Estetik I

Estetik
Denis Huisman
Çevri: Cem Muhtaroğlu
İletişim Yayınları-1992
ESTETİĞİN AŞAMALARI
Estetik tarihinin genel anlamda üç evresi vardır: Dogmatik Evre bir bakıma estetiğin emeklediği çocukluk dönemidir. Sokrates ile başlar, Baumgarten’e(Alexander Gottlieb Baumgarten, Frankfurt Üniversitesi’nde profesördü. 1750’de Aesthetica’sını yayınlamıştı. Bu, Sanat Bilimi’nin terminolojik doğum tarihidir.) ya da en çok Montaigne’e kadar sürer. Çünkü isim babası tarafından doğru adlandırılmış olan estetik, Kant ve Kant Sonrası’nda bir de Eleştirel (Kritik) Evre geçirmiştir.

Estetik, yarım düzine kadar sistemin katkısıyla çabuk gelişmiş ve yüz yıldan kısa bir süre içinde (1750-1850) olgunluğa erişmiştir. Antik çağ, estetiğin pozitif çağı’dır ve bu dönemde bir gençlik hastalığı’nın yaşanması doğaldır. Aslında böylesine yaşlı birisinin böyle hastalıklara yakalanması hayret vericidir, fakat sanat bilimini sadece teknik olarak ele alanların karşısında Güzellik Felsefesi’nin yokolması bile mümkündü. Bu yüzden çekmiş olduğu sıkıntılar doğal karşılanmalıdır: Olmasından korkulanlar olmadı. Bunalım atlatıldıktan sonra, içinde bulunduğumuz yeni evre başladı. Aslında bu evre, pozitif çağ’ın bir devamı olarak da kabul edilebilir. Günümüzde estetik, bütün çöküş beklentilerine karşı her geçen gün biraz daha gelişmektedir.

BİRİNCİ BÖLÜM: PLATONCULUK YA DA DOGMATİK ÇAĞ
İlkeler yazarının ünlü önsözünde yapmış olduğu gibi bu -sanatsal- felsefe ağacını Kartezyen yöntemlerle oluşturmak gerektiğinde, her türlü Estetiğin temelinde Platonculuk’un bulunduğu görülür. Gerçekten de Doğu felsefelerine uzanmamıza, Batı felsefelerinin Yedi Bilgeler gibi atalarını mezarlarından çıkarmamıza, Herakleitos’a ya da Hesiodos’a gitmemize hiç gerek yoktur. Estetik’in temellerini ataları olarak, üç büyük Yunan filozofu Sokrates, Platon ve Aristoteles’i sayabiliriz. Aslında böyle bir üçlemede Sokrates bir öncü, Aristoteles ise Güzellik’in ilahi koruyucu-savunucusu, Platon’un bir halefi konumundadır. Aynı şekilde Plotin ve Saint Augustinus da Platon’un düşüncelerine dayandıkları ölçüde Estetikçi’dirler. Rönesans’a kadar, hatta Rönesans sırasında bile Sanat hakkında geliştirilen her düşünce temel dayanak olarak mutlaka Platon’a sarılmıştır. Kant ve Kantçılığın Hegel, Schelling ve Schopenhauer gibi mirasçıları, tahmin edemeyecekleri kadar Platoncuydular. Günümüzde ortaya çıkmış ve çıkan akımlar da aynı çizgiyi sürdürmektedirler.

Sokrates’in geliştirdiği düşünce, Estetik’in önemli bir evresini oluşturduğu zaman ortada bu kavramların adı bile yoktu. Gerçekten de, mükemmeliyetçi bir yaklaşım bize METAFİZİK kavramının Platon’dan üç, ESTETİK kavramının ise tam yirmi üç yüzyıl sonra doğmuş olduğunu hatırlatabilir. Doğrudur. Fakat biz, böylesine tarihe aykırı bir tutumu bilinçli olarak takınıyoruz. (…)

Sokrates (470-399) - Ksenophon, Unutulmazlar ve Şölen adlı eserlerinde, Sokrates’ın ressam Parrhasios ve heykeltraş Cliton’a gerçek yüz güzelliğini hareketlere yansıtarak modeldeki en sevecen yanları nasıl ortaya çıkarabileceklerini öğretişini yazmıştır. Sözkonusu olan, bedenin içinde tutsak olan gerçek ruh güzelliğine erişmekti. Platon da Phaidon’da “Beden bir kabirdir” demiştir.

Sokrates’ten önceki verilerle Sokrates’in irdelemeleri bize kısmi olma olanağı tanımamaktadır. Çevresine olağanüstü güzellik ışınları saçan bu pırıl pırıl ruh prensibi, Platon sisteminin temelini oluşturur Biz burada, Platon düşüncesinin içindeki Sokratesçı fikirleri ayıklayacak değiliz. Öğrencinin, ustaya ait fikirlerin tümünü elden geçirmiş, hatta aşmış olduğu kesin gibidir. İki ustanın eserleri arasındaki farkı anlamak için Phaidon’un (100 E) incelenmesi yeterlidir. Platon’a göre her güzelliğin özünde “algılama şeklimiz ne olursa olsun, ‘güzel’ bulduğumuz nesneleri güzel kılan bir ana güzellik vardır.”

Hatta Estetiğin, Sokrates Hippias’a Büyük Hippias’da, Güzellik’in binbir nesneye yakıştırılan özel bir nitelemeden ibaret olmadığını söylediğinde doğduğu dahi savunulabilir. Gerçi insanlar, atlar, giysiler güzel şeylerdir, ama bunların hepsinin üzerinde Güzellik’in kendisi bulunur. Sokrates genç Thètète’e verdiği yanıtlardan birinde, bilimin ne astronomiden, ne geometriden, ne de aritmetikten ibaret olduğunu, tüm bu kısmi bilgilerden daha kapsamlı ve daha büyük olduğunu söylemişti. Aynı şekilde Güzel de tekil bir nesneye ya da yirmi somut varlığa indirgenemez. Burada artık Platon savının temel taşına ulaşmış bulunuyoruz: Bu, sonraları ortaya atılacak tüm estetiklerin bir tür önbilgisi gibidir. Fakat Sokrates artık aşılmıştır.

I. Platonculuk.
1.Platon (427-347) ve Platon Diyalektiği - İzleyeceğimiz yolu bizzat Platon çizmiştir: İlginç üçlemesinden (Şölen, Phaidros ve Phaidon ) aşk yoluyla güzelliğe ulaşma niteliği taşıyan sadece Şölen (Ksenophon’unki değil, Platon’unki) gibidir. Güzel kavramının tek güvencesi olan Platonik Aşka ancak diyalektik yönelmeyle ya da Alain’in deyimiyle “Kocakarı Hikayeleri”yle ulaşabiliriz. Bu Convivium deneyimine, Phaidon ile Phaidros güç katmıştır.

Demek ki çözüm şudur: Dünya üzerinde neyin gerçekten güzel olduğunu bulabilmek için önce zihnimizi boşaltmalı, bilincimizi tüm eksik ve yanlışlardan arındırmalıyız. Yani tüm eski hatalarımızdan soyutlanarak iç temizliğimize yeniden kavuşmalıyız. Gerçek bilginin önündeki engelleri aşma çalışmaları Protreptik’in  ilgi alanına girer.

Şölen’de bir araya gelmiş olan konukların şiir dolu süslü ifadelerle birer aşk methiyesi düzdüklerini biliyoruz. En son sözalan Sokrates, Diotine adlı bir kahinle yaptığı bir konuşmayı nakletmiş ve ondan, Aşk’ın aslında bir çelişkiden ibaret olduğunu öğrenişini anlatmıştır: Elde edilemeyenin arzusu ile olunamayanın tadından oluşan Aşk, düş kırıklığına uğradığı oranda umut doludur. Küllenen bir Aşk, kendi küllerinden yeniden doğar.

Poros ile Penia’nın (Çare ve Yoksulluk) oğlu olan aşk, akıllı, kurnaz, ileri görüşlü, fakat aynı zamanda fakirdir ve zekâ yoksunudur. Gerçekler açısından yoksul, gücüllük açısından zengin olan aşk, yapısını ve biçimini değiştirme arzusu içinde-, hep daha fazlasını bilmek, hep daha fazlasını elde etmek ister. Kendi kendimizi aşarak ebedi ve ilahi alana ulaşmamızı ancak aşk sağlayabilir. Aşk, kendisini tümden değiştiren boyutta sonsuz bir yöneliştir.

Bu şekilde tanımlanan Aşk, ideal güzelliği elde etmenin yöntemini de sağlamış olur. Fakat bunun olabilmesi için çekilmesi gereken çile kolay bir çile değildir. Her şeyden önce iki ana kavram (Seven Özne ve Sevilen Nesne, Bireysel Bağlılık ve Evrensel Eğilim) arasında, ikisini de aşan bir Tertium Quid bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir.

İlk aşama şudur: Önce güzel bir beden sevilecektir. Sonra bu aşkın verdiği esinle BÜTÜN güzel bedenler sevilecektir. Aşık daha sonra basit ve somut bedenlere duyduğu aşkın boşluğunu hissederek, sevdiğinin ruh çekimine kapılacaktır. Böylece bedensel kılıfın ne denli önemsiz olduğunu görecek ve somut biçimleri aşarak ruhsal etkinliklerin güzelliğine, yani insan davranışlarına ulaşması gerektiğini anlayacaktır. Halbuki gerçek bu da değildir: Ahlaksal özdeyişlerin aşkı kendi kendisini aşarak mutlak ahlak aşkına dönüşecektir. Aşk birdenbire ahlak ile bilgi arasındaki uçurumu değerlendirebilir olacaktır. Bunun üzerine değişik bilgilerin araştırılması başlayacaktır.

Bu aşamada da çeşitlilik içinde bir birlik arayacak ve bilginin evrenselliğiyle bilimin özünden başka güzellik bulamayacaktır. Artık bir bakıma bedeninin boyunduruğundan kurtulmuş, BİREYSELLİĞİNDEN SOYUTLANMIŞ gibidir. Robin’in de belirtmiş olduğu gibi bu ARINMAYI tamamlamak için artık fazla bir çaba harcamaya gerek yoktur. Fakat bilimin aşığı çabalarının sonundan, tırmanışının doruğundan halâ oldukça uzaktır.

Bütün bunlar öznemizin, bilinçlenmesinin başlangıç noktasına erişebilmesini sağlayan bir dizi hazırlıktan ibaretti. Son aşama, bir uyanış meyvesi gibidir: Esrar sonunda çözülmüş, beklemesini, sabretmesini bilen aşığın etrafindaki karanlık aydınlanmıştır. Burada karşımıza, kendi özünde ve kendisi için, evrensel ve aşkın (transandantal) mutlak Güzel fikri çıkmaktadır. Artık örneklerin örneğine, fikirlerin fikrine ulaşmış bulunuyoruz. Bir nesnenin güzel olarak algılanabilmesi Mutlak Güzellik sayesinde mümkündür. Bu görüşün bünyesinde, yüce gerçek kavramı vardır. Sanatçıların, olanakların sonsuzluğu karşısında gerçeklerden büyük ölçüde yoksun, kısmi ve taraflı bireyselliklerini yansıtmaları bu görüş sayesinde mümkündür. Her şey buradan yola çıkar ve her şey buraya varır. Bu, duyumsanabilirliğin kaynağı ve sonudur. Bu mutlaktır. Demek ki Güzel fikrine yöneliş ancak bir tür ikili çözümleme (dikotomi) ile mümkün olabilir:
Dört belirgin aşama vardır:
Algılanabilir biçimlere aşk,
ruhlara aşk,
bilginin elde edilmesi,
ideale ulaşım...

Şöyle de denebilir: Güzelliğin dört biçimi vardır:


Bedensel,
ruhsal,
 bilinçsel,
❎ mutlak güzellik...
Bu sembolik hiyerarşiyi anlayabilmek için o ünlü Phaidros mitosundan daha etkin bir yöntem olmasa gerektir. Burada ruhlar, mutlak Güzellik’e katılım oranlarını olabildiğince yükseltmeye çalışırlar. Bu ruhlar bir tür kanatlı yarış arabası oluşturmaktadır. Her birinin bir arabacısı ve iki yarış atı vardır. Bunlar birbirleri ile mücadele etmekte ve coşkunca yarışmaktadırlar. Mutlak ruh ideal bilgi alanında olabildiğince yüksek düzeylere erişmeye çabalarken atlar huysuzluk ederler ve ayaklarını yerden kesmemeye çalışırlar. Bu durumda Mutlak Güzellik’e ulaşmak kolay olmayacaktır. Ancak anlamakla kavranabilecek gerçeğin bu önyaşamına geleceğin fılozoflarından başkası katılamaz. Diğerleri hiçbir şey (ya da hemen hemen hiçbir şey) göremezler. Daha sonra yeryüzünde yaşamaya koyulan fılozoflarla sıradan insanların bildikleri aslında sadece birer anımsamadan ibarettir. Herkesçe kabul görecek Güzel’in bilgisine ancak önceki yaşamın anımsanması yoluyla ulaşılabileceğinden, sürekli bunun için çalışılacaktır.

Platon düşüncesinin çekirdeğini teşkil eden bu idealar evreninin daha somut bir belirlemesi yapılabilir olsa gerektir: Bu, Bonaparte’ın isteği üzerine Sieyes tarafından geliştirilen konsolosluk sistemi gibi bir PIRAMİTtir. Tabanda, bir dış görünüm içinde duyumsanabilir nesneler vardır. Bunların üzerinde maddesel kavramlara bağlı olarak öğrenilebilir bilgiler bulunur.

Ya da başka bir ifadeyle şöyle de diyebiliriz: Piramidin tabanında tüm kabalığı ve ilkelliğiyle beden vardır. Sonra, bedenden üstün özellikleriyle eylemler, davranışlar, olaylar ve hareketler gelir. Daha yukarıdaki gerçek ruhları da, bedenin özü, ruhların özü, davranışların özü izler.

Bu özlerin de ötesinde duru, kuramsal, bilinçsel, ahlaksal bağlamlardan arınmış saf bilgiler yeralır.

Son olarak Temel idealarla donanmış biçimleri görürüz. Günümüzde bunlara ‘değer’ adı veriliyor. Böylece |Güzellik Kavramı, |İyilik Kavramı ve |Gerçeklik Kavramı olmak üzere üç tür kavram elde etmiş oluyoruz. Bu da, önceden öğrendiğimiz her şeyin tamamlayıcısı oluyor.

3. Ekstaz ya da Platonik Aşk - Bu birleşmeyi’ hiçbir şey Şölen’de Diotimes’in gözleri kamaşmış Sokrates’e tekil durumun, ideal aşığın ulaşacağı o kendinden geçirici tutumun ne olduğunu anlattığı ünlü metin kadar iyi açıklayamaz:

“Ey Sokrates, aşkın gizleri içinde bizim bulunduğumuz noktaya kadar ilerleyip, eğitimin son aşamasına kadar ulaşıp birdenbire gözünün önünde harikulade bir güzelliğin belirdiğini algılayan kişi, çabalarının sonucunu almış demektir. Bu güzellik, ebedidir. Bozulmaz, gelişmez ve gerilemez... Bütün öteki güzelliklerin kaynağı olmasına karşın öteki güzelliklerin varoluşları ya da yokoluşları onu ne büyütür ne de küçültür, ne de değiştirir. Ey sevgili Sokrates, ona böyle değer kazandıran ebedi güzelliğin görüntüsüdür. Çok merak ediyorum: Acaba katıksız, saf ve yalın, insan bedeni ve renklerine; yokolmaya mahkum o gereksiz süslere bürünmemiş Güzel’i seyredebilmeyi başaran, İLAHİ GÜZELLİK benzersiz biçimiyle karşı karşıya kalıp onu görebilen bir ölümlünün kaderi acaba nasıl olur du?... Ve üremesi ve yaratması -Hayır, erdem görüntülerini değil, çünkü o görüntülere bağlanmaz, somut ve gerçek erdemlere bağlanır ve sadece gerçeği sever- ebedi güzelliğin görülebildiği tek organla seyredilmesiyle mümkün değil midir?”
Platonik aşk süreci işte bu yüce Güzel’in arayışıdır ve kararsız adımlarımız ancak böyle yönlendirilebilir. Phaidros’un Sokrates’i,
“Kendimizi bu dünyada bulunca Güzellik’i bütün diğer özlerden daha kolay tanıdık, çünkü onu duyularımızın en ışıldayanıyla algıladık: Gerçekten de göz, vücut organlarının en zekisidir. Güzellikse hem belirgin, hem de en sevimli nesnedir”
demiştir. Yoksa insanoğlunun bütün yaşamı’ boyunca kendini sadece öz duruluğu ve yalınlığıyla kabul ettiren bedensiz ve soyut bu güzellikle bütünleşme çabası başka türlü nasıl açıklanabilir?

 Güzel’i arayış bir ebedilik arzusu, bir çeşit arınmadır. İnsana aşk ve sevinç verir. O olmadan insan, algılanabilir gerçeklerin dünyasında sürünmeye mahkum olur. İnsanoğlu mutlağa; basit, saf, katışıksız, insan bedeniyle, renklerle ve çeşitli ölümlü saçmalıklarla lekelenmemiş Öz-Güzellik sayesinde ulaşabilir. Ruh; varlığın ötesine, mutlak uyuma ve temel birliğe böyle erişebilir.

4. Güzel Sanatlar ve Felsefe - Platonculuk içinde bütünüyle oluşmuş bir estetik sistemi ‘aramak yanlış olur. Onda bir sanat kuramının sadece temelleri, tohumları vardır. VE sanatçıyla izleyicinin PSİKOLOJİ leri yerlerini Büyük Sanatl her birinin yapıcı saptamalarına terkeder.

Platon düşüncesinde baş köşe Şiir’e ayrılmış gibidir: Tekniğin yüce bir esinle bütünleşmesi koşuluyla... Bu açıdan Felsefe Şiir’in en yüce, en zengin ve en verimli kaynağını oluşturur. (Bkz. Phaidros, 245 a. ) Müzik ise, enstrümantal olsun, vokal ya da koreografik olsun (çünkü Platon’a göre dans da bir tür müziktir) devlet içinde asal bir işleve sahiptir: O, Site’nin “koruyucusu” ya da “kalesi”dir (Devlet IV, 424). Müziğin, duyguları yumuşatmak için rafine ya da karmaşık olmasına gerek yoktur. Mutlak basitliliği ise bir zorunluluktur. Böylece ritm olabildiğince arınmış olacaktır.

Bu durumda Müzik; Siyaset ya da Ahlâk’ a nazaran mutlak bir bağımlılık pozisyonuna yerleşir. MIKSOLİDYA veya DESTEKLİ LİDYA biçimleri hüzünlü ve yakınmaya çokça yer veren özelliklerinden ötürü Yasalar yazarı tarafından dışlanmışlardır. İYONYA veya SAF LİDYA biçimleri ise fazla oylumlu ve kadınsıdırlar. Sadece savaşçı ve coşkulu yapısıyla DOR biçimi ve sakin, rahatlatıcı yapısıyla FRİGYA biçimi korunmuştur. İşte çağdaş sanatçı güdümünün bir ön belirtisi...

Bununla birlikte Platon, retorik ile (konuşma sanatı), safsatayla, göz boyamayla, sahtecilikle, şaşırtmacayla ilgili olan hiçbir şeyin sanat eseri olarak nitelendirilemeyeceğini belirtmiştir. Bu yüzden Platon’a göre tüm sanatlar içinde en tehlikeli olanı resimdir. Resim’de atalarımızın ülküsünü yeniden yaratmak ve onların bize bıraktıkları örnekleri yaşatmak gerekmektedir.
Yasalar’da Platon’un sözcüsü şöyle der:

‘ Mısır’da, sanat başyapıtlarının tanımlı birer listesi yayınlanır. Bunlar tapınaklarda sergilenirler. Ne ressamların, ne de türü ne olursa olsun, şekilleri yansıtanların, atalardan kalan geleneklere uygun olmayan herhangi bir şey geliştirme ya da herhangi bir yenilik yapma hakları yoktur. O zaman da yoktu, bugün de yoktur. İzleyici orada on bin yıl önce şekillendirilmiş ya da resmedilmiş nesneler bulabilir, On bin yıl derken, bunu rastgele söylemiyorum. Bu bütünüyle gerçektir. O nesneler günümüzde yapılanlardan ne daha güzel ne de daha çirkindirler. Hepsi de aynı kurallara uygun olarak gerçekleştirilmişlerdir.”

Ve bütün konuşmacılar “Bu mükemmel hukuk ve siyaset başyapıtını” alkışlarlar.

Platon sanat konusunda ödün vermez bir değişmezlik yanlısıydı. Site içinde her türlü yeniliğe karşı çıkardı. Çağdaşlara karşı eskilerin ezeli çekişmesinde hep eskilerin YANINDA ve çağdaşların KARŞISINDA yer almıştı. Bu yüzden yazarımız görüntülerin bir anlam ifade eder gibi olduğu, fakat yakından bakılınca şekillerin birbirlerine karıştığı teknik resim YÖNTEMLERİNİ bütünüyle reddetmiştir. Uzaktan iyi kötü bir tepeye, bir köprüye, ağaçlara, meyvelere benzeyen şekiller görülür. Yakından bakılınca bunların hepsi, hiçbir şeye benzemeyen lekelere dönüşürler. Resim sanatı hemen, her zaman bir yanıltma sanatıdır. Yakından ŞEKILSIZ, uzaktan ise YANILTICIDIR.

Sanat türleri arasında Tiyatro, Heykel ve Mimari ise yüce ilkeye daha fazla uyum sağlarlar: Güzellik her yerde ölçü ve uyumla tanımlanır. Yani öyle bir DOYUM verir ki, bunu ancak ESTETİK olarak nitelendirebiliriz. Bu tür bir saf-zevkin dayandığı ÖLÇÜ, matematiksel bir ölçü değildir. Bu zevkin dayanağı, çıkar gözetmeksizin zihinsel arayışa bağlı heyecanın inceliğidir.
Çünkü (Burada bkz. Philebos 51 ve Politicos 284 a) her türlü zevkten yoksun ve kaba olan ‘bilimsel ölçü’ başka bir şeydir, Onu aşan ve yücelten ‘Sanatsal Metretik’ başka şeydir. Böylece Platonculuğun temel idea’larının -hangi açıdan ele alınırlarsa alınsınlar- temel idea’ların bileşmesi, oylumların birleşmesi olduğu sonucuna varıyoruz. Theetete, “Yerinde yanıt veren iyi ve güzeldir” der. “Doğru hüküm ver ‘ güzeldir”. “Doğru yargı, Bilim ve ondan kaynaklanan tüm yargılar güzel ve iyidirler”. Bilim, eylem ya da sanat yoluyla mükemmel bilginin yüce uyumuna ulaşırız. İyi huyun sınırları içinde kalanlar da Güzel’e erişebilirler.

Ancak Platon’un, Sanat’ı, Robin’in ortaya koyduğu gibi “Soğuk ve sıkıcı eserlerin genellikle kullandıkları ahlak kazandırıcı ve aydınlatıcı bir kavram” olarak gördüğünü sanmayalım. Hayır. Platon ıçin Sanat, anı, doğal, sağlıklı ve içten bır arayıştır. Sanat bir keşiftir. Sözkonusu olan uyumu bulmaktır. Ya da hepimizin içinde, ta yaşam öncesinden beri saklı bulunan görkeme yeniden kavuşmaktır.

5. Sanatın Özü - Platon’a göre sanatın özü yücelik ideasının ta kendisidir. Yaşam düzeyinde güzellik yoktur. Güzellik dünyaötesi ya da dünya dışı bir kavramdır. Özlerle ve fikirlerle olabildiğince yakınlaşmalı, nesnelerin ana örneklerine olabildiğince uyum sağlamalıdır. Nesnelerin derin güzellikleri ancak bu şekilde algilanabilir. Mutlak Güzellik’in bu diyalektik arayışı olmadan, önyaşamımızdan bildiğimiz görüş ikiliğine ait ebedi ÖRNEKLERIN eğitimi olmadan, nesnelerin güzelliğini kavramamız asla mümkün olamaz Sanatın özü PARADIGMA da estetik dünyasını, Güneş’in Dünya’yı aydınlatması gibi, benliğimizin zavallı aklımızı aydınlatması gibi aydınlatan ebedi güzelliğin bu mihenk taşındadır. Öz-güzelliğe erişilemez. Yine de ona olabildiğince yakınlaşmaya çalışmalıdır.

Onu yakından görebilmiş olanlara hayranlık duyulmalıdır, çünkü onlar çizgileriyle, şekilleriyle, sesleriyle, BİÇİMSEL MÜKEMMELLİĞE erişebilmiş olanlardır. Güzellik alanında gerçek olan genellikle arkaik olandır. Yenilikçi olan her zaman aldatıcıdır. On bin yıllık deneyimin yerini hiçbir şey alamaz.

Eski dahileri örnek alalım. Onları taklit ederken kendi özgün zevklerimizden de yararlanalım, fakat ÖRNEKi arama yolundan hiç ayrılmayalım. Güzelliğe erişmenin en emin yolu budur. Platon’a göre İlerleme, Çöküş’le eşanlamlıdır. Demek oluyor ki Onun tutumu hem sanatta hem de siyasette MUHAFAZAKAR bir tutumdur.

Bu yüzden P-M Schuhl’un şu sözlerine katılmamak elde değildir: “Dünyasal güzellikleri gerçek Güzellik’ten ayıran mesafe ne olursa olsun, dünya ötesi alemdeki fikirler arasından onun benzersiz bir parıltıyla ışıldadığını bir kere .bile görmüş olanlar, buradaki, onların uzak ve sönük birer taklidi olan güzellikler arasından onu ayırdetmeyi kolaylıkla başarırlar. Bkz. Phaidros 249 d.
Not: Büyük harflerle yazılmış sözcükler, özgün metinde yer almaktadır.


II. Aristoculuk
Malebranche’ın ustası Descartes’tan pek çok konuda ayrı düşmüş olması gibi Aristoteles de (384- 322) belirli açılardan Platon’dan ayrılmıştır. Fakat genel olarak ve en azından Estetik sözkonusu olduğunda, Aristoculuğun, Platonculuğu bir sisteme oturtmuş olduğu söylenebilir.

Aristoteles’in Güzelliği konu alan bir eser hazırlamış olduğu kesin gibidir. Diogène Learce böyle bir eserden sözetmiş (IV, 1); Aristoteles de zaten böyle bir çalışmanın varolduğunu ima etmiştir (Metafizik XIII, 3). Ne var ki günümüze sadece uzun bir eserin kısa bir parçası olan Poetika ile Estetik ’le, doğrudan bir ilişkisi bulunmayan ve oldukça teknik bir metin olan Rhetorika ulaşabilmiştir. Bunlardan ortaya çıkan fikir, Platon’sal sezgilerden çok daha nettir:

“Çeşitli bölümlerden oluşan bir varlık ya da bir nesne, ancak bölümlerinin belli bir düzene göre yerleşmiş olması ve rastgele belirlenmemiş boyutlara sahip olması ölçüsünde güzel olabilir. Çünkü GÜZELLİK DÜZENDE VE BÜYÜKLÜKTEDİR (Poetika).
 
Platon, Güzel kavramından ne anlamış olduğunu hiçbir zaman açıklamamıştır. Aristoteles ise kavramı belirlemekten çekinmemiştir. Aslında Platon’un Uyum ve Ölçü ’sü ile Aristoteles’in Düzen ve Büyüklük’ü arasındaki fark, olsa olsa üstü kapalıdan belirtiğe ve belirsizden sınırlanmışa uzanan fark kadardır.
Aristoteles tanımlamasını, kararlılık, simetri ve birlik kavramlarını kullanarak tamamlamıştır. Buna göre Aristoteles için Güzellik, dünya yapısal düzeninin en iyi açıdan ele alınmış halidir. Artık söz konusu olan insanları oldukları gibi değil de olmaları gerektiği gibi görmektir.
“Facia, bayağıdan daha iyi ya da bayağıdan DAHA BÜYÜK” varlıkların taklit edilmesidir.” Poetika
  
Yanlış bir geleneksel görüş, Arisitoteles’jn sanatı DOĞANIN TAKLİDİ olarak tanımlamış olduğu yolundadır. Bu, bütünüyle gerçek dışıdır. Tam aksine, Aristoteles sanatın, doğanın her zaman ÜSTÜNDE ya da ALTINDA olduğunu savunmuştur.
Gerçek Doğa’da, Sanat’a hiç rastlanmaz...
“Komedi ile Trajedi arasındaki fark, bir tanesinin insanları algıladığımızdan daha iyi, dığerininse daha kötü gösterme çabasıdır” Poetika.

Demek ki Sanat’ın esası doğayı DOĞADAN AYIRMAK, insanı küçültmek ya da yüceltmektir. Sanat DÜZELTİCİ BİR TAKLİT, bir NİTELİK DEĞİŞTİRME’dir.

Platon ile Aristoteles de, simgelemede olabildiğince SADELİK, İNANDİRİCILIK, CANLI BIR VARLIK GİBİ, organik, eksiksiz ve bütünüyle iyilik kuralının zorunlu olduğunda fikir birliği içindedirler. Her ikisi de daha iyiye yönelişin, mükemmelle erişebilirliğin arayışı içinde olmuşlardır. Kişilerin gerçekte olduklarından daha güzel, gerçek olabilmek için ‘fazla güzel’ olmalarına çalışmışlardır. Her ikisi de Sanat’ı ideal, mutlak, zorunlu ve evrensel bir güzellik içinde ele almışlardır. Benzerlikler burada sona ermektedir. Platon, özde Güzellik kavramından kişiye ve dünyaya nazaran yüce bir ilk, bir anaörnek, kendisini tasarlayan benliğin dışında saf bir form anlamıştır.

Aristoteles ise bu kavramda insan bilincinde kendiliğinden varolan bir özellik görmüştür. Nesnesi bizim dışımızda aranmaz. İnsan ötesi ya da dünya ötesi bir ideal yoktur. Her şey bizdedir. İdeal insanın içindedir. Aristoteles, “Faydalı’yı ve Gerekli’yi ancak Güzel’e ulaşmak için ararız” demiştir. Peoetika. Burada sözü edilen Güzel, insan bilincinden başka bir şey değildir. Akademi Ustası’nın asi Öğrencisi, “Sanat gerçek bilinç tarafında yönlendirilen belli bir üretim yeteneğidir”, de demiştir (Nikomakhos’a Etik, VI, 3). Yalnız bu tür bir üretim, keşif olmaktan çok sezgidir. Platon’a göre sanat, fikirlere katılım ile önceden öğrenilmiş bilgilerin anımsanarak keşfedilmesidir. Aristoteles içinse sanat tam aksine, yeni formların yaratılarak Üretilmeleri dir. Bunlar, kendilerini yaratandan önce hiç kimse tarafından bilinmiş olamazlar. Aristoteles düşüncesinde Rönesans, özellikle de Bacon Hümanizmasının tohumları vardır.
Ari Estetiğin temel sorununa çok daha net bir şekilde eğilmiştir: Sanatın MODEL’i nerede aranacaktır? Herhalde Güncel Gerçeklerde ya da gerçek yaşamın ebedi olağanlığında değil; çünkü GÜZELLİK GERÇEĞİN ÜZERİNDEDİR. Burada Aristoteles Platon’dan daha Platoncu davranmıştır. Geniş anlamıyla ele alındığında bu tez, daha sonraki bütün estetiklerin tohumlarını taşımaktadır.

ŞİİR TARİHTEN DAHA GERÇEKTİR.
Dizenin dolu, düzgün ve düzenli güzelliği, ozanın derin, doğrudan ve sevgi anlayışı, Şiir’in bilgiler arasında ilk olmasını sağlamaktadır. Aristoteles’in Poetika’sından yirmi dört yüzyıl sonra Şiir Sanatı’nda Paul Claudel “Tek ‘eşdoğum’” ifadesini kullanmıştır.

Daha somut olarak dramatik sanatın nasıl Korku ve Acıma hisleri uyandırdığından ya da Tiyatro’nun iç düzene gerekli tutku tedavisini nasıl gerçekleştirdiğinden de sözedebiliriz. Aristo’ya göre her şeyi DÜZEN’e sokabilmek Felsefenin yükümlü lüğüdür. Bu, her şeyden önce kendi düşüncelerimizde gerçekleşmelidir, çünkü düşün evrenimizde mükemmel bir düzen olmak zorundadır. Aristoteles, sanatsal zevkin sürecini açıklamak için de aynı yöntemi kullanmaya çalışmıştır (Problem 38):
“Müzikal armoniyi severiz çünkü bünyesinde, belirli ilişkiler çerçevesinde iletişim içinde bulunan karşıt unsurlar barındırır. Bu ilişkiler, düzeni oluştururlar. Düzen ise bize somut olarak hoş gelir.”(Bkz. Egger, Yunanlılarda Eleştiri Hakkında Deneme.)

Ritm olsun, armoni, ölçü ya da simetri olsun, sonuç olarak her şeyin son çözümlemede indirgendiği kavram, düzen kavramıdır. Esas olarak dinamik olan Platon eleştirisinin karşısında Aristoteles düşüncesi statik kategoriler oluşturur: Bir tanesi Güzel’in sonsuzluğuna doğru metodsuz bir şekilde yönelirken, diğeri sakin bir şekilde biçimsel ve boş çerçeveler alanında kalır.

III. Yeni Platonculuk
Yerimiz yeterli olsaydı, Platonculuğun Ortaçağ, Rönesans ve 17. yüzyılı nasıl etkilemiş olduğunu anlatabilirdik. Bu alanda tüm klasikler ve özellikle Bossuet ve Boileau, ateşli Yeni Platoncular olarak kabul edilebilirler. Bunlar geleneklerin mutlak kurallarına, gerçeğin zaferine, ahlâka,  örneklere ve mihenklere saygıya bağlıdırlar. “Güzellik, gerçeğin ve İyi’nin görkemidir...” Bütün Stoacılar birer Platoncu olarak sayılabilirler. Bunlar, ilkeleri zayıf estetik ahlâktan yola çıkarak “kendi heykellerini kendileri yontmak” isteyen tiplerdir. Plotin (205-270), güzelliği birlik, yalın biçim ve düzen olarak tanımlamıştır. Varlıkların güzellikleri “Simetrileri ve ölçüleridir” (Bkz. Enneades, 1, IV, 1), çünkü yaşam biçim, biçimse güzelliktir. Saint Augustinus ’un aynı Platonik duyumlar üzerine değişik çeşitlemeleri vardır. Saint Thomas d’Aquin ise hoşa gidenin uyumunda (in Quoa Visum Placet) en üst düzeyde tatminin ve zevkle anlaşmanın en yüce huzurunu görmüştür.

Marcile Ficin ’den sonra Leonardo da Vinci de Platonik temalardan yararlanmıştır. Ne var ki Rönesans Platon’un temellerine inerken Montaigne, temelleri çatırdayan dogmatizmi sarsmaya başlamıştı bile. Artık Platon çağının sonu gelmiş, Kant çağı başlamıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder