yürütme” erklerinin birbirinden
ayrılması gerektir.
Locke’un “hukuk devletinin temeli olan bu
savını Fransız Devrimini düşünceleriyle hazırlayanların başında yer alanlardan Montesquieu(1689-
1755) daha bir geliştirecektir: Montesquieu yasama ve yürütme erklerine bir
yargı erkini ekleyerek “erklerin ayrılması”
ilkesine bugüne kadar geçerli kalan son ve tam biçimini kazandırmıştır. Bu ilke
bu biçimiyle çağdaş hukuk devletinin hep başlıca temellerinden biri
sayılmıştır. Montesquieu’ nün belirtilmeye değer bir yönü de “tarih”
anlayışı”dır Yasalar, diyor Montesquieu, iklim, töreler, ulusun karakteri vb.
ile ilgilidir. Bu da kültürün bir alanı olan hukukun genel bir şema olmayıp,
her toplumda bireysel bir nitelik kazandığı savıdır. Bu da usçu Aydınlanmada
pek rastlamadığımız bir görüştür.
1789
Fransız Devrimine düşünceleriyle yol açan —bu devrimi özellikle duygu yönünden
besleyen— biri de Jean Jacques
Rousseau (1712 - 1778) dur. Onun bundan başka asıl önemi de;
Avrupa’nın Renaissance’tan beri oluşan yeni kültürünün, kısaca Aydınlanmanın
ilk olarak dökümünü yapan, bilançosunu çıkaran olmasıdır. “Bu kültür neyi
başarmış, neyi başaramamıştır; iyilikleri yanında ne kötülükleri olmuştur?”
sorusunu ilkin eleştirel olarak ortaya koyup yanıtını arayan odur. “Bilimler ile
sanatların yeniden doğması Renaissance’tan bu yana olan gelişme— ahlâkın
düzelmesine yaramış mıdır ?“ sorusuna Rousseau “hayır?’ der. Çünkü ona göre,
erdem ve mutluluk ancak yalın ve doğal ruhlarda bulunabilir. Bilim ve
sanatların ağır bastığı yerlerde —günündeki gibi— ancak yozlaşma vardır, ayrıca
bu yozlaşmanın başlıca nedenlerinden biri de eşitsizliktedir. Eşitsizliği, hak
ve haksızlık kavramlarını getiren, bencilliği yerleştiren, özel mülkiyet
olmuştur. Geriye, doğal duruma dönülemeyeceğine göre, kültürü yeniden doğaya
yaklaştırmakla şimdiye kadarki gelişmenin olumsuz sonuçları, bir yere kadar da
olsa, giderilebilir. Bunun için de bir yandan insan, tüm yanlarını geliştirecek
doğal bir eğitimle yetiştirilmeli; öbür yandan da toplumun, her kesin doğal
haklarını güvence altına almış bir biçimi olmalıdır. Devletin dayanağı insanın
doğasında yerleşik olan özgürlük ve “hak eşitliği” duygusudur. Doğanın
istediklerini yerine getirmek, doğa yasalarını gerçekleştirmek, devletin
ödevidir. “İnsan özgür doğar, ama kendisini hep birtakım zincirlerle bağlanmış
bulur”: Bu uygunsuzluğu gidermenin yolu, insanın kendisinin istediği,
kendisinin onadığı bir devlet biçimini gerçekleştirmektir. Bunun için de
yurttaş, bütünün iyiliğini gözönünde bulunduran bir toplumsal bilinci
varlığının temeli olarak duyacak gibi yetiştirilmelidir.
Bu düşünceleriyle Rousseau bütün çağdaş
demokrasilerin’ öncüsü olmaktadır. Rousseau Renaissance’tan beri gelişen yeni
Avrupa kültürünün yani Aydınlanmanın—
bir bilançosunu çıkarmıştı. Belirtildiği gibi bu bilanço olumlu değil. İnsanlık
kültürünün göz kamaştıran bir gelişme ve ilerleme içinde bulunduğuna inanan bir
çağın ortasında Rousseau bu kültürün insanı gerçek doğasından uzaklaştırıp
tekyanlı ve mutsuz yaptığını söylemeye varmıştır. Rousseau’nun felsefesi”
duygu”yu, bu usdışı olan yetiyi insan yaradılışının tek gerçeği diye ileri
sürmekle, akla büyük inanı ve güveni olan Aydınlanmada çok önemli - bir
değişmenin belirtisi olmuştur. Rousseau Aydınlanmayı sona erdirecek —hiç
olmazsa sarsacak— anlayışların başlıca kaynaklarından biridir.
Rousseau’nun gününün kültürünü ağır bir
eleştiriden geçirmesine karşılık, Fransız Aydınlanmasının en tutarlı
önderlerinden Voltaire, gününü —yani Aydınlanma çağını— insanlık tarihinin en
parlak bir dönemi diye anlar, çünkü ona göre, akıl insan -doğasının özüdür.
Tarih de, aklın gelişmesinin sürecidir. Aydınlanma çağı da akıl ışığının en çok
parladığı evredir.
Bilinen Aydınlanma şemasından ayrılan bir
düşünür de İtalyan Vico (1688-1744) dur. Vico, Aydınlanmanın akla
güvenmesi bakımından başlıca dayanaklarından olan “doğa bilimi” ile
“matematizm”e karşı çıkanlardan ilkidir. Ona göre, insan ancak kendisinin
yapmış olduğunu bilebilir. İnsanın kendisinin yaptığı da ta Tarih
ise Tanrısal ‘bir planın gelişmesidir ve bu gelişmedeki evrelerin her biri
kendi içlerine kapalı, kendilerine özgü değerleri ve biçemleri olan kültür
yapılarıdır. Vico, tarihte gelişen -Voltaire’in düşündüğü gibi- genel bir şema
değildir, ağırlık merkezleri kendilerinde bulunan ‘bireysel değer
sistemleridir, diye düşünmekle Aydınlanmanın dışına çıkmaktadır.
Alman yazar ve düşünürü Herder (1744-
1803) de tarihi bu açıdan görüp yorumlar. Ona göre tarih doğa içindeki
gelişmenin kültür alanında sürüp gitmesinden başka bir şey değildir. Her biri
kendi özel koşullarının sonucu olan uluslar insanlık denilen bir bütün içinde
yer alırlar ve her biri insanlığın özünü daha bir açığa çıkarmaya çalışır.
Çünkü tarihin ereği: İnsanlıkta barınan doğal olanakları tam olarak
gerçekleştirmektir.
Bu son düşünürler —Rousseau, Vico ve
Herder— ile Aydınlanma çığını artık kendisini oluşturan ilkelerin dışına
çıkmıştır. Ancak, 18. yüzyıl Aydınlanmasını asıl sona erdirecek olan Kant’tır.
Çünkü Kant, Aydınlanmanın pek güvendiği aklın ne yapıp ne yapamayacağını kesin
olarak ortaya koyacaktır.
Kant
ImmanauelKant
(1724- 1804) bir yere kadar Aydınlanma felsefesi içinde yer alır: O da bu
felsefe ile yetişmiş felsefenin sorunlarını işlemiş, ancak bunlardan çıkardığı
sonuçlarla aydınlanma görüşünü aşmıştır. Renaissance’tan beri oluşan gelişmenin
Kaat büyük ölçülü bir hesabını çıkarmıştır. O bir dönüm noktasıdır: Çünkü bir
yandan kendisinden önceki düşüncenin bütün çizgilerini felsefesinde toplar;
öbür yandan kendisinden sonraki başlıca akımlar da doğrudan doğruya ondan
çıkarlar, ya da dolaylı olarak dönüp dolaşıp ona varırlar. Nitekim 19. yüzyılın
ilk yarısını kaplayan Alman İdealizminin çıkış noktası Kant felsefesidir. 19 -
20. yüzyıl sınırları ürerinde gelişip yakın zamanlara kadar ulaşan “Yeni
Kantçılık” çığırının kaynağı da—adından da anlaşılacağı gibi— yine Kant
felsefesidir.
Kant’ın öğretisinin baş özelliği bir eleştiri felsefesi olmasıdır. Nitekim bu felsefeye “eleştiricilik”
de denir. Kant kendisinden önceki felsefeyle tartışmasını eleştiri açısından
yapmış, kendisinden sonrasını da yine eleştiri anlayışıyla etkilemiştir. Üç
büyük yapıtının adlarına “eleştiri” —antik— sözcüğünü koyan Kant “eleştiri”
derken ne anlamaktadır? Eleştirmek, elemek, ayırt etmek de demektir. Kant
Aydınlanmanın bütün yaşama kılavuz yapmak istediği, her bilgi alanında
başarısına başarabildikleri ile başaramadıklarını ‘birbirinden ayırt etmeği, bu
bakımdan bir eleme yapmayı amaçlar Bütün sisteminin dayanağı olan “Salt Aklın
Eleştirisi” adlı baş yapıtı şu konuyu araştırmayı ödev edinir:
Bilginin niteliğini gösterin eleştirisini yapmak, yani şu ya da bu bilginin
geçerlik —doğruluk savlarının yerinde olup
olmadığını ayırt etmek Kitap şu düşünce ile başlar: “Bütün bilgimizin deney ile
başladığına hiç kuşku yoktur. ‘Bilgimiz deneyle başlar ama, bundan dolayı,
bütün bilgilerimiz deneyden çıkmaz. Çünkü deney bilgimiz bile, izlenimler ile
bilgi yetimizin kendinden katmış olduklarının bir bileşimi olabilir. Kant için
önemli olan da “bilgi yetimizin” bilgi sürecine kalmış olduklarıdır; bir başka
deyişle bilen öznenin kendisinde nesne
ile karşılaşmadan önce bulunan önsel bilgi ögeleridir. Kant’ın önsel bilgiye bu
ilgisi, deneyle bağlantısı olmayan metafizik eleştirisini yapmayı gözönünde
bulundurmasından, öbür yandan da önsel bilgiyi sonsal olan deney bilgisinden
üstün saymasındandır. Çünkü önsel bilgi zorunlu ve tümel geçerliliği olan
yargılara vardırır. Kant’ın aradığı hem nesnelerle bağlantısı olan, hem de
nesnelerle ilgili önermelerimizi tümel geçer yapan yargılardır; onun deyişiyle
“bireşimsel - önsel yargılar”dır; nerede, hangi bilgi türü bu çeşit yargılardan
oluşmuşsa o bilgi sağlamdır. (a priori/ a posteriori (Lat) önsel/sonsal)
Duyu
bilgisinin salt —önsel— ögeleri kavram değil birer görü olan uzay
ile zamandır.
Dışı dünyası bu iki salt öğe içinde
bilindiğinden, bu dünya ile ilgili bilimimiz, matematik de sağın bir
bilgidir. Fizik ise bir başka bilgi yetimizin, anlığın salt —önsel— kavramları
ve yargılarıyla oluşur. Bu salt kavramlar ile yargılar “doğa” adını verdiğimiz
görüngüler dünyası için bir çerçevedir. Fiziğin sağın bir bilim olması’
bundandır. İmdi, Kant’ın bilimselliğin ölçütü diye aldığı “bileşimsel - önsel
yargılar” metafizikte de var mı? Yok, çünkü metafizik tek başına salt akılla
duyulurüstü olan bir dünyayı kurmaya girişiyor. Oysa “duyulur”dan kopunca aklın
salt kavramlarına, “ide”lere ulaşılır. İdeler, deney dünyasında kendilerine hiç
bir nesnenin karşılık olarak bulunmadığı kavramlardır: Ruh, evren, Tanrı
ideleri metafiziğin öteden beri ele aldığı üç başlıca idedir. Ancak, Kant’a
göre, sağlam bilgi veri ile düşünce birleşirse elde edilebilir. “Görüsüz –duyumsuz- kavramlar boş,
kavramsız görüler kördür”. Salt aklın ürünü olan ideler boş kavramlardır;
deneyden kopmuşlardır. Onun için düşünce bu idelerde ancak birtakım kuruntuları
bulur karşısında; bu yüzden çelişmelere düşer, çatı saplanır. Bundan dolayı,
akıl yalnız başına, doğrudan doğruya bir şey bilemeyeceğine göre, bu yetimizle
ilişkili bir bilgi olan metafizik de, bir matematik, bir fizik gibi sağlam bir
bilim olamaz, Kant “anlık, görüngülere yasalarını dikte eder” der ve bu
düşüncesini Kopernik Devrimine benzetir. Çünkü, ona göre, biz de deneyden önce
olan birtakım ana kavramlar var; biz bunları deneyin içine yerleştiririz; bunu
yapmakla da deneyi bir çerçeve ve içine almış oluruz; ona bir düzen
kazandırmış, onun çokluğunu, eşitliliğini bir birliğe bağlamış oluruz. Bunun
böyle olması da, bilgide anlığın etkin duyarlığın edilgin olması yüzündendir.
Duyarlığın sağladığı verileri biçimlendiren anlıktır. Anlığın görüngülere
“dikte ettiği” yasalar, benimsettiği biçimler -formlar- nelerdir? Başlıcaları:
bir “şey olmak”, “bu şeylerin bir niteliği olması”, “bunların aralarında
zorunlulukla bağlı olmaları”, “birbirleri üzerinde karşılıklı etkide
bulunmaları”. Bütün bunlar deneyin kendisinde yok; bunları ona anlık aktarıyor
ve böylece de içinde birtakım nitelikleri olan, ve aralarında etkileşen
“şey”lerden kurulmuş bir varlık ortaya çıkıyor ki, bu da bizim “doğa”
dediğimizden başka şey değildir. Demek ki bilen insan bir bireşim ile “çokluğu” bir
“birlik” haline getiriyor, bir “karmakarışıklığa” bir “düzen” kazandırıyor.
Felsefenin
Evrimi-Macit Gökberk-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları-1979
Aydınlanma yüzyılı olan 18. yüzyıla geçtiğimizde ilginin büyük ölçüde doğadan insana, insani olana, kültüre kaydığını gözlemlemekteyiz. Bu yüzyılda şüphesiz bilimsel alana ilgi ortadan kalkmamış, bilimsel çalışmalar yerini başka çalışmalara bırakma mıştır. Ancak bu yüzyılda daha önceki yüzyılda karşılaşılmayan yoğun bir ölçüde insanla, toplumla, siyasetle, ahlakla, dinle, kültürle, dinsel, ahlaki, siyasal adetler ve geleneklerle ilgilenmenin ortaya çıktığını görüyoruz.
17. yüzyıl esas olarak kendi dar uzmanlık alanlarında çalışmalarını yürüten büyük bilim adamı filozofların yüzyılı ise 18. yüzyıl büyük ölçüde geniş halk kitlelerine hitap eden ve yine geniş halk kitlelerinin ilgilendikleri konularla ilgilenen, hatta dar anlamında ne bilim adamı ne de filozof olarak adlandırılmaları mümkün olmayan büyük yazarların yüzyılıdır. Bu yüzyıl Voltaire'in, Montesquieu'nün, Rousseau'nun, başta Diderot, d' Alembert, De La Mettrie olmak üzere Fransız
Ansiklopedistleri'nin yüzyılıdır.
Bu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkacak olan iki büyük filozof, İngiliz David Hume ile Alman lmmanuel Kant'ta bu sözünü ettiğimiz eğilimin ortadan kalkması şöyle dursun o belki en olgun, en gelişmiş ifadelerini bulacaktır. Çünkü gerek Hume, gerekse Kant ilgilerini 17. yüzyıl filozofları gibi esas olarak doğa ve doğabilim üzerine değil bütün bu doğa bilimini ve bütün diğer insani kültürel kurumları, dini, siyaseti, ahlakı vb. yaratan özne, yani bilen ve eyleyen varlık, tek kelime ile " insan" üzerine çevireceklerdir.
Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi
Aydınlanma yüzyılı olan 18. yüzyıla geçtiğimizde ilginin büyük ölçüde doğadan insana, insani olana, kültüre kaydığını gözlemlemekteyiz. Bu yüzyılda şüphesiz bilimsel alana ilgi ortadan kalkmamış, bilimsel çalışmalar yerini başka çalışmalara bırakma mıştır. Ancak bu yüzyılda daha önceki yüzyılda karşılaşılmayan yoğun bir ölçüde insanla, toplumla, siyasetle, ahlakla, dinle, kültürle, dinsel, ahlaki, siyasal adetler ve geleneklerle ilgilenmenin ortaya çıktığını görüyoruz.
17. yüzyıl esas olarak kendi dar uzmanlık alanlarında çalışmalarını yürüten büyük bilim adamı filozofların yüzyılı ise 18. yüzyıl büyük ölçüde geniş halk kitlelerine hitap eden ve yine geniş halk kitlelerinin ilgilendikleri konularla ilgilenen, hatta dar anlamında ne bilim adamı ne de filozof olarak adlandırılmaları mümkün olmayan büyük yazarların yüzyılıdır. Bu yüzyıl Voltaire'in, Montesquieu'nün, Rousseau'nun, başta Diderot, d' Alembert, De La Mettrie olmak üzere Fransız
Ansiklopedistleri'nin yüzyılıdır.
Bu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkacak olan iki büyük filozof, İngiliz David Hume ile Alman lmmanuel Kant'ta bu sözünü ettiğimiz eğilimin ortadan kalkması şöyle dursun o belki en olgun, en gelişmiş ifadelerini bulacaktır. Çünkü gerek Hume, gerekse Kant ilgilerini 17. yüzyıl filozofları gibi esas olarak doğa ve doğabilim üzerine değil bütün bu doğa bilimini ve bütün diğer insani kültürel kurumları, dini, siyaseti, ahlakı vb. yaratan özne, yani bilen ve eyleyen varlık, tek kelime ile " insan" üzerine çevireceklerdir.
Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder