Etik

Herald Delius

Özel olsun olmasın, bir şeyin doğruluğu veya yanlışlığı hakkında verdiğimiz yargılar, sadece nesnel doğruluğu göz önünde bulundurarak verdiğimiz yargılardan ibaret değildir. Moral, etik veya ahlâksal adlarıyla andığımız bir doğruluk türünü esas alan bir bakış açısı altında da yargılar veririz. Bir eylemle ilgili nesnel yargılar, sadece, o eylemin hizmet etmesi gereken bir niyete uygunluğu gözetilerek verilen yargılardır. Buna karşılık ahlâksal yargılar, bir kişinin eylemini, başka kişilerin yarar veya zararını, başka kişilerin ilgi ve niyetlerini gözeterek değerlendiren yargılardır. Bu tür yargıların temelinde, eylemlerimizde, bizim dışımızdaki kişilerin ilgi ve niyetlerini de gözetilmiş olduğu, örneğin kendimize yararlı ama başkalarına zararlı eylemlere değil, kendi özel ilgi ve çıkarlarımıza karşıt olsa da, başkalarının yararını ön planda tutacak eylemlere yönelmek gerektiği gibi bir genel inanç yatar. Bu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar, talepler, haklar ve ödevler, v.b. konumu içinde, hemen her tarihsel dönemde değişen çok çeşitli kılıklarda kendini gösterir. Bu inanç, gitgide, insani ilgiler açısından önem ve değer taşıyan öbür inançlara bir kural içinde eşlik etmeye başlar. Bu insani inançlardan birisi veya bu inançlar içersinden bir kaçının birleşmesiyle oluşmuş bir bireşim, tüm öbür inançların kendisine göre düzenlendiği en yüksek inanç ("en yüksek iyi") haline dönüşür.

İşte, bir bireyin, bir halkın, bir toplumsal sınıfın, bir çağın bilinçli yaşamına egemen olan bu inanç ve tasarımlar topluluğuna (moral, Sitte), bunların bir toplumsal olgu halinde yaşanmasına (moralite, Sittlichkeit), bu inanç ve tasarımlara göre yönlenen insânı tutumlara ve bu tutumlara göre yönlendirilen eylemler hakkında verilen (doğru veya yanlış) yargılara(moralisch, sittlich) diyoruz. Ahlâk, ahlâklılık ve ahlâksal terimleri, sayısız yan anlamlarından arındırılmış bir halde, aşağıda, yukarıdaki tanımlarına göre kullanılacaktır.

Ahlâksal bir buyruğun önemli bir karakteristiği şudur: Bir ahlâksal buyruk, sanki, tutumumuzu ve ona belli eylemimizi koşulsuz geçerli kılan bir iddia taşır gibidir. Oysa nesnel doğruluk, her zaman ve ancak bir koşul altında geçerlidir. Örneğin bir ev inşa etmek veya golf oynamak istediğimde, burada, girişimimi ulaşmak istediğim amaca uygunluk bakımından doğru veya yanlış kılacak olan bir takım kurallar vardır. Ama bu kurallar, amacıma uygun eylemlerde bulunduğum sürece geçerli, yani hipotetiktirler. Ev inşa etmek veya golf oynamak niyetimden vazgeçtiğimde, bu kuralların geçerliliği beni bağlamaz; yani bu kurallara uyup uymamak benim isteğime bağlıdır. Buna karşılık ahlâksal buyruk ve talepler, beni değil, bizi ilgilendiren bir durum ve konumdan çıkarlar; örneğin haklarına zarar vermemek gerektiği gibi. İşte bu yüzden bunların koşulsuz geçerli, yani kategorik bir görünümleri vardır. Ben, bu buyruk ve taleplerin benden bekledikleri şeyi gözardı edemem. Çünkü ahlâksal buyrukların oluşumunu sağlayan ilgiler, ev inşa etmek veya golf oynamak gibi bana ait özel ilgiler değil; tersine, haklarında özel ilgilerime dayanarak yargılar veremeyeceğim, beni olduğu gibi başka kişileri de bağlayan ilgilerdir.

Ama ne var ki, ahlâksal buyruk ve taleplerin böyle koşulsuz geçerlilik iddiasıyla ortaya çıkmalarını sağlayan şey, öncelikle ve sadece, bu konuda yaygınlaşmış bir töreel/geleneksel duygudan başka bir şey değildir. Çünkü bu gibi buyruk ve talepleri, koşulsuz geçerlilik iddialarına rağmen görmezlikten gelmek olanaklı olduğu gibi, onların koşulsuz geçerliliklerinden şüphe duymak da olanaklıdır. Zaten böyle bir şüphenin yaşamda her zaman kendini gösterip sesini yükselttiği çok açık bir fenomendir.
Çeşitli topluluklarda, çeşitli kültür çevrelerinde, çeşitli zamanlarda çok çeşitli ahlâkların hep koşulsuz bir geçerlilikle ortaya atılmış oldukları ve hâlâ da atılmakta oldukları görülür. Bir Hıristiyan, bir Çin, bir İslâm ahlâkı olduğunu biliriz. Bunun gibi, hümanist ahlâk, hoşgörü ahlâkı, ödev ahlâkından da söz edilir. Yine, aristokrat ahlâkı, köle ahlâkı v.b. vardır. Bu ahlâklar arasında yapılacak bir karşılaştırma, bunların kendi açılarından hep koşulsuz geçerlilik taşıyan çeşitli buyruk ve talepleri içerdiklerini ve çoğu kez de birbirlerini hatta tümden yadsıdıklarını gösterebilir. Bu gözlemlerden yola çıkılarak, bugün çoğunlukla kullanılan bir deyimle, tüm değerlerin göreceliği düşüncesine varılabilir ve bu açıdan bakıldığında, koşulsuz ve tüm insanları birleştirici ahlâksal normların hiçbir zaman mevcut olmadığı ve bundan sonra da olmayacağı veya insanlığın, naif olarak benimsenegelmiş bir ahlâklar ve ahlâksal gelenekler çokluğundan kendisini artık kurtarması, bu ahlâksal kaosu ortadan kaldırması gerektiği sonucuna varılabilir. Ancak ne var ki, bu gözlemlerden yola çıkıp relativizme varmak veya tam tersine bu relativizmi aşıp tek ve herkesi bağlayıcı bir ahlâk kurmak konusundaki denemelere rastlamak, hiç de sadece bizim çağımıza özgü bir şey değildir. Relativizme karşı, çok daha önceleri, ahlâksal buyruk ve talepleri kuramsal araştırmalarla sınamadan geçirmek ve yalınkat ve çok çeşitli geleneksel inançlar yerine herkes için bağlayıcı olan tek bir temel bulmak ve mevcut tüm inançları bir yana atıp, ahlâksal yaşamı bu temele dayandırmak denemesi zaten yapılmıştır.


Bu tür kuramsal araştırmaların ilk örneğine Platon (M.Ö. 427-347)'un diyaloglarında rastlamak olanaklıdır. Bu diyaloglarda, önce, iyi'nin, erdemin, doğruluğun, cesaretin, v.b. neliği (mahiyeti) hakkında kuramsal sorular ("ti esti?", nedir?) ortaya atılır ve ahlâksal buyruk ve taleplerin niteliği ve anlamı, doğadaki ve nesnelerdeki düzene ("kosmos") göre temellendirilmeye çalışılır. ilk kez Aristoteles (M.Ö. 384-322), bu tür denemelere sistematik bir araştırma niteliği kazandıran kişi olmuş ve ahlâksallığın biçim ve koşullan konusu, in- sana ait bir "en yüksek iyi" kavramı altında kapsamlı çözümlemeler ve sağlam bir çıkarım zinciri içinde ele alınmıştır. Öyle ki, Aristoteles'in yazılarının sınıflandırılması sırasında ahlâk hakkındaki felsefi araştırmalarına verilen etik adı, o günden bu yana kullanılagelmektedir.


Moral (ahlâk) ve etik sözcükleri arasında günlük dildeki çok anlamlılık, geçişlilik ve kaypaklığa rağmen, her iki sözcüğü birbirinden ayırmak konusunda yine de bir ölçütümüz vardır. Ahlâk (moral)'ın olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey olmasına karşılık, etik, bu olguya yönelen felsefe disiplininin adıdır. Bu nedenle, günlük dilde alışkanlıkla bir "ahlâksal problem" den söz edildiğinde, aslında bunu "etik'e ait bir problem", bir "etik problemi" olarak anlamak gerekir.


Ama etimolojik açıdan baktığımızda, her iki sözcük de "töre", "gelenek", "alışkanlık", v.b. anlamlarına sahiptir. Bu nedenle, örneğin N. Hartmann, "morallerin (ahlâkların) çokluğuna karşılık etiğin tekliği" nden söz eder. Bununla kastedilen şey, bir felsefe disiplini olarak etiğin tekliğidir ve böyle bir disiplin olarak etiğin görevi, herhangi türde bir "moral" (ahlâk) geliştirmek ve bu morale (ahlâka) uyulmasını öğütlemek değil; tersine, ahlâksal (moralisch) bağıntıların niteliği üzerine bir genel görüş elde etmektir. Bu kuramsal etkinlik, tek tek "moraller"e değil, genelgeçer etik bağıntılara yönelmek ister. Bu tutumuyla felsefı etik, herşeyden önce teolojik etik'ten kesinlikle ayrılır. Gerçi teolojik etiğin ele aldığı sayısız problemler, aynı zamanda felsefi etiğin de konusudur; ama teolojik etik, kaynağını, felsefı etik gibi inceleme ve eleştirme isteğinde değil, tanrısal vahiyde bulur ve tam da bu niteliğiyle, felsefi etikten çok, herhangi bir "moral"e yakın durur.


Günümüzde Felsefe Disiplinleri- Etik- Herald Delius- Türkçesi: Doğan Özlem -Ara Yayıncılık-1990

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder