Thomas Samuel Kuhn (18 Temmuz 1922 - 17 Haziran 1996)
Olgucu bilim anlayışının temel öncüllerini tek tek çürütmesiyle tanınan XX.yy. ın önde gelen Amerikalı bilim felsefecisi. Kuhn Harvard Üniversitesi'nde kuramsal fizik üzerine çalışırken, giderek bilim tarihine ilgi duymaya başlamış ve bu alandaki ilk çalışması olan "Copernicus Devrimi:Batı Düşüncesinin Gelişiminde Gezegenler Gökbilimi'ni (1957) yazmıştır. Bu yapıtı, esas yankı yapan "Bilimsel Devrimlerin Yapısı" (1962) izlemiştir.
Doç. Dr. Hüseyin Gazi TOPDEMİR’
Felsefe Dünyası
Sayı 36-2002
Makaleden alınıtıdr.
(...)
Kuhn’un Bilim Anlayışı
Kuhn’un asıl
önemli yönü, egemen olan felsefi geleneği, özellikle de o dönemde esas
itibariyle kural koyucu, yani bir bilimsel çalışmanın nasıl bir şey olması
gerektiğinin betimlemesini yapma yönelimi içine girmiş olan bilim felsefesini,
bilim tarihiyle karşı karşıya getirmesidir . Özellikle yüzyılın başında
akademik bir disiplin haline gelmiş olan bilim tarihi araştırmalarından
edindikleri verilere dayanarak, bilimi felsefi yönden ele almaya çalışan filozoflar,
pratikte etkinliğini sürdüren bilimin hem geçmişte hem de şimdi, tarihsel
kaynaklarda belirtilen nitelikleri, en azından kısmen, taşımadığı sonucuna
ulaşmışlardı. Bu belirlemenin olumlu veya olumsuz yönde çözümlenebilmesi için,
bilim felsefesinin bilim tarihinin verilerine tarihin hiçbir döneminde
duyulmadığı ölçüde gereksinimi olduğu ortaya çıkmıştır.
Kısa süre
içerisinde bu gelişmeyi görmüş olan Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında bilim
tarihi ve bilim felsefesi arasındaki yüzleşmeyi gerçekleştirme yoluna
gitmiştir. Bu bakımdan en önemli tek yapıttır ve artık bilim üzerine yapılan
çalışmalar açısından bir klasik olma özelliğine ulaşmıştır. Çünkü sadece
felsefe alanında değil, aynı zamanda diğer sosyal bilimler alanında da etkili
olmuştur. Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda yer alan “bilimsel devrim”, “paradigma”, “paradigma
değişimi”, “ölçülemezlik —incommensurability” gibi temel kavramlar
uzun yıllar felsefi tartışmaların odak noktasını oluşturmuş ve özellikle
“paradigma” kavramı herkesin ve her kesimin kullandığı bir sözcük haline
gelmiştir.
Bilimi sonu
ilerlemeyle biten tek entelektüel uğraş olarak gören ve bu bağlamda modern
dönemde başlayan yeni bilim anlayışının izleyicileri arasında bulunan Kuhn,
bilim ve felsefe çevrelerinde, yayımlandığı 1962 yılından bu yana haklı bir
tartışma ortamı yaratan ünlü çalışmasının giriş bölümünde, yalnızca bir
zamandizimi ve anlatı deposu olarak görülmediği takdirde, tarihin, şu anda bize
egemen olan bilim imgesinde esaslı bir dönüşüme yol açabileceğini
belirtmektedir. Bu cümleden ve devamından anlaşıldığı kadarıyla Kuhn, kendisine
kadar gelen dönem içerisinde ortaya konulmuş olan bilim imgesinin, geçerli ve
doğru olmadığını düşünmekte ve bunun yerine “daha ussal ve daha gerçekçi” bir
bilim imgesi getirecek konumda olduğunu ileri sürmektedir.
Bilim
imgesinin oluşmasının ve bilim hakkındaki bilgilerimizin kaynağının bu konuda
yazılmış popüler ya da ders kitabı niteliğindeki yapıtlar olduğunu belirten
Kuhn’a göre, bilimi üreten asıl çabayı yansıtmayan bu yapıtlardan bilimin
doğasını öğrenmeye çalışmak, turist broşürlerinden o ulusun kültürü hakkında
bilgi edinmeye benzer. Bütünüyle haklı bir belirleme yaptığı anlaşılan Kuhn’a
göre, asıl yapılması gereken bilimsel bilginin üretildiği dinamik sürecin
anlaşılmaya çalışılmasıdır. Başka bir deyişle, tarihin doğrudan doğruya
araştırma faaliyetini kaydetmesinden doğabilecek oldukça farklı bir bilim
kavramını ana çizgileriyle belirlemektir.
Böylece
bilimi daha çok etkinlik olarak gördüğü anlaşılan Kunh, bilimsel gelişmenin
bilim adamlarınca bilimsel çalışmaya şu veya bu öğenin katılması sonucunda
ortaya çıktığını, kısacası bilimin birikime dayalı olarak ilerlediğini savunan
yerleşik bilim imgesinin iki farklı açmazının bulunması dolayısıyla değiştirilmesi
gerektiğini ileri sürmektedir. Aslında sorun tarihin nasıl okunması gerektiği
noktasında kaynaklanmaktadır.
Örneğin,
Aristoteles’in fizik ya da evren görüşü bugün için geçersizdir. Bu bakımdan onu
anlamsız., boş inanç ya da efsane mi, yoksa kendi dönemi içerisinde anlam
taşıyan, bu bakımdan da günümüzde geçerli olan görüşlerden ne daha az bilimsel
ve ne de daha az kişisel seçim ürünü olduğunu mu söylemek doğru olacaktır?
Kuhn bu
konuda şunları belirtmektedir:“Eğer bu
zamanı geçmiş inançlara efsane denilecekse, o zaman bugün bilimsel olduğu kabul
edilen bilgi türünün dayandığı yöntemlerle ve mantıkla da aynı şekilde
efsaneler üretilebileceği gayet açıktır. Yok eğer bunlara bilim denilecekse, o
zaman da bilim bugün bizim sahip olduklarımızla hiç de bağdaşmayan inanç
topluluklarını kapsamış oluyor. Bu seçenekler karşısında tarihçi ikincisini yeğlemek
zorundadır. Zamanını doldurmuş kuramların, sırf bir kenara atıldıkları için,
ilkece bilimsel olmadıkları söylenemez. Gel gelelim bu seçenek de bilimsel gelişmenin
doğal
birikim süreci olarak açıklanmasını
güçleştirmektedir. Tek tek keşif ve icatları bir başlarına almanın zorluklarını
ortaya seren de bilime yapılan bu bireysel katkıları birleştirdiği sanılan
birikim süreci hakkında derin kuşkulara zemin hazırlamış olmaktadır.”
Bu
tartışmalar ve kuşkular sonucunda bilim tarihi anlayışında “devrim”in meydana
geldiğini düşünen Kuhn’a göre, artık daha eski bir bilim dalının bugünkü
ilerlemiş durumuna yaptığı kalıcı katkıları araştırmaktansa, o bilimin kendi
zamanındaki tarihsel bütünlüğünü sergilemeyi seçmek gerekmektedir.
Kuhn’un yeni
bilim anlayışı adını Verdiği bu çalışma modeli, bilimsel gelişmeyi şu
aşamalardan oluşan bir süreç olarak belirlemektedir.
1. Olağan
bilim öncesi dönem,
2. Olağan
bilim dönemi,
3. Bilimsel
devrim.
|
1. Olağan Bilim Öncesi Dönem
Çoğu bilimin
gelişmesindeki ilk aşamaların en temel özelliği olan olağan bilim öncesi dönem,
doğa üzerine birbirinden farklı bir çok görüşün sürekli olarak yarıştıkları bir
dönemdir. Bu görüş çeşitliliğinin hepsinin aşağı yukarı bağdaştığı ve her
birinin kısmen türetilmiş olduğu bilimsel
gözlem ve yöntem ilkeleri aynıydı. Ancak henüz bilimsel çalışmayı bütünüyle
taşıyacak bir kuram söz konusu değildi. Başka bir deyişle doğaya ilişkin pek
çok olgu bilgisinin elde edildiği ve bu anlamda bir ‘birikimin”
gerçekleştirildiği ve bu nedenden dolayı da bilimde bir çokluk dönemidir.
Doğaya farklı
bakan bu çeşitli okulları birbirinden ayıran fark da, ayrı dünyalarda, farklı
şekillerde bilim yapmalarıydı. Bu nedenle hepsinin aynı ölçüde bilimsel olduğu
kabul edilmekteydi. Bu aşama her bilim dalı için söz konusu olmuştur. Ancak
zaman içerisinde yarışan bu okullardan birisi, diğerlerine üstünlük sağlayarak
başat konuma geçmiştir. Bu başat konuma
geçen kuramın en az bir problemi başarıyla çözmesi sonucunda, o kuram bütün
bilimsel etkinliği sınırlayan ve belirleyen bir kuram ya da Kuhn’un deyimiyle “paradigma”
haline gelmiştir. Bu aşamadan sonra başlayan bilim yapma süreci ise olağan
bilim dönemi adım almaktadır.
2. Olağan Bilim Dönemi
Olağan bilim,
bilim adamlarının kaçınılmaz olarak hemen hemen bütün zamanını içinde harcadığı
etkinlik, bilim topluluğunun dünyanın gerçekte nasıl olduğunu bildiği varsayımı
üzerine kurulu bir tanımdır.
Kuhn, “olağan
bilim” deyimini geçmişte kazanılmış bir
ya da daha fazla bilimsel başarı üzerine sağlam olarak oturtulmuş araştırma
anlamında kullanmaktadır. Söz konusu başarı ise, belli bir bilim çevresinin,
uygulamanın sürekliliğini sağlamak üzere, bir süre için temel kabul ettiği
bilimsel ilerlemelerdir.
Olağan bilimin iki temel özelliği
vardır:
1. Rakip
bilimsel etkinlik tarzlarına bağlanmış olanları çevrelerinde koparıp, kendine
çekebilecek kadar yeni ve benzersizdir.
2. Pek çok
çeşitli sorunun çözümünü yeni oluşacak bir topluluğun ilerideki çabalarına
bırakacak kadar açık uçlu olmasıdır.
Bu iki
özelliği taşıyan başarılara paradigma adını veren Kuhn’a göre, bilimsel
uygulamada aynı kurallara ve ölçülere bağlı olmak anlamına gelen bu etkinlik
olağan bilim yapma sürecidir ve aslında bir paradigmanın kurulması ve bu sayede
daha kapalı ve uzmanlaşmış araştırma yapılabilmesi, herhangi bir bilimsel dalın
gelişmesinde olgunlaşmanın da göstergesidir.
a. Paradigmanın Oluşumu
Kuhn ‘un
kullanımıyla, paradigmanın belli bir bilim dalında uygulama yapan çevrenin
yapısını önemli ölçüde etkileyeceği açıktır. Kuhn bu etkinin boyutlarını şöyle
vurgulamaktadır.
i. Bir doğa
biliminin gelişiminde, ortaya konulan parlak
bir sentez sonucunda, diğer okullar yavaş yavaş ortadan kalkarlar.
ii. Yeni
paradigma bilim alanının yepyeni ve
daha katı bir tanımını getirir.
iii. Yeni
paradigmayla birlikte, yeni tarz bilim yapmaya yönelik uzmanlaşmış yayıncılık, dernekleşme ve bilim eğitimi alanlarında
da değişimler ortaya çıkar.
iv. Bilimle
uğraşan birey, bir paradigmayı varsaydıktan sonra, artık en önemli
çalışmalarını yaparken alanı baştan aşağı yeniden kurmaya, başlangıç
ilkelerinden yola çıkarak ortaya attığı her kavramın kullanılışlarını haklı
göstermeye kalkışmak zorunda kalmaz,
v.
Paradigma dışarıya kapalı ve sınırlı
bir dizi sorun üzerinde dikkatlerin toplanmasını ve bilim adamlarının
doğanın herhangi bir parçasını, başka türlü akla gelemeyecek kadar
derinlemesine ve ayrıntılı incelemesine olanak tanır.
|
Paradigmayı kabul
görmüş bir model ya da örnek olarak betimleyen Kuhn’a göre, bu model ya da
örnek koşullar değiştikçe ya da zorladıkça daha özgül ve daha ayrışmış hale
getirilecek bir nitelik taşımaktadır.
Ona göre
paradigmalar bilim topluluğunun son derece önemli olduğuna karar verdiği bazı can alıcı sorunları çözümlemekte
rakiplerinden daha başarılı oldukları için sonraki üstün konumlarına
ulaşabilmişlerdir. Paradigma aynı zamanda başlangıçta sadece seçilmiş ve henüz
tamamlanmamış örneklerden elde edilmesi umulan asıl başarının bir habercisi
niteliğindedir ve olağan bilim de bu umudun gerçeğe dönüştürülmesidir.
Bunun
başarılabilmesi için de paradigma açısından özellikle öğretici bulunan olgular
hakkındaki bilginin genişletilmesi, bu olgular ile paradigmanın tahminleri
arasındaki uyum derecesinin artırılması ve bizzat paradigmanın daha ileri
düzeyde ayrıştırılması gerekmektedir. Bu etkinliğe “ayrıştırma” adını veren Kuhn’a
göre, bunun “olgusal” ve “kuramsal” olmak üzere iki boyutu vardır.
Olgu boyutu üç aşamadan oluşur:
i.Nesnelerin
doğası hakkında özellikle öğretici olduktan paradigma tarafından or taya
çıkarılmış olguların incelenmesi,
ii.
Paradigmanın tahminleri ile doğrudan doğruya karşılaşılabilen olguların
incelenmesi,
iii.
Paradigmayı ayrıştırmaya yönelik daha fazla ampirik çalışma. Burada esas olan
daha önce sadece dikkat çekmekle yetinilmiş bazı sorunların çözümlenmesidir.
|
Olağan
bilimin kuramsal boyutu da olgu kısmında bulunanlarla benzer sınıflara ayrılabilir.
Olağan kuramsal çalışmanın bir bölümü, ama çok ufak bir bölümü, eldeki kuramın
olgular hakkında kendi başına değeri olan bilgi içeriklerini tahmin etmek için
kullanılması bunlardan birisidir.
Amaç,
paradigmanın yeni bir uygulanımını göstermek veya daha önceden yapılmış bir
uygulamanın kesinlik derecesini artırmaktır. Ancak Kuhn, her şeye karşın bilim
adamlarının olgu düzeyinde olsun, kavram düzeyinde olsun pek paradigmanın
ayrıştırılmasını gerektirecek projelere sıcak bakmadıklarını ileri sürmektedir.
Çünkü beklenen sonuca uzak düşmek bilim adamı için başarısızlık sayılmaktadır.
Bu nedenle olağan bilimde bilim adamı yalnızca “bulmaca” çözmektedir.
Bu
durumda şöyle bir soru sormakta yarar vardır. Eğer böyleyse, o zaman bilimde
zaman zaman karşılaştığımız “yeni”liklerin kaynağı nedir?
Kuhn’a göre
belli bir dizi kural içinde oynanan oyun esnasında istemeden ortaya çıkan bazı
yenilikleri benimsemek ve bunun içinde başka bir dizi kural geliştirmek, hepsi bu.
Bunun için o olgu yeniliklerine keşif, kuramsal yeniliklere de icat
adını vermiştir.
Kuhn’a göre
keşif bir aykırılığın, yani doğanın olağan bilimi yöneten paradigma kaynaklı
beklentilere herhangi bir şekilde aykırı düştüğünün, farkına varılmasıdır. Bu
olgu yeniliğiyle o olgunun bildik bir nesne haline gelmesini sağlayacak olan
kuramsal yenilik, yani keşif ve icat iç içe süreçlerdir.
Kuhn, yeni
olguların kaynaklandığı keşiflerin ortak özellikler içerdiğini belirtmektedir. Her keşif süreci;
i.
Aykırılığın algılanması,
ii.
Aykırılığın hem kavram hem de gözlem düzeyinde belirginleşmesi,
iii.
Paradigma kategorileri ve uygulamalarında çoğu kez direnişle karşılaşan
değişikliklerin meydana gelmesi.
|
Bütün bu
belirlemelerinden Kuhn’un yeniliklerin bulunmasında da en etkili araç olarak
yine paradigmayı gördüğünü ve bu bağlamda, bir paradigmayı benimsedikten sonra,
bilim adamlarının gittikçe daha soyut belirlemelerde bulunduklarını,
profesyonelleştiklerini, buna bağlı olarak görüş açılarının daraldığını ve
katılaştığını; gittikçe ayrıntıya inildiğini; ve bunun sonucunda da bilim
adamlarının bazı beklentiler içerisine girdiğini ve bekletinin olguyla
doğrulanamadığı durumların olabildiğini belirtmektedir. Bu belirlemenin vermek
istediği mesaj, olağan bilimde daima paradigmaların bir öncelliğinin bulunduğu
düşüncesidir.
Olağan bilimin yeni olgu çağırmak gibi bir
amacı olmadığına göre, yeni kuram nasıl ortaya çıkmaktadır?
Kuhn’a göre,
aykırılığın farkına varmak, yeni tür olguların ortaya çıkmasında etkili olduğu
gibi, bu aykırılığın sezilmesi uzun süre devam ederse, o zaman bir bunalım
ortaya çıkar ve yeni kuram arayışları baş gösterir. Şu halde Kuhn için “bunalım” paradigma
değişiminin ön koşulu olarak görülmektedir. Bunalımı yaratan “aykırı örnek”,
aynı zamanda, paradigmanın da iflasına yol açmaktadır.
b. Paradigmanın
İflası
Kuhn’a göre, aykırılığın farkına varılması ile birlikte,
aykırılık alışılmış bir olgu haline gelene kadar, kavramsal kategorilerin ayarlandığı bir dönem başlar. Bu noktaya
gelindiğinde de buluş tamamlanmış olur. Bu durum yeni kuramların ortaya
atıldığı bir dönemin başlangıcı sayılır. Çünkü yeni kuramın ortaya çıkışı
paradigmada büyük çapta bir yıkım
yaptığı ve olağan bilimin temel sorunları ile tekniklerinde büyük değişiklikler
gerektiği için, genellikle meslekte ciddi belirsizliklerin yaşandığı dönemler
sonuc
unda mümkün olur.
Başka bir deyişle olağan problem çözümleme faaliyetinde belirgin
bir başarısızlıktan sonra, yeni bir kuram ortaya çıkar. Öyleyse yeni kuram
başarısızlığa bir tepkidir.
|
Böylece, Kuhn’un bunalımı yeni kuramların ortaya çıkması
için gerekli önkoşul olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Çünkü ona göre, “bir
paradigmanın sağladığı kavramsal araçlar gene aynı paradigmanın belirlediği
sorunları çözümlemekte yeterli oldukları sürece, bu araçların güvenli kullanılması
sayesinde bilim en hızlı ilerlemesini kaydeder ve sorunların en derinlerine
kadar işleyebilir. Nedeni gayet açık: tıpkı üretimde olduğu gibi, bilimde de üretim araçlarının
yenilenmesi büyük bir lüks sayılır ve ancak bunu mutlaka gerektiren koşullarda
yapılır.
Bunalımların da zaten
en büyük önemi, araçlarda bu tür yenilenmeyi gerektirecek koşulların en şaşmaz
habercisi olmalarıdır.Bu durum da şu soru anlamlı bir hale gelmektedir: Bilim adamları bunalımın varlığına nasıl tepki
göstermektedirler?
Bilim adamı yaşanan bu süreç sonunda inancını kaybetmeye ve
yeni almaşıkları incelemeye başlasa da kendisini bunalıma getiren paradigmayı
hiçbir zaman terk etmez. Yani bilim felsefesinde karşı örnek olarak kabul
edilen aykırılık, bilim adamı için bu anlamı taşımaz. Bilimsel bir kuram bir
kez paradigma konumuna geldikten sonra, ancak hazırda yerini alabilecek bir
başka almaşık adayı varsa geçersiz kılınabilir. Başka bir deyişle bilim
adamlarını daha önce kabul edilmiş olan bir kuramı reddetmeye götüren uslamlama
işlemi, bu kuramın gerçek dünya ile karşılaştırılmasından daha başka etmenleri
de içermektedir,
Herhangi bir paradigmayı reddetme kararı aynı zamanda daima
bir başkasını da kabul etme karandır. Bu karara yol açan uslamlama her iki
paradigmanın da hem doğa ile hem de birbirleriyle karşılaştırılmalarını
gerektirir. Bu bir güçlüktür. Diğer bir güçlük de en ufak zorlukta paradigma
reddedip hem de bilim adamı olmaya devam etmenin olanaksız olmasıdır.
Çünkü doğaya bakış açımızı belirleyen bir ilk paradigma
bulunduktan sonra, artık paradigmasız araştırma yapmak diye bir şey söz konusu
değildir. Bu yüzden de bir paradigmanın
reddi, bir diğerinin yerini almasıyla eş zamanlı değilse, reddedilen paradigma
değil, bilim olur.
Aslında olağan bilim, kuram ile olgu arasında daha yakın bir uyum sağlamak
için sürekli olarak uğraşmak zorundadır. Bu çabayı rahatlıkla bir sınama olarak
görmemiz yahut bir kanıtlama ya da yanlışlama arayışı sanmamız olasıdır.
Halbuki asıl amaç bulmaca çözümüdür ve söz konusu bulmaca varlığını bile zaten
paradigmanın geçerli olduğu varsayımına borçludur. Çözüm bulmayı başaramamak
sadece bilim adamına gölge düşürür, kuramı bağlamaz. Böyle bir bilim adamı da
sonunda meslektaşları tarafından kendi beceriksizliğinin suçunu aletlerinde
arayan bir marangoza benzetilebilir.
Bu son belirlemesiyle Kuhn’un, çözümsüz örneğe rağmen bilim
adamının mevcut kuramının geçerliliğinde ısrar ettiğini ve aşırı tutucu bir
tavır sergileyerek adeta yeni bir kuramın söz konusu edilmesini bile düşünmediğini
varsaydığı anlaşılmaktadır. Olağan bilimin temel bir özelliği olarak gördüğü ve
haklı da bulduğu bu tavrın gerekçesini ise şöyle ortaya koymaktadır. Aykırılığın
bunalıma yol açması için salt aykırılık olması yetmez. Çünkü paradigma ile doğa arasındaki uyumunda
daima bazı zorluklar söz konusudur. Dolayısıyla “aykırılık” olağan bilimin
sıradan bulmacalarından daha “ciddi bir hal” almaya başladığı zaman bunalıma ve
olağanüstü bilime geçiş başlamış demektir. Bu durumda aykırılığın kendisi
meslek çevresinde ön plana çıkmış olur.
Kuhn’a göre böyle bir durumda da bunalıma gösterilen tepki
öncelikle paradigma kurallarıyla yakın ilişki içerisinde olur. Fakat problem
devam ederse, paradigmada irili ufaklı değişikler yapılır. Bunların
çoğalmasıyla da olağan bilimin temel kuralları giderek belirsizleşir. Ortada
hala bir paradigma vardır, ancak onun gerçek niteliğinin ne olduğu konusunda
artık açık bir fikir birliğine varmak olanaksızdır.
Bu sürecin birinci adımı paradigmanın belirsizleşmesi ve bunun ardından olağan bilim kurallarının gevşemesi ile başlar.
İkinci adımı üç şekilde sonuçlanabilir:
ya sonunun geldiği düşünülen paradigma bunalım yaratan
sorunu çözmek için gerekli esnekliği göstermeyi başarabilir,
ya bunalım yaratan sorun son derece köktenci yeni
yaklaşımlara bile direnmeye devam eder,
ya da bunalım yeni bir paradigma adayının ortaya çıkması
ve bunun kabulüne ilişkin son bir mücadele ile sona erer.
|
Kuhn buna olağan bilimsel etkinliğin çöküşü anlamına gelen devrim demektedir.
Artık şu problemin tartışılması
gerekmektedir Bilimsel devrim nedir ve bilimsel gelişmede nasıl bir işlevi vardır?
c. Bilimsel Devrim
Bazen olağan
bir sorun, yani bilinen kurallar ve işlemler sayesinde çözümlenebilmesi gereken
bir sorun, topluluğun o konudaki en yetenekli uzmanlarının dahi tekrarlı
yüklenmelerine karşın direnç gösterebilir. Başka durumlarda olağan araştırma
amacıyla tasarlanmış ve gerçekleştirilmiş bir araç beklenen tarzda iş
görmeyerek, ısrarlı çabalara karşın mesleki, beklentilere ayak uydurması
sağlanamayan bir garipliğin ortaya çıkmasına neden olabilir.
Olağan bilim bunun gibi zaman zaman rayından
çıkar. Bunun sonucunda var olan bilimsel uygulama gelenekleri kendisini yıkacak
derecede aykırı belirtilerden kaçamaz duruma gelir. Bu aşama olağanüstü arayışların başladığı aşamadır. Mesleki
ilkelerdeki bu kaymanın meydana geldiği olağanüstü durumlar, bilimsel devrimlerdir
ve bu devrimler geleneğe bağlı olan bilim etkinliğinin gelenek yıkan
tamamlayıcılarıdır.
Bir bilim
dalının paradigmalarıda ortaya çıkan dönüşümler birer bilimsel devrimdir ve
devrim yoluyla sürekli olarak bir paradigmadan diğerine geçiş olgun bilimin
alışılmış gelişim çizgisidir.
Kuhn bilimsel devrimleri birikimci olmayan ancak gelişimci bir sürecin parçası olarak kabul
etmekte ve en önemli özelliğinin de eski bir paradigmanın yerini, onunla
bağdaşmayan yenisinin kısmen ya da tamamen almasıdır.
Durum böyle kabul
edildiğinde de şöyle bir sorunun yanıtlanması gerekmektedir: Paradigma değiştirmek neden devrim sayılmaktadır?
Bu noktada
bilimsel gelişme ile siyasi gelişme arasında benzerlik kuran Kuhn, siyasi
devrimleri başlatan etkenin, varolan kurumların, bir ölçüde zaten kendi
eserleri olan ortamın sorunları karşısında giderek yetersiz kaldıklarının artan
ölçüde duyumsanmasıdır. Tıpkı bunun gibi, bilimsel devrimler de eldeki
paradigmanın araştırmayı zaten kendisinin odaklamış olduğu bir doğa parçasını
incelemek için gerekli işlevi artık yapamadığının artan ölçüde duyumsanmasından
kaynaklanmaktadır. Her iki durumda da devrimin önkoşulu düzenin bunalıma varan
ölçüde işlerliğini yitirdiğini haber veren belirtilerin algılanmasıdır.
Sonuçta
daha çok sayıda insan varolan modelin işe yaramadığına inanmaya başlayacak ve
bilimsel araştırmanın yeni bir model çerçevesinde tekrar kurulması için
ortaya atılmış somut bir öneriye bağlanacaktır.
|
Bu bağlanma
bilim topluğunu oluşturan bireylerin büyük çoğunluğunu kapsayacak düzeye
ulaştığında, artık eski paradigma atılmış ve yenisi devreye girmiş demektir. Bu
ikisi birbirlerinin devamı olamadıklarından ve bütünüyle farklı ilkeler üzerine
inşa edildiklerinden bu geçiş bir evrim değil, açıkça bir devrimdir.
Kuhn’un
ortaya koymuş olduğu bu bilimsel gelişme çizgisinin asıl problemli noktası, paradigma değişiminin istençli bir eylem
mi, yoksa artan olgusal baskı sonucunda ortaya çıkan istenç dışı bir süreç mi
olduğudur. Kuhn bu sürecin istenç dışı olduğunu ve bilimde gerektiği ölçüde
özgürlüğün bulunmadığını ileri sürmektedir. Bu problemi tam olarak anlayabilmek
için şu soruya nasıl yanıt verdiğine bakmak gerekir
Paradigmanın
reddini gerektiren ve bilimin özünde yatan nedenler nelerdir?
Kuhn’a göre,
yeni bir fenomen ilke olarak, geçmiş bilimsel uygulamaya yıkıcı yönden
yansımadan da ortaya çıkabilir; ya da yeni bir kuram önceliyle çelişmek durumun
da olmayabilir. Yalnızca daha önce bilinmeyen bir fenomeni ele alıyor olabilir.
Bu durumda “yeni bilgi”, “başka” ve “karşıt bilgi” değil, bilgisizliğin yerini
alan bir bilgi olurdu. Eğer durum yalnızca böyle bir yapı göstermiş olsaydı, o
zaman bilimsel ilerleme gerçekten birikime dayalı bir süreç olarak
görülebilirdi.
Oysa ki,
Kuhn’a göre, paradigma ya direnç gösteren olgu durumunda bütünüyle farklı bir
durum söz konusudur ve birikim yoluyla ilerleme tamamen tesadüfi olma anlamına
gelmektedir. Birikimsellik bilimsel
gelişmenin kuralı değil, istisnadır. Çünkü eğer uyum söz konusu olsaydı paradigmayı
değiştirmek gerekmeyecekti. Kuhn bununla birlikte olağan bilim aşamasının gerçekten
birikimsel olduğunu kabul etmektedir. Ancak bilimsel etkinliğin bu
aşamasında da yenilik söz konusu değildir. Elde edilen başarı da bilim adamının
önceden varolan kavramsal ve yöntemsel tekniklerle çözümlenebilecek türden
sorunlar seçebilme yeteneğine bağlıdır.
Kuhn’a göre,
yeni bir kuramın ortaya çıkabilmesi ancak üç tür fenomene dayanılarak söz
konusu olabilir
1. Varolan
paradigmanın yeterince açıkladığı fenomenler,
2. Varolan
paradigma tarafından ortaya konulan, ancak ayrıntıları paradigmanın
ayrıştırılmasıyla anlaşılabilecek fenomenler,
3. Varolan
paradigmaya uymamakta direnen fenomenler,
|
Birinci grup fenomenler nadiren yeni kuramlara yol açarlar ve
açtıkları kuramlar da pek kabul görmez. İkinci
grup fenomenler ise yeni paradigma icat etmek değil, varolanı aynşumıak amacındadırlar.
Yeni kuramlara yo1 açan tek fenomen türü ise üçüncü gruptur.
Öyleyse
bilimsel devrim, eski kuramın doğa ile ilişkisinden ortaya çıkan aykırılıkları
gidermek için yapılmaz; ve eski ile yeni kuramlar mantıksal olarak
bağdaşmazlar. Bağdaşsalardı farklılık oluşmazdı. Dolayısıyla ard arda gelen
bilimsel kuramların birbirlerini bir mantık silsilesi halinde içerdikleri
düşüncesi doğru değildir. Dolayısıyla bilimsel gelişme birikimsel olamaz. Bir
kuram devrimsel bir biçimde diğerinin yerini alır. Sonraki kuram bir önceki kurama
göre problemleri daha ayrıntılı ve başarılı bir biçimde çözümler ve bu anlamda
bir gelişme söz konusudur. Yeni paradigma ile bütün olgular yeni bir anlam
kazanır ve önceki paradigmanın çözümleyemediği anormal durumlar, normal bilimin
doğal bir parçası haline gelirler. Dünya görüşleri değişik olduğundan yeni ve
eski paradigmaları ölçmek, değerlendirmek söz konusu bile değildir.
Paradigmanın değişmesiyle birlikte dünya
görüşü de değişmektedir. Bundan dolayı paradigma değişikliği bilim adamlarının
araştırma ile bağlanmış oldukları dünyayı farklı şekilde görmelerine neden
olur. Öyle ki, bilim adamının dünyasında önceden ördek sayılan nesne devrimden
sonra tavşan olmuştur. Bu nedenle devrim dönemlerinde, yani olağan bilimsel
gelenek değiştiği zamanlar, bilim adamı çevresini algılamayı yeniden öğrenmek
zorundadır. Bunun sonucunda da araştırma dünyası bir çok noktada eskiden
yaşadığı dünyayla bağdaşmayan ölçüler taşıyacaktır. Paradigmaların
birbirleriyle bağdaştırılamamalarının nedeni de budur.
Örneğin Aristoteles
ve Galileo bir ipe bağlı olarak sallanan taşa baksalardı, bu aynı fenomeni nasıl anlamlandıracaklardı?
Aristoteles için bu fenomen engellenmiş bir düşme, Galileo için ise bir sarkaçtır.
Sonuçta paradigma değiştiğinde, dünya değişmese bile, bilim adamının artık
farklı bir dünyada çalıştığı kesindir. Çünkü paradigma varsa onu geliştiren
çabanın en önemli kısmı zaten verilerin yorumlanmasıdır. Ancak bu yorumlayıcı çaba
paradigmayı yalnızca ayrıştırmakta fakat yanlışlarını düzeltememektedir. Zaten
paradigmaların olağan bilim tarafından düzeltilmeleri ne de olanak yoktur.
Olağan bilimin bu konuda yapabildiği tek şey aykırılıkların tanınmasıyla bunalımlara yol açmaktır. Bunların son
bulması ise, irade veya yorumlama ile değil, kalıp değiştirmeye benzer oldukça
ani ve düzensiz bazı olaylarla mümkündür. Bu durumlarda bilim adamları gözlerin
birden açılması yahut bir yıldırım çakması ile o zamana kadar karanlıkta kalmış
bir bulmacanın aydınlanmasından ve bütün parçalarının bir çözüme varabilecek
şekilde yeni bir gözle görülmesinden söz ederler.
Kuhn’un
yukarıda serimlenen düşüncelerinin değerlendirmesine geçmeden önce son bir soru
daha sormamız gerekmektedir: Bilimsel ilerleme
madem ki devrimsel bir süreçtir, neden bilim tarihinde devrimler sıkça görülmemiş
ve bilimsel ilerleme hep birikimsel bir süreç, ya da Kuhn’un deyimiyle sadece
alışılmış şekliyle bilimsel bilgiye yapılmış birer katkı olarak
değerlendirilmiştir?
Kuhn’un
yanıtı açıktır: Çünkü devrimler bir tür “görünmezlik” taşımaktadırlar. Toplumda
ya da bilim topluluklarında devrimlerin bu türden bir fenomen olarak
algılanmalarının elbette bazı temel nedenleri vardır. Hem bilim adamları hem de
bilim dışındaki kişilerin, yaratıcı bilimsel faaliyet hakkında zihinlerinde
bulundurdukları imgeyi yaratan “yetkili” kaynaklar, bilimsel devrimlerin
varlığını ve önemini sistematik bir şekilde, kısmen de son derece işlevsel
nedenler yüzünden, örtmeye çalışırlar. Kuhn’a göre bu “yetkili” kaynaklar
şunlardır:
1. Ders Kitapları,
2. Popüler Bilim Kitapları,
3. Felsefe Kitapları.
Bunların her
üçü de ele aldıkları sorunların, verilerin ve kuramların bütünü evvelce
geliştirilmiş ve çoğunlukla da yazıldıkları zamanki bilim topluluğunun bağlı
olduğu paradigmalarla bütünleşmiş durumdadır. Sonuçta bilimin tarihi ve
doğrusal ya da birikimsel göstermek yönünde ısrarlı bir eğilim oluşur ve
devrimler gizlenmiş olur. Ayrıca her devrim sonrası bu yapıtlar yeniden
kurgulanır. Ancak bu kurgulama bazen yanlış yapılır ve sonuçta yine devrim
görünmez ve ortaya çıkan sonuç sanki bir birikimin son noktasıymış gibi
algılanır. Oysaki asıl olan devrim ve
ilerlemedir.
Kuhn’a göre,
ister bir keşif, ister bir kuram olsun, doğanın değişik tarzda yorumlanması
demek olan devrim ilk önce birkaç bireyin zihninde ortaya çıkar. Bilimi ve dünyayı
farklı şekilde görmeyi ilk öğrenen onlardır. Onların bu geçişi yapabilme
yeteneklerini kolaylaştıran ve mesleğin diğer üyelerinin farkında olmadıkları
iki koşul vardır.
Bu gibi insanların dikkati her seferinde
bunalım yaratan sorunlar üzerinde yoğun şekilde toplanmıştır. Ayrıca hepsi de o
kadar genç yahut da bunalımın baş
gösterdiği alanda o kadar yenidirler ki, uygulama onları eski paradigmanın
belirlediği kurallara ve dünya görüşüne, çağdaşlarının çoğunluğu gibi
koşullayamamıştır.
Kuhn’un bu
belirlemesi önemli bir gerçekliğe sahip olsa da, yine de bir bilim topluluğunu
olağan bilimin bir geleneğini terk ederek bir diğerini yeğlemeye nelerin
ittiğini yeterince açıklamamaktadır. Ancak olağan bilimsel etkinliği bir
bulmaca çözme etkinliği olarak algılanmasına dayanarak bir belirlemede bulunmak
olanaklı gözükmektedir ve kendisi de bunu denemiştir. Ona göre bir araştırmacı,
olağan bilimle uğraştığı ölçüde bulmaca çözen bir kişidir, paradigma sınayan
biri değil. Belli bir bulmacanın çözümünü ararken bazı almaşıkları deneyip,
istenen sonucu vermeyenleri bir kenara atsa da, bunu yaparken paradigmayı sınamaz.
Paradigmanın sınanması yalnızca önemli bulmacalar bir türlü çözülemeyip, bunalım
baş gösterdiği zaman yapılan bir işlemdir. Öyleyse, bilimsel devrimler artan
olgusal baskı sonucunda, hemen hemen istek dışı olarak ve nadiren ortaya çıkan
olağan dışı bilimsel süreçlerdir ve bilimsel ilerleme de bu süreç sonucunda
gerçekleşmektedir.
Burada
Kuhn’un bilimsel ilerlemenin biçimi üzerine yaptığı esaslı tartışmanın sonuna
gelmiş olmaktayız. Ancak çok temel bir problemin daha gündeme gelmesi kaçınılmaz
görünmektedir. Çünkü bu anlayışta ilerleme kavramının sadece bilim için kullanıldığı
görülmektedir. Bu ise belki de Kuhn’un geleneksel bilim anlayışına bağlı
düşünceden ayrıldığı tek nokta olması bakımından büyük değer taşımaktadır.
Çünkü, bir yerleşik kuramdan, yani paradigmadan diğerine geçme edimi felsefede
ve sanatta da karşılaşılan bir durumdur. Ancak sadece düzenli olarak ileri
gitme ayrıcalığı bilime tanınmıştır. Öyleyse bunun da bazı temel nedenlerinin
bulunması gerekir. Kuhn da bu gerçeklikten hareketle “ilerleme
neden yalnızca bilim adını verdiğimiz uğraşlara saklı bir ayrıcalık olsun?
Diye sormaktadır.
Ona göre
bunun temel nedenlerinden birisi bilim terimine yüklenen anlamla ilgilidir.
Genel olarak olgun bir bilimsel topluluğun üyeleri tek bir paradigma yahut da
yakından ilişkili bir dizi paradigma üzerinde çalışma yaparlar. Farklı bilimsel
topluluklar çok ender olarak aynı sorunları incelerler. Bu gibi olağan dışı
durumlarda da farklı çevreler yalnızca birkaç ana paradigmayı ortaklaşa
kullanırlar. Fakat söz konusu bilim adamları olsun ya da olmasın, herhangi bir
tek topluluğun içinden bakıldığında, başarılı yaratıcı çalışmanın sonucu
gerçekten de ilerlemedir.
Öyleyse
bilimsel ilerleme aslında bir bakıştan kaynaklanmaktadır. Bilime olan bakış ve
aşırı güven bunu doğurmaktadır. Diğer bir neden ise, birbirlerinin amaçlarını
ve kıstaslarını sorgulayan rakip okulların her zaman bilimde bulunmamasıdır.
Böyle olduğu için olağan bilimsel toplulukların ilerlemesini görmek daha kolay
olmakta dır.
Buna bağlı
olarak ortaya çıkan bir diğer neden de, devrimlerden sonra ortak bir paradigmanın
kabul edilmesinden dolayı, topluluk üyeleri bütün dikkatlerini ilgilendikleri
görüngülerin en ince ve kapalı kalmış tarafları üzerinde toplarlar. Bu da yeni
sorunların çözümlenmesindeki etkinliği artırır. Ve nihayet bilim topluluğunda
çok seslilik olmadığı için bilim adamı bir problemi çözüp diğerine geçmek için
dikkatini dağıtmak zorunda kalmaz, Bu da daha fazla problem çözmek demektir
Bunun anlamı şudur: Bilimsel bir çevre paradigmanın
olağan koşullarda tanımladığı bulmaca yahut sorunları çözmek için son derece
etkin bir araçtır. Bu koşullarda söz konusu sorunları çözümlemenin de
ilerlemeden başka sonucu olamaz. Devrimler karşıt saflardan birinin tam
zaferiyle sonuçlanır. Bu durumda kazanan kişinin zafer sonucunu ilerleme
olarak nitelememesi zaten düşünülemez. Bu anlamada kazanan kesim için devrim
sonucunun ilerleme olması gerekir. Devrimle birlikte eski paradigmayı
kapsayan kitap ve makalelerin çoğu da bilimsel dikkate değer bulunmayarak bir
kenara itilir. Böylece bilim adamı geçmişi bugünkü konumuna düz bir çizgi
halinde varmış olarak görme eğilimine girer ve geçmiş ilerleme olarak
görülmeye başlar. Diğer taraftan her paradigma değişiminden sonra yeni
paradigma aşamasında doğa biraz daha ayrıntılı ve incelikle anlaşılmaktadır.
Bu da ilerlemenin diğer bir nedenidir.
|
Değerlendirme
Kuhn ve diğer
bilim felsefecilerinin temel amacı aslında bilimi aydınlatmaktır. Bu
nedenle bu
kitap bilimsel gelişmeyi geleneğe bağlı bir dizi dönem olarak ve bu akışı kesen
birikim dışı aşamalar şeklinde betimleyerek açıklama yoluna gitmiştir. Ancak
asıl çarpıcı yönü bilimsel gelişme sürecini üslup, zevk ve kuramsal yapı
açısından meydana gelen devrimci kesilmelerle dönemlemesidir.
Diğer önemli
bir boyutu da bilimsel gelişmenin diğer alanlardaki gelişmeyle büyük bir
benzerlik taşıdığının, ancak farklı olarak gelişmenin sonucunda bilimde bir
ilerlemenin söz konusu olduğunun belirtilmesidir. Bu yönüyle Kuhn, bilimsel
araştırmanın ürünlerinin yapısından çok, bilimsel bilginin kendisiyle elde edildiği
dinamik süreçle ilgilenmektedir. Bundan dolayı olguların yanında bilimsel
çalışmanın ruhu üzerinde de dur maktadır. Çalışmasının pek çok yerinde bilimsel
toplulukların ortak özellikleri üzerinde durması da bu nedenden kaynaklanmaktadır.
Testlerin
amacı
Bir başka
önemli belirlemesi de, olağan bilim
döneminde bilim adamlarının ileri sürdükleri teorileri test etmediklerini,
aksine olağan bilim döneminde test edilenin bilim adamının yeteneği olduğunu ileri
sürmesidir. Ona göre aslında testler olağan bilimin bir parçasıdır. Ancak test
edilen teori değil, deneyimin bulmaca çözme yeteneğidir. Eğer böyle bir testin
sonucu olumsuz çıkarsa bu sonuç kuramı vurmaz, deneyci üzerine geri teper.
Kuhn’un bu
değerlendirmesinin bütünüyle doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü. test etme,
bilim olma iddiasında bulunan bütün disiplinler için vazgeçilmez bir koşuldur
ve bilime “sağlam ve güvenilir” olma niteliğini kazandıran da bu test etme
işlemidir. Zira, bilimsel bilgiyi diğer bilgi türlerinden ayıran en önemli etmen
de bu test etme sürecidir. Bu süreci başarıyla geçen bilgi, bir tür
“tartışmazlık statüsü” elde etmektedir. Dolayısıyla, Kuhn’un ayırmaya çalıştığı
gibi, test kuramı değil, kuramcıyı sınama işlemidir belirlemesi
anlamsızlaşmaktadır. Çünkü, her doğrulama, doğal olarak kuramı da test işlemine
tabi tutmaktadır. Nitekim bu konuda Popper da Kuhn’dan farklı olarak ister teoriysen,
isterse deneyci olsun bir bilim adamı önermeler veya önerme sistemleri öne sürer
ve onları adım adım teste tabi tutar demektedir. Hatta ona göre, deneysel
bilimler alanında bilim adamları varsayımlar ‘ve teori sistemleri inşa ederek
onları gözlem ve deneye tabi tutmaktadırlar. Hatta günümüz bilim
felsefecilerinden Watkins de Popper’ın güvendiği bir bilim kriteri olan test etmek
eylemini, fiilen test edilmiş olmak anlamında değil, daha çok test edilebilir olma, diğer koşulların eşit olduğu
durumda, en fazla test edilebilir ve
daha iyi test edilebilir olma olarak
anlamaktadır, Bu açıkçası bir bilimsel kuram yerine, önceki henüz test
karşısında başarısızlığa uğramamış olsa bile, daha faz la test edilebilir bir
kujamın getirilmesi gerektiğini belirtmektedir.
Kuram seçimi.
Yerleşik
bilim anlayışına aykırı gelen bir diğer belirlemesi de kuram seçimine
ilişkindir. Kuhn’a göre kuram seçimi bilimle ilgisi olmayan bir seçme işlemidir
ve bundan dolayı da bilimde özgür düşünme yok demektir. O zaman bir bilim adamı
egemen kuramın yerine yeni bir kuramı sadece artan ampirik baskıdan dolayı
getirmektedir. Oysa bu belirleme doğru değildir. Çünkü seçim yalnızca ampirik baskı sonucu değil, serbestçe
geliştirilmiş yeni bir kuram olduğu için yapılmaktadır. Hatta bir bilimsel
bunalım ampirik nedenlerden çok kuramsal nedenlerle ortaya çıkabilir. O zaman
bilimde Kuhn’un varsaydığından daha fazla özgür düşünme var demektir.
Diğer
taraftan bilim tarihinin ana çizgileriyle Kuhn’un öngördüğü yaklaşıma benzer
şekilde ilerlediğini belirtmek yerinde olur. Yani tipik bir dönemin, olağan bilim
dönemine ve o izleyen kısa ve heyecan dolu bir olağan dışı bilim dönemine ve
tekrar yeni bir olağan bilim dönemine bıraktığı doğrudur. Ancak olağan bilimin adeta bir cemaat kimliği
taşıdığı savı doğru değildir. Çünkü olağan bilim, olağan dışı bilime yol
açıyorsa, o zaman bilim toplulukları kapalı cemaatten daha fazla özgür
düşünceye sahiptirler ve yeni kuram seçimi de bu bağlantıda ortaya çıkmaktadır.
Bu ise bilimin dogmatik bir yapısı olduğu görüşünü geçersiz kılmaktadır, Zaten
bu sav diğer pek çok bilim felsefecisince kabul edilmemiştir. Örneğin Popper
bilimin temelde eleştirel olduğuna inanmakta ve hatta Kuhn’un devrimci bilim
aşamasını bu eleştiriye dayanan yönüne bağlamaktadır. Ona göre bilim eleştiriyle
kontrol edilen cüretkâr hipotezlerden oluşmaktadır.
Kuhn Carnap
benzeşmesi
Diğer bir
önemli nokta da, Kuhn’un ortaya koymuş olduğu paradigma değişimi ya da bilimsel
devrim kavramlarıyla Carnap’ın pozitivist yaklaşımı arasında büyük bir
benzerliğin bulunmasıdır. Hatta bu iki düşünürün pek çok konuda yakın müttefik
olduklarını söylemek bile mümkündür. Kuhn’un olağan bilim tanımlaması Carnap’ın
bilimsel dil
anlayışıyla bağdaşmaktadır. Aynı şekilde Kuhncu paradigma değişimi olan
bilimsel devrim de, Carnapçı anlamda bir
bilimsel dilden diğerine geçiş anlamına gelmektedir. Bu da Kuhn’un aslında
yukarıda da vurgulandığı üzere bilimsel topluluğun ya da etkinliğin gerçek
ruhunu tanımaya dayanmayan bir zeminde ve bütünüyle dilsel bir bağlamda yaptığı
değerlendirme olarak karşımıza çıkmakta ve Kuhn’ un mantıkçı pozitivist
anlayışı öldürdüğü savını geçersiz kılmaktadır. Çünkü, Carnap’ın devrimci
bilimsel değişim görüşleri Kuhn’un ayrıntılandırdığı görüşlere oldukça
benzerlik taşımaktadır. Bu da mantıkçı amprist görüşün Kuhn tarafından çürütüldüğü
yaygın inancını büyük ölçüde anlamsızlaştırmakta ve daha çok konunun
ayrıntısında gizlenmiş olan anlam kaymalarının dikkate alınmadığını
göstermektedir.
Kuhn’un
Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı çalışmasının yayımlandığı andan itibaren büyük
bir tartışma ortamı yaratmış olduğu ve pek çok bilim ve düşün adamı tarafından
sık sık bu kitabın yayımlanmasının 20. yüzyıl bilim felsefesinde büyük bir
dönüm noktası olarak tanımlandığı ve bilim topluluklarının bu büyük başarı
karşısında epeyce sarsıldığı bir gerçektir. Ancak, Kuhn’un düşüncelerini “yeni
bilim felsefesi” ve “mantıkçı ampirizmin ölümü” olarak görmek, Bilimsel Devrimlerin
Yapısı’nda içkin bir biçimde ve özellikle de dilsel bir bağlamda betimlenmiş
anlatımlar göz önüne alındığında, bu belirlemelerin henüz tam anlamıyla
somutlaşmadığı açığa çıkmaktadır. Bu nedenle her şeyden önce şunu vurgulamakta
yarar vardır: Kuhn’un görüşlerini yanıtlamaya çalışırken, 1960’lı ve 1970’li
yıllardaki bilim felsefesi, kuramın mantıksal yapısı, doğrulama ve açıklama
kavramlarıyla daha az ilgilenir hale gelirmiş, aktüel bilimsel usavurma ve
bilimsel değişimin tarihsel yapısıyla daha fazla ilgilenmeye başlamıştır.
Bu bağlamda
Kuhn’un görüşlerini değerlendirdiğimizde, yaygın etkisine ve olağanüstü
düşünsel örgüsüne karşın, aslında onun yaklaşımının radikalliğinin gerçek olmaktan
daha çok, görünürde olduğu açığa çıkmaktadır.
Diğer
taraftan, Kuhn’un belirlediği olağan bilim, devrim, olağan bilim şeklindeki
dönemlemeleri astronomiye uygun düşmektedir, ancak örneğin biyoloji ya da
optiğe denk düşmemektedir. Bilim tarihi her bilimsel alanda, dominant tek
kurama dayanarak ilerleyen bir dominant kuramlar zincirinden ibaret olduğu
savını desteklememektedir. Optikte birden fazla kurama dayalı bir ilerleme söz
konusu olmaktadır. Bu anlamda Kuhn ya da diğer bilim felsefecileri bilime
ilişkin temel öneme sahip problemleri dile getirmişlerdir. Bilimin doğasıyla
ilgili derin kavrayışlarda bulunmuşlardır. Ancak hiçbirinin bilimin ya da
bilimsel serüvenin özünü tam olarak yansıtacak kanıtlara sahip olmadıkları
böylece açığa çıkmaktadır.
Bunda çok
temel bir sorunla karşı karşıya kalındığı açıktır. Çünkü durum böyleyse, o
zaman “bilimi nasıl anlayabiliriz?” sorusuna yanıt bulmak gerekmektedir.
Bunun için bir yol, bir bilim dalında ortaya çıkan
tarihsel gelişimi izlemek olabilir. Tarihsel verilere dayanarak bir kuramın
doğası hakkında bilgi sahibi olunabilir. Ancak burada da tarihsel veriler
içerisinde. örneğin Faraday’ın gerçekten ne tür bir düşünceye dayanarak kuramım
ortaya koyduğunu, doğrudan doğruya Faraday’ın bildirdiği bir belgeye
dayandırmak her zaman olanaklı olmamaktadır.
İkinci bir yol da sosyolojik yaklaşımdır. Yani bilim
topluluklarının gerçek yapısının ne olduğunun anlaşılmaya çalışılmasıdır. Oysa
ne Kuhn ne de diğer bilim felsefecileri bu bilgiye sahip değillerdir. Bugün de
sahip değiliz. Örneğin bilim adamlarının ne kadarı son belirlemede bilimin ne
olduğuyla gerçekten ilgilenmektedirler. Bu durumda Kuhn’un bilim adamlarının ne
yaptıklarına ilişkin savları, onların bilimi bu şekilde icra ettiklerinin kesin
kanıtı yokken ileri sürülmüştür.
Kuhn’un bu
anlayışı her şeyden önce ve çoğunlukla bilim adamının toplumsal psikolojisine
ve doğal sosyolojisine dayandırılmış genellemelerden oluşmaktadır. Elbetteki,
bilim adamı da sosyal psikolojik bir varlıktır ve bu boyutuyla bilimsel işlem
süreci ne katılmakladır. Ancak, bunu bilgide bir “mutlak” olamasa bile, sıradan
bir “göreliliğin” kanıtı olarak kullanmak, sanırım tam anlamıyla bir
bilimsellik ölçütünden uzaklaşmaya neden olmaktadır. Oysa bugün artık çok daha
iyi bilinmektedir ki, bilim adamının olsun, bilimsel etkinliğin doğasının
olsun, taşıması olanak dahilinde bulunan “bilim
dışı” tutumların, keyfiliğin ve göreliliğin önüne geçebilecek donanımlar da
geliştirilmiştir.
Modern çağ
ile birlikte başlayan bilimsel çalışma anlayışı, bilimi sistemli ve tutarlı
bir uğraş olarak anlamaktadır. Bu anlayışın dayandırıldığı temel ilkelerden
birisi, bilim adamının diğer entelektüel uğraş mensuplarından daha fazla
kişisel sorumlulukla karşı karşıya bırakmayı öngörmektedir. Bilim adamı
düşüncesini ya da Kuhn’un deyimiyle “inancını” özgürce ileri sürecek, ancak
aynı zamanda o düşüncenin “tartışmazlık statüsü” elde edebilmesi için gerekli
olan, kanıtlamayı da yine kendisi üstlenecektir. Bu ise bilimde, herhangi bir
diğer disiplinde bulunmayacak ölçüde bir “bana göreliğin” açıkça reddedilmesidir.
|
Bu davranışın diğer bir sonucu da,
bilimsel ürünlerin doğruluk değeri olan olasılık kavramının, ilk başta
yarattığı kesinlikten uzaklaşma izlenimidir. Aslında bilimde söz konusu olan
olasılık, bilimin gerçek doğasına en uygun anlatım biçimidir. Çünkü “doğru” ya da “yanlış”
bilim önermelerinin doğruluk değeri olamayacak kadar sıradan kavramlardır.
Bilim önermeleri, diğer pek çok şeyin yanında, geleceği de öngörmek durumunda
olduklarından, daima bir “olabilirlik sınır
kavramı” içerisinde formüle edilmek durumundadırlar. Bu “olabilirlik
sınır kavramı”nın gerçekleşme oranı yükseldikçe “doğruya” azaldıkça da
“yanlışa” yaklaşıldığı söylenebilir, ancak bu durum o önermenin bilimselliğine
zarar vermez.
Benzer
şekilde bilim adamına, uğraştığı alana ilişkin kesinlik değeri yüksek bilimsel
önermeler elde edebilme olanağı sağlayan matematik ve deney gibi araçların
bulunduğunu da söylemek yerinde olacaktır. Daima düşüncenin, dilin doğasından
kaynaklanan “kaypak” niteliğinin yaratacağı aldanmalardan kaçınmak veya Francis
Bacon’un dediği gibi, Çarşı Pazar İdolleri’nin bilginin doğasını karartmasını
önlemek için, niteliksel anlatımdan, niceliksel anlatıma geçmesini sağlamak, bu
bakımdan büyük önem taşımak tadır. Yine Modern dönemden bu yana bilim adamları
bu aracı çok başarılı bir biçimde kullanmaktadırlar ve kullanmaya da devam
edeceklerdir. Aynı şey, bilimin ussal yönünü ampirik öğe ile desteklemek
anlamına gelen, deneysel yöntem için de söz konusudur.
KAYNAKÇA
Grunberg. Teo
Irzik, Gürol, “Carnap and Kuhn: Arch
Enemies ot Ciose Allies?”, British fournal for Philosophy of Science, 46, 1995.
Kuhn, Thomas,
S., The Structure of Scientic Revolutions, Chicago 1970.
Kuhn, Thomas
S., Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çeviren: Nilüfer Kuyaş, Istanbul 1982.
Popper, Karl
Raimond, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, Çevirenler: İlknur Aka , İbrahim Turan,
YKY, İstanbul 1998.
Reisch,
George A., “Did Kuhn Logical Empiricism”, Philosophy of Science, 58, 1991.
Serdar,
Ziyauddin, Thomas Kuhn ve Bilim Savaşları, Çeviren: Ebru Kılıç, Istanbul
2001.
Watkins,
John, “Olağan Bilime Hayır”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle ilgili
Teorilerin Eleştirisi, Editör: Imre Lakatos , Alan Musgrave, Çeviren:
Hüsamettin Arslan, İstanbul 1992.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder