İdealizm

(İng. idealizm; Fr. idéalizme, Alm. idealismus, es. t. mefkürecilik, iftikâıiyye]

Felsefede, en geniş anlamıyla, tinsel güçlerin evrendeki tüm süreçleri ya da olup bitenleri belirlediğini savlayan tüm Felsefe öğretilerini içerecek biçimde kullanılan "idealizm" terimi, varolan her şeyi "düşünce"ye bağlayıp ondan türeten; düşünce dışında nesnel bir gerçekliğin varolduğunu, başka bir deyişle düşünceden bağımsız bir varlığın ya da maddenin (maddî gerçekliğin) bulunduğunu yadsıyan felsefe akımını niteler.

Felsefede tüm varlığı düşünceye indirgeyen bir öğreti; gerçekliğin maddî güçlerden değil de idealardan (fikirlerden, düşüncelerden, kavramlardan, tasarımlardan vb.) ya da bunları kuran uslardan, zihinlerden, benlerden vb. oluştuğunu öne süren bir kuram; varlığın gerçekte fıziksel bir nitelik taşımadığım dillendiren bir duruş; her türden maddî varlığın tinsel ya da zihinsel bir temele indirgenebileceğini savunan bir görüş olarak "idealizm", varlığın düşünceden bağımsız olarak varolduğunu kabul eden "gerçekçilik", "maddecilik" ve "doğalcılık" felsefe anlayışlarının tam karşı kutbunda yer almaktadır.


Felsefece düşünmenin tarihinde pek çok türü bulunmakla birlikte idealizm genel olarak ilkin ikiye ayrılır: Bir yanda, varlığı bireyin düşüncesine bağlayıp ondan türeten, gerçekliği öznenin zihinsel içeriklerine indirgeyen öznel idealizm; öte yanda, varlığı en geniş anlamıyla "düşünce"ye, tinsel bir varlığa ya da tanrısal bir usa, başka bir deyişle maddî olmayan bir töze ya da ilkeye bağlayıp bundan türeten, gerçekliğin özneden bağımsız nesnel idealardan oluştuğunu savunan nesnel idealizm.

Yine metafizik ya da bilgikuramsal yaklaşımı odağa koyması bakımından iki ana idealizm anlayışından söz açılabilir: Bir yanda, metafiziği temel alıp gerçeği idealara dayandıran, gerçekliğin özünü birer "görünüş" olarak gördüğü nesneler dünyasında değil de maddî olmayan varlıkta arayan metafizik idealizm; öte yanda, bilgi edinme sürecinde özneyi nesne karşısında belirleyici sayan, "nesneyi özneye, bilineni bilene bağli kılan", insan zihninin yalnızca tinsel olanı kavrayabileceğini öne süren bilgikuramsal idealizm.

İdealizmin neliğini, felsefe tarihi içinde nasıl biçimlendiğini ve nereye oturtulması gerektiğini kavramak için yürünebilecek en iyi yol, kimi filozoflarca "ilk felsefe" olarak adlandırılıp felsefeyle bir tutulan, kimilerince de felsefenin omurgasını oluşturduğu düşünülen metafiziğin tam ortasından geçmektedir. Bu bağlamda, bir bütün olarak gerçekliğin doğasıyla ilgilenen metafizik araştırmaların çok büyük bir bölümünün Felsefe tarihi boyunca üç ana gerçeklik tasarımı doğrultusunda, dolayısıyla da üç ana metafizik düşünme kipi çevresinde kümelendikleri görülmektedir.

Bunlar en yalın anlamlarıyla şu biçimde sıralanabilirler:

(ı) zihin ya da bilinç temelli metafizik;

(ıı) madde ya da fiziksel varlık temelli metafizik;

(ııı) hem zihni hem de maddeyi aşan en yüksek varlık temelli metafizik.


Bu metafizik düşünme üçlemesi, felsefe tarihinde İdealizm, Maddecilik ve Aşkıncılık diye anılan üç ana metafizik düşünce okulunun ana öğretilerinin oluşumuna da kaynaklık etmeleri bakımından ayrıca önemlidir. Felsefede İdealizm, dünyanın temellendirilmesinde en önemli görevin, bilince ya da maddi olmayan zihne yönelik bir gerçeklik kuramı geliştirmek olduğu düşüncesi üstüne kurulmuştur. İdealizm anlayışının temelleri ilkin Platon'un "İdealar Dünyası Kuramı" yla atılmış olmakla birlikte, daha sonra çeşitli Filozoflarca ussal düşünceye yönelik olarak sunulan metafızik savunularla iyiden iyiye güçlendirilmiştir.


Buna karşı metafizikte idealizm, bütün fıziksel nesnelerin bütünüyle zihne bağımlı olduğu, onların bilincinde olan bir zihin olmaksızın metafizik anlamda hiçbir varlıkları olmadığı anlayışına karşılık gelmektedir. Bir başka deyişle, metafizik idealizme göre gerçeklik her durumda zihne bağımlı olduğu için gerçekliğin gerçek bilgisi ancak tinsel bir bilinç kaynağına başvurularak elde edilebilirdir.

 Buna karşı, idealizm ile taban tabana zıt bir konuma yerleştirilip temellendirilen Maddecilik, zihnin ya da bilincin bütün bütün fiziksel öğeler ile süreçlere indirgenebileceğini savunmaktadır.

Felsefede maddecilik, bütün varlığın maddeyle, maddenin bir yüklemi ya da etkisiyle açıklanıp temellendirilebilir olduğu anlayışı üstüne kurulmuştur. Maddeciliğin ana öğretisine göre, kendisi dışında ya da kendisinin ötesinde bir başka varlık bulunmayan madde enson anlamda gerçekliktir. Bu yüzden idealizmin savunduğu gibi bilinç görüngüsü maddi olmayan kaynaklara gidilerek değil, ancak sinir sistemindeki birtakım fızyo-kimyasal süreçlere odaklanmak yoluyla açıklanabilirdir. Metafizikte maddecilik, açıkça görülebileceği gibi, her durumda zihnin üstünlüğünü ve önceliğini savunan, buna karşı maddeyi zihnin bir yansıtımı ya da bilinç yaşantısında gerçekleşen nesnelleştirmenin sonucu olarak gören idealizmin karşısavıdır. Dolayısıyla metafizik maddecilikte, fıziksel nesneler ile bunların birbirleri arasındaki değişik ilişkilerinden meydana gelen dünya bütünüyle zihinden bağımsızdır. Metafizikte, bütün gerçekliği tek bir maddesel tözden türeten sonuna dek götürülmüş saltıkçı maddecilik çoğunlukla "maddeci bircilik" diye adlandırılmaktadır.

Öte yanda bircilik anlayışı içinde yer alan zihin-madde birlikteliği kuramı, zihin ile maddenin eşdeğer varlık kategorileri olduğunu, birinin ötekinin yalnızca bir görünümü olduğunu ileri sürmektedir. Yakın dönemlere gelindiğinde, modern felsefe döneminde metafızik maddeciliğin çok büyük ölçüde Darvin'in "evrim öğretisi"nin etkisi altına girerek bu kuram içinde özümsenmiş olduğu söylenebilir.

Bu iki anlayışa (İdealizm ile Maddecilik) seçenek olarak ortaya atılan bir üçüncü metafizik yaklaşım olan Aşkıncılık (transendentalizm; deneyüstücülük) , felsefede genel anlamıyla, hem duyulara dayalı deneyimden elde edilen gerçeklikten hem de insan usuyla ulaşılabilir olduğu öngörülen gerçekliğin bilgisinden çok daha yüce ve yüksek bir gerçeklik olduğunu öne sürmektedir. Bu anlamda neredeyse bütün aşkınsalcı öğretilerin tinsel alan ile maddesel alan ayrımı üstüne temellendirildikleri söylenebilir. Yalnızca düşünsel sezgi yoluyla gerçek anlamda bilinebilir bir nitelik taşıyan "Saltık İyi"nin deneyötesi varlığını kesinleyerek, "aşkınlık" kavramını bir felsefe kavramı olarak ilk Platon geliştirmiştir. Daha sonraları ise tanrıbilim yönelimli ortaçağ filozofları aşkınlık kavramını tanrısallığa uygulayarak, Tanrı'nın deneyden elde edilmiş tasarımlar yoluyla ne betimlenebilir ne de anlaşılabilir olduğu düşüncesi doğrultusunda "olumsuzlamacı tanrıbilim" yaklaşımını temellendirmişlerdir. Nitekim Tanrı'nın doğanın dışında varolması anlamında aşkın olması düşüncesi Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlik dinlerinin, özellikle de bu dinlerin ortodoks anlayışlarının en temel ilkesidir. Modern felsefenin başlarındaki aşkınsalcılık yaklaşımı, bütün gerçekliğin tümüyle saltık tinin ya da istencin dışavurumu olduğunu zaman XIX. yüzyılın egemen felsefe akımı "saltık idealizm"in doğmasına da zemin hazırlamıştır.

Ahlak bağlamında
Metafızik çerçevenin dışına çıktığımızda, özellikle "ideal" (ülkü) ile "idealist" (ülkücü) sözcüklerine gündelik dilde yüklenen anlamlar doğrultusunda "idealizm" (ülkücülük) terimi ahlâk bağlamında farkli kullanımlara sahiptir. Kimi düşünürler felsefi idealizm ile ahlâki idealizm arasında bir ayrıma giderek, felsefi idealizmin düşünce ile varlık arasındaki ilişki üzerine ortaya konan belli bir öğreti olduğunu, buna karşı ahlâki idealizmin ise davranışlarımıza yön veren, eylemelerimizin altyapısını oluşturan, tüm yapıp etmelerimizi belirleyen etik bir tutum ya da duruş olduğunu dillendirmişlerdir.

Başka bir deyişle, bu düşünürler için ahlâki idealizm en genel anlamda bir ülküye, bir yüce ereğe çıkar gözetmeden bağlanmış yaşam biçimine ya da dünya görüşüne karşılık gelmektedir. Bununla birlikte hiç kuşku yok ki, ilkin Platon tarafından savunulan, "İyi İdeası"nın yeryüzünün (ve ötesinin) kralı ilan eden ya da tek tek değerleri en yüksek şey olarak olurlayan öğreti; Kant tarafindan ortaya konduğu biçimiyle ahlâk felsefesinde mutçuluk ile yararcılığın karşı kutbunda yer alan, her türden mutluluk, yarar ya da başarıya aldırmaksızın her durumda kayıtsız koşulsuz ona uyulması beklenen saltık zorunluluğu ya da gerekliliği ("koşulsuz buyruk" tek eyleme ölçütü olarak getiren görüş ("ödev ahlâkı ve Kant 'la başlatılıp Hegel 'le zirveye çıktığı düşünülen Alman idealizminin Schelling, Fichte gibi düşünürlerince ortaya konan ahlâk anlayışları da ahlâksal açıdan birer idealizmdir.

Estetik
Yine, felsefenin estetik dalına geldiğimizdeyse, idealizm sanat alanında savunulan "gerçekçilik" anlayışının karşısına dikilen, sanatın enson amacını doğada ya da dünyada bulunduğu varsayılan gerçekliklerin öykünme yoluyla yeniden yaratılmasında değil de ideaların, öncesiz sonrasız varlıkların yetkinliğinin ve güzelliğinin ülküselleştirme yoluyla gövdelenmesinde ya da yaşama geçirilmesinde bulan görüşe karşılık gelmektedir.

Tarihçe
Doğadaki şeyleri ya da nesneleri, her şeyin özünü oluşturan tek bir saltık gücün ya da enerjinin geçici görünümleri olarak gören; varlığın tüm görünüşlerinde tek bir anlamın yattığını düşünen; varoluşu bedeni doğa, ruhu Tanrı olan tek bir birlik olarak algılayan; evrenin usa bağımlı olduğunu savlayıp hiçbir olgunun amaçsız, karmaşık ve de bizim için bütünüyle bilinemez olmadığını savunan; usun sağladıklarının dışında gerçekliğe ulaşmanın olanaksız olduğunu öne süren; gerçekliği "idea", "us", "tin" olarak belirleyip maddeyi tinin bir görünüşü sayan ve "Saltık" olanı bulgulamaya yönelen bit öğreti olarak idealizmin başlangıcı I..Ö. VI. yüzyıla, ilkçağ Yunan felsefesinde Ksenophanes'e değin uzanır. Ksenophanes , çok olanı Bir'e indirgemiş ve bu Bir'i "tüm düşünme" olarak belirlemiştir. Ksenophanes'in öğretisi günümüzde metafıziğin kurucusu olarak gösterilen öğrencisi Parmenides 'in kurduğu Elea Okulu eliyle daha bir gelişim göstermiştir: "Varlık, değişmez ve birdir; özne ve nesne bir ve aynıdır."

M.Ö. V. yüzyılda Anaksagoras , kaos'tan (karmaşa) kosmos'u (düzen) oluşturan ve belli bir telos (erek) taşıyan nous (düşünce gücü) kavramını birincil töz, yani arkhe olarak öne sürmüştür. Ona göre maddeyi yaratan Nous düzenleyici ilkedir. Böylece felsefe tarihinde ilk kez Anaksagoras maddenin (hyle) karşısına usu (noııs) koymuş; usun "yaratan", maddeninse "yaratılan" olduğunu dillendirmiştir.

Yine de, felsefede pek çok konuda olduğu üzere, idealizmin ilk dizgeli biçimini Platon 'da görürüz. Buna göre "gerçek varlık idea, `düşünce varliğı'dır." Platon "düşünülür dünya" (idealar dünyası) ile "duyulur dünya" (görüngüler dünyası) ayrımına gitmiş; duyulur dünyayı gölgelerden ibaret bir görünüşler dünyası olarak betimlerken, düşünülür dünyayı değişmez gerçeklikler diye gördüğü idealardan oluşan gerçek dünya olarak ilan etmiştir. İdealizmin felsefede izlenebilecek daha sonraki gelişim serüveni bir anlamda Platon'a düşülen bir dipnottan ibarettir.

Felsefe tarihinde maddecilik ile idealizm ayrımına giden ilk filozof usçu Leibniz olmasına karşın, bu ayrımın belirginleştirilmesinde İngiliz deneyci fılozof Berkeley 'in katkıları çok daha önemlidir. Nitekim çoğu Felsefe tarihçisi idealizmi bölümlendirirken Berkeley'in öznel idealizmini, Kant 'ın transendental (deneyüstü) idealizmi ve Hegel 'in saltık idealizmiyle birlikte üç temel idealizm biçiminden biri olarak anar.


Berkeley

Kendi felsefesini "madde tanımazcılık" diye adlandıran Berkeley 'e göre iki tür gerçek varlık -tinler (zihinler) ve idealar- söz konusudur; fiziksel nesneler ise duyusal ideaların toplamıdırlar. Dolayısıyla, Berkeley'e göre, bir elmayı algıladığımızı söylediğimizde doğrudan farkına vardığımız duyusal görünüşlerin bir toplamıdır. Bundan dolayı sınırlı bir zihin tarafından algılanmayan şeyler yokturlar; şeyler zihnimize sınırlı zihin tarafından algılandıklarında ulaşırlar: "varolmak algılanmış olmaktır." Berkeley şeyleri, onlara atfettiğimiz niteliklere ilişkin duyu deneyimimizden soyutlayarak kavrayamayacağı düşüncesinden hareket ederek, fiziksel nesnelerin varoluşunun algılanmak olduğunu, fiziksel nesnelerin yalnızca idealar olarak varolduklarını ileri sürer. Berkeley 'in fiziksel şeylerin, onları algılayan kimse olmadığında da var gözükmeleri sorununa yanıtı, onların Tanrı'nın zihninde varolduklarıdır.

Düşüncemizde şeylerin varlığını yaratan aşkın güç Tanrı' dır. Berkeley'in fiziksel dünyanın idealardan oluştuğunu düşünmesinin iki temel nedeni vardır:
* Fiziksel nesneleri deneyimde bir bütün oluşturan ideaların toplamı olarak kavrarsak varoluşlarına ilişkin deneysel kanıta sahip olabiliriz;
* Fiziksel şeylerin ikincil nitelikleri zihnimizde idealar olarak varolurlar.



Kant

Kant 'a göre, dünya hakkındaki bilgimize ilişkin yalnızca transendental idealizmin açıklayabileceği iki çarpıcı gerçek söz konusudur.

Birincisi dünyaya ilişkin çok miktarda "sentetik a priori" bilgiye sahibizdir. Nitekim, aritmetik ve geometri ilksavları bir bütün olarak dünyaya uygulandığım, her fıziksel ya da zihinsel sürecin evrensel nedensel yasalarla uyum içinde olduğunu ve değişimin niceliksel olarak ayrı kalan sürekli bir öze gereksinimi olduğunu biliriz.

İkincisi ne a priori (önsel) ne de a posteriori (sonsal) bilgi, insanın yazgısına ve geleceğine ilişkin, Tanrı var mıdır yok mudur ya da ölümden sonra yaşam var mı yok mu türünden "büyük" sorulara yanıt verebilir. Fiziksel hatta zihinsel dünyalar konusundaki sentetik a priori bilgimizin tek olanaklı açıklaması, gerçekte kendi bilişsel doğamıza ilişkin bilgimiz olduğudur. Algısal sezgimizin formları uzay ve zaman ile nedensellik, töz, ilinek gibi kategoriler; daima bilgisiz kaldığımız şeylerden `noumena ben'e ulaşan, bilinçsiz uyarandan doğan gerçek ya da olanaklı deneyim dünyamızın birliğini oluşturduğumuz kategorilerdir. Kant şeylere ilişkin a priori bilgimizi, yalnızca zihnimizin şeylere uymak zorunda oldukları bir yapı yüklediğini varsayarak açıklayabileceğimizi savunur. İnsan zihni gerçeklere değil, yalnızca görünüşlere bir yapı yükleyebildiğinden bilgimiz görünüşlerle sınırlıdır. Görünüşler, gerçek ya da olanaklı deneyimimizin nesneleri olarak varolduklarından zihnimizin yüklediği koşullara uymak zorundadırlar yoksa bize görünmezler. Kant bu nedenden ötürü töz ve neden gibi kategorileri fiziksel dünyaya uyguladığımızı, bunun da metafiziğe yönelmemizi ve bu kategorileri insan deneyiminin ötesine uygulamamızı engellediğini düşünür. Kant bunun bilimi şüpheli duruma düşürmediğini, aksine bilimi kuşkuculuktan korumanın tek yolunun bu olduğunu savunur. Bilim bize doğruları ama yalnızca görünüşlere ilişkin doğruları söyler. Bilimin işlevinin bize gerçeklik hakkındaki doğruyu söylemek olduğunu iddia edersek, onun bütünüyle aldatıcı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ayrıca Kant, gerçekliğin uzay ve zamanda olduğunu söylersek, belirli bir biçimde kendi içimizde çelişkiye düşeceğimizi savunur. Kant bu durumda uzay ve zamandaki dünyanın ya sonlu ya da sonsuz olduğunu iddia etmemiz gerektiğini ve her iki durum da bizi kendisiyle çelişen sonuçlara götürdüğünden tek çözümün gerçekliğin uzay ve zamanda olmadığını söylemek olduğunu savunur.

Kendisini bir yandan "deneysel gerçekçi" öte yandan da "transendental idealist" diye adlandıran Kant, son çözümlemede duyuların ve deneyin verdiği bilginin yanıltıcı olduğunu; gerçeğin usun tasarımlarında yattığını; duyuların getirdiği verilerin ancak usun önsel (a priori) verileriyle biçimlendikten sonra bilgi haline gelebileceğini düşünmektedir.

Her ne kadar Berkeley idealist düşünceye önemli katkılarda bulunduysa da, idealist düşünce asıl gelişimini Kant 'la birlikte göstermiştir. Kant'ın idealizmi, bilgikuramında temellenen uzamsal ve zamansal her şey yalnızca görünüştür uslamlamasına dayanır. Kant ' tan sonra Alman İdealizmi üç koldan ilerler: Fichte 'nin öznel idealizmi; Schelling 'in nesnel idealizmi; Hegel'in saltık idealizmi. XIX. yüzyılın önde gelen idealistleri Fichte, Schelling ve Hegel, Kant 'tan oldukça etkilendiyseler de bir yandan da onun felsefesini bütünüyle dönüştürmeye çalışmışlardır. Fichte , dış dünyayı ve zihin durumlarım bir kenara bırakır; doğrudan doğruya, hem zihindışı nesneleri hem zihinsel durumları kavrayan saltık, aşkınsal "ben" üstüne odaklanır. Bireysel, tek tek gözlemlenebilir benler bu aşkınsal ben'in sayısız öznelere bölünmesidir. Ona göre "Ben", bir şey ya da cisim değil salt etkinlik, "kendini ortaya koyma" (ya da kendinin farkına varma, kendi üstüne düşünme) etkinliğidir. Ben, kendi kendinin farkına/bilincine varması sayesinde vardır: "Ben, Ben'im (varım)." Ben'in bu kendini ortaya koyması "sav"dır. Bu ortaya koymanın belli koşulları, dolayısıyla belli içermeleri vardır. Ben'in kendini ortaya koyuşunu kabul eder, fakat koşulları ve içermeleri reddedersek bir çelişkiye düşeriz. Ben bu çelişkileri ortadan kaldırarak ilerler. Ben kendinin bilincine vararak çalışır ve böyle yaparak kendini sınırlar, bunu kendinden başka bir şeyi, kendi olmayan'ı, Ben- olmayan'ı ("karşısav" ortaya koyarak yapabilir: "Ben, Ben-olmayan değilim." Bu aşamada Ben, yeni bir çelişkiye düşer: "Kendini hem evetler hem yadsır." Bu çelişki de bir bireşim ile çözülür: Ben, bedenin tinin bir görünüşü olduğunu düşündüğü kesin olsa da algılanmayan nesnelerin değergesi hakkındaki düşünceleri pek açık değildir.

Hegel

Hegel 'in felsefesi, bütün kavramların en soyutu ve en boşu "varlık"tan başlayarak düşüncenin a priori süreciyle tinsel yaşamın en yüksek mantıksal kategorilerine dek ulaşabileceğimizi göstermeye çalıştığı diyalektiğe dayanır. Bu uslamlama kipinin en ayırt edici özelliği üçlemeler halinde başlayıp aynı biçimde de sürüp gitmesidir. İlk önce uygun bir kavram alınır, tutarsızlığı onun karşıtıyla değiştirilmesine yol açsa da ikincisi de temelde benzer eksiklikler gösterir ve tek sağlam yolu bu ikisinin iyi noktalarının bir üçüncü kavramda birleştirmektir. Çeşitli sorunları çözse ve bizi doğruya yaklaştırsa da bu bireşim de tutarsızlıklar gösterdiğinden yeni bir sav ve karşısav doğar ve ikisinin arasındaki çatışkı yeni bir bireşim tarafından çözülür. Bizler temel "saltık idea" kategorisine ulaşana ve bütün gerçekliğin tinin ifadesi olduğunu ispatlayana dek sav, karşısav ve bireşim üçlemesi süreci yoluna devam eder.

Hegel bu düşünce sürecini ya da düşünme yordamını hem mantıkta hem de etik ve siyasetin daha somut konularında başarıyla kullanır. Diyalektik yalnızca bir uslamlama olarak değil, düşüncenin ve uygarlığın gelişiminin bir açıklaması olarak da kavranır. Hegel 'de "saltık" tarih ve toplumsal kurumlar yoluyla kendini açığa vurur. Böylece bireysel hak ve değerler, toplumun ve devletin değerleri yanında ikincil kalır. Hegel'e göre "idea", us, tin ve diğer tüm varolanların temelinde bulunan ilkedir; varlık, bu idea'nın kendini açması, belli bir ereğe doğru gelişmesidir.

Fichte, Schelling ve Hegel farklı biçimlerle de olsa dünyanın ancak ve ancak uygun yeri zihin olan kavramların somut gerçekleşimi olduğu kavranarak anlaşılabileceğini savunurlar. Bu onları Kant'a bağlasa da, onlar ilgili kategorilerin niçin oldukları gibi olduklarını ve görünüşte farklı zihinler için ortak bir deneyim bütünlüğünün niçin söz konusu olduğunu açıklayarak-sonuçta dünya evrensel zihin ya da usun inşasıdır- Kant'ı aşmaya çalışırlar.

Bu saltıkçı idealistlerden oldukça ayrı duran, yalnız ama etkili düşünür Arthur Schopenhauer ise "kendinde şeyler"i kendisini bir öznenin nesnesi olarak gösteren tekil bir evrensel istencin boyutları olarak kavrayarak, kendinde şeyler alanının doğasını keşfettiğini iddia eder.

XIX. yüzyılın ikinci yansında Alman felsefeciler idealizmden uzaklaşırken, idealizmin temelde saltıkçı bir türü İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'nde başat hale geldi. Bu dönemin en önemli özgün idealist felsefecileri arasında T. H. Green (1836-1882) ile F. H. Bradley (1846-1924) sayılabilir.

Green insan yaşamını gelişiminin Darwin'in doğal ayıklanma kuramı aracılığıyla, hatta doğalcı bir biçimde bile açıklanamayacağına inanmaktadır. Green'e göre, insan yaşamının gelişiminin evrensel bir tinin yaşamının aşamalı bir açılişı olarak kavranması gerekir. Ne deneycilik ne de doğalcılık dünyanın bağlantıWığıru ve insan zihninin farkli zamanlardaki olaylan bütünsel bir tarihte birleştirmesini açıklayabilir. Bu yalnızca her birimizin onda vücud bulduğumuz tekil bir evrensel tinin (Tann'run) kendini dışavumıasıyla olanakhdır. Green şeylerin ancak zihinle bağlantıli olarak kavranabileceklerini öne sürmüş; Kant ve Hegel gibi düşüncenin algıdaki yeri üzerinde durmuştur.

Bradley ise Görünür ve Gerçklik'te (Appearance and Reality, 1893) bütün sıradan kavramlarımızuı, özellikle de "ilişki" kavramımızın, kendi içinde çelişkili olduğunu göstermeye çalışır. Yıne de beklenebileceği üzere bu tanıtlama çabası Bradley'i kuşkuculuğa değil, bütün bu çelişkilerin ortadan kaldırıldığı yetkin bir düşüncenin, yani aşkınsal saltığın varolduğunu varsaymamız gerektiği sonucuna götürür. Bradley 'in bu düşüncesi iki temel sava dayanır: (1) (çeşitli tarzları ve içerikleriyle deneyim dışında hiçbir şey  kavranabilir değildir (2) farklı şeyler olarak betimlediğimiz şeyler daha yüksek bir birlikten soyutlamalar olarak kavranabilirler. Dolayısıyla Bradley 'e göre her şeyin tekil bir "kozmik deneyim"den soyutlamalar yoluyla çıkması gerekir.

Buna karşı, İngilizce konuşulan dünyanın birçok idealist düşünürü "birey ya da "kişi" kavramının saltık idealizm tarafından önemsizleştirilmesini engellemeye çatışmıştır. (Platoncu ve Hegelci idealizm anlayışlarının tersine çoğu idealist -Descartes ile Leibniz 'den çağdaş kişiselcilere değin- "kişi" ile "birey'in bilincini önemle vurgulamış; insanı değerler oluşturma yetisine sahip özgür, ahlâksal birimler olarak görmüştür.) Bunların arasında çokçu idealizmin oldukça bireyci bir biçimini savunan J. M. E. Mc- Taggart (1866-1925) adı daha bir öne çıkmaktadır. McTaggart'ın geliştirdiği idealizm biçimine göre, yüce kutsal zihin ya da saltık söz konusu olmasa da, "gerçeklik" sayısız tinin olağanüstü bir uyumda birleşmesinden oluşur. McTaggart insan deneyiminin zaman ile kurduğu dolayımli ve doyurucu olmayan ilişkilerin hemen tümünün yalnızca görünüş olduğunu, gerçeklikte birbirlerini seven tinlerden başka bir şeyin söz konusu olmadığını, ölümsüz olduğumuzu ve zaman içerisindeki şeyleri deneyimlemeyi keserek zamansız doğamızı gerçekleştirmeyi istediğimizi ve bunun da kavrayabileceğimiz her şeyden daha büyük bir mutluluğa sahip olmayı gerektirdiğini savunur.

Son olarak Hegel 'in felsefe kalıtına sahip çıkarak felsefece düşünmenin tarihinde yer almaya hak kazanmış iki İtalyan idealist fılozofun adını anmamız yerinde olur: Benedetto Croce (1866-1952) ile Giovanni Gentile (1875-1944). (özellikle Croce ortaya koyduğu estetik kuramıyla "güzel felsefesi"nin son büyük fılozofu sayılmaktadır.


Ana hatlarıyla resmetmeye çalıştığımız idealizmin bu "kaba" özetinin sonucunda, temel varsayımlarının şunlar olduklarını söyleyebiliriz.
 I-insanların gördüğü ve duyumsadığı doğa dünyası bir görünüşler dünyasıdır. Doğa dünyasının "içinde ya da dışında zihinsel güçler vardır. Evrenin yasaları, insanın zihinsel ve ahlâksal doğasının istemleriyle uyum içindedir ve insanda maddeye indirgenemeyen bir şeyin bulunması anlamında insan tinsel bir varlıktır.
II- İnsan, yalnızca bilinçle olanı bilebilir. Dış dünyayı bilmek, dünyanın bir bakıma zihinsel ya  da zihne bağlı olduğunu söylemek demektir.
III-Tanrı, yaşam ilkesidir. Saltık’çı idealistler Tanrı,yı sonsuz ve tüm varlığın temeli olarak düşünür.

İdealizme yöneltilen eleştirilerin çoğu terimcesinin belirsiz ve soyut olduğu ya da bilimsel bakış açısından yoksun olduğu konusuna odaklanmaktadır. En temel eleştirilerden biri, idealistlerin nesnelerin ilineksel özellikleriyle zorunlu özelliklerini birbirine karıştırdıkları yönündedir. Gerçekçiler de `algılanmış olma'nın bir nesnenin ilineksel özelliği olduğunu söyleyerek, varoluşun usa bağımlı olduğunu ileri süren idealistleri eleştirirler. Onlara göre, düşüncesine sahip olmadan bir nesneye gönderme yapamayacağımız savı, söz konusu nesnenin, algı eylemiyle değişime uğrasa bile, bir düşünce ya da ustan ayrı olarak var olmadığı anlamına gelmez.

Idealizm, salt düşünce ile varlığı, çevreyle bu çevreye ilişkin düşünen usu özdeşleştirme yanlışına düşmektedir Özetle, `Us'un doğanın dışına ya da ötesine yerleşip yerleşmediği (saltık idealizm) ; doğayı kapsayan bir güç olup olmadığı (kosmik idealizm) ; insanların kolektif toplumsal uslarının oluşturup oluşmadığı (toplumsal idealizm) ; bireysel usların bir toplamı olup olmadığı (kişiselci idealizm) sorularının her biri tartışmalidır; tartışılmıştır, tartışılacaktır. Süreç içerisinde idealist kuramın daha az gösterişli yorumları öne çıkarken, öte yanda son zamanlarda hemen hemen tüm idealistler, kuramlarında `us'u toplumsal kaynaklarla donanımlı ayrı bireysel uslar olarak yorumlamaktadırlar.

Günümüzde kendilerini tam anlamıyla "idealist" olarak adlandıran felsefecilere rastlamak epeyce güçtür. Aslında fiziksel nesnelerin deneyimden ve düşünceden bağımsız olarak varolan kendilikler olarak kavranması gerektiği görüşünü yadsıyan birçok felsefeci bulunmaktadır. Ancak bu felsefeciler, başka açılardan idealist düşünceden ayrıldıklarından ötürü, onları "idealist" diye nitelemek pek olanaklı görünmemektedir. Bu Felsefeciler kuramlarını deneyci bilgi kuramında temellendirmekte ve metafıziği reddetmektedirler.



Felsefe Sözlüğü- Bilim ve Sanat Yayınları 


Alman İdealizminin Genel Karakteristikleri, Güçlü Ateşoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder