2004’de
yaşama veda eden Derrida , geride kendine özgü kavramlar bıraktı. Batı metafiziğinin “söylemine” yönelik ciddi
eleştiriler getirdi. Kimi felsefeciler için sevimsiz biri olan Derrida , her
şeye karşın özgün görüşleriyle , filozoflar evreninde yerini aldı.
Derrida,
batı felsefesi geleneği içinde düşünen
ve onun yapıtaşlarını sökerek ilerleyen bir düşünür oldu. Bu açıdan onu
anlamak, eleştirisini yönelttiği
görüşler üzerine de birikim sağlamayı gerektiriyor.
Bizim
yaşadığımız coğrafyadan Derrida’yı anlamak ise , kendi yaşam duruşumuzla
ilintili evet ve hayırlar ile bağlantılı olacaktır.
Giriş
için, “Marx ve Mahdumları” isimli yapıtın Ayrıntı Yayınları tarafından
yayımlanan çevirisinin Derrida’yı tanıtım yazısını temel aldım.
Derrida 1930'da Cezayirli Yahudi bir ailenin çocuğu olarak
El-Biar'da doğdu.
22 yaşında Fransa'ya göçtü ve Ecole Normale Superieur'de
felsefe eğitimine başladı. Bu yıllarda özellikle Edmund Husserl'in
fenomenolojisiyle ilgilendi; özellikle sözcenin yapısı ve felsefe yazımı
konuları üzerinde durdu.
İlk makaleleri
Fransa'da sol avant-guarde teorinin forumu işlevini üstlenen Tel Quel
dergisinde yayınlandı. 1960'ların başında Sorbonne'da dersler verdi. Aynı
yıllarda tarih ve yazının doğası üzerine incelemeleri Critique dergisinde
yayınlandı.
Bu çalışmalar, yazarın, düşünce dünyası üzerinde büyük etki
yaratan Grammatoloji Üzerine adlı kitabının temellerini oluşturdu. Derrida
1967'de İnsan Bilimleri Söyleminde Yapı, Gösterge ve Oyun adlı konferansı
vereceği John Hopkins Üniversitesi'ne davet edildi ve bundan sonraki zamanının
büyük bir bölümünü Atlantik'in iki yakası arasında bölünmüş olarak geçirdi.
1965'ten 1984'e kadar Ecole Normale Superieur'ün öğretim kadrosunda yer aldı;
bu arada John Hopkins ve Yale Üniversitelerinde dersler verdi. Ecole des Hautes
Etudes en Science Social'in yöneticiliğini yaptı. 1986'da Kaliforniya
Üniversitesi'nde Fransızca ve Karşılaştırmalı Edebiyat profesörü oldu.
Derrida 1967'de yapıbozumcu yaklaşımın taslağını oluşturduğu söylenebilecek
üç kitap yayınlamıştı: Dil Yetisi ve Fenomen, Grammatoloji Üzerine ve Yazı ve
Fark.
Grammatoloji (Yazınbilim) 'de arkadaşı
Levinas'ın hissedilir etkisi altında Batı felsefesinin pre-Sokratiklerden
Heidegger'e uzanan çizgisini bir analize ve eleştiriye tabi tuttu. Derrida
konuşma ve eylem arasında dolaysız bir bağ olduğu savına yaslanan ve
kimliğin/özdeşliğin ve/ya da öznelliğin merkezi varlığına dayandığını ortaya
koyduğu Batı felsefesinin ayrıcalıklı logos kavramını karşısına alıyordu.
Yazar, birçok filozofun konuşmayla yazılı metni uzlaştırma girişimlerine rağmen
logos'un Batı felsefesi içindeki ayrıcalıklı konumunun yazıyı değersiz
kıldığını ortaya atmıştı.
Böylece Derrida yazma eyleminde bu tip yaklaşımları
teşhis etmeye yönelik yapıbozumu olarak adlandırdığı yöntemi geliştirdi.
Yapıbozumu ikili karşıtlıklar gibi sözmerkezli paradigmaları ortaya çıkarmaya
çalışır ve varlığın olanaklılığının herhangi bir bağlamsal dil içinde sabit bir
oyunda olduğunu ve öznenin/nesnenin bir iz bırakarak sürekli başka bir şeye
dönüştüğünü gösterir.
Derrida yapısalcı, post-yapısalcı, post-modernist ve post-kolonyalist
söylemlerin çağdaş dağarcıklarına iz, varlık, fark, yapıbozumu ve oyun gibi
terimleri sokmuştur. Yapıbozumunun stratejisi paradoks ve çelişkileri çözmek ya
da onlardan bir sistem oluşturarak onlardan kaçmanın yolunu aramak değil, daha
çok kullanışa yönelik bir ihtiyacı karşılamak ve savunulamaz olduğu söylenen bu
kavramları güçlendirmektir. Yapıbozumu felsefe dışında sosyal bilimler,
edebiyat, dil, hukuk ve mimari alanlarında da etkili olarak uygulanmıştır.
Derrida'nın etkinliği yalnızca felsefeyle
sınırlı olmamıştı. Özellikle '60'lardan sonra yoğunlaşan siyasal konjonktür
içinde yazar, ırkçılık karşıtı hareketlerde yer almış, Fransa'daki Cezayirli
mültecilerin haklarını aramış ve Soğuk Savaş dönemi Çekoslavakya'sının muhalif
hareketlerini desteklemiş ve bu nedenden 1982 yılında aynı ülkede
tutuklanmıştı. Son olarak savaşın başlamasından hemen sonra Alman filozof
Jürgen Habermas'la birlikte Frankfurter Allgemeine'de kaleme aldıkları bir
yazıda dünya entelektüellerini A.B.D.'nin Irak'a karşı giriştiği saldırıya
tavır almaya ve Avrupa'nın dünyadaki yerini yeniden tanımlamaya çağırmıştı.
Kavramlar
Derrida’nın felsefesinde birbiriyle yakın bağı olan üç kavramdan söz
edeceğiz: Sözmerkezlilik (logocentrisme), ses
merkezlilik (phonocentrisme) ve Türkçeye çevrilemeyen Differance .
Derrida’ya göre sözmerkezlilik dil ile gerçeklik arasındaki
bağıntıyı yanlış kuran bir düşün sisteminden kaynaklanır. Yani bir göstergenin, dilin dışında ve dilden
önce var olan bir nesnenin ya da kavramın göstergesi olduğu inancından.
Derrida’nın ne demek istediğini açıklayabilmek için Saussure ’ün yapısal dil bilimine yeniden
dönmek ve yukarıda sözünü ettiğimiz gösterge, gösteren ve gösterilen kavramlarıyla
ilgili olarak dil konusunu biraz daha kurcalamamız gerekiyor. Derrida, Saussure’den yola çıkarak Batı felsefesinin temellerinden sarsacak birtakım sonuçlara varmıştır. Bir gösterenin, anlamını, başka gösterenlerle arasındaki ses ayrılığına borçlu olduğunu söylemiştik. Bu ayrılık da gösterenin dışına taşan bir ilinti olduğu için hiçbir göstergenin anlamı hazır olarak kendinde mevcut (perésent) değildir. “Taş” anlamını başka ses birimlerine borçludur. Örneğin “baş” ve “kaş”taki ses birimlerine. Başka şekilde söylersek, bir göstergenin anlamını oluşturan, onda yalnız var olan değil, var olmayan ses birimleridir. Yani, onda “yok olan”dır. Öyleyse dilden önce kavram olamaz ve bir kavramın anlamı da başka gösterenlerle tamamlanır. Oysa, diyor Derrida, Batı felsefesi Platon’dan günümüze kadar, kendi kendine yeterli, dilden önce var olan bir temel ilkenin (Tanrı, ruh, madde ya da doğruluk gibi) peşinden koşmuştur. Anlamın dilden önce var olmasını gerektiren bu görüş, Derrida’ya göre sesmerkezcil düşüncenin düştüğü bir yanılgıdır. Bu yanılgıyı kolaylaştıran ve Saussure gibi bir yapısalcıyı da bu noktada sözmerkezcil görüşe sürükleyen, Derrida’nın, sesmerkezcilik (phonocentrisme) dediği inançtır. Onun için sözkonusu yanılgıya az sonra yeniden dönmeden önce sesmerkezcilikten ne kastedildiğine bakalım.
Edebiyat Kuramları ve Eleştiri-Berna Moran- İletişim
Yayınları
|
Sesmerkezcilik
, sözü yazıya üstün saymaya Derrida’nın verdiği addır. Platon ’dan bu yana
ağızdan çıkan sözün, anlamı dile getirmek bakımından yazıdan çok daha
güvenilir olduğu kabul edilmiştir, çünkü sözün doğrudan doğruya düşünceyi
aktardığına inanılır. Bu nedenden ötürü, sözün, düşünceyi değil de sözü kopya
eden yazıdan, kastedilen anlama daha yakın sayılması doğaldır. Bu görüşe
göre, konuşan, bilincindeki düşünceleri söze döker ve dinleyen kişi de onları
doğru olarak anlamaya çalışır. Anlayamazsa, kuşkulu bir nokta kalırsa,
konuşan düşüncesini yeniden açıklar. Yazı ise konuşandan kopmuştur, bilinci
doğrudan doğruya yansıtmaz, dolambaçlı bir yoldan, ikinci elden aktarır ve
aktarırken yetersiz kalabilir. Bu kez yeniden açıklama olanağı da yoktur,
çünkü yazıya geçen düşünce, sahibinin denetiminden çıkmıştır.
Derrida’ya göre söz ile yazı karşıtlığında bu tür
bir değerlendirme yine sözmerkezciliğin bir ürünüdür, çünkü dilden bağımsız
olarak bilinçte düşünceyi varsaymakta ve dili, mevcut düşünceyi aktaracak bir
araç olarak görmektedir. Sözmerkezciliğin kandırıcı tuzağı, söz ile bilinç
arasındaki bu ilişkide ortaya çıkar. Özellikle kendi kendime konuştuğum zaman
sözlerimle kafamdan geçenler öylesine çalışıyorlar ki, bunların
ayrılmazlığına inanıyorum. Durum şöyle de ifade edilebilir: Gösteren aradan
çekilmiş izlenimi verdiği için, düşünce, dolaysız biçimde kendi başına varmış
şansını uyandırıyor. Oysa, kendimin özne olma bilincine varabilmemi bile,
“ben”i, “ben olmayan”dan ayıran dile borçluyum. Dilden önce var olduğuna
inandığımız “ben” kavramı, aslında, dil sayesinde var olan bir “metin”dir.
Zaten Derrida’ya göre “metin”in dışında hiçbir şey yoktur. Belirtmek gerek
ki, Derrida “yazı”yı, anlamı oluşturan “ayrılık” (différance) ile eşit
sayıyor ve işte bundan ötürü, mantıksal bakımdan “yazı”nın sözden önce var
olduğunu iddia ediyor.
Edebiyat Kuramları ve Eleştiri-Berna Moran-
İletişim Yayınları
|
Buna göre, konuşma dilindeki sözcükler hiçbir aracıya konu olmaksızın doğrudan düşüncenin anlatımıdırlar; çünkü onlar yalnızca konuşulduklarında vardırlar, dahası söylendiklerinde konuşanın içinde duyulabilmektedirler. Buna karşı yazı dilindeki sözcükler, onları dile getiren konuşmacı ortadan kaybolduğunda dahi işlevlerini yerine getirebildiklerinden, düşünceye dışsaldırlar. Konuşma bu anlam da doğrudan doğruya düşüncenin gövdelenmesiyken, yazı yalnızca konuşmanın ikincil bir göstergesidir.
Derrida’nın gözünde filozofların bu temel yaklaşımı, kendiliğin bulunuşunu sağlama
almak adına anlamlandırmanın maddiliğini unutmak gibi çok önemli bir yanlış
doğurmuştur. Bu hiç de dayanıklı olmayan uslamlama çatısı altında, Batı filozofları kendi “sesçil” yazılarının
abecesinin sesçil olmayan Avrupa dışı dillere göre felsefi bakımdan daha
üstünlüklü bir konumda bulunduğunu varsayar olmuşlardır. Ne var ki sesçil
yazıyı sesçil kılanın ne olduğu, sesçil olmayan yazıyı sesçil yazıdan neyin
ayırdığı öyle hiç de kolayca yanıtlanabilir bir soru değildir. Daha da
önemlisi, Derrida’nın Söylediği gibi, salt
düşüncenin anlatımı ya da dışa vurumu olacak ideal saltıklıkta bir dil
tasarlamak olanaksızdır. Bir başka deyişle, Derrida’ya göre “konuşma” ile
“yazı”
arasında geçmişte sıkça yapıldığı gibi keskin bir ayrıma gitmenin sağlam bir
temeli yoktur.
Bulunuş metafiziği
Nitekim Derrida için Heidegger’in umduğunun ya da
varsaydığının tersine, düşüncenin başlayabileceği ya da yeniden oraya geri
dönebileceği bir başlangıç noktası ya da konumu yoktur. Böyle bır başlangıca
duyulan yersiz “nostalji” ya da yitirilmiş geçmişe duyulan özlem değme bir
bulunuş metafıziği örneğidir.
Derrida için Batı metafiziği tarihi eninde sonunda
doğruluğun gerçek paradigması olarak kendiliğin bulunuşunu olurlayan bir dizi
girişimden oluşmaktadır. Bu geleneğin tam göbeğinde, kendi bulunuşunu kendisine
ancak dil yoluyla gösterebilen bir varlık olarak “insan” tanımı yer almaktadır.
Varlıklar arasında insana tanınan bu özel yere inanç, Derrida’ya göre asla
temellendirilebilecek bir şey değildir. (Hiçbir düşünce, “Düşünüyorum”
düşüncesi bile, kendisini kendisine dolaysız bir biçimde sunamaz. Derrida’nın
bu temel çıkışı, neden dil izleğini bırakıp yazı izleğiyle düşünmeye
yöneldiğini de açıklamaktadır. Kendiliğin bulunuşunun değerini tam olarak
kesinlemek için, Batı filozofları geleneksel olarak düşüncenin dile ne ölçüde
bağımlı olduğu sorusunu göz ardı etmişlerdir. Ne var ki bu temel gerçek öyle
kolaylıkla hasır altı edilebilecek gibi değildir Derrida’ya göre; Platon’dan
Rousseau’ya, oradan da Hegel’e gelinene değin hemen bütün filozoflar,
düşüncenin kendiliğinden kendisine açık seçik olduğu bir ideal dil ile bu
teksesli ve özgün “düşünce dili”nin kendisine çevrilebileceği bir ikincil dil
arasında bir ayrıma gitmişlerdir.
Bu saptamadan harekede Derrida, bulunuş metafiziginin “söz-egemen” ya da “ses-egemen” temellerinin yapısökümüne yönelmektedir. Konuşmanın yazı üzerindeki sıradüzensel üstünlüğü kendisini Batı metafıziğinin üstüne kurulduğu sayısız sıradüzenli karşıtlıklarda göstermektedir. Derrida’nın bu karşıt ikiliklere ilişkin olarak yapmak istediği, kimi
Bu saptamadan harekede Derrida, bulunuş metafiziginin “söz-egemen” ya da “ses-egemen” temellerinin yapısökümüne yönelmektedir. Konuşmanın yazı üzerindeki sıradüzensel üstünlüğü kendisini Batı metafıziğinin üstüne kurulduğu sayısız sıradüzenli karşıtlıklarda göstermektedir. Derrida’nın bu karşıt ikiliklere ilişkin olarak yapmak istediği, kimi
yorumcularının belirttiği üzere, karşıtlıkta yer alan terimlerin yerlerini
değiştirerek aralarında kurulu bulunan öncelik/ sonralık ya da
üstünlük/alçaklık değerlemelerini tersyüz etmek değildir yalnızca. Burada
amaçlanan Batı düşüncesinin üstüne kurulduğu bu temel karşıtlıkların mantığının
yapısını bütünüyle sökerek bir daha kullanılamaz hale getirmektir. F.S.
Postmodern dil durumunu karakterize eden dilsel olgu, göstergenin yapısal
statüsünün yerinden edilmesidir, yani gösterilen ile gösteren ayrımının
çözülüme uğratılması ve sınırın kaldırılmasıdır. Gösterge kavramının
metafiziksel problematiği onun duyulur olan ve düşünülür olan arasındaki
karşıtlık tarafından belirlenmesi, bu karşıtlığa dayanmasıdır.
Metafizik gelenek daima göstergeyi bu iki mevcudiyet
(presence) uğrağı arasındaki bir geçiş (transition), bir köprü
olarak ele almıştır. Gösterge, yalnızca, nesne
biçimindeki mevcudiyet (duyulur olan) ile öz-mevcudiyet biçimindeki mevcudiyet (düşünülür olan)
arasında gelip geçici bir gönderim olarak işlevde bulunur.
Göstergenin bu kökensel belirleniminde, postmodern bakış açısından
problematik olan, gösterilenin kendiyle-özdeşliğinin, daima, gösterenini
kendisine indirgemiş olması veya gösterenini kendi dışına sürmüş olmasıdır.
Taylan Altuğ
DİFFERANCE
Derrida’ nın sıkça başvurduğu bır başka
yapısöküm stratejisi de geleneksel gösterge kavramını özellikle
sorunsallaştırmak amacıyla tasarlanmış différance gibi birtakım metinsel imler
üretmektir. Bu imler yalnızca birer yeni sözlük geliştirme arayışına karşılık
gelmezler, Çünkü bunlar ne sözlüktürler ne de gösterge (örneğin Fransızca’da
“ayrım” anlamına gelen différence sözcüğünden bozmadır); bunlar daha çok
anlaşılırlığa karşı kendi dirençlerine ya da korunaklarına dikkat çeken, an tam
anlamıyla belirlenemeyen yapısökümcü ifadelerdir.
Différance “Varlık” türünden her hangi bir şey üzerine enson sözün
söylenemezliğini açığa vuruyor olması, kimi yapısöküm yorumcularınca
“olumsuzlamacı tanrı bilim” biçiminde yorumlanması sonucunu doğurmuştur.
Derrida aralarında görünen yakınlığın kaçınılmaz olduğunu, ama bu ikisini, yani
yapısöküm ile olumsuzlamacı tanrıbilimi eşitlemenin bulunuş metafiziğinin
kendinden geçirici yaşantısını yeniden kesinlemek anlamına geleceğini
bildirmektedir. Bunun yerine Derrida, bütün deneyimlerin gelecekte neler
olacağını bilen bir peygamberlik konumuna indirgemeksizin “şimdi ile burada
bulunma”yı kesintiye uğratan, yapısı sökülemez mesihvari bir söz verme ile
yapılandırıldığını ileri sürmüştür. Belki de bu noktada, Herakleitos’un oluşu
kesinleyişi dc Derrida’nın söz verme yaşantısına değgin açıklaması aynı
düzlemde düşünülürse, Herakleitos’un “oluş” anlayışı Derrida’nın différance’ la
demek istediğine en yakın düşünsel konum olarak değerlendirilebilir.
F.S.Bu zihin durumuna yol açan ayırt edici önemdeki etmen, özdeşliğin ayrım üzerindeki önceliğini, ayrıcalığını kaybetmesidir (birinci belirleme). Ayrım ’ın (difference) özdeşliği tesis eden bir konum kazanmasıdır. Şüphesiz bu özdeşlik, artık asla o özdeşlik olamayacaktır (şu ünlü kimlik bunalımı). Ayrım, postmodern olan her şeyi baştan sona kateden biricik terimdir.
İkili Karşıtlıklar:
ikili karşıtlık kavramı üstüne büyük tartışmaların yaşandığı post yapısalcılık ile yapısökümcülük çerçevelerinde, “buradalık” ve “şimdilik” tasarımlarına dayalı bir “bulunuş metafiziği” üstüne kurulu olması nedeniyle, her türden kavramsal karşıtlıklar büyük eleştirilere maruz kalmakta, çoğunlukla da dolaysız aşkın bir kendilik uzamına duyulan yersiz bir özlemin doğal bir uzantısı olarak görülmektedirler. Tam bu noktada Derrida, Insan Bilimlerinin Söyleminde Yapı, Gösterge, Oyun (1966) başlıklı yapıtında, Lévi-Strauss’un söylen yorumunda önü alınmaz bir istekle öz arayışında olmasını eleştirerek, ikili karşıtlıkların her durumda değişmez, sağlam, şaşmaz bir kesinlikte olduğu düşünülen belli bir anlamlandırma düzeninin bulunduğu varsayımı üstüne kurulduklarını belirtmektedir. Açıkça görüleceği üzere, yapısalcılıkta dilin ikili karşıtlıklar mantığının dengeli ve dizgeli bir yapı sergilediği düşünülürken, genelde post-yapısalcı, daha özeldeyse yapısökümcü yaklaşıma göre ikili karşıtlıklar dengesiz ve oynak olmaları bir yana, Arşimet noktası işlevi görecek belli bir aşkın merkezden ya da dolaysız varlık alanından da yoksundurlar. Nitekim bu bağlamda Derrida, dilin içine işlemiş bu oynaklığı kavramsal karşıtlıklardaki oyun öğesiyle tanıtlama yoluna girmektedir.
Derrida’ya göre, genelde dil, daha özeldeyse metinler dünya üzerine yapılan düşünmeyle oluşmazlar. Konuşulan dil, yazılan metin her koşulda dünyayı anlayışımızı, olayları yorumlayışımızı, şeylere bakışımızı yapılandırmaktadır. Bu bağlamda Heidegger’ın izinden yürüyen Derrida, insanın dili konuşmadığını dilin insanı konuştuğunu, dolayısıyla da bizim dili biçimlendirmediğimizi tam tersine konuştuğumuz dilin bizi biçimlendirdiğini düşünmektedir.
Buna göre, Batı felsefesi tarihinin “iyi/kötü”, “madde/zihin”, “konuşma/yazı” gibi kilit konumdaki karşıtlıklar üstüne yapılandığını ileri süren Derrida, söz konusu karşıtlıkların oldum olası sıradüzenli bir yolla tanımlandıklarını, karşıtlıkta yer alan ikinci terimlerin ya da kavramların birincinin bozulmuş hali olarak tasarlandıklarını, buna bağlı olarak da hiçbir zaman için bu kavram ikiliklerinin “eşit karşıtlar” olarak alımlanmadıklarını vurgulamaktadır. Varolan bütün metinlerin, doğrulukları baştan sorgulanmaksızın genelgeçer biçimde kabul edilmiş bu tür karşıtlıklarla ağzına dek dolu olduğunu, bu yüzden eldeki bütün metinlerin, dillerinde örtük biçimde yer alan kavramsal sıradüzenlere yönelik bir farkındalıkla yeni baştan yorumlanabileceklerinin altını çizmektedir. Böyle bir durum karşısında yorumlama sürecine en son noktanın konmasını olanaklı kılacak, şaşmaz kesinlikte doğru diye bir dayanak olmadığı gibi, bu dayanağa yaslanan doğru yorum diye birşeyin varlığından da söz etmek olanaksızdır.
Nitekim bütün metinler de doğaları gereği bir “ayrım” sergilemektedirler; alabildiğine değişik yorumlara, olanca çokluklarıyla farklı anlamalara açıktırlar Anlam metne yerleşmiş ya da yerleştirilmiş bir şey değil, bütünüyle metinden saçılıp yayılan bir şeydir. Adına “metinsellik” denen olanaklı anlamlar örgüsü dışında, metnin metinselliğinin dışında nesnellik diye ayak basılabilecek ayrıca bir anlam alanı yoktur. Derrida’nın bu görüşlerinin en önemli sonuçlarından birisi, “metinsel çözümleme” diye adlandırılan kesin anlamlara ya da doğru anlamalara varma uğraşısının, ulaşması olanaksız bir ülküselleştirme olmaktan öte bir değerinin bulunmayışını tanıtlamasıdır. Öyle ki birbiriyle çelişen, yarışan, çatışan yorumların olmasından daha doğal bir şey yoktur; dolayısıyla da çeşitli biçimlerde karşı karşıya ya da yan yana gelen yorumların geçerliliklerinin saptanıp değerlendirilebileceği yorumdışı, her anlamda yorumlamadan bağımsız metin olanaklarının varlığından da söz edilemez.
Yapısökümcülüğün gözünde ikili karşıtlıklarla düşünme, kategorilerin kesin çizgilerle birbirlerinden ayrıldığı, bulanıklığa ya da belirsizliğe hiçbir yaşam hakkının tanınmadığı, her şeyin siyah ya da beyaz olduğu ve gri diye üçüncü bir ara rengin renk olarak görülmediği bir düşünmedir. O nedenle yapısökümcü adımlar, her türden karşıt ikiliklerin temellerini güçsüzleştirip altlarını oymak gibi son derece güç bir amacı gerçekleştirebilmek için kılı kırk yaran bir özenle atılmaktadırlar. Bu bağlamda yapısökümcü okuma Batı felsefesinin üstünü örten karşıt ikilikler çatısını çökertmek için önce ele aldığı metnin ikili karşıtlıklar düzenini ortaya sermekte, sonra metnin kendisine karşı işleyen açmazları ile çelişkilerini göstermekte, derken karşıt ikiliklerin gerisinde yatan varsayımları tersyüz ederek başta ikili karşıtlıklar yapısı olmak üzere metnin bütün bir yapısını sökmektedir.
Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları
Derrida
konusuna , yine Tülin Akşin’in bir metni ile devam edeceğim. Bu metnin içinde
geçen bazı kavramları, başka kaynaklardan alıntılar ile anlaşılır kılmaya
çalışarak ilerleyeceğim.
Avrupa
Kültürünün Krizi ve Jaques Derrida
Tülin Akşin
Toplumbilim Jacques Derrida Özel Sayısı
Ağustos 1999
“Kültürel kimlik veya “Avrupa kimliği” gibi
konular çok eskidir. Bu metin, 1994’te İstanbul’da yapılan “Fenomenolojik Sorun olarak Avrupa’nın
Dönüşümü’ adlı uluslararası bir kollokyumda sunmuş olduğum Fransızca
bildirinin Türkçe çevirisidir. Bazı değişiklikler ve ilaveler yapılmıştır.
Bir kültürde “kriz denen olgu, her zaman bir
“kimlik” veya “kimliklenme” sorunu olarak görülebilir. Çünkü, bütün kişisel kimlik ve kimliklenme
sorunlarında görüldüğü gibi ‘kültürel kriz”
dönemlerinde de genel olarak, yaşam ilişkilerinde yetersizlikler, uyumsuzluklar
yaygın bir şekilde ortaya çıkar. Bu nedenlerden ötürü de endişe, korku,
bunalım duyguları ve çoğu zaman bunlarla birlikte, bir başka dünyaya özlem ve
umut da güçlenir, yaygınlaşır. Örneğin, günümüz dünyasında olduğu gibi.
Bu bildiride “Avrupa kültürü nün krizi
sorununa, genellikle Derrida’yı L’Autre Cap (Diğer Başlık) adlı yapıtında
izleyerek, bu soruna bir kimlik ve kimliklenme sorunu olarak yaklaşmaya
çalışacağım. Bu metinde onun izinden giderek, Derrida’nın bize betimlediği ve
bugünün sorunsal yaşam sahnesini yorumlayabileceğimiz, sorularını
yanıtlayabileceğimiz, yani onun bizde bir önsezi, önyargı gibi bulunan
yönelimine göre karar alabileceğimiz veya karar almakta olduğumuz iki farklı
bakışı, iki farklı mantığı veya “iki yorum yorumu”nu göstermeye çalışacağım. Ve
sonra da, bu durumun düşündürdüklerine kısaca değineceğim.
Ama bu konular her zaman içlerinde “taze bir
damar taşırlar” der Derrida; ve işte bu nedenden ötürü, Avrupa kültürünün
kendisi kadar eski olan bu sorunun bugün yepyeni bir şekilde ortaya çıktığını
söylemektedir: “her zamanki gibi yeni değil, ama yeni olarak yeni” (L’Autre
Cap, Minuit, 1991, s.22) Yani, Derrida’ya göre, bu eski sorunun, bugün yeniden
ortaya çıkışı. geçmişteki örneklerinden radikal bir şekilde farklıdır. Çünkü, belli bir Avrupa kültürü bugün globalleşerek
ve bütün dünyada egemen olarak, ilk defa (bölgeden bölgeye ölçüsü değişse de)
insanların tümünü ve hepimizin yurdu olan gezegenimizi derinden ve olumsuz bir
şekilde etkilemektedir. Bu eski sorun, bugün ilk defa, sadece Avrupa’ya ait
veya sadece Avrupalıyı göreve çağıran bir sorun değildir. Bütün dünya
insanlarını, yeniden bir başka türlü düşünmeye ve sorumluluk almaya çağıran,
kendini bize zorlayan genel bir yeniden-kimliklenme,
yeni
bir varoluş sorusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Derrida’ya. göre, bugün genel olarak dünyamızı saran tüm sorunlar:
Øzengin ve fakir
arasında gittikçe büyüyen uçurum,
Øsonu gelmeyen etnik
çatışmalar,
Ødinci veya milliyetçi
köktencilik
Øve dolayısıyla
dünyamızda hergün daha da çoğalan çeşitli biçimlerde şiddet, dökülen kan,
açlık, yalan ve korku,
Avrupa kökenli bu Batı kültürünün ve onun bugün
dünyaya egemen olan bakış tarzının et-kilerinin ürettikleridir.
Eski Yunan’da doğuşundan beri binlerce yıldır
insanlık tarihine büyük iyilikler ve başarılar sağlamış bu baş kültüre ait
koskoca bir dönem (Epoque) bugün artık, kendi kapanışının (clôtüre)
belirtilerini sergilemektedir.
İşte yaygınlaşan şiddet, korku, yarından endişe
ve her alanda görülen bir genel yetersizlik, Derrida’ya göre böyle bir durumun
belirtilerindendir.
Dolayısıyla Derrida, bugünün sorunsal dünyasına
artık, kullanmakta olduğumuz dilin -ki
bu her zaman batı metafiziğinin dili olmuştur- kavram sınırları içinde bir
anlam verebilmenin olanaksız olduğunu düşünmektedir.
Bir dil zaten hiçbir zaman masum ve tarafsız
değildir, o her zaman bir mantığın, bir dünyaya bakışın dili olmuştur. İşte bu
düşünceler doğrultusunda Derrida, bugün dünyada yaşanan tüm sorunlar en
derinliklerinde herşeyden önce “sadece bir ulusal dilin üstünlüğü ile değil bir dil
(langue) veya dil-yetisi (langage) kavramının üstünlüğü ile ilgili”
olduğunu düşünmektedir (s.48).
Derrida’nın böyle bir dil sorununu nasıl varlık
(L’être) sorusuna, yani, metafizik
düşünceye bağladığını ve onu oradan bügünkü bilimlerin üretimleri bağlamında da
düşünerek, bu sorunu yeni bir”yazı” kavramına gereksinim olarak gördüğünü ve bu
yeni soruya ürettiği yanıtını, böylece gramme veya différance sözcükleri
altında betimlediğini biliyoruz (Bkz. De la grammatologie, Minuit, 1967, s.1541).
---------------------------------------------
Derrida, bugün kültür hareketlerini kontrol
etme mücadelelerinde, bir Avrupa başkenti etrafında Avrupa kimliğini uluslarüstü
bir anlamda düzenleme stratejilerine girişen bir ulusun veya bir dilin özü (le
propre) bugün’den sorumlu olmak olmalıdır; ama Avrupalı olmak her zaman için
“Avrupalıyı-aşmak”, “Avrupalı-ötesi” olmak olmuştur, der. Böyle bir tavır “evren
için sorumlu olacaktır ve de insan haklarından ve de uluslararası hukuktan, ki
bu tavır her mantık açısından, bu hakların ilkeleri ile onların somut uygulamaları
-yani, temsil edilme biçimlerinin sınırları veya onların saptırılmaları veya
uygulamalarındaki tekeller ve kurulu hegemonyalar yararına oluşan
eşitsizlikleri arasındaki ayrılığı reddetmeyi öncelikle tasarlar. Her zaman bu
iş acildir ve sonsuzdur” (52, 53).
Kültürel kimlik adına olsun veya olmasın,
yapılan korkunç şiddet hareketlerini, yabancı-düşmanlığı, ırkçılık, yahudi-düşmanlığı,
dinci ve ulusçu bağnazlık suçlarını henüz iyi düşünmemiş olsak da, birçok
örneklerini bilmekteyiz (13).
“Burada
eşitsiz-durumlardan başka bir şey yok, fakat bu yetersizliği belirtmenin, yorumlamanın,
yönetmenin birçok yolları vardır: bu her zaman olduğu gibi günümüzün bütün
politikasıdır” diye yazar Derrida. Çünkü kimlik, ancak bir yetersizliğin
içinde, onun sorumluluğunda yapılanmaktadır. Yani, burada bütün muammayı
taşımakta olan yanıtın belli bir deneyiminde oluşmaktadır. Fakat “yanıt vermek”
nedir? Birşey’e yanıt vermek? Birşey’den yanıt vermek? Birşey için yanıt
vermek? Birşey önünde yanıt vermek? diye sorar Derrida.
İşte görüyoruz ki, bu soru dizisi hep dil ile
ilgili:yalnızca bir ulusal dilin veya kültürün üstünlüğü ile ilgili değil, ama
bir dil kavramı’nın “işe koyduğumuz bir dil idea’sının” üstünlüğü ile
ilgilidir. Yani, bizi eylemlerimizde
derinden sessizce yönlendiren bir dil kavramı ile ilgilidir, ki bu durum kavramın kavramının veya yorumun
yorumunun dil kullanımlarındaki sessiz ve görülmez yerine işaret
etmekte, böylelikle de gerçeklik (vérité)
veya aşkınlık düşüncesine açılmakta ve
sonuçta genel olarak varlığın anlamı sorusuna, metafiziğe, yani batı felsefesi
ve onun tarihine dosdoğru bağlanmaktadır.
Böylece, Avrupa kültürünün sorunsalı üzerine
Derrida, bizim belki de ne siyaset, ne siyaset-dışı olarak adlandırabileceğimiz
bir alanda veya topolojide ilerlemekte olduğumuz düşüncesini ileri sürer ve bu
sorunsalı, eski sözcükleri yeni kavramlar için ihtiyatlı bir şekilde kullanmak
şartıyla, “yarı-siyasal” (quasi-politique) olarak adlandırır (42).
Derrida, günümüzdeki yetersizliği
(inadequation) belirlemenin, yorumlamanın, idare etmenin bir çok yolu olmasına
rağmen, esas olarak bunlarda baş etken olan “iki yorum yorumu”, iki dil kavramı, yani yapının,
göstergenin ve oyun’un
iki birbirine indirgenemez ve bağdaştırılamaz kavramı olduğunu bize açıklamaktadır.
Birincisi, metafiziğe
ait olan geleneksel dil kavramıdır. Derrida bunu “bulunuş felsefesi”ne
(philosophie de la pésence) ait olarak tanımlar ve sınırlarını
Øakıl merkezli (logocentrique)
Øses-merkezli (phonocentrique)
Øetnik merkezli (ethnocentrique)
olarak belirler.
....................................
Metafıziğe ait metinlerin
“deconstruction”larında Derrida bize, aralarındaki bütün farklara rağmen bu dil
kavramının (veya gösterge kavramının) eski Yunanda başlangıcından günümüze dek
bütün bir tarihsel dönem boyunca hakimiyetinin sürmüş ve sürmekte olduğunu açık
olarak gösterir.
İşte bu “logos”
geleneğinde (döneminde), “bilinçlenme, farkına-varma, tekrar kendine
gelerek kendi kendisinin düşüncesi içinden anlamın yeniden (selbst besinnung)
bulunması, bu baş söylemle Avrupa kültürel kimliğinin bu yeniden yakalanması,
bu uyanış anı, modernite geleneğinde her zaman, kendini “kriz” olarak adlandırılan şey durumunda ve anında
olarak anlamıştır.
Bu, karar anıdır, krinein anıdır, kararın dramatik
anı, henüz olanaksız ve askıda, içkin ve tedirgin edici, Avrupa’nın sınırları,
boyutları, “eidos”u, amaçları ve sınır çizgilerinin sonluluğunun çizildiği bu
anda, [ yani bu sınırlar içindeki deyim’de saklı tutulan sonsuzluğun ve evrenselliğin
sermayesi yani, kavramlar] kendini zarar görmüş ve tehlikede bulduğu bu zamanlarda
herkes bu duruma ruh’un (l’ésprit) krizi
anlamında Avrupa’nın krizi demiştir” (34, 35).
Demek ki, Avrupa kültürünün belleğinde ‘kriz’
olarak adlandırılan çeşitli anlar vardır ve bu tarihsel anlara uygun düşen
söylemler vardır. Fakat, Derrida şöyle demektedir: “Hegel’den
Valéry ’e, Husserl’den
Heidegger’e kadar, bütün bu büyük örnekleri
birbirinden ayıran bütün farklara rağmen... bu geleneksel söylem şimdiden,
modern batının bir söylemidir... Ondan aktüel bir şey yoktur, ama eskimeye
başlamıştır bile (32). Eskimiştir, çünkü
onu yerinden eden bir başka tür söylem sesini yükseltmeye, onu yerinden etmeye
başlamıştır.
Şimdi, bugünkü rahatsızlığın hangi nedenlerden
ileri geldiğini kendimize soracak olursak, bu geleneksel söyleme göre, bu
kritik an birçok biçimler alabilir, ama farklılıklarına rağmen temelde analog
bir mantığı belirlerler:
ÄBu söylemin bir Hegelci biçimi olmuştur. Onda Avrupalı
söylem, ‘tarihin sonu” sözlerinde Mutlak Bilgide ruhun kendisine geri dönmesi
düşüncesiyle tınılanmıştır. Örneğin, Beyaz Saray’ın bir danışmanı [Fukuyama]
medyada büyük bir gürültü yaratan (Körfez Krizinden önce) “tarihin sonunun geldiği”
açıklamasını yapmıştır, “çünkü pazar ekonomisinin, parlamenter ve liberal
kapitalist demokrasilerde özünde Avrupalı olan modeli, artık evrensel modeli
olarak tanınmıştır” (36).
Ä “Avrupa bilimlerinin
krizi” veya “Avrupa insanlığının krizi” olarak dile getirilen Husserl’ci biçimi vardır: “Descartes
ile ve Descartes’den beri tarih analizini ve bu krizin tarihinin kendisini
yöneten ereklilik, aşkınlık motifinin yeniden bulunması bir aşkın (trancendantal)
toplum düşüncesine olan inanç ile yürütülmüştür; yani bir “biz” öznelliği ki,
Avrupa onun aynı zamanda, hem adı hem de örneksel cismi olmalıydı. Felsefenin
başlangıcından beri, “baş”ı; hep bu aşkın ereklilik göstermiş oluyordu” (37).
Ä “Ruh’un (t’ésprit)
güçsüzlüğüne, güçsüzleşmesine dayanan Heidegger’ci
söylem biçimi vardır. Onu şiddetle gücünden mahrum eden şey Batı
Avrupalının görevden alınmasından (Entmachtung) başka bir şey değildir.”
Dolayısıyla, Heidegger için şöyle der Derrida, “aşkın alt-nesnelciliğe veya
Descartes’cı-Husserl’ci geleneğe ve onun belirtilerine karşı çıkmasına rağmen,
Heidegger, esas tehlikeyi ruh’un (l’ésprit) tehlikede olması olarak düşünmemize
olanak sağlayan az çağrışımlarda bulundurmuyor bizi. Ve bu “ruh” öyle bir şeydir
ki, mengene baskısının merkezinde, Avrupa’nın ortasında Amerika ve Rusya
arasında, Batı Avrupalıya aittir” (37).
ÄVe, 1939’da Valéry,
“ruh’un krizini Avrupa krizi, Avrupalı kimliğinin krizi ve daha açıkçası,
Avrupa kültürünün krizi olarak tanımlamıştır. L‘Autre Cap ‘ta Derrida, Avrupa
kültürünün kimliği temasını, Valéry’nin “La Liberid
de L’esprit” adlı yapıtı çerçevesin de tartışmaktadır. Birçok nedenden
ötürü Valéry’nin yanındadır Derrida; fakat en son analizde tam karşıt olurlar.
Çünkü, en temel noktada, yani
evrensellik düşüncesinde, aşkınlık düşüncesinde veya bir evrensel üretiminin
nasıl olanaklı olabileceği düşüncesinde tam karşıt olurlar; dolayısıyla
kriz zamanlarında dünyayı saran ve onu tehdit eden şeyin yorumunda tam olarak
ayrı düşerler. Böylece, en son analizde Valéry, “bulunuş felsefesi”ne ait olan
“baş mantığın” içine düşer, çünkü, “Valéry’nin özgün ruhçuluğu (spritualisme)
da kendini tastamam bir akılmerkezcilik (logo centrisme) olarak sunar”
(Ibid, Not:8, s.96).
.........................................
Şimdi Derrida’nın bu “baş mantığı” nasıl betimlediğine
bakalım: Akılmerkezcilik ile sınırlanan bu geleneksel baş mantığa göre, bütün
anlatımlar “logos”dan
kaynaklanır. Özellikle de gerçekliğin (vérité) anlatımı. Ve, bu
“logos”da, sesin (phoné) özü, düşüncede logos olarak bulunan “anlam”a (sens)
hemen en yakın olan, onu ortaya çıkaran, onu karşılayan, onu söyleyen, ona en
benzeyen şeydir. İşte, böyle bir ses (phoné) anlayışı çerçevesinde,
anlatım’daki “ideal” veya gösterilen (anlam) duyusal deneyselliğin sınırlarını,
veya genel olarak tekliklerin sınırlarını aşarak sonsuza açılıp evrensele yer
vermek için kendini sınırsızlaştırmak isteyen şeydir.
Ve bundan ötürü, evrensel;
ideal veya
gösterilen (signifié)dir,
anlam’dır (sens)
ve de gösterge’nin
(signe) kavranılır olan (intelligible) yüzüne denk düşmektedir.
Fakat,
duyulur ve kavranılır, gösteren ve gösterilen veya dışsallık ve içsellik gibi
karşıtlıklar arasında varsayılan kesin
ayrım, bir “aşkın-gösterilen” kavramının kendisinin düşüncede “yalın
bulunuşunda” içinde, dil ile ilişkisinden bağımsız bulunuşta, yani, tüm
gösterenler sisteminden bağımsız olan bir bulunuş olarak varsayılmasına kaçınılmaz
olarak gönderme yapmaktadır.
èIşte, “Logos”tan veya “ruh’un tam kendisinden başka bir
şey olmayan “bu kaynak”, yani “ilke-olabilirliğinin-ilkesi Avrupalı insana
kendi özünü (essence) göstermekte veya atamaktadır” (68).
“Şimdi,
bu ideal evrensellik, anlam sermayesinin üretimi olarak evrensel’in idealitésinin
kendisi, kendini tehdit altında bulduğu zaman, Avrupa kültürü tehlike
içindedir”
(65). “Avrupa kimliğini tehdit eden şey esas itibariyle Avrupa’yı tehdit etmez,
ama Ruh’ta (L ‘Esprit) sorumlusu olduğu, koruyucusu olduğu evrensellikte Avrupa
kimliğini tehdit eder”. Bu durumda, Valéry örneğine göre ‘kültür sermayesini
ideal kültürü olarak krize sokan... okumasını [anlamasını] bilen insanların
ortadan kaybolmasıdır: tekrarlamaya ve hatırlamaya muktedir bu insanlarda
kaybolan erdem”,
Bu erdem kaybolmuştur, çünkü
çoğalan maddesellik,
duyusal deneysellik,
sınırları aşarak kavranırlığın (intelligiblité)
görüntüsünü bulanıklaştırmakta, onu unutkanlık içine sürüklemektedir.
Bu
tehlike karşısında, bu sorumlu Avrupalı belleğini yeniden hatırlamalı ve bu
bellek’ten bir “ilk-defada “anlamış (duymuş) görmüş, okumuş, bilmiş oldukları
şey’e yanıt verilmelidir”. “Sağlam değerler’den yapılaşmış bu sorumlu bellek
içinden.., aynı zamanda bir mutlak artı-değer üretilir; yani, evrensel
sermayesi bu geri-dönüşte kendisini arttırır”.
Çünkü bu, yeniden-okumak,
yeniden-duymak-anlamak (réentendre) veya yeniden-görmek istenilen şey, bu
geri-dönüşte orada bulunan “sağlam-değerlerde” kendisini yapılayacak ve bir
“evrensel sermaye” üretimi olarak “sermayeye (evrenselliğe) eklenecektir (69).
Derrida, yukarıdaki Valéry’ci söyleme
katılmaktadır, fakat ona -daha sonra değineceğimiz- tamamen başka bir mantık
açısından bakarak (70).
Demek ki en son analizde Valéy’nin de içine
düştüğü bu geleneksel mantığa, bu birincil “yorum yorumuna” veya dil
(gösterge) kavramına göre, tehdit edici yetersizlik durumları sorunsalına
yanıt vermek şöyle olmaktadır: tehdit
edici durumlardan, yani, kriz’den evrensel üretimi yoluyla çıkılabilir ve bu
da;
gösterilen/gösteren veya bilinir/duyulur karşıtlığında, tersine
dönmüş olan önceliği tekrar düzelterek olacaktır; yani, bakışı gösteren’den,
yani duyulur’dan, maddesel’den uzaklaşılıp, her zaman bulunuş (présence) ve olanaklı
olanın düzeni sayılmış olan gösterilen’in düzeni yönüne çevirerek, yani,
bakışımızı evrenselin çıkış kaynağına, yani deneysel (emprique), duyulur
(sensible) dizinden bağımsız olarak bulunan bir mutlak “aşkın-gösterilen”e
doğru çevirerek, ki bu da Tanrı yönüne doğru demeye gelir.
|
Avrupa üstüne bu örneksel ve örnekselci eski
söylem, “kendisinin ölümü olmasa da, bu “son”luluk duyarlılığından ötürü bir hatırlayarak-yeniden-kurma
(anammèse söylemidir” (32). Çünkü, bu modele göre kimlik (identité) kıstası
(axiom’u) veya gerçeklik (vérit”) kıstası her zaman için, “kendisinde-olan-bulunuş” (présence à soi) olarak
düşünülmüştür. Yani, bir kimlik kendi
kendisi ile aynı (identique) olandır.
èBöylece, Avrupa
kültürünün yeniden kimlik bulması, kendi kendisi ile aynı oluşunu adlandırarak
kendini sunmasıdır ve böylelikle de, mutlak bilgi içinde ilerlemektir, kendini
öne atarak bütün deneyimlerin sınırları dışında mutlak bir bulunuş’a, “Logos” veya
“Esprit”
ufkuna doğru bakarak başta giderek.
İkinci “yorum yorumu” ise, Derrida’nın différance
(ayıram) anlayışına, veya yeni bir dil kavramına aittir. Différrance
başka bir mantığa bağlıdır ve geleneksel anlamdaki bir Logos düşüncesinden
üretilmiş değildir artık. Daha doğrusu bu, Derrida’nın geleneksel batı
metafizik düşüncesine ait olan gösterge kavramının déconstruction ‘u olarak
ürettiği, dili ve dilyetisini kavrayan, ve dolayısıyla daha derin bir akıl
(logos)’ait olan, genişletilmiş anlamda
yeni bir yazı kavramı olarak karşımıza çıkmaktadır. Derrida’nın bütün
yapıtlarının, gösterge kavramıyla ilgili bu baş “déconstruction”a (yapı-çözülmesi’ne)
ait olduklarını söyleyebiliriz; çünkü, “bu de “logos”dan kaynaklanan tüm
anlatımların dé-construction ‘unun açılışını yapar” (De la grammatalogie,
Minuit, s.21).
Derrida, gösterge kavramının içinde bulunan ve
gerçeklik (vérité) koşulu olarak varsayılan -“farklılıkların sistematik oyununun
dışında ondan bağımsız olarak bulunan”- bir tam-bulunuş (présence) veya mutlak anlam
şeklinde bir “aşkın-gösterilen”in
bugün artık, iyice şüphe ile karşılanması gerektiğini düşünür.
Ve bu şüphesi günümüzün “sağlam değerler”inden
kaynaklanmaktadır; yani, bilimlerin üretimlerinden. Örneğin, bilgisayar kuramı
tek başına, bilim kavramının kendisini bile üretmiş olan gösterge kavramının
içindeki bu en temel varsayıma kadar, metafıziğin bütün kavramlarını
yerlerinden etmeye yeterlidir. Fakat, bu kuram, “yazı, iz, gramme veya graphème kavramlarını
korumak zorundadır”... “insan veya insandışı belirlenmeden önce bile, yazı
(gramme) -veya çizgi (graphème)- öğeyi adlandıracaktır, basit olmayan bir
öğeyi” (Ibid, s.19-20). Yani, bugün, ‘dil’ değil de ‘yazı’ kavramı bütün gösterge
sistemlerini kucaklayabilecek genişlikte bir kavram olarak görülmektedir.
Böylece Derrida, gösterge’nin
metafizik-teolojik köklerinden dolayı, bu kavramı, bütün bu logos devirinin
‘yapı-çözülmesi’ne (déconstruction) sağladığı olanaklılıktan ötürü, “örneksel”
olarak düşünmüştür. Ve yapıtlarının tümünde Derrida, bu gösterge kavramının zaman içinde o kadar kökten dönüşüme uğradığını
gösterir ki, artık bu ad altında anılamaz duruma gelmektedir. Bu yüzden onu
“différance” (ayıram) veya “gramme” (yazı) olarak adlandırır.
Derrida gösterge’den, bu terimden ve bu
anlayıştan tam olarak kendini koparmış saymamaktadır (Ibid, s.26); fakat bu
dönüşümü içinde bu kavram bir başka mantığın anlam üretimi veya hareketine,
veya genel olarak bambaşka bir evrensellik anlayışına açılmıştır.
Derrida, gösterge’nin içindeki sescilci
(phonologiste) eğilim yansızlaştırılınca, bu kavramın genişletilmiş
bir yazı kavramına kendini açtığını ve dil-yetisini (langage) de içinde
kavrayarak, bu genişletilmiş hareketi içinde bir başka “aşkın-gösterilen” düşüncesi
ürettiğini bize göstermektedir (Positions, 41).
Bu dönüşümde dil ve dil-yetisi, genel bir yazı
(yer ve zaman olma) hareketi içinde ve onunla etken-edilgen ilişkilerde belli
bir yazı türü olarak anlaşılmaktadır artık. Yani, bu durumda “aşkınlık”
, duyulur/düşünülür karşıtlığı ve
dolayısıyla dilimizdeki tüm karşıtlıklardan önce ve ondan bağımsız bulunan
bir tam-bulunuş
(présence) olarak
varsayılamaz.
Différance’a göre “aşkınlık”, kendinde kendisi ile birlikte bulunan bir tam-bulunmayış
(nonprésence) olarak görülür. Yani bu, différance ‘dan, yani karar anından
önce gelen ve sonra da ondan arta kalarak, farklılıkların sistematik oyunundan
geçtikten sonra tekrar kendine (dile) dönen oluşumlardır -sessiz, bilinç-dışı bir
“proto-yazı” gibi ‘ben’ de ve
metinde yazılı bulunan ve biriken , dönüşen bir yazı. Dilin başlangıcından,
ilk sözden de önce gelen, “orda-olanın bulunuşu” (La présence da présent) veya
orada “tam-bulunmayış”, yani güçler
arasındaki farklılıkların ilişkilerinin doğurduğu bu gizli yazı doğurgandır. Çünkü, karar anında kendi ve diğerini
belirleyerek dildeki tüm karşıtlıkları da zincirleme belirler.
İşte her zaman dil-yetisinden önce bir tür yazı
olarak bulunan ve hiçbir zaman dilde tüm olarak belirlenmesi olanaklı olmadığı
için onun sınırlarını şu veya bu şekilde hep aşan;
bu dilötesi yazı,
bu bütün şimdilerden,
tarih olan herşeyden taşan ve sürekli dönüşen bu gizli fazlalık (excés),
différance
düşüncesindeki bu tür bir ‘aşkınlık’ durumu, ‘saf iz” (pare trace) deyimi
ile belirtilmiştir.
Derrida’ nın sıkça
başvurduğu bır başka yapısöküm stratejisi de geleneksel gösterge kavramını
özellikle sorunsallaştırmak amacıyla tasarlanmış différance gibi birtakım
metinsel imler üretmektir. Bu imler yalnızca birer yeni sözcük geliştirme
arayışına karşılık gelmezler, Çünkü bunlar ne sözlüktürler ne de gösterge
(örneğin Fransızca’da “ayrım” anlamına gelen différence sözcüğünden
bozmadır); bunlar daha çok anlaşılırlığa karşı kendi dirençlerine ya da
korunaklarına dikkat çeken, tam
anlamıyla belirlenemeyen yapısökümcü ifadelerdir.
Différance “Varlık”
türünden her hangi bir şey üzerine enson sözün söylenemezliğini açığa vuruyor
olması, kimi yapısöküm yorumcularınca “olumsuzlamacı tanrı bilim”
biçiminde yorumlanması sonucunu doğurmuştur. Derrida aralarında görünen
yakınlığın kaçınılmaz olduğunu, ama bu ikisini, yani yapısöküm ile
olumsuzlamacı tanrıbilimi eşitlemenin bulunuş metafiziğinin kendinden
geçirici yaşantısını yeniden kesinlemek anlamına geleceğini bildirmektedir.
Bunun yerine Derrida, bütün deneyimlerin gelecekte neler olacağını bilen bir
peygamberlik konumuna indirgemeksizin “şimdi ile burada bulunma”yı kesintiye
uğratan, yapısı sökülemez mesihvari bir söz verme ile yapılandırıldığını
ileri sürmüştür. Belki de bu noktada, Herakleitos’un oluşu kesinleyişi de
Derrida’nın söz verme yaşantısına değgin açıklaması aynı düzlemde
düşünülürse, Herakleitos’un “oluş” anlayışı Derrida’nın différance’ la demek
istediğine en yakın düşünsel konum olarak değerlendirilebilir. Felsefe Sözlüğü
|
Derrida, bu kendini hep yazarak, başkalaşarak
ve silerek aşan çifte yapılaşma hareketine (dil ve dil-dışı), yani différance’a
değişik bağlamlarda farklı adlar takar. Örneğin: iz, yazı, réserve (yedekte saklı
tutulan), pharmakon
(hem ilaç, hem zehir anlamında) gibi.
................................................
Yukarıda, birbirine indirgenemez iki mantık
veya “yorum yorumu” açıklamaya çalıştık. Şimdi, tekrar kültürel kimlik veya
kimliklenme sorunsalına dönersek kökten farklı iki kimliklenme axiom’u ile
karşılaştığımızı görüyoruz.
èFarklılıkların
sistematik hareketinin dışında ve ondan bağımsız bulunan bir “aşkın
gösterilen” varsayımına gönderme yapan geleneksel (metafizik) mantığa göre, kimliklenme axiom’u, ‘kendi
kendisiyle aynı (identique) olmak’ olarak belirleniyor.
èOysa, böyle bir
varsayımdan vazgeçecek olursak ve différance
mantığına göre, farklılıkların sistematik ilişkilerinin hareketinden başka
ve ondan bağımsız bir tam-bulunuşu tanımazsak, bu axiom sorunsalımızın bütün
sonuçlarını etkiyecek biçimde kökten değişime uğruyor.
Derrida onu şöyle tanımlıyor:
Bir
kültürün esası (le propre) kendi kendisiyle aynı (identique) olmamaktır.
Kimlik sahibi olmamak anlamında değil ama, kendisine (a soi) olan
kimlik-dışılık (non-identité) veya eğer isterseniz, kendisi ile (avecsoi)
olan farklılık içinde olmadan kendini kimlikleyemez, “ben” veya “biz”
diyemez, özne (sujet) formunu alamaz, anlamında.
Kendisi ile bu farklılığın bulunmadığı bir
kültür veya kültürel kimlik yoktur... “kendisi ile” (avec sol) “kendi evinde”
(chez-soi) de demektir. Bu durumda kendisine (a soi) olan farklılık,
kendi-kendinden farklı olan ve ayrılan şey kendi si(nden) ile farklılık
(différance d’avec) da olacaktır, aynı zamanda içsel ve kendi-evine
indirgenemez farklılık. Bu da kendi yurdunun evini (le foyer de “chez-soi),
indirgenemez olarak hem derleyip toplayacaktır.
Bu tersine veya karşılıklı olarak, bütün
kimlik veya bütün kimliklenmeler için söylenebilir:
kültür olmadan, kendisine olan ilişki,
kendisine olan (a soi) aynılaşma (identification) yoktur, fakat kendinin
kültürü diğeri’nden kültür gibi, çifte tamlayanlı kültür ve kendisine
farklılık. Çifte tamlayan durumunun grameri, aynı zamanda, bir kültürün
hiçbir zaman tek bir başlangıcının olmadığını da işaret eder. Teksoyluluk, kültür tarihinde her zaman
bir aldatmaca (mystificaiton) olacaktır
(s.16, 17).
|
Bu “çifte tamlayan” durumunun grameri yönünde
düşünülecek olursa da, “kriz” sözcüğü, ruh’un (İ’esprit) krizi anlamında, artık
uygun düşmemektedir. Öyleyse, bir “aşkın-gösterilen”in yokluğunda Derrida’nın
yukarıdaki”kişilik” kıstası (ariom) doğrultusunda Avrupa’nın bugünkü” kriz”
durumunu düşünecek olursak, bu “yetersizlik”, bu “tehlike” (sözde “kriz”), kendi ve kendinin diğeri ile ilişkilerde
ortaya çıkmakta ve büyümekte olan bir baş çelişki olarak yorumlanmalıdır.
Bu durumda, burada bir almaşmalık (altüst) vardır.
Dolayısıyla burada iki yazının bir başlık
altında toplanamadan birbirinden sürekli koparak uzaklaşması varsa, burada
“çifte buyruk” vardır: “bir taraftan, Avrupa kültürel kimliği, bir bölgeler
zerreciklerine, iç içe çerçevelenmiş bir idiom lar çokluğuna, veya kıskanç ve
dönüştürülemez küçük ulusçuklara dağılamaz, ne de dağılmalıdır. Avrupa kültürü
büyük dolaşım yerlerinden, daha geniş çeviri ve iletişim yol-geçitlerinden
böylelikle de, aracı durumlardan ne vazgeçebilir, ne de vazgeçmelidir. Fakat diğer taraftan, merkeziyetçi bir
otoritenin başkentliğini ne kabul edebilir, ne de kabul etmelidir” (41)
“Öyleyse, ne tekel, ne dağılım. Anlaşıldığı
gibi burada bir ‘mantıksal çıkmaz’ (aporle) vardır ve biz bunu başkalaştırmamalıyız’,
ve Derrida şöyle devam eder, “eğer
ahlak, politika, sorumluluk diye bir şey varsa, bu mantıksal çıkmazın deneyimi
“yani, “olanaksızın deneyimi” olmadan hiçbir zaman başlayamaz”. Çünkü,
“geçit verildiği zaman, bir bilgi önceden sesini yükselttiği zaman, karar zaten
alınmıştır bile, bir başka deyişle, alınacak karar artık yoktur” (43). Ve ondan
itibaren olan şey ise, bir programın uygulanarak açığa dökülmesidir
(articulation).
İşte, Derrida’ya göre, tehdit altında bulunan
Avrupa kültürünün bugün önündeki sorumluluk, bu iki çelişik buyruğun hiçbirini
reddetmemek olmalıdır:Avrupa’nın
kültürel mirasına sadık kalınmalı ve onu korumalıdır, ve onun diğer kıyısından
yeniden yeni-olarak gelene de sadık kalınmalı ve kendini ileri atarak, kendini
serüvene atarak onu da korumalıdır. Fakat, burada sorun şudur: kendini
çelişik ve zorunlu olarak çift, çifte bağlamlı olarak bildiren bir sorumluluğu
nasıl üstlenmelidir? Sorumluluk kendine ve diğerine ait olmalıdır ki,
böylelikle, aralarındaki uzaklık örülebilsin ve diğeri ile kendisini, kendi
evinde biraraya getirebilsin, yani, kendi, kendinin farkı üstüne katlanabilsin,
yani kimliklenebilsin.
Demek ki, bu ikinci yorum yorumu (différance)
da, bu baş
paradoks veya evrensellik sorunu ile ilgilidir. Çünkü,
yeniden-kimliklenme veya ‘bir kimliğin kendini doğrulaması her zaman
evrensel’in çağrısına veya atanmasına yanıt vermeyi talep eder.” Fakat, “onda
bütün çatışkılar (antinomies) birbirleriyle kesişirler, öyle ki, bizim bunların
düzenlemesinde kullanabileceğimiz kurallar veya genel çözümler yok gibi
görünmektedir. Öyleyse kullanmamalıyız. Ve kesinlikle “bunu yapmamalıyız” diye
vurgular Derrida. “Çatışkılara (yani çelişik çifte yasaya, yasa ve diğeri karşıtlığına
değil) bir çözüm olarak bir kuralın genelliğine önceden sahip olmak, onu her kararın
biricikliğin de çatışkıları düzenlemek için önceden gelen bir verilmişbilim,
bir bilgi ve bir güç olarak kullanmak... sorumluluğun sorumsuzluk olarak, en
emin ve güvenilir betimlenmesi olacaktır, hukuksal hesap ile ahlakın birbirine
karıştırılması, politikanın tekno-bilim aracılığında düzenlenmesi olacaktır”
(70, 71).
Derrida’ya göre, “çatışkılara sabırla
dayanabilmenin içinden geçmeyen bir yenilik icadı tehlikeli bir aldatmaca
(mystification) olacaktır, ahlaksızlık vicdan rahatlığı olmadan ve bazen de
vicdan rahatlığı ahlaksızlık olarak”(70,71).
----------------------------
Bir başka yerde Derrida böyle bir “sorumsuzluk”
davranışını, dünyada bütün zorbalıkların kılıfını olanaklı kılan “şiddetin
ta-kendisi” olarak belirtmektedir (L’écriture et la
différence, “Cogito et Histoire de la Folie”, Seuil, 1967, s.88)..
Demek ki, bir”mantıksal çıkmaz” (aporie) veya
bir büyük “edimsel çelişki” (contradiction performative) (s.78) veya “çifte
buyruk” şeklinde kendisini belli eden “evrenselin çağrısı önünde ”sorumluluk,
bu “olanaksız’ın deneyimi”ne ait olmalıdır ve “aporie”, “aby me”de (uçurum)
kendisini düşünmeye ve biriktirmeye bırakılmalıdır (47), ta ki karar pişip dile
gelinceye kadar.
Burada ‘en abyme’i, dildeki kendini açıklayan yapılanmış, yani “olanaklı” olan mantık
oyununun sınırlarından kaçan (yani, olanaklıya indirgenemez olan), ama onun içinde, gizli bir “iz” olarak bulunan (oynayan) ve “olanaksız”ın sonsuz düşünce
(reflexion infinie) girdabından gelmekte
olan sistematik anlam parçacıkları oyunu olarak düşünebiliriz.
Derrida, “olanaksızın deneyimi’ olarak adlandırdığı
dilin (veya kültürün ) bu deneyimini, onun kendi kendisiyle ilişkide bulunma
yollarından biri olduğunu anlamak gerek demektedir. Çünkü dilimiz yalnızca kendisiyle birlikte bulunan farklılık içinde ve
diğerinin öteki kıyısında kendini toplayarak kendisiyle ilişki içinde bulunmaz, kendini artık toplayamadan açarak da kendi
kendisiyle ilişkide bulunur (74).
Bugün, logos (akıl) çağı açılmaktadır, “zaten
hep açılmaya başlamıştı, veya daha ziyade, kendini açılmaya bırakmıştı, daha da
iyisi, bir başkasına, kendisiyle birlikte bulunan diğerine, kendiliğinden
açılmadan açılıştan etkilenmeye başlamıştı (s.74, 75). Öyleyse, daha çoktan
beri olanaksızın yer aldığı bu “şimdi”de bu “şimdi”nin;
ène orda bulunması,
ène güncel (edimsel)
olması,
ène de herhangi bir
güncel olayın bulunuşu (présence) olmaması için düşünmeye başlamalıyız.
Bugün bir “olay” (l’événement ) varsa, (yani
kendini çelişik veya olanaksız olarak veren şey varsa )‘bu orada diğer yönelişe
(l’autre cap) ve yönelişin diğerine (l’autre du cap) sadık kalmak için belli
bir sermaye (capital, “kişilik, “kültür” anlamında) düzenine ihanet eden bellek
ediminin içinde yer almakta olduğuna inanıyorum” (34), der Derrida.
Bugün ‘logos’ düzeni açılmaktadır
ve bu “logos” belleğinden, bu çifte zorunluluğa yanıt vermek, onu tekrarlamak
veya ondan kopmaktan mı, onu devam ettirmek veya ona karşı çıkmaktan mı ibaret
olacaktır?
Yoksa, kişiliği almaşmalıktan
(altéite) itibaren atamak için belleği
özellikle varsayan bir başka tavır, uzun bir tavır mı icat etmeliyiz? (33).
Bu sonuncusuna yönelen Derrida, bu açılışı
“saptamalıyız”, yani “hazırlayarak onaylamalıyız” (74) demektedir. Fakat, bunu
yapmak için, bu yeni mantığa göre “iki” el ile çalışmak gereklidir, geleneksel
mantıkta olduğu gibi “tek” elle değil. Yani, sadece düşünülür olanın, bellek
olanın içinde çalışmamalıyız, bu yazının
içinde saklı bulunan ve baskıda tutulan düzen-dışı, dil-dışı olarak kendini
yazan sessiz yazıyı da deşifre etmeye çalışmalıyız.
Böylece, “hatırlayarak onaylamaya” yönelmek için,
“bir el ile Avrupa kültürünün mirasına sahip çıkmalıyız, çünkü onsuz hiçbir şey
anlaşılır olamayacaktır. Fakat, onu aynı zamanda, onunla uzlaşamadan onu
düşünen ve ondan taşan “yapı-çözümcü” (déconstructice) bir
soykökü’nün yetkesi altına da koymalıyız. Ve
diğer bir el ile, belki de Avrupa’nın dışında olan bir başka şey aramalı veya
kaydetmeliyiz. Ama Avrupa’nın dışında olanı yalnızca mantıksal araştırmayı
analiz, bilgi, felsefe türünde aramak tarzında değil de, gelmekte olanı belki
de büsbütün başka bir kıyıdan gelmekte olanı aramak tarzında” (68).
Burada, “herşeyden önce yalnızca çatışkıyı
kabul ederek değil, onu talep ederek bu çatışkı sınaması içinde, örneğin, “edimsel çelişki”,
“karar-verilemez-olan” (indecidable) “çifte zorlama” (le double
contrainte) türü altında beliren yepyeni-bilinmeyen (inidites) biçimleri
ayırdederek bugün kendini arayanı veya kendini vadedeni aramalıyız. Yapılması
gereken onlarda tipik olanı veya tekrarlayan biçimi ve yok edilemez benzersizleşmeyi
tanımaktır -hiçbir zaman, onlarsız ne olay, ne karar, ne sorumluluk, ne moral,
ne politika olmayacaktır” (78).
Derrida, “bu negatif biçim ‘den başka emin
olabileceğimiz hiçbir şey yoktur (X olmadan Y olamaz)” (79) demektedir. Burada,
“negatif biçim” sözü ile belirtilmek istenilen durum, sadece görüntüde veya
hayalde bir zıtlık durumu olarak anlaşılmamalı; bunun özellikle, deneyim ‘de edimsel olarak ortaya çıkan bir durum
olduğunun belirtilmesi gerekir. Çünkü bu gözardı edilecek olursa, Derrida,
Hegelci bir söylemin içine düşmüş gibi görülür.
..................
Derrida, yukarıda değinilen bu tür görülmeyen,
yani, halen yer-ve-zaman olmayan, yani, tarih olmayan ama geleceğin olası
tarihini yaratacak olan bir negativité’nin (gizli yazı’nın) kendini tarih
içinde nasıl belli edebildiğini bir başka yerde şöyle yazar: “gelecek kendini
ancak mutlak bir tehlike biçiminde belli eder, o, yapılaşmış normallik ile
mutlak kopuş içinde olan şeydir ve bu yüzden, kendini monstruositd (ucubelik)
türü altında bildirmekten, sunmaktan başka bir şey yapamaz” (Grammatologie, Minuit, s.14).
Yani, Derrida’nın altını çizmek istediği “negativite”,
dışsal bir zıtlıktan ziyade içsel olan
yaşanan bir çelişki durumudur ve örneğin “tehlike”, endişe, korku gibi
duyguları doğurur.
Bir diğer yazısında ise Derrida şöyle
yazar:tarihin, tarih-dışı (non-historique) zemini (fond) budur (negativité), ve
pozitif gerçeklik (vérite) değildir (Lécriture et la différence, Seuil, 1967, s.55 not).
Ve Derrida, L’Autre
Cap’ta şöyle devam eder,“hiçbir zaman kültürel kimlik çevrilemez bir
deyimin donuk (opaque) bedeni olarak kendini sunmaz, fakat tersine, evrensel’in
tekil (yani biricik, singulier) içinde yeri-doldurulamaz kayıtlı
(l’inscription) olarak kendini sunar, insanlık tözünün ve insana ait olanın
(propre) biricik tanıklığı.
Her defa,
bu bir sorumluluk söylemidir: Ben, evrenselliğe
tanık olmak için biricik “ben”e, sorumluluk sahibim. Her defa, örneğin
örnekselliği biriciktir. İşte bu yüzden, bir dizi oluşturur ve kendini bir
yasada biçimlenmeye bırakır” (71, 72). Ve işte bu yoldan da biz, gelecek bir
dünyanın yüzünün yapısının neye benzeyeceğini tahmin etmeye başlayabiliriz.
Fakat bu her zaman “çok büyük, sonsuz ve
ortak ölçüsü olmayan bir iştir” der, Derrida.
“Yapı, gösterge ve oyun” adlı metinde ise
Derrida, yukarıda betimlemeye çalıştığımız bu birbirine indirgenemez iki
“yorum yorumu” ile ilgili olarak şöyle yazmıştır:
‘Biri,
bir gerçeği (vérite) veya oyundan ve gösterge düzeninden kaçarak uzaklaşan
bir başlangıcı (origin) açığa çıkarabilmeyi (déchliffrer) arar, onun rüyasını
görür ve yorum zorunluluğunu bir sürgün gibi yaşar.
Artık başlangıca dönük olmayan diğeri, oyuna ‘evet’ der, doğrular ve
insanın ve humanizm’in ötesine geçmeye çalışır, insanın adı, metafizik tarihi
veya onto-teoloji tarihi boyunca, yani, bütün tarih boyunca, oyunun
başlangıcı ve sonu, güven veren zemini (fond) dolu bulunuşu düşlemiş o
varlığın adı olarak” (L ‘ecriture et la Différence,
Seuil, 1967, s.427).
|
Derrida, 1967’de yazmış olduğu bu aynı metinde,
bu iki yorum gittikçe farklılıklarını göstermeli ve indirgenemezliklerini
keskinleştirmeli diye düşünse de bugün seçilecek bir durum olduğuna
inanmadığını söylemektedir. “Çünkü ilk önce, diyelim ki... tarihselliğin öyle
bir bölgesindeyiz ki, seçim kategorileri çok belirgin görünmemektedir. Çünkü
bundan sonra da, önce bu indirgenemez farklılığın ortak zeminini (le sol
commun) ve differancé’ ını düşünmeyi denemeye çalışmalıyız” (Ibid, 428).
Yukarıdaki son alıntıda, burada ele almış olduğumuz
kimlik veya kimliklenme sorunsalı açısından da, Derridacı söylemi iyi
değerlendirebilmek için -ne tam bir sözcük, ne tam bir kavram olan ve
dolayısıyla Derrida’nın “yarı-kavram” dediği- différance’ın anlamını
kavramamazın öncelikle gerekli olduğunun altı çiziliyor.
...................................................
Derrida’nın 1967’de sözünü ettiği “seçim
kategorileri” o zamandan bugüne çok daha belirginleşmiş olsa da, différance ve
onun hareketinin mantığını kavramak zor bir iş. Çünkü genel anlamda, güçler
arası farklılıkların ürettiği sistematik farklılıklar olan, ve bu
farklılıkların sistematik ilişkilerinin dışında (veya içinde) ve ondan başka
hiçbir yetkeyi (veya tam-bulunuşu) tanımayan çifte bir yazının (iz’in) ilişkilerinin
devinimini ve işlevini anlatan différance, bu genel devinimi içinde değişik
bağlamlarda ve konumlarda değişik işlevler yüklendiği için farklı anlamlar
almaktadır.
Işte bu
yüzden Derrida yanlarında, onun farklı anlamlarının simgesi olan başka
sözcükler kullanarak différance’ın değişik anlamlarına gönderme yapmaktadır.
Fakat, bir tek metin bağlamında bu çeşitli anlamları irdelemek olanaklı değilse
de, bu son alıntıda, différance’ın burada bizim için çok önemli iki değişik
anlamına değinilmekte olduğunu belirtmeliyiz.
Bunlardan
birincisinde,
différance’ın, indirgenemez veya bağdaştırılamaz farklılıklar arasındaki görülmez,
duyulmaz ama orada yer almakta olan farklılık (veya izlerin izi) anlamında bir
“ortak zemin” olduğuna değiniliyor. Şeyleri, veya farklılıkları içerden kuşatarak
onlardan taşan farklılıklar ırmağı, veya dip siz-dip (fonds sans fond) taraf.
Buradaki ikinci anlamda ise différance’ın,
bu “ortak zemin”, bu “negativi tf’nin veya “olanaksızın düzeni” içinde
düşünmemiz gereken olanaklıyı, yani gelecekteki bir dönemin, gelecekte olası
bir tarih döneminin yasa’sını yapılayabilecek olan, yani kendini vadeden ve bize
diziler oluşturarak gelmekte olan geleceğin bugünkü biçimler içinde birikmekte
olan ve bizim deşifre etmemiz gereken saklı yazısı (rt.serı anlamına gelmekte
olduğu görülüyor.
Şimdi, karşımıza çıkan soru şu oluyor: Eğer bugün insana düşen görev, Derrida’nın différance
düşüncesine bağlı yeni bir sorumluluk anlayışına göre, iki çelişik yasa’ya veya
yasa ‘dan yanıt vermek zorunluluğu ise ve bugün yer almakta olan “olanaksızın
deneyiminde” ikili bir sorumluluk yüklenmek gerekiyor ise, bu sorumluluğu kim
yüklenecektir?
Kim, bugünkü”olanaklının
düzeninin’ içinde kendini sessizce yazmakta olan saklı ve hayaletimsi (r6serve)
geleceğin yazısını okuma görev ve sorumluluğunu yüklenecektir?
Ve bunu nasıl yapacaktır?
Derrida bunun, kendini “evren insanı” (l’hommes
d’univers) olarak gören herkesin, her aydının görevi olduğunu düşünmektedir.
Avrupa kültürünün yeniden-kimliklenme sorunsalı ne Fransız’la, ne Alman’la, ne de
Avrupalı ile sınırlıdır. Çünkü Avrupa kökenli bir kültür (veya dil) bugün artık
bütün dünyada egemendir. Onun açılışından şu veya bu biçimde etkilenmeyen ne
bir ülke, ne bir insan ve dil kalmıştır. Demek ki, tüm dünyamız ve gezegenimiz,
Avrupa kültürünün “krizinden yani, Derridacı deyişle, bu kültüre ait
kavramların, yer ve zaman içinde kullanımlarından dolayı gittikçe kendisi de
etkilenerek açılmasından, yani yerlerinden edilen kavramların sınırlarının
silinmesinden ötürü yetersizleşmesinden ürkütücü bir şekilde etkilenmektedir.
Bu olay”
(ev yani “olanaklının düzeni’ içinde “olanaksızın” yer alması, tam da bu
kültürün (dilin) evrensel boyutlara eriştiği anda ortaya çıkmaktadır. Öyleyse,
olanaksızın deneyiminden geçmesi zorunlu olan ve aslında, diğerinin deneyimi’nden
başka bir şey olmayan böyle bir yeni den-kimliklenme sürecinin sorumluluğu,
“evrenselin çağrısına, onun sessiz ve dilsiz içsel çağrısına kulak verebilen
herkese ait olmalıdır. Ve bu “olay”la ilgili çalışmalar kavramların yerlerinden
edildiği durumlara odaklanmalıdır. Çünkü bize gelmekte olan geleceğin “saklı
yazısı’, daha önce belirtildiği gibi, bu “ucubelik” (monstruositt) durumlarının
yapısı içinde yer almaktadır, ve tekrarlarında diziler oluşturarak, bir yasa
altın da toplanabileceğini göstermektedir.
Belki de, evrenselin bizi yeniden bir başka
türlü düşünmeye çağırmakta olduğu ve aynı zamanda, Avrupa kökenli bir kültürün
kendi kapanışını bildirmekte olduğu bu tür olanaksızın deneyimine ait yeniden-kimliklenme
yerlerini, Derrida yeni bir “enternasyonal”in sembolik yeri olarak görmektedir,
diye düşünebiliriz.
.............................................................
Bu yazıda, kültürün
veya dilin yaşamında ortaya çıkan “kriz” denen dönemler üzerinde düşünmeye
çalıştık.
Derrida’nın böyle dönemleri kültürün yeniden-kimliklenme
süreçleri olarak gösterdiğini saptadık ve bugün dünyaya egemen olan Avrupa kültürünün
küresel boyutta böyle bir dönemden geçmekte olduğunu belirttik.
“Kriz” nedir, krize neden girilir, nasıl
çıkılır soruları çerçevesinde, bu dönemlerin yorumlanması birbirine
indirgenemez iki mantık veya dil kavramına göre olabileceğini açıklamaya
çalıştık ve aralarındaki farkları doğuran kökten farka işaret ettik. Bu fark
“kimlik” axiom’unu doğrudan etkilediğinden diğer bütün sonuçları da etkilemekte
olduğunu belirttik.
Bu iki görüşün arasındaki kökten farklılığa rağmen,
ikisine göre de, bu “kriz” denen dönemler evrensel ’in atanmasını talep eder ve
onu adlandırıp işe koymak için insanı artık bir başka türlü düşünmeye ve görev
almaya çağırır. Fakat différance’ın mantığı, geleneksel mantığın tersine, bu görevin bir “aşkın gösterilen”in veya
tam bulunuşun yokluğunda, yani, onun bir aldatmaca olduğunun ortaya çıkmasından
sonra nasıl başarılabileceğini, bu “çıkmazdan (apode) nasıl geçit açılarak,
kültürün yeniden-kimliklenme bileceğini bize göstermektedir.
Görüldüğü gibi Derrida, çok kez yanlış
anlaşıldığı gibi, felsefesinde akıl-dışılığı (irrationalism) savunmamaktadır.
Bilakis aklın akıl-dışılığa, yani, deliliğe dönüştüğü bir dönemden yeni bir
akıl dönemine en akıllıca nasıl geçilebileceğini, onun “olanaksız olanaklılığını”
göstermeye çalışmaktadır.
Bize göre Derrida’nın
önemi, onun her yazısında, günümüzü yazmakta olan heterojen yazı içinde iki temel
“seçim kategorisini” ayırdederek belirlemesi ve bugün’e egemen olan düşünce ve
davranış biçimine mahkum olmadığımızı kullandığı örneklerle göstermesidir.
Derrida yazılarında belli bir felsefi görüşü
kanıtlamaya çalışarak onu bize zorlamamaktadır. Çünkü ona göre, bu sorular
sadece bir başka kişinin aldığı kararlarla değil, her kişinin kendi deneyiminin
“tanıklığı” nda düşünülmesini ve karar alınmasını gerektirir. Böylece, Derrida
düşünmek isteyen her kişiyi deneyimlerinin kendi öz tanıklığı içinde, kendisini
onunla birlikte düşünmeye davet etmektedir.
Notlar
1- Ayrıca beıirtilmemişse metin
içinde bulunan bütün sayfa numaraları bu aynı yapıta gönderme yapmaktadır.
Metindeki alıntılar Fransızca’dan kendi çevirimdir. Yapıtın İngilizce çevirisi:
The Other Heading. Reflections on Today’s Europe (1991), Tran. Pascale-Anne
Brault, Michael B. Naas, Bloomington, 1992.
2- Çünkü, ses, kendi şeffaf
bedenini ortaya çıkarır çıkarmaz he men silinerek, hava ortamında hemen
bedensizleştiği için, anlamın saflığını kendi maddesinde bozmadan verir ve işte
bu anlamda anlam’a benzeyendir, diye düşünülmektedir.
3- Burada ‘çözülme” sözcüğünün aynı
anda iki anlamını da kullanmak istedim: bir bütünlüğün parçalara ayrışması ve
de bir sorunun yanıtlanması anlamında (örneğin, belli bir problemin çözülmesi
gibi).
4- Derrida, L Autre Cap’ta bu
görevin ayrıntılarını 9 madde iıe açıklamaktadır (75-78)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder