Luce Irigaray


Luce Irigaray
“Bizim için güneş ne kolayca doğar ne de batar. Gün ve gece bakışlarımızda birbiri ne karışır... Tam söylenirse, bizim gölgemiz yoktur. Aramızda karanlık bir ikizimizin dolaşması riski de yoktur. Ben gecede kalmak istiyorum...” (Irigaray 1979 a, s. 223)

Luce Irigaray ‘adı, hiç ödünsüz ortaya attığı “cinsel farklılık” sorunuyla çözülmez şekilde birbirine bağlıdır. 70’li yılların sonlarından beri, feminist teori bağlamında onun yazıları üzerine ateşli tartışmalar yapılıyor. 80’li yıllarda bunlar, üniversitelerde ve kadınlı erkekli tartışmalarda epey huzursuzluklara neden oldu. Günümüzde Irigaray’ın ortaya attığı yeni düşünceler, farklılık etiki için felsefi itilimler getirdiği gibi, cinsler sorununda da hukukun yansızlığı düşüncesinin ortaya çıkmasına neden oldu. 

Geçmişte olduğu gibi bugün de sadece kadınlar ve erkekler arasındaki hiyerarşiye karşı çıkmakla kalmayan düşünceleri, köktenci kadın stratejilerini aşıyor. Bunlar iki cinsli düzenler, yani erkek/kadın “farklılığı”na göre olmalıdırlar. Irigaray, erkek özne karşısında “kadının” ona benzer, ama yetersiz düşünen bir kadın özne olarak yer alması saptamasını kuşkuyla sorguluyor. Cinslerin farklılığının gerçekte aşılamazlığı, onun esas görüşüdür ve (şaşırtıcı şekilde) farklılık kavramının da temelidir: Kadınlar, onlara da ima salt erkek özneden çıkarılmış olumsuz bir rol verildiğinden, farklılık karşısında erkek öznelere göre bambaşka bir durumdadırlar. Cinslerin farklılığı ve bunun aşılması olanaklarında, cinsler arasındaki farklı görüş açılarında, kadınınki, kadın “farklılığı” çok daha derinlere iner. Kadına “öteki” özne olma rolünü saptayan kavramsal ve simgesel düzen, Irigaray’ın çözümlemelerine göre, ataerkil bir kurgudur. Özdeşlik mantığı ataerkildir. “ farklılığı’, kendisi olma sorunsalına dayanır..İki cinse ‘ayrılma’, kendisi olma’dan a priori çıkar” (Irigaray 1980, s. 30). Salt negatif olan, yani “bir şeyin” eksikliğiyle tanımlanan bir kadın bedenine sahip olmak deneyimi, (bu daha tam olarak: böyle bir kadın bedeni olarak varolmak demektir) düzenin bütün örneklerine ters düşer. Kadınlar yalnızca “kadın” adı verilen dişi cins olmakla kalmazlar, aynı zamanda bir cins olmayan dişilerdir. Bir çıkarımla tanımlanan kadının kadınlığı, erkek/kadın şeması karşısında, belli bir saptanmamışlık gösterir. Bu şema bir belirlilik şemasıdır ve tam da öznelerin tarihsel olarak açıkça saptanması amacına göredir. Irigaray bunu terk etmek için, “farklılık” üzerinde yeniden düşünür. Bu şekilde tarihsel, bedensel ve dilsel görüş açılarını siyasal bir görüş açısı olarak birleştirir. Bu siyasal görüş açısı, hazır bulunan farklılık olgusunu, “kadınlığı,” başka bir anlamda ciddiye(almaya dayanır. Çünkü kadının belirsiz pozisyonu, kadının, “bir” cinse göre biçilmiş bir düzen içine yükseltilip yerleştirilerek aşılamaz ya da dengelenemez. Onun bu durumu daha köktenci karşı stratejiler gerektirir.

Luce Irigaray için de, çağdaş birçok kadın teorisyende olduğu gibi, psikanalizle hesaplaşmak çok önemlidir. 1930’da Belçika Blaton’da doğan Irigaray, Leuven’de felsefe okudu. Paul Valery üzerine bir çalışma yaparak öğrenimini tamamladıktan sonra Paris’e gitti. Reform Üniversitesi Vincennes’de psikoloji, Nanterre Üniversitesi’nde linguistik okudu. Bundan sonra yayınlar yapmaya başladı. Yapısalcı psikanalist Jacques Lacan’ın öğrencisi oldu; psikanaliz eğitimi gördü. Speculum de l’autre femme adlı doktora çalışmasından sonra (1974), Vincennes Üniversitesi’nin psikoloji bölümü ona kapılarını kapadı. Bu kitapta derine inen ve eleştirilerinde korkusuz sivri bir dil kullanan bir kitaptır— Freud’u ve Lacan’ın Freud teorisine karşı yaptığı düzeltmeleri içerir; fakat aynı zamanda görme-duyusundan, nesne bilgisinden uzaklaşan; ve de formu varlık ölçütü sayan Platon’dan başlayarak şimdiki zamana kadar gelen bütün felsefe geleneğini eleştirir: Şimdiye kadarki bütün özne teorileri, ‘erkekliğe’ uygundur Böyle bir teoriye teslim olan kadın, bilmeden, imgesel olanla kendi arasındaki özel ilişkiden vazgeçmiş olur” (1980 a s. 169). Psikanalizin imaginar kavramı, burada simgesel saptamaları somut olarak aşabilme ve etkisiz hale getirebilmeyi başarma boyutudur.

Speculum Fransa’nın çok ötesinde de tanınmaktadır. Kitap, geliştirdiği tezle düzen olarak birisinin egemen olduğu, ötekinin kendisini belirsizlik içinde “birlikte düşünülmüş” bulduğu iki cins arasındaki, tersine çevrilemez ilişkiyle başa çıkabilmek için— yeni bir dil geliştirir; çünkü normal dilde kadın temsil edilmemekten gelenek onu eksik bir gestalt; erkek öznenin uçuk, irrasyonel, tam olmayan bir yansıması olarak tanır. Irigeray bu görüşü’ olumluya’ çevirir ve özgül kadınca söylemin eski/yeni sözlerini egemen’ düzenin birçok kez ve çeşitli şekilde yıkıldığı ,yere yerleştirir. Bu noktalar bir değil birçoktur. Speculum’u çok bilinçli bir şekilde ‘metafizik ve psikanalizin şaşırtıcı çokluktaki egemen imgelerinin, karşısına yerleştirir, Irigaray çifte anlamlılıklar oluşturur ve teorinin satırları arasındaki “açık anlamlı” kurguları deşifre eder. Onun aynı zamanda kalıplara göre de ilk signifikant olarak ve daima her iki cinsi birbirine bağlayan simgesel düzenin çevresinde oluştuğu ‘fallus”un karşısına koyduğu im ün, kazanmıştır. lrigaray, kadın cinsel organının biçimiyle ilgili bambaşka yapılar ortaya atarak psikanalizin fallusuyla alay eder. Birbirine az ya da çok değen kadın dudakları, akıcı geçitler ve sıvılar göze görünmez olan bu yüzden de tanıyan bakış için bildik olmayan, kadının zevk duygusunun erojen katlılığını betimler. Küçük kızın kendisini duyması, kendisini ilk kez fallus şeklinde gören erkek çocuğa göre bambaşkadır (çocuk olarak gelişmesi de daha erkendir). Psikanalizin benin-gelişmesi teorileri, genellikle özne teorileri, bunu bastırır ve görmezlikten gelir — tıpkı felsefenin özdeşliğe dayalı dili ve teorisi gibi.

Kadın deneyimleri, Irigaray’ın görüşüne göre, bambaşka bir anlam sistemi ve betimleme tarzı içerme şansı taşırlar. Onun yazıları bunun somut denemeleridir; bunun arayışı içindedirler; ve başka bir dille denemeler yaparlar. Çünkü bu çok başka olan cinsin türlü anlamları, kadınlar için de kolayca sezgisel kavranabilir bir şey değildir Speculum adlı yazısına göre burada yapılacak olan, erkek düşüncesinin kadın için ayriada oluşturduğu imgeyi boşaltmak ya da parçalamaktır. Irigaray’ın adlandırdığı gibi, “kadın dili” (parle femme), “kadın hakkında bir konuşma değildir; söz konusu olan, nesnesi, yerine göre öznesi kadın olan bir söylem üretmek değildir” (Irigaray 1979 a, s. 141; yazarın çıkarımı). Özdeşlik tartışması, konuşma düzeninin içsel kullanımını, farklılığa dayanan dile çeviremez. Kadın dilinin cümle kuruluşu, farklı bir dilde, başka bağlantılar içinde anlam kazanmalı; bakış ve mesafe koymaya değil, dokunma ve yakınlığa dayanmalıydı:
“Biz kendi cümlelerimizi çabucak buluruz: engel tanımaksızın her yerde, her zaman birbirimizi öpmek için. Karşımızda hiç bir şeyin ayak diretemeyeceği kadar inceyiz: eğer kendi yoğunluğumuzu iletebileceğimiz bir ortam bulursak, yenilenen uçucu birleşmemize hiçbir şey karşı koyamaz. Kendimizi yeniden bulmak için, her şeyin içine işleyeceğiz, fark edilmeden, hiçbir şeyi incitmeden. Kimse bir şey fark etmeyecek. Bizim gücümüz karşı koymamızın zayıflığında. Onlar, ayak diremeyen yumuşaklığımızın, kucaklamalarında, baskılarında ne anlam taşıdığını çoktan beri biliyorlar. Neden bundan oynar gibi yararlanmayalım? Onların saptanmış, sağlamlaştırılmış, katılaşmış göstergelerine kendimizi bağlatacak yerde, ayrılmış olmayalım?” (a.g.y., s. 222).

Irigaray bu “farklılık, kadınların —içlerindeki— farkları” üzerine yaptığı çözümlemelerde, kadının tümden bambaşka olan durumlarını incelerken kendisini bilimsel ya da felsefi dille sınırlamaz. Uygulama yapan bir psikanalist olarak da hastalarını sağlamak için kadınlar üzerinde başka yöntemler uygular. Feminist olarak kadın hareketleri ne, siya tartışmalara katılır. Feminist Italyan solu, Milano “Liberia delle donne” grubu ve Verona’daki “Diotima” grubu, kendi siyasal affidamento görüşlerinde, Irigaray’ın yazılarından itici güç alırlar; kendi genealoji (cinslerin tarihi) üzerindeki düşüncelerini, yaptıkları tartışmalarla geliştirirler. Irigaray 80’li 90’lı yıllarda, kendi görüşlerini siyasal-pratik bakımdan somutlaştırma konusunda yoğunlaştı. 1984’te Ethik der sexuellen Differenz adlı kitabı çıktı. Böyle bir etikin hareket noktası şu düşüncenin ötesinde olacaktır: “Ben hiç bir zaman bir erkeğin yerinde olmayacağım; bir erkek hiçbir zaman benim yerimde olmayacak.” Bu, çok derinlere giden bir yabancılıktan kaynaklanan bir şaşkınlık, bir çekinmedir ki,
“Böyle bir şey cinsler arasında hiçbir zaman olmadı. Farklılıklarının statüsünde korunan cinslerin birbiri yerine geçememelerinin hayreti, ayrılma ve buluşma olanağı içeren bir özgürlük ve çekicilik mesafesi.” (Irigaray 1991 a. s. 20 f.)

Bir dinsel farklılık etiki, “kadın genealojileriyle bağlarını yeniden kurmalıdır.” Bu talebin yerine getirilmesi için, Irigaray yalnızca küçük kızın gelişmesini, annenin yerine fallus-baba arzusunun konmasına bağlayan psikanalizi eleştirmekle kalmadı. Akıl ve erkek kültürün de, tarihsel bakımdan unutulan, çok geniş kapsamlı bir kadın genealojisi olduğunu vurguladı. Örneğin Demeter ve kızı Korel Persephone hakkındaki Grek mitolojisi, geçmişte, bugün yeniden anımsanması gereken nelerin olup bittiğini göstermektedir.”
“Erkek tanrılar arasındaki bir anlaşma yüzünden, küçük kız annesinden çalınır. Büyük tanrıçanın kızının çalınması, erkek tanrıların egemenliklerinin kurulması ve ataerkil toplumun örgütlenmesine hizmet eder... bu, hırsızlık ve küçük kızın bekaretinin bozulması, dinsel sferde bir erkek alışverişi üzerine kurulmuştur ... ataerkillik, bu şekilde, sevgi ve çoğalmanın en değerli öğesini tahrip etmiştir: anne ve kız arasındaki ilişkiyi, küçük, dokunulmamış kızın koruduğu gizemi. Bu ilişki, sevgi yi arzu etmekten, gökyüzünü yerden ayırmaz ve yeraltı dünyasını tanımaz.” (Irigaray 1991 b, s. 140 f.)

Anne ilişkisinin yeniden keşfedilmesi, biçim olarak kadınla kadın arasındaki dayanışmayla ilgilidir. O halde ille de gerçek bir anne ve kız ilişkisi değildir kastedilen. Buradaki cinslerin eşitliği, sevginin, sahiplenmeyen, bir nesneye yönelmemiş türü için bir anahtardır. “Kadın, annesiyle ilişkisinde, doğrudan özneler arası bir ilişki içinde bulunur. Özne nesne ilişkisi değildir bu; kuşkusuz kadının sevginin koruyucusu olduğu yorumuna götüren toplumsal ve kültürel bir ilişkidir” (lrigaray, a.g.y., s. 41). Kadının genealojisini yeniden kurmak ya da yeniden canlandırmak, bu silkelenmiş, bastırılmış, nötrleştirilmiş ilişkiyi desteklemek, ona bir ifade kazandırmak, ona kendine özgü “kültürünü” geri vermektir. Irigaray’ın —hiç olmazsa bir bölümünde— pozitif hukuku ikiye bölme teklifi, büyük heyecan uyandırdı. “Son yıllarda kadınların kazandıkları hakların büyük bir bölümü, onların erkek postuna bürünmelerine izin veren haklardır” (a.g.y., s. 107). Ancak haklarda çok derinlere inen değişiklikler, kadınlara kendi yurt-taşlık haklarıyla özdeşliklerini ve kadın yurttaş statüsünü; bir başka sına karşı da özgürlüklerini kazandırabilir; kadınlar arası ilişkilere bir çerçeve sağlayabilir. Eşit haklara sahip olma ve hukuk düzeninin tarafsız olduğu mitosuna karşı, farklılık, ilk olarak haklarda kadınlar için ayrılık yapılmasıyla görünür hale getirilmelidir. Çünkü yapılan, klasik hukukun baştan başa erkek damgalı biçimi karşısında, kadını eşitliğe zorlamaktır. İkinci olarak cinsler hukukta ilk kez kendi izlerini göstermelidir. Hukuk bakımından görünür hale getirilen, tanınan farklılık temeli üzerinde, kadınlarla kadınların bağlılıklarından hareket eden yeni bir hukuk sferinin kurulması, başka bir şekilde biçimlendirilmesidir söz konusu olan.

Farklılık düşüncesi, feminist çevrelerde şiddetli siyasal tartışmalara neden oldu: Bu arada özellikle birbirinden çok başka iki düşünce bağlamında Irigaray’a ve ona —göreceli— yakın olan yazarlara, —Julia Kristeva, Helene Cixous, Monique Wittig, Luisa Muraro’ya karşı çıkıldı. Irigaray’ın geçmişten gelen örneklerden ayrılmak adına, simgesel olana çok büyük ağırlık vermesi; bu nedenle de dil çalışmalarına girişmesi, idealistçe bir havada kalma, pratik alandan salt estetik alana geri çekilme olarak duyumsandı. Öte yandan Irigaray’a yeni bir essensiyalizm yüklendi. Cinslerin ayrımı geleneğine karşı ileri sürdüklerinin, kadın söylemi ve kadın bedeni hakkında yeni bir özdüşüncesi olduğu; bunun farklılığı azaltacağına şiddetlendirdiği söylendi. Irigaray’ı savunanlar, onun dil oyunlarının ve yazılarında “kadınca” kavramlar kurmasının stratejik karakterini vurguladılar. Onun radikal beden metaforlarıyla psikanalize getirdiği eleştirinin, kadın genealojisi savunuculuğunun ve öteki kadını, “anne”yi ortaya çıkaran simgesel yüksek değerlendirmelerinin, siyasal-pratik görüş açıları getirdiğini; ve ne biyolojizm ne de yeni bir “analık kutsaması” olduğunu ileri sürdüler.
Kadın Filozoflar-Marit Rulman vd.-Çeviri: Tomris Mengüşoğlu-Kabalcı Yayınevi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder