Estetik
Denis
Huisman
Çevri: Cem
Muhtaroğlu
İletişim
Yayınları-1992
İKİNCİ
BÖLÜM: KANTÇILIK YA DA ELEŞTİREL
DÖNEM
Dogmatizmden
eleştirelliğe, nesnel bir yaklaşımdan görecelikçi hatta öznel
tutuma kadar uzanan yelpazede Estetik; ontolojinin
(varlıkbilim) psikoloji lehine terk edilmesi doğrultusunda
gelişmiştir. Bu, “Kopernik Devrimi”nin aldığı değişik
görünümlerden biridir.
Biz
Kantçılığın kökenlerini, anlamını ve boyutlarını; onun
kalıtını, belli başlı unsurlarını ve ileriye dönük hedeflerini
inceleyerek irdelemeye çalışacağız.
I.Kant Öncesi
Düşünürler
“Yargı
Değerlerinin Eleştirisi'nden önceki felsefi hareketin
devinimi, yüksekten ve uzaktan bakarak irdeleme ile oldukça
kolay bir şekilde saptanabilir:
İki ana
akım kendilerini zaten açıkça belli etmektedir: Leibniz ’in ve Baumgarten ’in entellektüalizmi ve
Burke’un duyumculuğu. Kant
bunlar arasında bir uzlaşma yolu aramıştır.” Victor Basch Kant
Estetiği Hakkında Eleştirel Deneme’sinde böyle
yazmıştı.
Basch
daha sonra, son derece şemalaştırmış olduğunu alabildiğine
açarak bu evrimi adım adım ele almış, Kant’ın tam sekiz ayrı
öğretinin kaynaklarından yararlanmış olduğunu saptamıştır: ✅1.Kartezyen okul ve ✅2. Louis le Grand yüzyılının Klasik
edebiyatı,✅3. Locke’un düşünceleri,✅4. “yüzyıl sonu” ediplerinin
duygusalcı yönelişleri (P. Bouhours, Fénelon, Lamothe-Houdart), ✅4.
Leibnizcilik, ✅5. Shaftesbury, Crousaz ve Hemsterhuys ile
birlikte Peder Dubos’un “duygusal” estetiği, ✅6.Addison,
Hutcheson, Burke, Home, Hogarth, Webb, Young’un İngiliz
Psikoloji Okulu, ✅7.Diderot, Batteux ve hatta Rousseau’nun
yeraldığı Ansiklopediciler, nihayet ve özellikle de ✅8. König, Gottsched,
Bodmer, Winckelmann, Lessing, Baumgarten ve diğerlerinin
yeraldığı Alman okulu.
Biz şu üç
ana akımla yetinelim: Descartes Göreceliği, Leibniz
Entellektüalizmi ve Anglo-Sakson
duyumculuğu.
1.Descartes
(1596-1650) - Descartes’tan önce Kartezyen olan Montaigne,
“Doğal ve orijinal bir güzelliğin ne olduğunu dahi bilmiyor
olabiliriz” demişti. Hint ülkesinde güzellik kavramı “Kalın ve
patlak dudaklara”, “basık ve geniş bir burna” gereksinim
duyar. Peru’da “Büyük kulaklar” aranır. Başka ülkelerde
“dişler” kırmızıya boyanabilir ya da karartılabilir...
Platon’un özde güzellik nesnelliğine dayanan dogmatizminin
yerini Montaigne, Descartes, Pascal, özellikle de daha
sonraları Voltaire ile zekice bir şüphecilik
almıştır.
Güzel
nedir? Bunu
kimse bilemez. Kavramın anlamı ülkelere göre değişir:
“Pireneler’in ötesindeki gerçek...” Descartes Compendium
musicae’de Kant’ı ve Özde Güzel kavramının eleştirisini
müjdelemiş gibidir. Kartezyanizm başlı başına bir
göreceliktir.
Descartes
üzerinde fazla durmayalım çünkü o, gerçek anlamda estetikten
sözetme durumunda kalmamıştır: Descartes Estetiği konusunda
Olivler Revault d’Allones Revue des Sciences Humaines’de
yayınlanmış olan çalışmasına gönderme yapmakla
yetinelim.
2.Leibniz (1646-1716) - “Kant
Estetiği”nin, “Leibniz Estetiği’nin öznel ifadeler
kullanılarak yapılmış bir çevirisi”nden ibaret olduğu öne
sürülebilir. Böylece güzellik kuramları tarihinde Leibniz’in
öneminin, “Descartes’a karşı yaşam, biçim ve erek kavramlarına
önemlerini ve saygınlıklarını yeniden kazandırmak olduğu
vurgulanmış olur.”
Leibniz
her şeyden önce bir Descartes karşıtıydı. Üstelik Descartes’ın
eksik ve yetersiz kaldığı her alanda Leibniz onu bütünlemiş,
tamamlamış ve derinleştirerek geliştirmiştir. Leibniz’in
evreni, örnek güçlerin, örneklenen nesnelerin daha iyi açıklanmaları
oranında açık ve anlaşılır oldukları bir ‘parlaklığı sürekli
artan ışıklar’ sistemidir (Kuno Fischer’in derin şemasına
göre..).
V. Basch,
artık bu, “Doğallık ve güçten yoksun, yadsınamaz kurallara
bağlı olarak hareket eden bir makine değil, mükemmel bir uyum
bütünlüğü oluşturan duygulu ve canlı varlıkların müthiş
hiyerarşisidir” demiştir. Dünya ise, algıladıklarımızın
yansımasından başka bir şey değildir. Her iki ifadede de
tekilin ve çoğulun gerçekleşmesi vardır ve evrendeki bu garip
uyumun hayret verici görüntüsü aslında kendi iç uyumumuzdur.
“Evrensel uyum, nesnelerden bize, bizden de nesnelere doğru
uzanır”. Böylece yeni Platoncuların Çeşitlilikteki Birlik
formülü, türlerin “Tanrısal eserlerin küçük ölçekli birer
benzerlerini” estetik hareketin evrensel uyumu sayesinde
“yaratabilecekleri” yeni, bir ölçüde de ‘yeni Kartezyen’ bir
bağlama, sanki kendilerine rağmen gibi, yerleşmiş olmaktadır:
Leibniz’e göre de, sanatsal durum kendini, “Küçük algılamalar”
olan “O, ne oldukları bilinmeyenlerin, o zevklerin, o duyu
niteliklerinin görüntüleri”, ya da yazarın kendi ifadesiyle
söylemek gerekirse
“Her
tür kendi alanında bir tür küçük tanrı olduğu için,
mimari örnekler kullanarak evrensel dizgeyi anlama ve
ondan bir parçayı taklit etme yeteneğine sahip olan
canlı aynalar, veya varlıklar evreninin görüntüleri,
hatta bizzat tanrının veya doğanın yaratıcısının
görüntüleri”
|
ile belli
eder.
(…..)
3.
İngiliz Duyumculuğu - Hume,
Locke, Hutcheson, güzellik hakkında bazı fikirler
geliştirmişlerdir. Hutcheson, “Eğer içimizde Güzellik duygusu olmasaydı,
anıtları, bahçeleri, giysileri, gereçleri faydalı olarak
nitelendirebilir, fakat asla güzel bulamazdık” demiştir. Bu
görgücülük (ampirizm) Hogart, Young, Kant’ın kullanmış olduğu
Webb, özellikle de Burke ve Hume tarafından
izlenmiştir.
Burke:
Philosophical Inquiry Into The Origin Of Our Ideas Of The
Sublime And The Beautiful 1756 yılında yayınlanmıştı Ortaya
attığı tez basitti.
Güzel’ın yanılmaz bır yargıcı vardır, o da beğenidir.
Güzellik toplumsal içgüdüden, Yücelik ise koruma içgüdüsünden
kaynaklanır. Demek ki Güzelliğin etkin nedeni “Bir
sevgi doğurup kaslarımızın ve sinirlerimizin gevşemesine
yolaçan olumlu bir zevk duygusu ‘dur. Yücelik ise gerilime, kassal
ve sınırsel hipertonüs’e (aşırı gerginlik) bağlıdır. Yücelik,
ondurucu bir acı duygusu yaratır. Boşluğu, korkunçluğu,
karanlığı, yalnızlığı, sessizliği çok sever. Kısaca, burada
Fechner’in tohumlarını buluyoruz Psiko fizyolojik çözümleme
estetik alanında dönemi için yeterli bır çözüme kavuşmuştur Bu
çözümleme üzerinde daha kapsamlı olarak durmaya yerimizın
darlığı izin vermemektedir Kant’i derinden etkilemış olduğunu söylemekle yetinelim.
Hume: Elements Of Cristicism
ile, 1762’de bir tür köktenci duyumculuk, hatta bir tür
eksiksiz antropomorfizm (insanbiçimcilik) geliştirmiştir. Ona
göre Güzel, izleyiciyi benzerlerıyle bütünleştiren ilişkileri
temsil edendir’ (Bkz Basch, Kant Estetığı Hakkında Eleştirel
Deneme, s 618), çünkü bir şey güzel olduğu için evrensel ve
mutlak etkili olmaz Bireyleri birbirlerinden ayıran onca
farklılığa karşın evrensel olarak insancil bir şeyler yine de
bulunduğu için bazı şeyler güzel olsalar gerektir. Burada
sanki Platonculuk geri dönmüş gibidir. Sadece özde güzellik
yerine insan beğenisi vurgulanmaktadır.
Kant’ın
yapmasi gereken Burke, Hume, Dugeld, Stewadt, Reid, Young ve
dığerlerinin hareketini yeniden ele almaktan ibaret olmuştur
Kantçılığın tohumları Young ve Reid’de zaten
vardır.
II.
Kant
(1724-1804.)
Alain, Yirmi Derste Güzel Sanatlar ’
ın (Vingt Leçons Sur Les Beaux Arts) başında iki yazarın
önderliğinden vazgeçmemiz mümkün değildir demiştir. Burada
sözkonusu edilen yazarlar, Kant ve Hegel’dir. Alain sözlerini,
“Kant, Güzel ’in ve Güzel’den ayrı
bır kavram olarak gördüğü Yüce ’nın analizlerini
eleştirilemeyecek kadar iyi yapmıştır. O yazıların okunmasını
hiçbir şey engellememelidir. Ben onların okunmuş olduklarını
ve bilindiklerini varsayacağım” şeklinde
sürdürmüştür.
Yargı
Gücünün Eleştirilmesi ’nin
Estetiğe giriş hakkında en iyi, hatta tek eser olduğunu
öncelikle belirtmek istiyoruz. Fakat Yargı Gücünün
Eleştirilmesi mutlak anlamda, anlaşılamaz bir metindir.
Tarihsel ortamına yerleştirilmesi gerekir. Burada yazarımızın
ontolojik çizgisini adım adım incelemeyecek, ana sezgisini
genel hatlarıyla ele almakla yetineceğız. Başka bir deyimle
Kant Estetiği’nin kaynaklarını, gelişimini, son olarak da
temel ilkelerini gözden geçireceğiz
1.Kaynaklar
-
Leibniz’ın, Güzel’in uyum’da ya da ‘Algılanabilır dünyada
mantığın içkinliğinde bulunduğunu nasıl kanıtladığından,
Burke’ün mükemmellik ve Hutcheson’un Patolojik Arzu
kavramlarından nasıl ayrıldığından daha önce sözetmiştik.
Kant’tan hemen
önceki düşünürlerden Sulzez-Winckelmann, Mendelssohn, Dubos,
Tetens ve Baumgarten’ın görüşlerine göre Güzel’in öznel
kuramları; Nesnel Ereklik ’ in
yıkılması, Biçim fikrinin önemi, görünüm kavramının
öncelliği, son ve en önemli olarak da beğeninin bir uzlaşım
işlevi olarak değil, bir duyumsal işlev olarak algılanmasıdır.
Estetiğin çöp torbasındaki bu karmaşık kavramlar Kant
tarafından toparlanmış, bireştirilmiş ve
sistemleştirilmiştir.
Duygusallığın
kapsadığı tüm olumsallık, özellik ve keyfilik ve Duygu’nun
hammaddesi olan öznel BEĞENİ kavramıyla, evrensel ve zorunlu
beğeni kavramı arasında, Kant’tan çok önceleri de temel bir
çatışkı vardı. Bu iki kutup arasında kalan beğeni, sonuç
olarak kabullenme ya da yargılamaya indirgenmış oluyor,
böylece de tüm anlamını yitiriyordu.
Kantçılığın
gerçek özgünlüğü, üçüncü Eleştiri’nin büyük keşfi yeni bir Beğeni kuramıdır. Kant’a
göre beğeni sadece bir GEFUHLSURTHEL, bir duygusal eleştiri
değildir Beğeni aynı zamanda bir yargılama duygusudur
(URTHEILSGEFUHL). Başka bir deyişle bu, zorunlu bir duygusal
evrendir.
Bu
ilkenin ilk ve
doğrudan kaynağı, Mendelssohn’un geniş bır biçimde açıklamış
olduğu ‘Ruhun Üçlü Bölünmesi”nde aranmalıdır: Mendelssohn, “Bilme ve Arzulama arasında bir de
ruhun ZEVK’ i ni anlama (Das
Billigen) yetisi bulunur demişti. Tetens’in eserlerini Leibniz
ve Wolff’un isteme ve anlama ikileminde ısrar ettikleri
noktada Kant’ın çoğulculuğunu desteklerler. Kant’ı estetik
konusundaki dogmatik uykusunda uyandıran 1787 yılında
Mendelssohn olmuştur Kant’ın ilk iki eleştirisinde üçüncü bir
yeti olasılığını sezmiş olması zayıf bir
ihtimaldir.
Kant,
duygusallıkta özerk bir yeti bulunduğunu keşfetmişti. Bu yeti
bütünüyle özgündür ve taşıdığı “Hoşnutluluk veya hoşnutsuzluk
duygusu” adı verilen yeni a priori (önsel)
ilkelerle ilgili sarsılmaz bir Tertium Quid olarak belirir. Kant bu yetiyi önce çözmeye sonra da sınıflamaya çalışmıştır.
Yargı Gücünün Eleştirisi nin
asıl nesnesi budur.
Victor
Bosch’a göre “Kant Estetiğinin ikinci
kökeni, ‘ahlâk açıdan anlaşılabilir
duygu’ hakkındaki görüşleridir”. Bu, köken
bütünüyle özdedir. Kant, sistemi gereğince ‘öncel kavramlar
yoluyla ne bütünüyle pratik ne de bütünüyle spekülatıf akıldan
kaynaklanmayıp, yargılama yetisine, hoşnutluk ya da üzüntü
duygularına dayalı bilgilerin ilişkilerini saptamanın mümkün
olabildiğini kanıtlamaya
çabalamıştır.
Yargı
Gücünün Eleştirisi’nin kaynaklandığı üçüncü
ilkenin ereklilik düşüncesi olduğu
kabul edilebilir. Bu kuram tinsel özgürlükler dünyasını
düzenler, fakat Kant’ta, Burke ve Sulzer’in çalışmalarının
etkisiyle evrensel
uyum anlamına kadar yükselir. Kant Estetiğinin
yönlendirici temasi işte bu uyum kavramıdır. Doğa
dünyası ile Esin dünyasının, ESİN ıle ANLIK’ın duygusallık ile
kararlılık arasında daima ereklilik vardır ve aracılığını
değerli, etkili ve güvenilir bir biçimde gerçekleştirir. Kant Estetiğinin akılcılığının hareket noktası olan yansıtıcı yargı
kuramının temelinde ereklilik kavramı
vardır.
2. Yargı
Gücünün Eleştirisi -
Bosanquet’nın History Of Aesthetic’te (Estetik Tarihi) çok değerli
bir biçimde belirtmiş olduğu gibi, Yargı Gücünün
Eleştirisi’nin, Lessing’ın ve Winckelmann’ın ölümlerinden çok
sonra yayınlanmış olduğunu vurgulamakta yarar vardır. Eserde
Rousseau ve Saussure’den bazı izler bulunması, “kuralı
bozmayan istisnalar durumundadır. Metin bütünüyle özgündür. Bazı
okumaların ikinci elde yansıtmalarını içermez.
Kant
sisteminin evrimi içinde üçüncü eleştiriyi yerli yerine
oturtmak zorunludur. Acaba bu eleştiri neleri
kapsar?
Yargı
Gücünün Eleştirisi, Kant’ın bu eseri ile diğer iki
eleştirisinin arasında nasıl, bir uzlaşma aradığını veya daha
doğru bir ifadeyle “Felsefenin iki kısmını bir bütün halinde birleştirmeye”
nasıl çalıştığını dokuz maddeyle açıkladığı bir giriş
bölümüyle başlar. Sözkonusu iki bölümün önem dereceleri
birbirlerinden farklıdır ve bizi sadece birincisi
ilgilendirmektedir.
Bizi
ilgilendiren bu ilk bölümün adı, ESTETİK YARGI GÜCÜNÜN
ELEŞTİRİLMESİ’dir ve kendi içinde de ikiye ayrılır: Estetik
Yargı Gücünün ANALİTİK’i ve Estetik Yargı Gücü’nün
DIYALEKTİKi.
Öteki
kısım bizi hiç ilgilendirmiyor. O, teleolojik (erekbilimsel)
Yargı Gücünün Eleştirilmesi ya da doğanın nesnel erekliliğinin
incelenmesidir.
Estetik
Yargı Gücünün Analitiği de kendi bünyesinde ikiye ayrılır:
Güzel’in Analitiği ve Yüce’nin Analitiği... Bunlardan
birincisi DÖRT DÖNEM’den oluşur:
Beğeni
Yargı Gücü ’nün,
nitelik açısından ele alındığı birinci
dönem:
Hiçbir
beklentisi olmayan beğeni yargısını belirleyen doyum
kavramının çok kesin çözümlemesinden sonra Kant, BEĞENİ’nin,
HOŞ’un ve İYİ’nin (estetik) tatmin edilmesi olan doyum
türlerini karşılaştırmıştır. Bu uğraş sonucunda da ortaya
GÜZEL BİRİNCİ DÖNEMDEN SAĞLANAN TANIMI’nı
çıkarsamıştır:
“Beğeni,
bir nesneyi ya da bir temsil biçimini, doyumla veya
hoşnutsuzlukla, ya da kayıtsızlıkla yargılayabilme
yeteneğidir. Doyumun nesnesine Güzel
denir.”
|
Beğeni
Yargı Gücü’nün NİCELİK açısından ele alındığı ikinci
dönem:
Kant,
aynı çizelgeyi kullanarak ve beğeniyle güzelliği ikinci
kategori açısından ele alarak, bunun “kavramsızca”, “gerekli
bir doyumun nesnesi” olarak kabul edildiğini ve bu nesnenin
bir ZEVK duygusu ve bir yargı gücü içerdiğini, bunlardan
hangisinin önce, hangisinin sonra geldiğininse’ henüz
saptanmamış olduğunu belirtmiştir. GUZEL’IN İKİNCİ DÖNEMDEN
SAĞLANAN TANIMI şudur:
“Evrensel
olarak kavramsızca beğenilen,
GÜZEL’dir.”
|
Beğeni
Yargı Gücü’nün İLİŞKİLER açısından
incelendiği üçüncü
dönem:
Kant
burada, beğeni yargı gücünün a priori ilkelere dayandığını,
ÇEKİM ve HEYECAN kadar MÜKEMMELLİK kavramından da bağımsız
olduğunu göstermiştir. Güzelliğin ideal ilkesini “ÖRNEK
ürünler” için “Bütün halkların bütün zamanlarla
varabilecekleri uzlaşmaların en mükemmeli” ile dile getirmiş,
fakat “Bir güzellik idealinden yola çıkılarak yapılan yargının
sadece bir beğeni yargısı olamayacağını” vurgulamayı da
unutmamıştır. Çünkü “mükemmel derecede düzgün bir yüz
genellikle her türlü ifadeden yoksundur” ve bu tür soğuk ve
bütünüyle düşünsel bir yargı “hiçbir duygusal çekicilik
taşımaz.’ Buradan GÜZEL’IN, ÜÇÜNCÜ DÖNEMDEN ÇIKARILAN TANIMI
na gelinmektedir:
“Güzellik
bir nesnenin erekliliğinin, erekbetimlemesi olmadan
algılandığı biçimdir.”
|
Beğeni Yargı Gücünün
eleştirilmesinin bir nesne tarafindan verilen hoşnutluk KİPİNE
göre dördüncü dönemi:
“Bir
beğeni yargısınca tasarlanmış evrensel bir hoşnutluk gereği
öznel bir gereksinimdir. Ortak bir duygu varsayıma ile
nesnelleştirilir.” Son tanım şudur:
“Zorunlu
bir doyumun nesnesi olarak kavramsızca kabul edilen,
Güzel’dir.”
|
Kant
bundan sonra Güzel ile Yüce arasındaki çekişmeyi
ortaya koymuştur. Ereklik sadece bir hoşnutluğun nesnesi olan
güzel için vardır. Yüce, tanımsal olarak “Sadece ussal
fikirlere” erişebilir. Hiçbir “Doğa Nesnesi”ne ulaşamaz.
Yüce, özde kavranır oluşuyla erekliğin karşıtıdır. Kant
birbiriyle çelişen iki tür yüce bulunduğunu
savunmuştur:
Bunlardan
biri matematik -statik- diğeri ise dinamiktir. SAF ESTETİK
YARGIDA SONUÇ aşamasında da, güzeli, sanatı, güzel sanatları
çözümlemiş, kendilerini yaratan deha ile ilişkileri
çerçevesinde sistematik bir sınıflandırma
yapmıştır.
Bu
ESTETİĞİ tamamlayan DİYALEKTİĞİN ön
şartı
“Doğanın erekliliğinin
idealizmi, estetik yargının biricik ilkesi olduğu kadar bir
sanat(tır) da”.
Bu zorlu
çalışmada izlenen plan işte budur: İlk iki yargı bilinmeden
anlaşılamaz. Yine de genel anlamlarını açıklamaya
çalışalım.
3. Kant
Estetiği - Anlamı
- Kant’a göre Estetik duygusunun, görüşbirliği ve düşgücünün
uyumunda ve düşgücünün özgürlüğü sayesinde varolduğunu
öncelikle vurgulamamız ve anlamamız gerekmektedir. Hatta daha
bile ileri giderek: Deha, yokluğu halinde hiçbir sanat
eserinin gün ışığına çıkamayacağı, sanatçı fikirlerin
bu yaratıcı GEIST’i, görüş birliği ve düşgücünün bu benzersiz
dozajının ta kendisidir. Öznel Uyum’un bu kuramı, Kant’ın tüm
estetik fikirlerini açıklayıcı niteliktedir.
Duygunun
kendisinin de bu uyumun öznel bir gereci oluşunun yanısıra
YARGININ AKSİ de ancak bu ilişki sayesinde açıklanabilir.
Bunun nedeni (BESTIMMUNGSGRUND’u) her zaman bir
duygudur.
Gerçekleşmesi
Güzellik duygusu doğuran ve yönelimsel olmayan erekliliğin
işaretini sadece bu uyum oluşturabilir.
“Bu
uyum sadece betimlemenin ampirik içeriğinden değil, tüm
bireysel olumsallıklardan da bağımsız olduğundan,
güzellik duygusu önsel olarak vardır ve bu haliyle
estetik yargıların evrensel ve zorunlu geçerliliklerini
oluşturur.”
|
Demek ki
Kant’a göre iki tür Güzellik vardır. Bunlardan. biri, (düşün
ve duygu uyumunu çiçeklerde, arabesklerde, tertemiz doğa’da
kendi için hiçbir anlamı olmaksızın gerçekleştiren bir
biçimler birliği içinde) her türlü çıkardan “uzak” hür, SAF
Güzellik, diğeri ise üst düzeyde bir tür insan Güzelliği. Bu
güzellik özgür değil, kavrama
“bağımlı”dır.
Yüce,
bütünüyle öznel bir hal gibi görülmektedir (Gerçi Kant’a göre
Güzel, öznenin yapısal bir özelliğidir, fakat aynı zamanda
nesnel koşullara da uygunluk gösterir). Algılanabilir sezgiler
onun sonsuzluğuna ulaşamaz. “Bizi, doğayı kendi bütünlüğü
içinde, duygu ötesi bir şeyin görünümü gibi öznel olarak
düşünmeye zorlar. Biz bu görünümü nesnel olarak
gerçekleştiremeyiz” (Yücenin
Çözümlemesi).
Kant’a
göre sanat,
“Seyredenlerde,
belirli bir niyet olmaksızın doğa örnek alınarak
yaratıldıkları izlenimi uyandıran nesnelerin bilinçli
olarak üretilmesi”dir.
|
Temel
erdemi dehadır. Deha Sanat’ta ve Bilim’de asla aynı
şekilde etkimez. Son olarak Güzel Sanatların
sınıflandırılması, insan dehasının asal olarak söz sanatları
(Hitabet, Şiir), biçim sanatları (Plastik: Heykelcilik ve
Mimarlık, Resim ve Bahçe Sanatları) ve ses sanatları (Müzik)
ya da daha kesin bir ifadeyle “Duygular Yelpazesi” (Renk,
“Gürsel duyguların yapay yelpazesi”) olarak ayrılmasına
dayanır. Tiyatro, Şarkı, Opera veya Dans gibi karma sanatların
büyük bir kısmı şu veya bu şekilde bu listeye
eklenebilirler.
Kapsamı -
Kant düşüncesinin pek çok uygulama alanından sadece küçük bir
kısmına değinebildik. Kant bir değil birçok estetiğin
temellerini atmıştır. Hiç kuşkusuz bu yoğun ve güçlü kalıtın
çelişkilerini, mantıksızlıklarını, karanlık noktalarını ele almamız da mümkündü.
Öyle
çelişkiler vardır ki yadsınmaları olası değildir. Fakat böyle
bir eser, bulduğu çözümlerden çok, irdelediği sorun açısından
önemlidir. Zaten açtığı ufuklar, önerdiği katı kuramlardan
çoktur. Kendi içinde, gelecek estetikler için bir dizi
ÖNBİLGİ’den başka bir şey de değildir. Yargı Gücünün
Eleştirisi’nde edimsel olarak estetiğin tüm geleceği vardır:
Sadece Fichte ve Hegel değil, Schiller de Schelling de,
Richter’ın şiirselliği ve Schlegel’ın ironisi de, Spencer ve
Darwin’ın Oyun Kuramı da, Lange’ın yanılsama fikri ve Groos’un
Bayram Günü düşüncesi de, “Parnas’çıların sanat için sanat
kuramlarına, Paulhan’ın sanat yalanı kuramına, özellikle de
Baudelaire estetizmine, Flaubert’e kadar, pek çok yazar ve
sanatçı, tarihsel veya kuramsal kökenlerini Güzel Analitiğinin
kesin ayrımlarında bulmuşlardır.”
Yazarımız
Sanat Felsefe Kuralları’nı doğal bir şekilde, Bosanquet’nin
deyimiyle “sakin bir küstahlıkla” altüst etmiş gibidir.
Kendisinden önce ve hatta 1790’dan beri hiç kimse sanatsal
kavramların çözümlemesinde terimler arasındaki farklılığa
böylesine katılık, OLGU’ya bu kadar kesinlik kaygısıyla
yaklaşım getirmeye cesaret edememiştir. Güzelliğe Mantığı
uyarlamayı, Sanat’ı tüm bilimsel katılığıyla incelemeyi ilk ve
sadece o başarmıştır.
Etik gibi
Estetiğin de kendi azizleri ve kendi kahramanları vardır. Kant
onun yarı tanrılarından biridir. Eseri dev bir çalışmadır.
Bünyesinde hem dehanın eksikliğini, hem de bitmemiş eserlerin
gücünü barındırır.
Kantçılığın
bir sonuç bölümüyle bitmesi zaten olası değildi. Kopernik
Devrimi de sonsuz devinim üzerine kurulmamış
mıdır?
III. Kant
Sonrası Düşünürler (Post-Kantçılar)
Kant’ın
izinden yürüyen çok oldu. Bunların hemen hepsi de Yargı Gücünün Eleştirisi ’ni
Kant’ın üç eleştirisi arasında en başarılısı olarak kabul etmişlerdir.
Jean Paul
Richter’den, Novalis’ten, Schlegel ve onun sanatı harikulade
bir şekilde (özeleştirel ironi ve kendi kendinin parodisi)
biçiminde özetlenebilecek bir “Transandantal Şaka” olarak
algılayışından, Tieck’ten ve Goethe’den sözedebilmek isterdik.
Fakat bağımsızları bir yana bırakarak sadece doğrudan Kant
çizgisinde olanlarla ilgileneceğiz.
1.Schiller
(1759-1805) - Ustasının çağdaşıdır. İnsanın Estetik Egitimi Üzerine Bir Dizi
Mektup ve estetik konulu daha birçok eserinde
Uçüncü Eleştiri’nin yolunu izlemiş, Hegel’in de dediği gibi
“Onu(ilk olarak) aşmanın şerefine de
erişmiştir”.
Schiller’in
hareket noktası, sanatın oylumsal bir etkinlik, bir oyun
olduğudur. Estetik Çevre, düşün ile doğanın, madde ile biçimin
bir uzlaşma alanıdır, çünkü Güzel, Yaşam’dır, Canlı Biçim’dir
(Lebende Gestait):
‘Gerçekten
güzel bir sanat biçiminde, içerik hiçbir şey, biçimse
her şey olmalıdır: Bir bütün olarak insan üzerine ancak
biçim aracılığıyla etki edilebilir. İçerik yoluyla ise
sadece ondan ayrı güçlere etki edilebilir. Sanatçının
gerçek sırrı şudur: O, biçim yoluyla doğa’yı siler (Den
Staff durch die Form Vertilgt).”
|
1795
yılında yayınlanan İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Bir Dizi
Mektup’ta Schiller, sanatın maddeyi, bünyesinde barındırdığı
güçlerin özgürce devinimi sonucu yenmesi gerektiğini ve özünde
saygın, kaplayıcı, çekici bir madde üzerinde egemenliğini
pekiştirdiğini kanıtlamaya çalışmıştır. Çünkü ‘Seyircinin ya da dinleyicinin
ruhu bütünüyle özgür ve saf kalmalıdır: Sanatçının büyülü
çevresinden dışarıya, yaratıcının ellerinden çıkmışçasına duru
ve mükemmel çıkmalıdır.” Aynı şekilde en gayrıciddi madde bile
öylesine işlenmelidir ki, ondan en sarsılmaz ciddiyete geçiş
mümkün olabilsin. İçimizde ise, onu basit bir oyunla
değiştirme olanağı yine de kalsın. Zaten İnsan kendi
kendisinin dünyası olduğu sürece “onun için henüz dünya
yoktur. Fakat dünya ile artık bir bütün olmayı bıraktığı an [
zaman ve bu durumda] dünya ona gerçekten görünür”. Bütün
olanları, hiçbirini dışarıda bırakmayacak bir şekilde
içerebilecek kadar geniş tek çevre, Estetik Çevre’dır Estetik
çevre ruha hiçbir özel eğilim kazandırmaz. Bu özelliğiyle
insanın öteki etkinliklerinin tümünden farklıdır Sonsuzluğa
sadece estetık etkinlik ulaştırır”. .
2. Schelling
(1775-1854)- Kant’in ilk büyük çırağı Fichte’in estetik
hakkında fazla yayınının bulunmamasına karşın Schelling
sırasıyla Transandantal İdealizm Sistemi
’ni, Bruno’ yu (veya ‘Eşyanın
Kutsal ve Tabii İlkesi Ustüne), 1802-1803’te Jena’da verilen,
sonra Würzburg’da yinelenen ve elyazması kısa özetleri tüm
Almanya’ya yayıl Sanat Felsefesi Dersi ’nı, Figüratif Sanatlarla Doğa Sanatları
Arasındaki İlişkiler ’i (1800-1807) yaratmış ve
Felsefe Sanatı hakkında daha birçok yazı yazmıştır. Schelling,
bir Sanat Felsefesi kavramı oluşturmuş olan Fichte, Schiller
ve Schlegel gibilerin değerlerini kabul etmekle beraber onları
yeterince ciddi olmamakla suçlamış, SCHAFILICHKEİT’in ise
gerçek bilimsel düşünceden yoksun olduğunu öne
sürmüştür.
Onun
önerisi kaynaklara, yani şu bir türlü vaz geçilemeyen Yargı
Gücünün Eleştirisi’ne geri dönüştür Bunun için Doğa
Felsefesinden ve teleolojik yargının eleştirilmesinden yola
çıkılacaktır Bunlar Kant tarafından estetik yargı etüdünün bir
devamı olarak önerilmiştir. Sözkonusu olan, kuramsal
felsefeyle, uygulamalı felsefe arasındaki birleşme noktasını
bulmaktır. Aynı zamanda da iki dünyanın, zihnin kendi içinde
bulunan temel kimliği aranmalıdır Acaba ben’in içinde bilinçli
ve bilinçsiz, doğa gibi bilinçsiz ve bilinç gibi bilinçli bir
etkinlik var mıdır? Bu soruya Schelling’in yanıtı olumludur:
Bu, “Felsefe’nin genel organı, Bina Kemerinin Kilit
Taşıdır”... Estetik etkinliktir.
Gündelik
gerçeklerden kurtulabilmek için önümüzde iki yol vardır
Ülküsel bir dünyaya kaçışımızı sağlayan şiir ile, gerçek
dünyayı yokeden felsefe. Bu durumda,
“Birçok
nüsha halinde varolabilen, buna karşın orijinal
biçiminden farklılaştığı zaman bile “Tek” kalabilen
ancak BİR mutlak sanat eseri
vardır”.
|
Schelling,
Sanat’ın felsefe için sadece bir organ değil, gerçek bir belge
olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Felsefe şiirden doğmuş
olduğuna göre bir gün gelecek, koptuğu alma mater’e geri
dönecektir.
Böylece
yeni bir felsefenin üzerine kurulu, yeni bir mitoloji
oluşacaktır. Gerçek sanatın bir anın ifadesi olmayıp sonsuz
yaşamın belirtisi, nesnelleşmiş transandantal sezgi oluşu gibi
Mutlak da felsefe gibi, sanat’ın nesnesidir: Yalnız sanat
mutlağı ilkörnek’te (urbild), öteki ise yansımada (gegenbild)
temsil eder. “Felsefe gerçek nesneleri değil de onların
kavramlarını dile getirir. Sanat için de durum aynıdır:
Felsefenin kanıtlamış Olduğu gibi gerçek nesnelerce ancak kötü
bir şekilde taklit edilebilen kavramlar, sanat içerisinde de
nesnel olarak belirirler ve mükemmelliklerinden ötürü, akseden
dünyada anıksallığı temsil ederler:’. Böylece Schelling üçlü,
yani trikotomik (Gerçek, İyilik, Güzellik)
bir ideale ulaşmıştır. Bu, Cousin üzerinde hatırı sayılır bir
etki yapmıştır.
3.
Hegel
(1770-1831)- Yorumcularından birinin dediği gibi “Hegel’in
estetiği, genel anlamda felsefesinin tamamı gibi, Avrupa’da EN
FAZLA ÜNLENEN VE BEĞENİLEN akım olmuştur. Bu da muhtemelen,
hiçbir filozofun bu alanda bu kadar ileri gitmeye cesaret
edememiş olmasından kaynaklanmaktadır.” Hegel hiç kuşkusuz
gelmiş geçmiş en büyük estetikçidir: Gerçi bu, hem bayağı hem
de tartışılan bir
kavramdır, fakat yine de söylenmesi gerekir. Hegel’in 4
ciltlik Estetik ’i tüm açılardan
bitmez tükenmez zenginlikte bir maden ocağı gibidir.
A.
Sanat -
Hegel’e göre güzellik, idea’nın algılanabilir belirişidir:
Sanatın içeriği idea, biçimi de algılanabilir ve imgelemeci
görüntüdür. Sanatın bu iki görünümünün birbiriyle
bütünleşebilmesi için, sanat eserinin içeriğinin yaratılış
süreci sırasında böyle bir değişiklik yeteneğine sahip
bulunması gerekir, çünkü Hegel gerçeği, iç rasyonalitenin
aranışıdır. Öte
yandan sanatçı beyninin hiçbir zaman soyut bir düşünce
olamayacağı gerçeği de tartışma
götürmez.
Tinsel
yaşamın doruk noktası Hegel tarafından saltık düşünce olarak
adlandırılır: Düşünce bu noktada gerçeğin idealliğinin
bilincine, Düşüncenin ya da saltık anlı içkinliğine dönüşür.
Bilincin kendine dönen Saltık ’ın, yaşamın sınırsız
dağılımında sonsuza kadar varolduğu özbilinç hareketiyle
çakıştığı, hatta birleştiği nokta, işte bu
noktadır.
Oysa
insan bilincinin Mutlak’ı arayış yöntemini belirleyen üç aşama
da tam olarak Sanat (Saltık’ın sezgisel, saf görüntü, insanın
etik dünyasının, nesnelliğe karşı her zaman ülküsel kalarak,
gerçeğin içinden seçilebilen ülküsellik olarak açığa vurulma,
Din ve
Felsefedir.
Hegel,
“Oysa eğer sanat,” demiştir, “Yüce hedefine ulaşıp da din ve
yaşamla birlikte bilinçlendirir ve tanrısalı, insanın derin
çıkarlarını, en geniş gerçekleri ifade ederse”, bir yandan da
“Düşüncenin en yüksek biçimi olmaktan çok uzak olduğundan
mükemmele ancak SÜKUT yoluyla”
ulaşabilir.
B.
Sanatın Momentleri - Hegel,
sanatın nasıl göründüğünü açıkladıktan sonra, onun belli başlı
evrelerini saptamaya girişmiştir. Bu evreler onun yükselişinin
belli başlı dönemlerine de denk
düşmektedirler.
Hegel
Estetik’inin, Güzel Sanatlar tarihinin bir tür metafiziğine
tanık olduğumuz ikinci bölüm’üyle, düşünürün bize kendi
sistemini, Güzel Sanatlar sınıflamasını açıkladığı üçüncü (ve
son) bölüm’ünün ana konusu budur.
Algılanabilir
biçimle idea arasındaki ilişki olarak sanat, sanatsal ülkünün
kesin dengesini henüz bulamadığı birinci devresinde sembolist; iki kutbun
belirli ve ergin bir görünüm altında ulaşılmış somut ve canlı
birliği olan ülkünün eylemi haline geldiğin de klasik; bu iki evre
arasındaki diyalektik ilişkinin, ideanın sonsuzluğunun sadece
“Sezginin o özgün ve her türlü somut biçimi sürekli
saldırılarla her an yokeden hareketliliği olan sonsuzluğunda”
gerçekleşebildiği sınıra ulaştığında da romantik adını alır.
Bu üç momente önce doğu sanatları, Yunan sanatları ve modern
sanatların üç dönemi denk gelir. Her birinde özgün ve uygun
bir kültürün sentezi vardır. Bu üç aşamanın diyalektiğinden
yola çıkan Hegel, çeşitli sanatlara varmıştır: Mimari,
sembolik momente; heykel klasik momente; resim, müzik ve şiir
de romantik momente aittir.
Şiir ise
kendi içinde plastik ve resimsi (piktüral) (epik şiir) gibi
etkileyici ve müzikal (lirik) bölümlere ayrılır. Bunların
genel sentezi ise dram’ı oluşturur.
C.
Sanatın Ölümü - Hegel,
sanatın kuramsal ve anlaşılabilir yapısını vurgulamaya
çalışmıştır. Ne var ki böylelikle kendisinden öncekilerin
başarıyla geçiştirmiş oldukları büyük bir zorlukla karşı karşıya kalmıştır. Gerçekten de Hegelcilik bir güçlükle karşı
karşıya kalmıştı: Sanat, Din ve Felsefe gibi mutlak düşünce
ortamlarında bulunur. Eğer Sanat ve Din’in işlevleri
felsefeninkinden değişik olsalardı, düşünce bilgisinin daha
düşük fakat yadsınamayacak düzeylerini oluşturabilirlerdi.
Fakat Saltık’ı öğrenme yolunda hareket ettiklerine ve
felsefeyle doğrudan rekabet içinde olduklarına göre hangi
değeri koruyabilirlerdi ki? Olsa olsa insan yaşamının geçici,
tarihsel ve bölük pörçük evreleri olabilirlerdi. Croce,
Hegel’in sistemi rasyonalist ve dine karşı olmakla, sanata da
karşı’dır, demiştir. Benedetta Croce, “Bu durum,” diye
eklemiştir, “canlı bir estetik duyusuna sahip ve ateşli bir
sanat yanlısı olan Hegel gibi biri için garip ve tatsız bir
sonuçtur: Bu durum, bir dizi çelişkinin sonucunda Platon’un
karşı karşıya kaldığı yanlış adımın bir tür tekrarı gibidir.
Platon’un mantığa boyun eğip mimesis’i ve kendisi için o denli
değerli olan Homeros türü şiiri inkar etmekte tereddüt
etmemesi gibi, Hegel de kendini kendi sisteminin zorlamasından
soyutlamaya uğraşmamış, sanatın ölümcüllüğünü, daha doğrusu
ölümünü ilan etmiştir.”
Bu açıdan
her şey Hegel’in
yüce ilkesinden kaynaklanmaktadır: Ulu hedefleriyle sanat
bizim için bir geçmiştir ve öyle kalacaktır. Marx, Hegel
Estetik’i için bu kavramdan itibaren; Sanat düşüncenin
altındadır, maddesel karakterler ve siyasi çıkarlar daha
üstündür v.b. savlarını üretebilmiştir. Hegel’in kendisi bile
“Biz sanata çok değer veriyoruz, fakat sanatın -ne içeriği ve
ne de biçimiyle- düşünce bilincine gerçek içgüdülerini
kazandırmanın en iyi yolu olmadığını unutmamalıyız. Sanat,
biçimi yüzünden zaten dar bir içerikle sınırlanmıştır. Sanat
eserinde sadece belirli ortamlar ve belli bir gerçeklik
derecesi yansıtılabilir: Yani algılanabilire taşınabilen ve
oraya uyum sağlayabilen bir gerçek... Helen tanrıları
gibi...
“Bizim
çağdaş dünyamızın, özellikle de dinimizin ve ussal
gelişimimizin düşüncesi, sanatın Saltık’ı başlıca algılama
biçimi olduğu o evreyi aşmış gibidir.
“Sanatsal
etkinliğin özellikleri ve yapıtları artık bizim yüce
gereksinimlerimizi karşılamamaktadır”. Hegel sözlerini şöyle
bağlamıştır: “Düşünce ve muhakeme Güzel Sanatlar’ı aşmıştır”.
Gizli Marksist, “rengi kaçık” Hegelci Croce’ye, Hegel
Estetiğinin bütünüyle bir ‘sanata ağıt’ olduğunu söyleten işte
budur: “Estetik birbirini izleyen bütün biçimleri (ya da
geçmiş evreleri) gözden geçirip, bünyelerindeki hastalıkların
ağırlaşma sürecine dikkat çektikten sonra hepsini bir mezara
yerleştirmiş, üzerlerine de Felsefe’nin yazdığı kitabeleri
dikmiştir.”
Aslında
Hegel’in sanatı kendi özgün karakterinden yoksun bırakarak
Felsefe’yi ön plana çıkarmaya çalışmış olduğu tartışılır. Bunu
doğru bile kabul etsek, hayranlık uyandıran bu dev yapıtın
boyutlarını ve derinliğini görmezden
gelemeyiz.
Estetik’i
okurken içimizi saran büyüklük ve güç duygusunu başka hiçbir
çalışma sağlayamaz. İsteyen deneyebilir. Eser hakkında
söylenebilecek olanlar, onun gerçekte olduğunun yanında birer
hiçtir.
Hegel’in,
Fischer’den Schasler’e, Marx’tan Marksistlere kadar olan
izleyicileri sürekli gelişmişlerdir. Hegel estetiğinin
ilkeleri enkaz halinde bile kendisinden sonra yaşamış olan ve
yaşamayı sürdüren pek çok uygulamaya olanak
sağlamıştır.
4.
Schopenhauer
(1788-1860) – Felsefesi, kaynaklandığı Kantçılıkla, genellikle
yönelmeye çalıştığı Platonculuk arasında gidip gelmiştir. Her
sanat belirli bir kavramlar kategorisini görev edinmiştir. Bu
da dünyayı irade ve algılama olarak gören bakış açısına göre
“İradenin, mükemmellik ve netliğinin ölçüsü olan birçok
dereceyi kapsayan nesnelleşmesi” demektir.
Her şey
kendine göre güzeldir, fakat bizi eşyadan yaşama, canlı
varlıktan insana götüren belli bir hiyerarşi vardır:
“Algılanabildiği en üst düzeyde, en mükemmel nesnelleşmeyi
betimleyen, insan güzelliğidir.”
Yazarımıza
göre Güzel Sanatlar Sistemi her sanatta belli bir kavramlar
kategorisi sağlamaktır. ❎En altta, maddesel yararı bahçe
sanatlarına hatta manzara ressamlığına yaklaşan Mimari vardır.
Bunların biri madensel doğanın (taşlar), diğerleri ise
bitkisel doğanın (bahçecilik) kavramlarını betimlerler.
❎ Bunları hayvan ressamlığı ve heykelciliği izler. Bunlar
natürmort’lara karşıttırlar ve zooloji kavramlarıyla
uyumludurlar.
❎Üçüncü sırada, iç mekân ressamlığı, tarihsel
konulu tablolar, insan vücudunun güzelliğini tasvir eden insan
heykelleri ve portreler gelir.
❎ Ondan sonra, PLASTİK sanatların
çok üzerinde olan Şiir vardır: Onun
özgün nesnesi İnsan Kavramı’dır. Şiirde de gerçek bir
hiyerarşi vardır. Burada yukarıdan aşağı inen bir sulama
yapmak için Lied, Romans, İdil, Destan ve Dram’ı saymamız
gerekir. Bu sıralamada Komedi’nin yeri yoktur, çünkü
Schopenhauer onu sanat sayılamayacak kadar bayağı bulmuştur.
Şiir de Trajedi’ye oranla çok düşük düzeyde bir sanattır.
Trajedi, acıma ile birlikte, saltık insan kavramıyla düşünce
ve duygu ortaklığı kurmamıza olanak sağlar. Schopenhauer’un
acıması bir tür altıncı his gibidir: İnsan, nesneleri ancak
onlara yakınlık duyduğu, insanlığa acıdığı zaman anlayabilir
ve öğrenebilir. Uyuşum, tüm felsefenin en yüce
hedefidir.
❎Maddesel,
yaşamsal ya da insansal kavramları ifade eden tüm bu sanat
biçimlerinin üzerinde, biçimlerin biçimi, kavramların kavramı,
sanatın kosmosun kendisiyle bütünleşmesi vardır ki, bu da MÜZİK’tir. “Dünya,
somutlaşmış irade olduğu kadar, somutlaşmış müziktir de...”
Yazarımız, müzikte “anlatılamaz, candan bir şey”in olduğunu
söylemiştir. Müzik yanımızdan, bildiğimiz, tanıdığımız, fakat
sonsuza dek erişemeyeceğimiz bir cennetin görüntüsüymüş gibi
geçer. Bizim için müzik, “Son derece anlaşılabilir, fakat
kesinlikle anlatılamaz”dır.
Schopenhauer
için Müzik’in tüm sanatlar arasında herhangi bir sanat
olmadığını iyice anlamamız gerekir. Müzik sadece kavramlarm
ifadesi değil, buna koşut olarak iradenin de ifadesidir.
Schopenhauer için müzik Leibniz için olduğu gibi sadece bir
aritmetik değil, aynı zamanda bir
metafiziktir.
Kontemplasyon
(İzleme, Seyretme) - Şunu
iyice anlamalıyız: Schopenhauer’a göre ‘Bir şeyin güzel
olduğunu söylemek, onun, bizim estetik kontemplasyonumuzun
nesnesini oluşturduğunu” söylemektir.
Kontempiasyonun
öznesi, Croce’un deyimiyle bir tür “Estetik Arınma” ile
isteklerinden ve zamanın ızdırabından arınmış duru bir ‘bilen
özne’ durumuna gelir. Sanat da, kavramların sezgisel,
gizemini, mucizeyi bir esini olarak belirir. “Bu, nesnelere
mantık ilkelerinden bağımsız olarak duyulan hayranlıktır”
Dehanın
özü de, “Hayranlık duyabilme yeteneği”dir. Sanat, felsefi
bilgi ediniminin en iyi yoludur, çünkü Güzellik “İsteğin
tıpatıp ifadesi”dir. Bu, ‘Sanat ve Felsefe aynı şeydir’
anlamına gelmez. “Şarap için bağ neyse, felsefe için de sanat
odur”. Biri zordur, diğerine ise
ulaşılabilir.
Felsefenin
“zor ve yıldırıcı” koşulları vardır. Bu yüzden de “Sanat
muhiti geniş olduğu halde Felsefe muhiti
dar”dır.
Sonuç
olarak Schopenhauer estetiğinin tümü bir cümleye sığabilir:
“Sanatçı, dünyayı görebilmemiz için bize gözlerini ödünç
verir” (1, 201). Evrenin DURU bilgisine ulaşabilmenin en iyi
yolu sanattır. Sanat, “Varolan her şeyin en üst düzeyde
ışıldamasıdır”. Arzular acı veriyor, yaşam isteği umutsuzluk
doluyorsa, en etkin ferahlatıcı sanattır. Sanat hem
canlandırıcı hem de teselli edici olduğu içindir ki, “Yaşamın
dertlerini silen estetik coşku”ya ulaşabilir. Fakat artık
müzik yetmez olur. Derin hoşnutluk yerini dinsel bir sükunete
bırakmalıdır. Böylece saltık ve yüce güzellik, yokluğu
andırmaya başlar. Estetik, değişime uğrayarak Mistik olana
dönüşür. İsteklerini yok kabul edebilen insan Nirvana’sına
kavuşabilir.
Empresyonistleri
ve Nietzsche’yi etkilemiş olmasına, çok gelişmiş zekâsına ve
duygusallığına karşın Scbopenhauer Sanat Felsefesi hakkında
sanat yapmakla yetinmiştir: Sistemi, bir filozofun eseri
olmaktan çok bir şairin eseri gibidir.
Kant
sonrasının gelenekleri Schopenhauer ile sona ermiştir. Artık
eleştirelliğin yerini Modern Çağ
almıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder