Frankfurt Okulu’nun Horkheimer ile birlikte
diğer önemli ismi olan Marcuse, savaş öncesi ülkesini terk ettikten sonra,
diğerlerinin aksine Almanya’ya dönmeyip, A.B.D ‘de kalmış ve oranın vatandaşı
olarak ölmüştür.
I.Dünya Savaşı sonrası Almanya’sında, ortam
nedeniyle köktenci eğilimlere yönelen Marcuse, Marxçılık ilgisine karşın,
komünist harekete dahil olmamıştır. Freiburg’daki öğrenciliği sırasında Alman
Sosyal Demokrat Partisi’ne üye olmuştur.
Marcuse, Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı
yapıtını okuduktan sonra, Heidegger ile çalışmak üzere Freiburg Üniversitesi’ne
gitmiştir.
Hegel’in Varlıkbilgisi ve Tarihsellik Kuramının Temelleri başlıklı doktora
tezini 1932’de tamamlamıştır. Tezi siyasi nedenlerle reddedilmiştir.
Frankfurt Sosyal Araştırma Enstitüsü’nün
kurucuları arasında yer alan Marcuse, 1933’te Hitler’in iktidarı ele geçirmesi
üzerine Cenevre’ye kaçtı. Daha sonra 1934’te ABD’ye giderek Columbia
Üniversitesi’nde öğretim üyesi oldu.
1940’ta ABD yurttaşlığına kabul edildi.
II.Dünya Savaşı sırasında o yıllarda faşizme karşı olan birçok aydının yaptığı
gibi devlet kademelerinde görev aldı. ABD Kara Kuvvetleri’nde istihbarat analizcisi
olarak çalıştı.
Savaştan sonra CİA’nın ilk modeli olan,
Haberalma Araştırmaları Bürosu’nun Orta Avrupa Bölümü yöneticiliğini yaptı.
(1945-1950)
1951 ‘de öğretim üyeliğine dönerek Columbia
ve Harvard üniversitelerinde (1954’e değin), Brandeis Üniversitesi’nde
(1954-65) ve San Diego’daki California Üniversitesi’nde (1965-76) ders verdi.
Daha sonra ölünceye değin California Üniversitesi’nde onursal felsefe profesörü
olarak görev yaptı.
Marcuse Mayıs 1968 olaylarına gösterdiği
duygudaşlıkla tanındı.
Almanya’da verdiği bir dizi konferans
sırasında hastalanarak 1979 yılında Starnberg’de öldü.
“Marcuse’nin hayatı, Marksizmi sürekli olarak
incelemek ve yeniden kurmak girişimini ifade eder. Devrimin kaderi, sosyalizmin
olabilirliği, “ütopik” (görüldüğü kadarıyla erişilmez) amaçların savunulması
gibi zihinsel uğraşlar onun tüm çalışmalarında açıkça görülür. Topluma
eleştirel yaklaşımının hedefleri, kişisel özgürleşme, merkezi olmayan siyasal
bir hareketin oluşturulması ve insanlıkla doğanın bağdaştırılmasıdır.
Her ne kadar “erken Marx”ın yazılarının önemi
Horkheimer ve Adorno tarafından da vurgulanmışsa da, bunlara, özellikle Marx’ın
Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’na en fazla önem veren Marcuse eğilmiştir.
Genel bir emek ve yabancılaşma kuramı tüm çalışmalarına temel oluşturmuştur. Bu
kuramı Freud’un çalışmalarıyla önemli bir biçimde bütünleştirmesi, Marcuse’nin
projesinin farklılığını belki de her şeyden çok ortaya koymaktadır.
Marcuse’nin sosyal ve siyasal kurama en
önemli katkıları, Marksizmle Heidegger fenomonolojisini (görüngübilim) sentez
etmeye ilişkin bir girişim (1928); Hegel’in oeuvrc’ünün (eserinin) kuramsal ve
politik öneminin yeniden incelenmesi (Us ve Devrim-1941); birey ve toplum
arasındaki ilişkinin Marx ve Freud’un sentezleriyle yeniden kurulması (Eros ve
Uygarlık-1955); endüstriyel kapitalizmin ve devlet sosyalizminin eleştirel bir
çözümlemesi (Sovyet Marxçılığı-1958, Tek Boyutlu İnsan-1964); bir baskı biçimi
olarak modern bilimin kışkırtıcı bir değerlendirmesi (1964) ve yeni estetiğe
ilişkin bir çerçevedir (Estetik Boyut-1978). “ Marksist Düşünce Sözlüğü
Yararlanılan Kaynaklar
- Ana
Brittanica
- Felsefe
Sözlüğü- Bilim ve Sanat Yayınları
- Frankfurt
Okulu- Tom Bottomore- Ara Yayıncılık
- Marksist
Düşünce Sözlüğü-İletişim Yayınları
Herbert
Marcuse- Egemen akılcılığa itiraz.
20.Yüzyıl Filozofları- Margot Fleischer-İlya Yayınları
(…) Genç Marcuse ilk iki kitabını Hegel
ile ilgili olarak yazmıştır: Freiburg’ta kaleme aldığı ve öğretim üyeliğine
kabulünü sağlayan “Hegel’in Ontolojisi ve Tarihsellik Kuramının Temeli”
ile sürgünde Amerikan İngilizce’siyle yazdığı ve ana eseri mahiyetinde olan “Sağduyu ve
İhtilal — Hegel ve Toplum Kuramının Oluşumu”. Marcuse bu önemli
düşünürden, aynı Schiller’de olduğu gibi, hiçbir zaman kaçamamıştır. Söz konusu
özgürlükçü, genel siyasal ve manevi ilişkilerden çıkarımla elde edilen felsefe
anlayışını, Marcuse daha Hegel’i incelerken edinmişti. “Farka dair yazının”
unutulmaz başlangıç cümlelerinde yazdığı üzere, felsefe gereksinimini doğuran
şey, çağın yapısının ‘kemikleşmesi’ ve toplumun, bağımsız ve akılcı bir sistem
olarak, insanı baskı ve tekrarlamalara tabi tutmasıdır. Öyle ki, “bireysellik
artık hayata atılmaya cesaret edemez olur.” Demek ki Marcuse’ün düşünceleri,
bizleri çoğunlukla perde arkasından yöneten bu “ilişkiler iktidarına” erkenden
yoğunlaşmışlardır. Dünyanın ve sağduyunun kötü ayarlı biçimine, sonraları
“kurum” diyecek olan Marcuse, bu kuruma yönelik eleştirilerinde, müteakip on
yıllarda birçok yöne doğru akacaktır.
İlk dönem yazılarını tekrar keşfetmiş olduğu Marx,
Marcuse’e bir şey öğretmiştir: Yabancılaşmanın derinliği ve sermayenin iktidarı
karşısında, durumlarla ilgili kuramsal eleştirinin hiçbir gücü yoktur.
Dolayısıyla etkisiz kalmamak için, bir ideolojinin yayan görüntüsü olma
lanetiyle muhatap olmamak için, siyasal uygulamalı olmak zorundadır, yani bir
devrim sıfatıyla ilerlemesini bilmelidir. Peki ama, tarihsel Materyalistlerin
bütün ümitlerinin aksine, sosyalist devrim neden ilerlemedi? Şimşeğin çakmasını
sağlayacak olan gerilimler mevcuttu oysa: zengin ve fakir ile güçlü ve güçsüz
arasındaki bağıran tezat, halkların, savaşlarda boşalan, sadece uluslararası
boyutta çözülebilen rekabet mücadelesi. Neden bizzat Sosyalizmin kendisi,
Nasyonal Sosyalistlerin ve Stalin’cilerin dehşetli diktatörlüğüne dönüştü?
“Kölelik Yuvası” —Marcuse’ün arkadaşı olan Horkheimer, çağdaş sosyal ve akılcı
zihniyete böyle diyordu— sadece her türlü özgürlük denemesine karşı dayanmakta
kalmıyordu. Ayrıca giderek sağlamlaşıyor, Marcuse’ün olgunluk dönemi aşamasını
başlatan ikinci baş yapıtında, “tek boyutlu toplum” olarak tanımladığı şekle
bürünüyordu. Bunun asıl sebebi neydi? Neydi peki medeniyetin gelişimini, Marx
ve Engels’in hayatları boyunca inandıkları üzere, tam sosyal değişimin sahneye
çıkışına doğru değil de, aksi istikamete yönelten? Medeniyeti, her bakımdan
şekillenmiş olan bir toplumun seçeneksizliğine doğru götüren şey neydi?
Nietzsche
ve Freud,
Marcuse’e bu sorunun cevabı ile ilgili bir ipucu verdiler. Daha dolaysız olarak
konuya giren bu ipucu, Marksist analizin temelini oluşturmuş olan, çağdaş
vatandaşlık toplumunun çelişkilerinin, fazlasıyla ötesine uzanıyordu. Batı
Dünyasının kültürel gelişimini bütünüyle sorguluyordu. Daha genç yaşlardaki
Nietzsche bile, dünya tarihinde yer alan ve Batı’nın gelişim inancına ters
düşen, “baskıcı” bir eğitimin farkına varmıştı. Daha sonraları Adorno
ve Horkheimer
bu eğilimi, “Aydınlanma
Diyalektiği” olarak adlandırmışlardır. Nietzsche’ye göre Sokrat’a
dayandırılması gereken bilimsel akılcılık, Nietzsche’nin ilk eserinde yazdığı
üzere, “bütün yerküre üzerine, giderek daha sıkılaşan, kavramsal bir fikir ağı
germiştir.” Bu şekilde baskıcı bir “ağa” takılmış olan hayat, yani gerçekliğin
akılcı etkinliği, düzenli çalışan “modern kölelik” kurumunu meydana
getirmiştir. Medeniyetin motoru konumundaki mutluluk vaadinin, bilimsel akılcılık
yoluyla tutulmayacak olduğunu, insanlık bir fark ederse; işte o zaman vay
halimize! Tekdüze ve anonim çalışma, davranma, öğrenme sonucu üretme süreçleri
ile alakalı olarak, fiili dahil olma ve boyun eğme baskısının karşısında,
“İnsanlık Onuru ve Çalışma Onuru şeklindeki güzel, cazibeli ve sakinleştirici
sözlerin etkisinin, yok olup yittiğinin” anlaşılması halinde, hayal kırıklığı
nasıl da kasıp kavuracak ortalığı?
Dış görünüşteki bütün o ilerlemenin
arkasında, kültürün içsel, psişik ve manevi durumu gerçekten de dramatik bir
hal almıştı. Bunu Marcuse, Freud sayesinde anlamıştı. “Eros ve Medeniyet” adlı kitap buna
işaret ediyor. Bu eser, Freud’un olgunluk dönemi felsefesinin şaşırtıcı
keşfinden hareketle yazılmıştır: Toplumumuz, bütün aklı başında, nesnel bilimsellik
ve planlamacı akılcılığa rağmen, “toplamda nevrozlu”, yani psişik bağlamda
dengesizdir. Bunu, hızla çoğalan psikopatlar ordusu kanıtlamıyor yalnızca. Aynı
fikri, hayatın “barbarlaşması”, bireysel ve toplumsal saldırganlığın hızlanan
akıntısı, fırlayan suç oranları, kitle imha canavarları kimliğindeki çağdaş
topyekün savaşlar, işkence ve nihayet Auschwitz bize gösterir. Ayrıca hislerin,
karşılıklı saygının, nazik görgü kurallarının, giderek daha kaba ve dolaysız olmaya
yüz tutan günlük hayat içinde kaybolması da, buna işaret eder. Halen devam
etmekte olan sağduyu ve ileri’ inançlı aydınlanma esnasında, beklenmedik
biçimde “barbarlığa geri dönmemizi” ne açıklayabilir ki? Freud’un cevabı şuydu:
Şekillenmiş toplumun tekdüze baskıları —örneğin cemiyetler, akar bantlar,
trafik yönetmelikleri, okul zorunluluğu, yasalar, performans baskıları vs.—
insanın doğuştan gelen Özgür zevk alma arzusunu ne kadar çok bastırırsa,
bireysel mutluluk arayan, tecavüze uğramış arzumuz da o kadar yoğun bir biçimde
“Gerçeklik İlkesinin” (Freud bu adı vermişti), dıştan gelen baskılarına tepki
gösterir.
Gerçi Marcuse bu kuramı, “Batı kültürü
karşısındaki en karşı konmaz suçlama” olarak algılar. Yine de Freud kitabından
birkaç yıl sonra (1963) New York’ta, ana başlığı daha sonra ünlenecek olan bir
konuşmada, “Psikanalizin Eskimesi”nden SÖZ eder. Freud’un, doğal-bencil zevk
alışla, toplumsal hakimiyet arasındaki ilişkiyi, çağımız açısından fazla genel
bir şekilde ve spesifik olmayan bir üslupla ele aldığını dile getırır Bunları
birer ılke kımlığıyle gereğinden güçlü bir şekilde ve diyalektik olarak,
dolaysız bir biçimde karşı karşıya getirdiğini söyler. Doğanın bir sabiti
olmaktan çok uzakta bulunan zevk alma temelinin, modern çağın akılcı koşulları
karşısında, bizzat kendisinin de onemlı değışımler geçirdiğini, Freud’un fark
etmediğini anlatır. Freud’un ortaya koyduğu model doğrultusunda konuşmak
gerekirse: Doğal zevk alış, akılcı “ben” ve sosyal hakimiyet arasındaki ilişki,
modern çağda nasıl o kadar değişebildi ki, zevk, akılcılık ve iktidar adlı
kavramların bizzat kendileri değişime uğradılar ve “tek boyutluluğun” soyutlanmış
ve kompleks yapısını oluşturmak üzere birleştiler? İşte Marcuse’e göre modern
bir felsefenin, yani kendisini “eleştirisel kuram” olarak algılayan bir
felsefenin devrimsel anlamı, bu hadiseyi (özgürlük amaçlı olarak) düşünselliğe
tabi tutmaktır. Marcuse’ün eserini başlıca etkileyen filozoflara tarihsel
olarak değindikten sonra, kendisine, yani modern çağda mevcut olan hakimiyet,
akılcılık ve protesto bağlamına geri dönüyoruz‘
Marcuse’e göre çağdaş dünyayı özgül bir
biçimde boyutlandıran ve birbirlerine bağımlı olan, bu üç kavramın karmaşıklığının,
anlaşılır bir şekilde idrak edilebilmesi için, müteakip üç bölümde ve
Marcuse’ün hemen ardından olmak üzere, şu hususların krokisini çizeceğiz: Acaba
kavramiarın her biri, diğer ikisinin etkileri altında, nihai (yani günümüze
kadar süregelen) gelişim içinde, nasıl değişmiştir ve içimizde bulunduğumuz
durumun özelliğini nasıl belirler?
Başlangıcı, protestoyu üzerinde taşıyan zevk
teşkil edebilir. Zira Freud’un vurguladığı gibi, insanın asıl doğal-bireysel
hayat ilgisini oluşturan, bu zevktir zaten. Söz konusu hayat ilgisi, baskılara
karşı çıkar ve sonuçta gerçekleştirme ve direnç ile alakalı bütün dürtüler kendisinden
kaynaklanır. Ancak Freud’un da çok iyi bildiği üzere, beşeri toplumun düzen
koşulları arasında bulunan zevk arzusu, salt hayvansal bir dürtünün
tatmininden farklı bir şeydir. Sadece bir gereksinimin dolaysız ve fiziksel
olarak gerçekleşmesi değildir. Baskı altına alınmış olan bir dürtü sıfatıyla,
hayaller alemine taşınmış olan bir zevk arzusudur ki, burada mutluluk çoğunlukla
uzak ve yüksek mesafeler ardında bulunur ve kendisine düşlenerek, manevi anlamda
tasarlanarak ulaşılır. Manevi âleme taşınmış olan zevk arzusunun, mutluluk ile
ilgili bu amaç taslakları —bunlara bir zamanlar idealler deniyordu—, Marcuse’ün
1963 yılında yayınlanan “Remarks on a Redefinition of Culture” (“Kültürün
yeniden tanımlanmasına dair notlar”) adlı eserine göre, kültürün asıl içeriğini
oluştururlar. Böylece medeniyetten ayrılırlar, zira medeniyet hayatın amaçlarıyla
ilgilenmez, hayatın araçlarına, teknik aletlerine eğilir.
Kültür bünyesinde, bireysel bazda manevi
olarak tasarlanmış olan zevk arzusunun protestosu devam eder. Söz konusu protesto,
kendilerini amaç konumuna oturtan, organize medeniyetçi ilişkileri hedef alır:
Kültür, “vaat edilen mutluluğun” acı verici mutluluğunu aktarır, ki bu vaat
edilen mutluluk, henüz insancıl olmadığı, tatmin etmediği veya barışık olmadığı
gerekçesiyle, bizimle mevcut gerçekliğin yolunu ayırır. Bu amaçla bize
varoluşun daha güzel olan tablolarını gösterir. Bu açıdan bakıldığında,
özellikle bitmekte olan 18’inci yüzyılın bağımsızlaşmakta olan vatandaş kültürü
ile 19’uncu yüzyılın sanayi öncesi kültürü, Marcuse açısından manevi olarak
tasarlanmış olan zevk arzusuna yönelik bir protesto potansiyeli gibidir. Bu
potansiyel, eleştirisel felsefi fikirlerin atılımında ifade bulduğu gibi,
Schiller’in veya Beethoven’in, mutluluğu enerjik biçimde, (“schöner
Götterfunken”) vaat etmelerinde ya da Hölderlin’in, doğadan ve tanrıdan kopmuş
olan dünya ile alakalı hafif melodik siteminde de dile getirilmiştir.
Romantizm’in son dönemine kadar ve serbest
yaşam şeklindeki alt kültürün son kırıntıları sıfatıyla, kültürel protesto
birey tarafından yaşatılmıştır. Birey, yaratıcı özgürlük adına, mevcut
gerçekliği aşan metinler, tablolar ve sesler meydana getirmiştir. Gerçi sadece
eğitimin aristokrasisi ile sınırlıydı, ama zevk arzusunun manevi bağlamda
tasarlanması hadisesi, manasız hayata karşı yürütülen protestonun ta
kendisiydi. Bunun yüceltilmesi ise, herkes tarafından yerine getirilmesi
gereken, münferit vazifeydi. Biçimi, tarzı bulunmalıydı. Öyle ki, varoluşla
başa çıkılabilsin. Kiliseler, filozoflar, sanatçılar sadece yardım teklif
etmekle kaldılar. Ancak kültürün söz konusu bireysel protesto potansiyeli,
giderek daha fazla medeniyetin denetimine ve idaresine boyun eğdi. Artık zevk
alma arzusunun tabloları, toplumun medya kuruluşlarınca sürüm halinde imal
edilmek ve bireye (bu yeni t artık bireyin yücelttiği biçimlerden ibaret
değil), herhangi bir surette tüketime sunulmaktadır. Ama bununla kalmıyor.
Kültür, Adorno
tarafından verilen ismiyle söylemek gerekirse, “Kültür Endüstrisi” tarafından
pazara sunuluyor. Kültürün ürünlerinin mal, hit ya da bestseller tanımlamaları
altında ticareti yapılıyor. Bu bağlamda hiç farkına varılmadan,
protestocu-insancıl anlamlı kültüre yönelik bakış açısı ve bu anlamı taşıyan
zevk arzusunun kalitesi de değişiyor. Söz konusu arzu, mutluluk ve sosyal
baskıdan kurtulma hedefi önemli tutkudan, kısa süreli “şimdi” tanımlı zaman
süresi içinde dağılan, “eğlence”ye dönüşüyor. Ticaret, yani iktidar tarafınca
hizmete sunulmakta olan eğlence sıfatıyla, medeniyetin hakim zihniyetine dahil
ediliyor. İktidardaki sistem açısından bakıldığında (modem kıyafetler giymiş
olan bu sistem hakkında daha konuşacağız) kültür, medeniyetçi işletmenin
dahilinde, bir yere oturtulur. Artık onu aşamaz. Zira toplamda kendisine
verilmiş olan vazife doğrultusunda, insanları iş bitiminden sonra, şovları ve
saçmalıkları yardımıyla, arzu bağlamlı bir biçimde, öylesine neşelendirir ki,
söz konusu insanlar tekdüze iş ve tümüyle gri renkli, beton dünya karşısında,
saldırgan fikirler üretmezler ve bir sonraki gün için gereken enerjiyi depolarlar.
Öznel açıdan bakıldığında, birey bu yüzden
kültürün protestocu, insanlığı daha iyiye doğru teşvik edici anlamını yitirir.
Teypten çıkan ve elektrikli süpürgenin monoton sesini bastıran “Mutluluk
şarkısı”, eğlendirici şarkılar, yerel yayınlar ve haberler ve sairden sonra
kulaklarımıza ulaşmaktadır. Kendisi artık beşeri bir yakarış olarak algılanmaz,
dikkat dağıtıcı, anı atlatmamızı sağlayan, bir ritim olarak görülür. Bu şekilde
kültürün zevk arzulu protesto potansiyeli, anlamsızlığın içine gömülmüş olur.
Kendisini (örneğin protesto şarkıları yardımıyla) savunmaya çalıştığı yerde
dahi, bu durumu onaylar. Zira bu şarkılar da hit olurlar. Birer mal olurlar ve
gerçekte mevcut olmayan ya da etkisiz olması nedeniyle alkışlanan bir muhalefetin
mazereti olarak kullanılırlar
Marcuse, bir zamanlar kültür ismi altında
protesto eden zevk arzusunun değişime uğratılıp, “tek boyutlu topluma” dahil
edilmesini, yaklaşık bu şekilde algılar. Bu toplum artık “demokratik” olmayı
göze alabilir. Bunu da her zaman gururla ifade eder. Artık fikirleri, metinleri,
tabloları ve kompozisyonları herkese ulaşılır kılabilir. Zira insanlardan,
topluma yönelik bir tehdit kaynaklanmaz artık. Tersine her şey, insancıl etkili
kültürün ölümünü kamufle etmeye yarar. “Güzel kitap dolabımda duruyor ya” , der
insanlar. “İşte Schiller’in orijinal ses tonuyla yazıyor sanki burada: ‘Düşünce
hürriyetine karşı çıkmayınız efendim’.” Burada anlatılan kültür mağrurlarına
şunu anlatmak, ne kadar da zor: İsyan eden Marki Poza, sadece klasik Alman
kültürünün sözlerinde yaşamaktadır artık. Dile getirilen sözler ise, hiçbir
yükümlülük oluşturmayan, yalın alıntılar halini aldılar çoktan. Zira kültürümüze
hâlâ önem veriyor olsaydık, bu kültürü yalnızca entelektüel eğlence maksadıyla
ele almazdık. Daha o zamanlar Marx buna “Alman ideolojisi” demiştir.
Kültürümüzü hâlâ ciddiye alsaydık, mevcut dünyayı koşullarına göre tartar ve bu
koşullara uymadığı yerde, söz konusu dünyayı protesto ederdik. Ancak bu fikre
—bir kitaba göre kendi hayatını, yada toplumsal yaşamı değiştirme fikrine—
artık neredeyse hiç kimse yanaşmıyor. Bu bir bakıma, değişen akılcılıktan da
kaynaklanıyor. Bu akılcılığa müteakip bölümde değineceğiz. Söz konusu
akılcılık, Marcuse’ün “şimdi” tanımlı zaman dilimini belirleyen, ikinci
değeridir.
Modern akılcılığa ithaf ettiğimiz bu bölümde,
konusal üçlememiz dahilinde olmak üzere, Marcuse açısından tespit etmemiz
gereken şey, şudur: Akılcılığın kendisine bakış açısı, mutluluk adına protesto
eden zevk arzusu bakımından nasıl gelişmiştir? Ayrıca Marcuse’e göre sağduyu ve
hakimiyet ilişkisi günümüzde acaba ne şekildedir?
Özel bir inceleme sonucunda anlıyoruz ki,
Marcuse henüz bir öğrenciyken Schiller’in kişiliğinde ve Schiller’in, Kant’ın
aşırı sertliğiyle olan mücadelesinde, Yeni Çağın yasa koyucu akılcılığı
problemini keşfetmiştir. Bu problem kendisini son kitaplarına kadar, özellikle
estetik bir eser olan ve 1977’de yayınlanan, “Sanatın Kalıcılığı” adlı kitaba
kadar takip etmiştir. Schiller özellikle “Estetik Mektuplar” adlı eserinde, ilk
defa açık açık modern maneviyat gelişiminin tarihsel tehlikesine işaret
etmişti. Kuramsal tedaviye yönelik birçok gayretin hedefinde, bu tehlike, açık
bir yara misali yer almaktaydı (bilhassa sözde “Post modern” çağ ile ilgili
olarak). Dolayısıyla söz konusu tehlike, sadece Marcuse için modern çağın
akılcılık eleştirisinin hareket noktasını teşkil etmekle kalmaz. Kabul edilen
görüşe göre, sağduyunun modern anlayışı doğrultusunda, soyut ve genel hususlar
hakim olurlar. Öyle ki, daima duyusal ve özel hususlarla bağlam kuran zevk
arzusu ve nihayet bağımsız bireysellik, bu çerçevede tamamıyla yok olurlar.
İdealizm, kendi diyalektiği vasıtasıyla, güzel öznellik (örneğin Antigone) ve
(Kreon’un kişiliğinde) genel devlet erkinin hakimiyeti arasında var olup,
trajik olana kadar artış gösteren çelişkiye, bir kez daha işaret etmişti gerçi.
Ama o zamanlarda kadın nasıl kurban edildiyse, geneli kutsayan bu akılcılık da
neticede (geniş çerçevede), içindeki bağımsızlığın yok olmasını hedefler.
Bunu Marcuse daha 1938 yılında, Hedonizm ile
ilgili olarak kaleme aldığı ve şu cümlelerle başlayan eserinde anlamıştı:
“Vatandaşlık Çağının idealist felsefesi, soyutlanmış bireyde galebe çalmak
isteyen genel hususları, sağduyu kavramı altında idrak etmeye çalışmıştı...
Sağduyunun bu şekilde anlaşılması, zaten bireyin kurban edilmesini içerir.”
Bu düşünme tarzı, özne-nesne, kuram-uygulama,
var olma-mecburiyet gerilimleri doğrultusunda izah ediliyordu. Dolayısıyla bu
tarz, temel nitelikli alternatif konumlar vasıtasıyla tartışmaya açıktı. Ancak
bu durum Pozitivizm içinde, gereksiz metafizik kavga olarak kısa zamanda
ortadan kaldırıldı. Her türlü spekülasyon terk edilip, sadece tespit edilebilen,
sözde “gerçeklere” sarılmak söz konusuydu. Bu tür yeni “gerçekler” icat
edildikçe, bu yöndeki talep daha da güçleniyordu. Neticede tekrar söz konusu
gerçeklere, ilave mevcudiyetler sıfatıyla dönmek gerekiyordu. Bu şekilde
düşünme edimi kendisini devamlı olarak, kendi içinden birer “gerçek” kimliğiyle
oluşturduğu, hususlara bağlamış oluyordu. Bunu fark etmiyordu bile. Marcuse’ün
genç Hegel’den ve Georg Lukacs’dan severek alıntıladığı üzere, dünyayı
“nesnelleştiriyordu” yani. Akıl kendi vazifesini, icat edilmiş olan gerçeklere
birer mevcudiyet sıfatıyla sığınarak, yenilerini yaratmak ve bunları organize
envantere dahil etmek olarak görüyordu. Bu görüşü kuvvetlendikçe, gitgide daha
karmaşık hale gelen işlevsel sistemi tekrarlamakta zorlanıyor, bu uğurda tükeniyordu.
Aklın üretkenliği, statükonun mükemmelleştirilmesinden ibaret sayılıyordu
sadece. Düşünme edimi bu şekilde giderek daha “onaylayıcı” bir konuma
kayıyordu. Kendisini yöntemsel bakımdan da, aşırı kudretli bir Ampirizmin
kaydedilmesine ve yönlendirilmesine ayırıyordu. Bu öyle bir Ampirizm idi ki,
önünde temel nitelikli her alternatif, neticede yalın bir “Ütopya” ya da
“spekülasyon” olmakla itham ediliyordu.
Modern akılcılıkta bu çerçevede sadece, kendi
kavramsal hiyerarşisinin ve örgüsünün sabit haritasına, kurulmuş mekanizma ve
işlevsel organizasyonlarına entegre edilebilir olan hususlar geçerlidir. Öte
yandan ilişkilerin sözde ve seri olarak mükemmelleştirilmesi hadisesi. gerçekte
giderek daha totaliter bir şekilde, sosyal bir durgunluğa dönüşmektedir. Bu
bağlamda bu gerçeği, medeniyetçi sürecin gizli diyalektiği olarak idrak etmek gerekir.
Toplum bir kez kurumsallaştığında, her şeyi kendi işlevsel aklına göre tekrar
tekrar yeniden ve farklı bir biçimde tanımlar: Öğrenme edimi, eğitime ya da
talebe göre biçimlendirmeye dönüşür. Ahlak, sisteme uyma ve adapte olmanın adı
olur. Bütün muhalif gerilimler o kadar yumuşatılır ki, “pürüzsüz bir
işlevsellik” edinirler ve ideale hiç olmazsa yaklaşırlar. Durum bu minval üzere
olduğuna göre, giderek daha sık bir şekilde ve daha ikna edici olarak, şu
tespitte bulunmak mümkündür: “Bunun alternatifi yok.” Ama bu tespitte bir
itiraf saklı. Kendi imalatımız olan hedeflerin artık o kadar hakimiyeti altına
girmişiz ki, sanki bunların bizim üzerimizde, yeni türden bir diktatörlükleri
söz konusudur. Burada akılcılık ve hakimiyet arasındaki bağlamı görebiliriz. Bu
bağlama şimdi, bölümün sonuna doğru kısaca değinmek durumundayız. Böylece son
bölüme, yani yapımızın, hükümdarlar tarafından idare edilen gözlemine, bir
geçiş yapmış olacağız.
En net olarak Habermas’ın geliştirdiği ancak
Marcuse’ de de her yerde rastlanıldığı üzere, adı geçen, bize fiilen hükmeden
akılcılık, giderek daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan bir sonuçtur sadece.
Baştan beri Yeni Çağın aklına hükmeden hükümdarlık sisteminin sonucudur. Zira
Bacon tarafından alenen ve programlı bir biçimde telaffuz edilen, “Bilgi
iktidardır” sioganı doğrultusunda, süreçlerin akılcı tarzda nesnelleştirilmesinin
sebebi olarak, bunlara hakim olup, hükmetme arzumuz gösterilmektedir. Bu
konuyla alakalı olan bilim adamları her ne kadar, sadece salt konunun tarafsız
özüyle ilgilendiklerini söyleseler de, uygulamacı-siyasal dürtü, akılcı
ilerlemenin vahameti açısından çok yapıcı özelliktedir. Horkheimer tarafından
“enstrümantal”, Marcuse tarafından ise çoğunlukla “teknolojik” olarak
adlandırılan modern akılcılık, sahip olmaya yönelik bakış açısını, her şeye
düşünsel olmayan bir biçimde, “sosyal bir teknoloji” anlamında uygular (buna
toplum da dahildir) ve ideolojik olarak kendisini Pozitivizme, yegane
“bilimsel” akılcılık olarak sunar. Bunun sonucunda insan da akılcı sistem
dahilinde hükmedilen ve idare edilen bir nesne haline gelir. Aslında yalnızca
bir araç, yani kendi dışındaki amaçların enstrümanı olması gereken şey, şimdi
totaliter varoluş sebebi konumundadır. Bu doğrultuda teknolojik sağduyu artık
hükümdarlığın hizmetinde olmaz. Artık kendisi hükümdarlıktır. Bunu Marcuse
müteakip cümlede net bir şekilde ifade eder: “Günümüzde hakimiyet yalnızca
teknoloji yardımıyla değil, teknoloji kimliğiyle ebedileşip, genişler.”
Totaliter olmaya yüz tutan teknolojik
akılcılığın bu tarihsel oluşumu, hakimiyet kavramını da değiştirir ama. Bunu,
üçüncü belirleyici değerimizi gözlemleyeceğimiz, son turda göreceğiz. Zira
akılcılık ne kadar hükmederse, hakimiyet de o kadar akılcı olur. Sonunda akıl,
hakim olan hususlarla özdeşleşir. Genel olarak bunlarla ilgili her türlü
eleştirisel mesafeyi yitirir. İşte “tek boyutlu” insan tezinin anlamı budur.
Marcuse bu şekilde, çelişkili gibi görünen
sonucuna ulaşır: “Sağduyulu toplum, sağduyu fikrinin altını oyar.” Zira bu
fikir, “sağduyunun baskıcı üretkenliğinin durdurulmasına yöneliktir. Zevkü sefa
içindeki hakimiyetin sonunu hedefler.” İnsancıl sağduyu, özgürlük ve mutluluk
namına, bize hariçten hükmeden bütün baskıları protesto etmekteydi. Şimdi protestonun
sesi kesilir. Düşünme edimi, kendisinin icat ettiği işlevsel sistem tarafından
ehlileştirilmiştir. Artık kendisi de bir şeyin parçasıdır. İşletmeye tamamen
entegre edilmiştir. Dolayısıyla işletmenin hakimiyetini algılamaz olmuştur.
Peki ama hükümdar kimdir şimdi? Bu sorunun cevabını —sonsözden önce— son bölüm
verecektir.
Kısa bir kroki sıfatıyla, Marcuse’ün düşüncelerinin
hareket ettiği “manevi ufku” ortaya koymaya çalışan, şu ana kadar telaffuz
ettiğimiz açıklamaların bir sonucu olarak, Marcuse’ün başlarda dile getirilen
ve savunulan “Örtüşme
kuramı”, şöyle formüle edilebilir: Bir zamanlar protestoyu sırtlayan, ama artık yüceliğini yitirmiş olup,
işlevsellik içinde donup kalmış olan zevk arzusu, genelleştiren, her şeyi hükmedilir
kılan akıl ve geriye dönüşü olmayan bir biçimde kurumsallaşmış olan ilişkilerin
iktidarı konumundaki hakimiyet arasında, serbest geçiş söz konusudur. Üç
belirleyici değerler, birbirlerini karşılıklı olarak gerekçelendirip,
kimliklerini temin ederler: Sağduyu, süreçler üzerindeki hakimiyetin,
toplumun hayati konusu olduğuna işaret eder. Ters yönde hakimiyet de kimliğini,
sistemin akılcı bir şekilde muhafaza edilmesi amirliğinde bulur. Zevk arzusu
ise, protesto riskini ya da öz yaratıcılığın külfetini göğüslemek yerine, bu
sistemler tarafından eğlendirilme talebini dile getirir. Bu eşitleme — Marcuse
bu çirkin Nazi kelimesini kullanır—, her türlü muhalefeti, hatta mevcut olanın
ötesinde bulunan, daha iyi yerlere dair fikirleri bile boğar.
Bu tarihsel durum Marcuse açısından, yeni ve
kapsamlı bir anlamda “totaliterdir”. Modern dünyanın özel diktatörlüklere
yönelik zaafı ise —ister kırmızı, kahverengi ya da siyah olsun—, ona göre çok
daha genel olan bu baskı durumunun bir belirtisidir sadece. Söz konusu durum
her yerde etkin olduğu için, anonim veya renksizdir. Ayrıca “partiler,
medyalar, ‘dengeleyici iktidarlar’ vs ile oldukça iyi anlaşır”. Zira
“totaliterliğe yol açan şey, özel bir rejim şekli ya da parti hakimiyeti
değildir yalnızca.” Aynı zamanda akıl olarak geçerli olan ve herkesin “müşterek
menfaati konumunda olan hususlardır: elde edilenleri korumak ve geliştirmek,
tarihsel alternatiflerle mücadele etmek, kalite bağlamlı değişimleri sabote
etmek gibi.” Bu iktidar taraftarlığı, her nerede var oluşu birbirlerinden
bağımsız olan varlıkların toplamından ibaret görenler varsa, orada bulunur.
Parti programlarının giderek daha çok benzeşmesine yol açar. Meclisleri, isimlerinin
tam karşılığı olan, “sohbet ortamlarına” dönüştürür. Bu meclislerde artık daha
derin alternatifler aranmaz. Kurumsallaşmış olan demokrasi, mazeret işlevli
geleneksel yükümlülük düzeyine indirgenir. Burada yasal seçmen iradesi ve
kamuoyu olarak ortaya konan şey, daha önce sistem tarafından medya vasıtasıyla
duyurulmuş olan şeydir. Sistem devasa varlığı doğrultusunda, bireye sadece
bağımsız bir kararın görüntüsünü bırakır. Oysa Rousseau’dan bu yana, siyasal
kurama göre, gerçek halk egemenliği ancak söz konusu karara, yani kitlesel
iradeye dayanabilir. Ama gerçekte, sistem tarafından ayarlanmış olan
mekanizmalar devrededir. Bunları Schelsky daha sonra, ideolojilerin altında
gerçekleşen, düzeneksel “konu baskıları” olarak adlandırmıştır.
Marcuse hakimiyeti elinde bulunduran ve bizi
boyunduruğu altında tutan işlevselliği idrak ettiği oranda (Bu işlevsellik,
akıl açısından gerçek olan her şeyi tanımlıyordu, ama buna rağmen toplamda
sağduyusuz ve akıl dışıydı. Bunu yıkıcı etkilerinden, örneğin doğanın tahribatından
ve savaşçı dışavurumlardan anlamak mümkündür), kendi düşünme tarzını, bu
soyutlanmış bütünün karşısında, kelimenin tam anlamıyla “ütopik” ve “mekansız”
olarak değerlendirmek zorunda kalıyordu. Mevcut düzene karşı anarşist bir
radikalizm sergileyerek, mutlak reddedişe, çıplak ve “büyük itaatsizliğe”
çağırmak zorunda kalıyordu. Mesela bu bağlamda, “kamuoyunun ve bu oyun bütün
mucitlerinin ortadan kaldırılmasmı” talep ediyordu. Zira “bireysel düşünüşün
tekrar tesis edilmesi” için, “manevi özgürlüğün” koşulu olarak bunu tek yol
olarak görüyordu.’ Marcuse’ün teşhisine göre, tarihin devamlılığı içinde hakimiyet
akılcı ve akılcılık hükümdar olursa, yani artık hiç kimse hükmetmez, ama
herkesin bir kuruluş tarafından (bu kuruluş “idarecileri bile yalayıp yutar)
boyunduruk altına alınması söz konusu olursa, insanın kendi sağduyusu zeminini
kaybeder ve anlamsızlaşır. Marcuse bu durumu, kendisine has korkusuzluk içinde
kabul etmek zorunda kalır. Bu doğrultuda pes ederek, bilançoyu ortaya koyar:
“Hakimiyetin dokusu, bizzat sağduyunun dokusu haline gelmiştir... ve
transandantal düşünme tarzları, sanki sağduyunun bizzat kendisini transandansa
doğru çekerler.”
1965 yılının ilkbaharında Berlin’deki öğrenci
hareketi filizlenmeye başlayıp da, 1967’den beri bütün Almanya Cumhuriyetine,
hatta bütün dünyaya yayılmaya başladığında, Marcuse bu çaresiz sonuca ulaşmıştı
bile. Bu sürece dahil olan ve felsefi bakımdan perde arkasını bilen biri için
(bu aslında pek ender rastlanılan bir şeydi), o zamanlar neredeyse ürkütücü
sayılabilecek bir tarihsel sahne dekoru söz konusuydu. Öyle bir sahne ki, rahatça
absürd tiyatroda kullanılabilirdi. Bir taraftan öğrenciler isyan ediyor ve
Marcuse’ü, devrim konulu umutlarını daha yeni terk ettiği anda yardıma
çağırıyorlardı. Marcuse öğrencilere daha 1966 yılındaki Vietnam makalesinde,
şöyle demek zorunda kalmıştı: “Bu devrimci bir eylem değil. Kesinlikle değil.
Bu çaresiz, hatta uzun bir dönem boyunca umutsuz kalacak olan bir muhalefet.”
Öğrenciler, işletme çerçevesinde donup kalmış olan insan ruhunu protesto
ediyor, Marcuse de bundan dolayı bütün sempatisini bu öğrencilere karşı
besliyordu. Aslında bu öğrencileri, hiçbir şansları olmadığı konusunda
uyarmalıydı. Anlayışı bunu gerektirirdi. Gerçi her bakımdan sağduyusuzluk
haline dönüşmekte olan hakim sağduyuya yönelik eleştiriler haklıydı. Ayrıca
mutluluk, özgürlük ve barış gibi amaçlar, kanıtsal ilkelerdi. Ama bu ilkelere
götüren yol, bizzat Marcuse tarafından olanaksız olarak görülüyordu. Zeka,
kendini algılama biçimi doğrultusunda havada askıda kalıyordu. Gerçeği zemin
olarak kullanamıyordu artık ve deneyimin tarihsel devamlılığı içinde ayakta
duramıyordu. Hakimiyeti elinde bulunduran akılcılığa karşı yöneltilen protesto,
söz konusu zeminsizlik içindeki düşünme tarzı yardımıyla, nasıl (bir adım
olsun) ilerleyebilirdi ki? Başarısızlık önceden programlanmıştı. Önemli mesajlar
veren başlığı doğrultusunda, “Ütopyanın Sonu” adlı yazıda Marcuse, “çözüm
bulamadığını itiraf eder.” Bunun akabinde sağ ve sol anlayışlı sayısız
eleştirmen, “yurtsuz solcunun” eserine hücum eder ve bu eserin bilimsel çaresizliğini
kanıtlamaya çalışır. Yoksa buraya kadar mı?
Marcuse’ün ölümünden sonraki on yıl içinde bu
soruyu cevaplamaya çalışmak, belki tarihsel bakış açısına göre fazlasıyla
erken. Zamanı daha gelmedi belki de. Ama son olarak denememiz gereken bir şey
daha var. Belki ebediyen susmuş olan kişinin veraset avukatı olarak, toplamda
bazı düşüncelerimizi arz etmek durumundayız. Bu düşünceler yardımıyla,
Marcuse’ün bütün haklı eleştirilere ve günümüze kadar bütünüyle başarısız olmuş
olan protestoya rağmen, ölümünü felsefe vasıtasıyla aşacağı görüşünü haklı
çıkarabiliriz:
— “Protesto” başlığını taşıyan eseri
sayesinde, sistemin uşağı konumundaki bilinçten uzaklaşmak isteyen hareket,
ivme kazanmıştır. Artık bu uzaklaşma hareketini kolayca aşıp, gündeme geri
dönmek mümkün değildir.
Bunu özellikle gerçeğin kendisi önler. Söz
konusu gerçek bizi Marcuse’ün davası doğrultusunda, artış gösteren bir biçimde,
emperyalist bilimin kabul edilemez sonuçlarıyla yüz yüze getirmektedir. Bu
bilim öyle bir bilimdir ki, nükleer silahlar, gen teknolojisi ya da doğanın tahribatı şeklinde, insanlığın intiharını bile
düşünsellikten uzak bir anlayışla sürdürür.
--Marcuse’ün eseri, Platon’un “Politeia”,
Augustin’in “Tanrı Devleti” ve Kant’ın “Ebedi Barışa Dair” adlı eserlerinde
olduğu üzere, her önemli siyasal düşünüş gibi, dolaysız
gerçekleştirilebilirliği bakımından değerlendirilemez. Zira bütün bu taslaklar
şimdiye kadar hiç gerçekleştirilmedi. Bu eser daha ziyade tarihsel tehlikelere
dikkat çeken bir uyarı ve tarih tarafından henüz tutulmamış olan hümanizm
vaadine yönelik hatırlatma olarak görülmelidir.
--Bu hatırlatma, müteakip tarihsel an içinde
birdenbire ve şiddetle ortaya çıkar ve hayati önem kazanır: Büyük bir düşünüş,
“savoir pour prévoir” yani önceden görebilmek için bilgi sahibi olmak
şeklindeki, ileriye dönük bakış açısına sahip olan bir anlayış, şu ana kadar
takip ettiğimiz rotanın ölümcül olduğunu idrak eder ve istikametin
değiştirilmesi ile alakalı hazırlık çalışmalarına katkıda bulunur.
— Bu, söz konusu düşünüşte olası bir yenilik
görünmediği, tersine bir sürü soru işaretinden başka bir şey elde edilemediği
zaman bile anlamlı bir şeydir. Zira bu soru işaretleri motive ederler ve bu
geçiş fikrinden hareketle, ruhun başka gayretlere doğru ilerlemesini sağlarlar.
Bu şekilde düşünce tarihinde yeni bir çizgi ortaya çıkıp, devam eder.
— Bu tür bir çizgiyi, günümüzde dolaysız
olarak Marcuse doğrultusunda, “post modern” tartışması çerçevesinde izlemek
durumundayız: Nasıl yaparız da, “gereklilik imparatorluğunu” üçüncü sanayi
devrimi, yani mikro elektroniğin otomatik idare teknikleri yardımıyla “boş
zaman toplumuna” dönüştürürken, gerçeklikle yeni, duyusal, oyun benzeri, tekrar
bireysel olan ve Marcuse’ün mutluluk adı altında hayal ettiği bir ilişki
kurabiliriz?
---Bu bağlamda protestonun hakim akılcılık
karşısındaki başarısızlığını, Schiller’in bir mısrasıyla teselli edelim. O
Schiller ki, genç Marcuse onu bir hareket noktası olarak kabul etmiştir ve
sonunda, artı ölümün elinde olan yaşlı Marcuse de, yine ona dönmüştür. Sanat
için biçimlendirilmiş olan bu mısra (Marcuse’e göre yeni sağduyu, “yaşamsal sanat” kimliğiyle bu sanata
karışmalıydı), Marcuse’ün düşünüşü bakımından şu şekilde değiştirilmelidir: “Düşünüşte fikir olarak kalmak zorunda
olan, hayatta yok olmalıdır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder