Wittgenstein



Bir filozof düşünün , yaşamının iki döneminde oluşturduğu özgün düşünceler , 20.yy.ın ilk yarısında dil ağırlıklı iki düşünce akımını etkilemiş olsun ...İlk dönem düşüncesini terk edip yenisine başlarken arkasından yeni bir kuşak dil felsefecisini de sürüklemiştir. 

Bu iki düşünce oluşumunun ara döneminde felsefeye ara vererek yaptıkları , onun çekici yaşamöyküsüne uygundur. O bu dönemde felsefeyi bırakmış Avusturya köy okullarında öğretmenlik yapmış , Viyana’da kızkardeşi için bir ev planlayıp, bu evin yapımını da denetlemiştir. Bir mimar gibi...

Aslında onu bir sınıflandırmaya sokmak da güçtür. Doğası onu çok farklı bir kişilik olarak özgünleştirirken ., düşüncesinin sıradışılığının da kökenini oluşturmuştur.

Ludwig Wittgenstein , bir girişimci ve kendi zamanının Avusturya’daki en zengin adamlarından biri olan Karl Wittgenstein’ın en küçük oğlu olarak dünyaya geldi.

Kökenleri Yahudi idi, ancak birkaç kuşak önce Hıristiyan olmuştu. 

Babası , güçlü kişiliğinin yardımıyla Avusturya-Macar çelik sanayinin lideriydi, ancak bu kişilik, aynı zamanda beş oğlu ve 3 kızıyla gergin bir ilişki yaşamasının da nedeniydi.

Babalarının kendi işini devam ettirmeleri bağlamında oğullarına karşı baskıcı tutumu çok olumsuz sonuçlar doğurdu. Annelerinin hassasiyetini almış olan üç ağabeyi bu baskıcı ortama dayanamayıp intihar etti. Ludwig de benzer eğilimleri taşıyordu...

Babasının ölümünden sonra, mirasının bir kısmını sanatçılara ve geri kalanını kardeşlerine vermesi de dikkate değerdir.

Geç imparatorluk Viyana’sının Johannes Brahms, Gustave Mahler, Karl Kraus, Sigmund Freud ve Adolf Loos, Gustav Klimt gibi isimleri bir şekilde ailenin adıyla bağlantılıydı.

Onu etkileyen bu atmosfere tekrar döneriz...

Son olarak Adolf Hitler’den birkaç gün farkla doğduğunu ve bir yıl süreyle aynı okula gittiğini belirtelim.

Evet “zor “felsefesinin yanı sıra çok farklı bir kişilik var karşımızda...

Yararlanılan Kaynak: Ludwig Wittgenstei- Yaşamı ve Yapıtları-Hans Sluga.

Wittgenstein’da Dönemler.

Yirminci yüzyılın "en büyük" filozofu diye nitelenen Wittgenstein 'ın felsefesi, aralarında örtük ve açık bazı bağıntılar bulunmasına karşın, iki ayrı döneme ayrılır.

Bu iki dönem, felsefede "çifte devrim" olarak da nitelenir. İlk devrimle mantıksal çözümleme, ikincisiyle dil-çözümsel felsefe anlayışları kastedilir. Birinci dönemin temel yapıtı, Wittgenstein 'ın sağlığında yayımlanan tek kitabı olan, kısaca Tractatus diye anılan Tractatus logico-philosophicus'tur (Mantıksal-felsefi risale). İkinci dönemi simgeleyen yapıt ise Felsefi Araştırmalar (Philosophische Untersuchungen) adını alır.

Wittgenstein felsefesini dönemlere ayırma konusunda, felsefecilerin kendi aralannda tam bir uzlaşıma vardıkları söylenemez. Bertrand Russell gibi, yalnızca birinci dönemi alıp, sonraki dönemi felsefeden bile saymayanlar da vardır.
D. Pears gibi düşünenler ise, aralarında birbirini bağlayan birçok çizgi olmasına karşın, iki ayrı dönemden söz ediyor.

W. Stegmüller, J. Hartnack gibileri de birbirine zıt iki ayrı Wittgenstein felsefesi olduğunu savunuyor. Stegmüller, birinci dönemi "Dilin Mozaik Kuramı" , ikinci dönemi "Dilin Satranç Kuramı" diye adlandırır.

Benzetme, birinci dönemde dilsel işaretlerin mozaik resimlerindeki gibi belirli ve sabit oluşuna, ikinci dönemde sözlerin kullanımının satranç oyunundaki gibi kurala uygun haraketlerine gönderme yapar.

Tüm bu düşünürlere karşın, A. Kenny, K.Wuchterl, A. Hübner gibi, Wittgenstein'ın birlikli bir felsefesi olduğunu öne sürenler de vardır.Wittgenstein'ın felsefesinin gelişiminden ve ondaki "gizli birlik"ten söz eden J.Hintikka ve M.B. Hintikka'nın, bizim de katıldığımız düşüncelerini burada son bir görüş olarak anmak isteriz. Hintikka’lar bir yana , onların bu “gizli birlik” saptamasına , her iki dönemde açıkça görülen bazı bağların da bulunduğunu kendi adımıza eklemek isteriz.

Ömer Naci Soykan.- Wittgenstein Felsefesi Temel Kavram ve Sorunlar- Wittgenstein Sessizliğin Grameri- YKY


Gerçekliğin arayışının izini sürmek, felsefe tarihinin tüm okumasını gerektiriyor belki de..
20.yy.ın ilk yarısında doğruluk arayışında olan klasik olguculuk (pozitivizm) geleneğini sürdüren felsefeciler , dikkatlerini mantık ve dil üzerine yoğunlaştırdılar. 

Madem ki düşündüklerimizi dil ile ifade ediyoruz, dünyayı ve olguları dil ile betimliyoruz , iletişimde dili kullanıyoruz, dil alanında yapılacak yanlışlılar , doğruluk arayışımızdaki en büyük engellerden biri olacaktı... 

Dış dünya kendince deviniyordu , özne kendi düşünsel duruşuna göre bu dünyada eyliyordu. Düşünen “özne “, olan biteni yorumlamaya , yasalaştırmaya , dizgeleştirmeye çaba gösterirken dili kullanıyordu.. 

Deneysel bulgular , usun mantıksal çıkarsamaları , sezginin öngörüleri gelip, dilin kaçınılmaz , sembolik ya da göstergesel kodlamasından geçmek zorundaydı. 

Wittgenstein ‘ın dil ile bir ömür sürecek serüveni sanırım dilin bu yaşamsal öneminden kaynaklanıyordu...

Önceki alıntılarda da belirtildiği gibi Wittgenstein’ın dil eksenindeki görüşleri belki birbirleriyle bağlantılı ancak oldukça da farklı iki döneme ayrılmaktadır. 

İlk dönem felsefesine bir giriş yapalım. Yararlanacağım ana kaynak, David Pears’ın “Wittgenstein” adlı yapıtı.. B.Berksan


Wittgenstein, Kant’ın , düşüncenin sınırlarını belirlenme görevini farklı bir alana kaydırarak , dilin sınırlarını çizmeye yöneldi. O düşüncenin sınırları gibi dilin de sınırlarının varolduğunu göstermek amacındaydı. 

“Tıpkı Kant’ın döşemiş olduğu sınırların ötesindeki kaypak ortamda düşüncenin zorunlu olarak durduğunu savunması gibi, , Wittgenstein da , kendi çizdiği çizgide dilin zorunlu olarak durduğunu ve bu çizginin ötesinde yalnız sessizlik olabileceğini savunmuştur.”

Onun yapmak istediği , varolan her dilin, tüm diller için geçerli özsel doğasını ortaya koymaktı. Böylece bu özsel doğa gereği , varolan her dilin “başlangıç önermeleri diline “çözülebileceğini ve bu başlangıç önermelerin , filozofa mantıksal bir formül kullanarak olanaklı her dilin sınırlarını hesaplama olanağını veren bir çıkış noktası görevi yapabileceğini savunmuştur.”

Ona göre dilin sınırları ötesinde bulunan, dil ile bildirilemez., yalnızca gösterilebilir.Ancak yalnızca gösterilebilen bir şeyin konumu ne olur. ? Bu bir zorunlu doğruluk olur mu? Eğer olursa ne gibi bir zorunlu doğruluk olur? 
Kaynak: Wittgenstein-David Pears 




DİLİN SINIRLARI

Tractacus ’un ön sözünde amaç konmuştur. Dilin sınırlarını çizmek..
Burada kastedilen sınırlar olgu dilinin sınırlarıdır.

“Bir olgu önermesi kesin anlamını , ancak içindeki sözcüklerin varolan şeyler yerine durmaları , ya da varolan şeyler yerine duran “başka sözcüklere” çözümlenebilir olmalarından alır.

Olguların simgelenmesi sözcüklerin şeyler yerine durmasıyla temellenir.

Bir sözcük bir nesne ile karşılıklı ilişki içinde olmadan onun yerine duramaz “
Varolmayan şeylerle karşılıklı ilişki ise olanaksızdır.
Wittgenstein ’ın düşündüğü karşılıklı ilişki türü , bir adın adlandırdığı şeyle yakın ilişkisidir.

Bir önermenin kesin bir anlamı olması gerektiğini söylemek , bu önerme doğru olduğunda , zorunlu olarak gerçekleşmiş olacak her şeyi keskin bir çizgi ile ayırabilmenin olanaklı olması gerektiğini söylemektir.

Önermenin bu çizginin kuşattığı alan içinde kalan bütün incelemeleri , sayılabilir biçimde görünür olacaktır. İçermeler hep birlikte , gerçeklik üzerine belirli bir şey ileri sürecek ve sonuçta ya bunun gerçekliğe uymasından ötürü önerme de doğru olacaktır ya da uymamasından dolayı önerme de yanlı olacaktır.

İşte kesin anlam taşıdığına inanılan bu olgu önermeleri başlangıç kabul edilerek ilerlendiğinde , bir birleriyle mantıksal bağlar kurulmuş olan önermeler bütünü, gerçekliği bize verecektir.

Wittgenstein başlangıç önermelerini , mantıksal olarak bağımsız olgu önermeleri öbeği olarak tanımlamış ve bu önermelerin “adlar” dediği öğelerinin kesin doğasını bir gizem örtüsü altında bırakmıştır.

Şimdi bu adlar, saklı olgusal içerik taşımayan salt adlar olarak düşünülmüştür. Öyle ise: onların anlamları da,. yerlerine durdukları yalın nesneler, ya da (niteliğin okurca anlaşılmasını bekleyerek) kendisinin «nesneler» diye adlandırdıkları olmalı.dır. Peki ne tür bir şeydir bir nesne?

Troctatus 'da hiçbir yanıtı olmayan bu soru, daha çok Hamlet'in çocukluk yıllarına ilişikin bir soru gibidir. Wittgenstein'ın anlam kuramı başlangıç önermeleri için kimi genel koşullar ;koyar ve bu önermelerin tam bir belirlenimi, söz konusu koşulları yerine getiren her şey olabilir. Dolayısıyla, Tractacus'un “nesnelerinin "özdek parçacıkları mı, ycksa insan gözlemcilerın duyu verileri mı olduğu sorusuna bit yanıt bulmayı beklemek yararsızdır. Gerçekte, bu her iki türden de örnekler kullanır, fakat kendini ne birine ne de öbürüne bağlar. Bunun nedeni, kuşkusuz, olgusal anlam kuramının bütünüyle genel oluşu ve Wittgenstein 'ın, bu kuramın uygulanmasını bilgibilimden taşınmış ilgisiz uslamlamalarla sınırlamayı istememiş olmasıdır. Onun başlangıç önermeleri gizemlidir. Bu ise, Tractatus ile ilgili, kabul edilmesi gereken bir olgudur.

Başlangıç önermeleri olgu söylemi dizgesinin odağında ysr alır ve onun iç sınırını oluştururlar. Wittgenstein'ın dizgeyi belirleyişinin ilk aşaması bu iç sınırı koymak olmuştur; çünkü bu, dizgeyi dışa doğru geliştirmeye başlayarak dış sınırı, yani kabarcığın genleşme sınırını hesaplayacağı, çıkış noktasıdır.

İkinci aşama olan dış sınırın hesabı çok daha kolay betimlenir. Bunun nedeni, bu ikinci. işlemin bir ölçüde daha az karmaşık olması ve bir ölçüde de Wittgenstein 'ın dış sınırı hesaplama yönteminin, çıkış noktasını koyma yönteminin tam tersi bir işlem olmasıdır. Çünkü, tüm olgu önermelerinin tamamlanmış çözümlemeleri, zorunlu bir anlamda, bütünüyle başlangıç önermelerinden oluşmuşsa, bundan tüm olgu önermelerinin bütünüyle başlangıç önermeleri nden kurulabileceği anlaşılır. Bireşim süreci, tersine çevrilmiş çözümleme sürecinden başka bir şey değildir:

Not Dilin Sınırları başlıklı bölümden seçmeler ..
Wittgenstein- David Pears

Göndergeci kuram] : [İng. referential theory, Fr. theorie réfrentielle]
Bir tümcenin anlamını, onun göndergesi olarak açıklamayı deneyen öğreti. İlk kez Frege tarafından tematize edilmiş olan bu görüş, tüm neo-pozitivistlerce benimsenerek savunulmuştur. Böylece, II. Dünya Savaşı'na kadar yaygın kabul görmüş bir yanılgı sonucu, herhangi bir göndergesi olmayan tümceler anlamdan yoksun sayılmıştır. Sözgelimi, Wittgenstein'ın Tractatus'ta işlediği tasarımcı anlam görüşü, göndergeci bir yaklaşımdır. Bu kuram, bildirim türündeki doğrulanabilir tümceler için büyük oranda açıklayıcı bir anlam kuramı olmakla birlikte, doğrulama ilkesine kayıtsız olan edimsel sözcelemler için benzeri bir açıklama gücünden yoksundur. Bir başka de- yişle, belirli bir göndergesi olmadığı halde anlamlı olan tümceler vardır.

Dil Felsefesi sözlüğü- Atakan Altınörs.


Wittgenstein'ın ünlü yapıtı Tractatus 'da şöyle tümceler vardır:
“Doğru önermelerin tümü doğabilimlerinin tümüdür. Felsefe doğabilimlerinden biri değildir. Felsefenin hedefi, düşüncelerin mantıksal açıklamasıdır. Felsefe öğreti değil, tersine bir etkinliktir. Felsefenin sonucu `felsefi önermeler' değil, önermeleri açık kılmaktır`.
Wittgenstein 'dan kuvvetlice etkilenmiş olan Schlick de şunları yazar: “Felsefenin kendine özgü uğraşı deyiler ve deyilerin anlamlarını araştırmak ve açık kılmaktır... Herhangi bir önermenin anlamı en sonunda veriler tarafından belirlenir ve başka hiçbir şey tarafından asla belirlenmez”. Buna göre önermelerin anlamlarını yakalayabileceğimiz biricik kaynak, doğabilimsel olarak gözlemleyebileceğimiz şeylerdir. Yine buna göre bir önermenin “doğru” ya da “yanlış” olmasını belirleyen şey, o önermenin doğabilimsel olarak gözlemlenebilir olguları yansıtıp yansıtmamasıdır. Bir önermeyi “doğru” yapan tek ölçüt (mantıksal önermeler, dışında) , empirik anlam ölçütüdür.

Schlick şöyle der: “Bir deyi, doğru ya da yanlış olduğunu herhangi bir biçim- de denetleyebileceğimiz bir ayırımı içerdiği sürece ve ancak bun- dan sonra verisel bir anlama sahip olur. Bir önerme doğru ise, evreni olduğu gibi yansıtır; yanlış ise, evren hakkında asla bir şey söylemez; böyle bir yanlış önerme hiçbir şey bildirmez, ben ona bir anlam yükleyemem. Denetleyici bir ölçüt, sadece ve sadece, bu ölçütün veriler .içersinde bulunması halinde vardır. Çünkü `denetlenebilir olma', `veriler içersinde gösterilebilir olmadan başka bir şey değildir».

Bu sözler, yeni-olguculuğun ünlü doğrulama ilkesi ni de böylece açıklamış olmaktadır. Mantık evrenle ilgili değildir, o dil ile ilgilidir ama, dil, “evrende karşılığı olmayan şeyler” den sözetmeye de elverişlidir. Dilin evrende karşılığı olmayan şeyler hakkında da kullanılması, aslında tüm felsefe tarihi boyunca sürdürülegelen bir yanılgıdan, yani mantığı evrene taşıma yanılgısından kaynaklanmıştır.

Böylece, empirik yoldan bir denetlemeye başvurulduğunda, dilde, evrende bir karşılığı olmayan pek çok kavram ve sözcüğün bulunduğu görülür. Üstelik, bu kavram ve sözcüklere felsefe tarihi boyunca “bilgi” değeri yüklenmiş, bunların “bilgi” içerdiğinden sözedilmiştir. Oysa “bilgi”, bilimlerin işidir, felsefe bir bilgi etkinliği olamaz. Ama böylece felsefenin alanı daraltılmış değil, belki de tam tersine genişletilmiştir. Felsefe, dil üzerine bir mantık çalışması olarak, felsefe tarihinin başlangıcından beri “bilgi” içerdiği öne sürülerek dile doluşturulmuş yok-anlamlı (metafiziksel) kavram ve sözcüklerin dilden elenmesi, bunların anlamdan yoksun olduklarının saptanması işini yüklenecektir. Bunun için de yönelinmesi gereken esas alan “günlük dil” dir ve “günlük dil”in eleştirilmesiyle “bilim dili” de daha sağın bir hale gelecektir.

Totolojiler, yani mantıksal önermeler dışında “bilgi” değeri taşıyan tek önerme türü doğabilimsel deyiler, yani sentetik deyilerdir. Sentetik deyiler; evrenle ilgilidirler, evrene ilişkindirler. Ancak, bu ilişkinin niteliği konusunda Wittgenstein ve Schlick ile örneğin Carnap ve Neurath arasında bir fark belirir. Wittgenstein'da özne ve yüklemden kurudu öğesel, basit (atomsal) önermelerin nesnelerin durumunu dile getirdiği belirtilir. Önerme, nesnel durumu, şey-durumunu (Sachverhalt) dile getirir, nesnenin kendisini değil. Wittgenstein] 'a göre, evren birbirinden bağımsız nesnel durumlar, şey-durumları topluluğudur ve bu şey- durumları dildeki ögesel (atomsal) önermelerle çakışırlar. Tüm karmaşık (bileşik) önermeler bu türlü ögesel önermelere parçalanabilir ve bu durumda, herhangi bir karmaşık önermenin (örneğin, A ve B yirmi yaşındadırlar» ) doğruluğu, bu karmaşık önermenin içerdiği ögesel önermelerin (örneğin, “A yirmi yaşın- dadır”ve “B yirmi yaşındadır”) doğruluk fonksiyonu olarak ele alınır.. Yani bir karmaşık (bileşik) önermenin doğruluğu, o önermeyi oluşturan ögesel önermelerin tek başlarına doğru olmaları, “yansıttıkları” nesnel duruma, şey-durumuna uygun olmalarına bağlıdır. Böylece bir önermenin doğruluğu, sembolik araçlar 'yardımıyla (sembolik mantık) , sadece ve sadece mantıksal bir çözümleme konusu haline getirilmiş olur.

Wittgenstein , önermenin nesnenin kendisini değil de bir nesnel durumu, bir şey-durumunu dile getirdiğini, “yansıttı"ğını söylemekle, mantık ile...evren arasında bir geçişsizlik olduğunu belirtmiş olmaz. Onun belirtmek istediği, mantığın dilsel yapılarla, önermelerle ilgili olduğudur, evrenle değil . Mantığın evrenle ilgili olduğunun sanılması, felsefe tarihini kaplayan en büyük yanılgı olmuştur. Oysa; mantık evreni bilme aracı olarak kullanılamaz. Mantık, olsa olsa, evren hakkındaki deyilerin düzenlenme adanıdır. Salt mantıksal olan analitik ve totolojik önermelerin genelgeçerlik, kesinlik ve doğruluklarını evrene taşıyamayız; mantıksal doğrular evrensel ; doğrular değildir. Evrenle ilgili doğru önermeler, ancak doğabilimsel önermelerdir. Wittgenstein 'a göre, “doğru önermelerin bütünü, bütün doğabilimleridir (ya da doğabilimlerinin toplamıdır) . “Kesinlik”, “zorunluluk”, “genelgeçerlik”, evrenin değil, mantıksal önermelerin (totolojilerin) bir özelliğidir. Yukarıda da değinildiği gibi, felsefe tarihi boyunca egemen olan yanılgı, mantığa ait özellikleri evrende de var- sayma yanılgısı olmuştur. Yani filozoflar, dilin mantığını yanlış anlamışlardır ve yanlış kullanmışlardır. Hatta yaptıkları iş yanlıştan da ötededir. Wittgenstein şöyle der:

“Felsefi konular üzerinde yazılmış tümce ve soruların çoğu yanlış değil, tersine (daha çok) yok-anlamlıdır (sinnlos) . Bu yüzden, genellikle bu çeşit soruları yanıtlayamayız; tersine, onların yok-anlamlılığını saptayabiliriz. Filozofların pek çok soruları ve önermeleri, kendi dil mantığımızı anlamamamızdan ötürü ortaya atılmışlardır... Esrarlı sorunların aslında bir sorun bile olmadıkları hiç de şaşırtıcı değildir.

Dilin mantığını doğru anlamak ne demektir? Wittgenstein'a göre, "felsefenin konusu düşünceleri mantık bakımından aydınlatmaktır. Felsefe bir öğreti değil bir etkinliktir. Felsefenin sonucu felsefi önermeler değil, önermelerin aydınlık kılınmasıdır. Felsefe, düşünceleri aydınlık kılıp, keskince sınırlamalıdır, yoksa bu düşünceler donuk ve bulanık kalırlar.

Yinelersek, felsefe evren üzerine bilgi veren bir “öğreti” değildir. Evren üzerine bilgiyi ancak bilimler sağlayabilir, evreni bilimlere bırakmak gerekir. Felsefe bilgi vermez. Wittgenstein 'a göre, felsefe tarihinde yapıdan en büyük yanlışlık, felsefeye bir bilgi kaynağı olarak bakmak olmuştur. Bu yanlışlık ise, mantık ve evren alanlarını birbirine karıştırmaktan doğmuştur. Oysa Wittgenstein şöyle der: Mantığın evren üzerinde bir şey söylemeye hakkı yoktur, mantık bir öğreti değildir, mantık aşkındır (trancendent),”mantıktan yararlanarak evrenin şöyle ya da . böyle olduğunu söyleyemeyiz Dilin mantığını doğru kavramak, önce mantık-evren ayrılığını kavramayı gerektirir. “Felsefenin yeniden konumlanması da buna dayanır. Bir bilgi kaynağı , bir öğreti olamayacağına göre, felsefe nasıl bir etkinlik olacaktır? Bilgi elde etmek bilimlere (doğabilimlerine) ait bir iştir; felsefe bilgi elde etmeyi, evren üzerine konuşmayı bilimlere bırakmalıdır. Evren bilimlerin konusudur, felsefenin değil. Felsefe ancak dilsel yapıları, dili mantık bakımından aydınlatma işini yüklenebilir. Öyle ki, felsefe mantıktır. Wittgenstein 'a göre, felsefenin amacı düşünceleri mantıksal yönden aydınlatmaktır», “mantığın evrenin gerçek olup olmadığı sorusuyla hiç mi hiç uğraşmadığı çok açıktır”. “felsefenin tümü bir dil çözümlemesidir” .
Kaynak: Bilgi ve Bilimde Olguculuk Tarihselcilik Tartışması Üzerine- Doğan Özlem

Yüzyıllardır felsefeyi böyle anlamayanlar, bu alana aslında olgulardan çıkarılamayan, denetlenemeyen, evrende bir, karşılığı olmayan birçok kavram ve sözcük doldurmuşlardır. Bu yüzden, bir “dil çözümlemesi olarak felsefe»ye düşen önemli bir görev, dile doluşmuş bu türlü kavram ve sözcükleri dilden ayıklamak ve temizlemektir. Wittgenstein'a göre “felsefe, zaten kendi başlarına bulanık ve karanlık olan önermeleri aydınlatmalı ve sınırlamalıdır”' Dil çözümlemesi olarak felsefenin yöneleceği şey de, bu durumda önerme denen dilsel yapılar, dilsel birimler olacaktır.
“Önerme, belli bir şey”den sözetmesi gereken bir tümcedir. Önermeler, evrenden değil de, şey-durumlarından sözederler. şey-durumu, önermede sözü edilen bir olgu demektir, ama olgunun kendisi değil. Bu yüzden, önerme gerçekliğin kendisi değildir. Wittgenstein 'a göre, önerme gerçekliğin betimidir (Bild) ". O halde, gerçekliğin kendisi değil de" gerçekliğin betimi, yorumu, resmi, yansısı (Bild) olarak önermelerin içinde yer alması gereken alan evren değil mantıktır. Önermelerin uzayı mantıktır.

Böylece Wittgenstein'da üç türlü önermeden söz edilmiş olur:
1.Evren üzerine önermeler (sentetik önermeler) ,
2.Mantıksal önermeler (analitik önermeler),
3.Metafiziksel önermeler.

Evren üzerine önermeler, evrene ilişkin bir durumu, şey-durumunu yansıtan, şey-durumuna “işaret eden” önermelerdir. Bu önermeler, olgulara, olaylara ilişkindir ve doğruluk ya da yanlışlıkları evrene gidilerek denetlenebilir. Bunun için de deney, gözlem, sayım yapmak gerekir. Bilim bu türlü önermeler peşindedir ve bu türlü önermelerle iş görür. Bu bakımdan bunlara “bilimsel önermeler” de denebilir.
Mantıksal önermeler, doğruluk ya da yanlışlıkları evrene gidilmeden kendi içlerinde anlaşılabilen”totolojiler”dirler. “Mantık önermeleri totolojilerdir” Örneğin, üçgen üç kenarlı şekildir gibi.

Metafiziksel önermeler ise, ne evren üzerine bilgi veren, ne de mantıksal önermeler gibi doğruluk ya da yanlışlıkları kendi içlerinde olan önermelerdir. Yani bunlar ne doğru ne de yanlıştırlar. Bu önermeler hiçbir bilgi veremezler. Bu nedenle de, aslında önerme değildirler.
Ne var ki, metafiziksel önermeler, hem evrenle ilgili empirik, hem de mantıkla ilgili zorunlu bilgi türü olarak karşımıza çıkarlar. Oysa, bir önerme hem mantıksal önermeler gibi a priori, hem de evren üzerine önermeler gibi sentetik(bireşimsel) olamaz. Çünkü, Wittgenstein 'a göre, “nesneler dünyasında a priori yoktur”. Bu nedenle, metafiziksel önermeler aynı zamanda ne anlamlı ne de. anlamsızdırlar. Anlam bakımından onların içeriği boştur, onlar yok-anlamlıdırlar. Çünkü, «anlam», bir önermenin mantıksal formundan başka bir şey değildir. Başka bir deyişle, “anlam”, önermenin evrenden yansıttığı şeyin formu, gerçekliğin önerme içinde dile getiriliş biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, metafiziksel, önermeler, evrenle ilişkileri olmadığı halde evrenden bir şey yansıtıyormuş gibi görünen önermelerdir ve onların yok-anlamlılığını yapan da budur. İşte, bir mantıksal dil çözümlemesi olarak felsefeye düşen önemli görevlerden biri, metafiziksel önermelerle uğraşmaktır.


Wittgenstein şöyle der: Felsefenin doğru yöntemi şu olmalıdır: Kendini anlatan şeyler adına konuşmamak; yani felsefe ile bir arada olmayan doğabilimlerinin önermeleri adına konuşmamak ve daima, birisi metafiziğe ait bir şey söylemek istediğinde, ona, önermelerindeki sözkonusu işaretlerin bir anlamı olmadığını göstermek. Bu yöntemler onun hoşuna gitmeyebilir -kendisine felsefe öğrettiğimizden hoşnut olmasa da- ama, bu yöntemler tek sağlam doğru odanı verir.

Dilsel deyiler ile önermeler arasındaki ilişki konusunda Wittgenstein ve Schlick ile Carnap ve Neurath gibi öbür yeni-olgucular arasında bir ayrılık olduğunu belirtmiştik. Wittgenstein'da “felsefenin evren üzerine söz .etmesi yasaklanırsa, da, Tractatus 'da evren üzerine bol bol söz edildiği görülür: “Evren, olguların toplamıdır”, “evren olgular aracılığıyla belirlenebilir”, “objeler evrenin tözünü oluştururları”, v.b.".

Aslında Wittgenstein 'ın kendisi de, “felsefeye koyduğu görev açısından bu türden kendi önermelerinin de yok-anlamlı olduğunu itiraf eder' Ama bunlar, Popper 'in deyimi ile “vazgeçilmez saçmalar” olarak korunurlar. Örneğin Wittgenstein evren mantıksal uzay içersindeki olgulardır der Böylece Wittgenstein'da ne evrene gidilerek sentetik yoldan ne de bizzat mantığın kendisine başvurularak analitik yoldan denetlenebilecek bir çeşit”metafiziksel” savla karşılaşmış oluruz. Öyle ki, Wittgenstein'- da Aristoteles 'den beri yapılageldiği gibi, mantığı evrene taşıyan bir ontolojiden değil de, evrenin yapısı ile mantık arasındaki ilişkiyi gözönünde tutan bir başka türden ontolojiden sözedilip edilemeyeceği tartışmaya açıktır.

Kaynak: Bilgi ve Bilimde Olguculuk Tarihselcilik Tartışması Üzerine- Doğan Özlem



SÖYLENMEYENİ SÖYLEMEK: Tractacus’ta Paradoksal Yapı.
Ali Utku
Doğu Batı Dergisi Sayı:9

Roland Jaccard, "Wittgenstein'ı Sevmek İçin 50 Neden" başlıklı yazısında, Wittgenstein 'ın, "fılozofların sorunlarını, onların düşündüğünden daha çılgın şeyler düşünerek çözebiliriz." sözünü, onu sevmenin yeter sebeplerinden biri olarak sunuyor. Sebep yeterlidir, zira bir gramer damlasının içinde felsefe fırtınası koparmak idealiyle Wittgenstein, bu sözünü felsefesinde sınırlara oynayan çılgınca deneyimlerle teyit etmiştir. Nitekim, Tractatus düşüncenin bütün felsefı sorunları kökten halletmek iddiasıyla giriştiği bir çılgınlık deneyimi değildir de nedir?
Bütünlüğün, sınırların gittikçe sınırsızlaştığı parçalanışına doğru uzatılan bir merdiven. Felsefeden çıkışın (kaçış mı
demeliydim?) başı sıkışmışlar için yalnız bir kullanımlık yangın merdiveni. Evet, "bir kullanımlık merdiven" çünkü Wittgenstein'ın ifadeleri de bu yöndedir.

Bu konu Tractatus'un paradoksal yapısıyla ilgilidir ve paradoksal yapı kitabın en az diğer sorunları kadar ilginç, önemli ve çokça tartışılan yönlerinden birini oluşturur. Söz konusu olan (çılgınlık) Tractatus'un kendi kendisiyle çelişmesi, kendi geliştirdiği söylemin içine sığamamasıdır. Wittgenstein'ın geleneksel felsefeyi sona erdirdiğini öne sürdüğü dahiyane eserinin garip yazgısı, kendi önermelerinin de felsefı önermelerin safında yer alan saçma önermeler olduklarını itiraf etmek olmuştur. Bu yazımızda Tractatus'un bünyesindeki paradoksal yapının üzerine gitmeye çalışacağız.

Wittgenstein'ın erken felsefesinin eleştirel yönteminin hedefı, tıpkı Kant 'ınki gibi sınırlandırmadır. Kant'la birlikte dikkatler varlıktan çok bilgiye, bilginin olanağı ve koşullarına çevrilmiş, varlığın kendinde, kendi başına, ne ise o olârak bilinebilirliğinin olanaksızlığının verdiği derin uyarımla, varlığın ancak bilen varlığın bilme koşullarına göre bilinebileceği üzerinde durulmuştu. Kant, düşünceye bir sınır çizerek olgusal dayanağa sahip bir bilgi alanı (yasal bilgi) açarken; Wittgenstein, Kant'ın düşünce alanında tartıştığı sorunları dolayımlı olarak, dil vasıtasıyla ele alır, sınırı dil üzerinde çizerek olgusal dayanağa sahip bir ifade alanı (yasal söylem) oluşturur. Varlığın ne ise o olarak bilinebilirliğinin ya da bilinemeyişinin ne ölçüde dile getirilebileceğinin sınanması ve bu sınanma işinin koşullarının aranması asıl ilgi durumundadır.

Wittgenstein, bütünüyle sınırlara yönelmiş yapıtı Tractatus'un önsözünde, kitabının felsefe sorunlarıyla ilgilendiğini ve bu sorunların ortaya çıkış sebebinin dilin mantığının yanlış anlaşılması olduğunu beliıtir.Felsefe sorunları dilin nasıl çalıştığının iyi bir şekilde anlaşılmasıyla çözülebilecektir ve Tractatus'un hedefi de budur. Wittgenstein bu konuda iddialıdır. İleri sürdüğü düşüncelerin kesinlik ve doğruluklarının tartışma götürmez olduğunu; bundan dolayı da sorunların esas itibarıyla nihai olarak çözülmüş olduğuna inandığını vurgular.'~ Burada felsefeden çıkışa ya da daha tam bir ifadeyle felsefenin sonuna (geleneksel anlamda) işaret eden "sorunların esas itibarıyla nihai olarak çözülmüş olduğu" iddiasının altını çizmek gerekiyor. Bu büyük bir iddiadır zira felsefenin tarihi çözümlerin değil, sorunların tarihidir ve felsefeye kendine özgü niteliğini kazandıran da bu sorunlardır. Kaynağından bu güne, felsefenin en önemli işlevinin soruşturmak, sonra da anlamlı soruları açık bir şekilde ortaya koymak olduğu hep söylene gelmiştir. Bu bağlamda felsefe, sorunlarımıza nihai yanıtlar vermekle sorumlu değildir. Daha ziyade yanıtlarımızı sorgulamakla sorumludur. Hiçbir felsefe sorununun nihai olarak işi bitirilemez. Felsefe sorunları -en azından önemli bir bölümü-sürekli gündemdedir. Sorunların tükendiği yerde felsefe de tükenmiş olacaktır. Böylece dil merkezli soruşturmasıyla radikal bir yaklaşım sergileyen ve felsefenin (bilimler karşısında) kendi kendisiyle hesaplaşmasının en ciddi ve uzlaşma kabul etmez ürünü (yaygın tabirle "kutsal kitabı") olarak nitelenen Tractatus'un hedefleri daha iyi anlaşılmış olur.

Grayling'in de belirttiği gibi bu kitapta Wittgenstein'ın amacının iki ayrı görünümü vardır. Onun hedefı felsefe sorunlarını çözmektir ve bu nedenle de dilin nasıl işlediğini göstermek ister. Tractatus'un ortaya koymaya çalıştığı şey, dilin anlaşılmasının niçin felsefe sorunlarını çözmesi gerektiğidir.

Wittgenstein, kitabının bütün anlamının şuna benzer bir ifadede toplanabileceğini belirtir: "Söylenebilen her şey açıkça söylenebilir ve üzerine konuşulamayan hakkında susmak gerekir ". Bu anlamda söylenebilenle (düşünülebilen) söylenemeyen (düşünülemeyen) arasındaki ayrım kitabın ana ilgisidir. Bu iddianııı daha açık bir ifadesini Wittgenstein'in Russell'a yazdığı bir mektubunda da görmek mümkündür:"Tractatus'un esas noktası önermelerle yani dille ifade edilebilen şeyin (ve bu düşünmeyle, düşünülebilen şeyle aynı anlama gelir) ve önermelerle ifade edilemeyen fakat sadece gösterilebilen şeyin kuramıdır ki bu inandığım belli başlı felsefe sorunudur."

Böylece mesele açıktır; kitap yöneldiği hedeflere bir sınırlandırma yoluyla ulaşacaktır. Wittgenstein'ın da belirttiği gibi sınırlandırmanın gerçekleştirileceği alan düşüncedir, fakat düşünceye sınır çizebilmek için sınırın her iki tarafını da (yani düşünülemeyeni de) düşünmemiz gerekirdi. "Bu yüzden yalnız dilin içinde bir sınır çizilebilir ve sınırın ötesinde kalan şey ancak saçma olacaktır" Wittgenstein'ın kanaatine göre dilin sınırları düşünceninkine de tekabül eder. Düşüncenin doğasıyla ilgilenmek bizi dilin doğasıyla ilgilenmeye götürür.

Tractatus'ta sınırlandırma faaliyeti, dilin sınırları içinden, dilin merkezinden, mantığından dışarıya doğru bir yürüyüştür. Daha şimdiden "içerisi- dışarısı" gibi bir ayrımla yüz yüzeyiz. Özne kendi kendine döner, kendi diline kapanır, söylemsel kabuğuna çekilir ve sınırlarını oluşturur. Bu bağlamda dilsel bir varlık olarak insanı merkeze alan Wittgenstein felsefesinde, dilin belirleyici bir konumu vardır. İnsanın dünyaya bakışının merkezi de dildir: "Dilimin sınırları dünyamın smırlarını gösterir".

Wittgenstein, şeylerin karmaşıklığına (kaos) karşı dilin düzenini (logos) koyarak kaostan sıyrılmaya çalışır. Dilde kalarak ve dilden, dilin mantığından şeylere doğru hareket ederek kaosa karşı kategorik bir tavır almıştır. Böylece dilde, düşünce, dil ve gerçeklik alanlarının geçişkenliği içerisinde doğruluk ve kesinlik sorununu aydınlatabilecek bir kriter aramaktadır.

Bu aynı zamanda tarih içinde ortaya çıkân bir çok köklü düşünce sorununu çözebilecek bir kriter arayışıdır. Düşüncenin bir şeye dair olduğunu ve kendisini dilde ortaya koyduğunu düşünürsek, tarih boyunca dini, etik, estetik, metafızik, bilimsel vb. bir çok farklı söylem alanlarının oluştuğunu göz önüne alırsak, Wittgenstein'ın dil ve anlam düzeyinde geliştirdiği çözümlemenin bizi ifade etme (söylem oluşturma) konusunda kesin bir zemine doğru çekmeye ve spekülatif mahiyette söylem alanlarından koparmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Dil içinde bir kriter elde edildikten sonra yapılması gereken şey, mevcut söylem tarzlarını oluşturan farklı türden önermelerin anlamlarının kontrol edilmesi için doğalarının incelenmesidir. Zaten Wittgenstein Notebooks 'ta bütün işinin önermelerin doğasını incelemekten ibaret olduğunu açıkça ifade etmektedir."

 Düşünceye sınır çizme faaliyetinin dilde gerçekleştirilmesi Tractatus 'un düşünce, dil ve dünya (burada "gerçeklik" kavramını da anlamalıyız) bağlantısı çerçevesinde sorunları genel bir dil kuramına nasıl taşıdığına da işaret eder. Düşünce, dil ve dünya Tractatus'ta paralel yapılardır ve düşünce diğer yapılara nispetle daha az önemlidir.

Wittgenstein'ın erken felsefesini belirleyen ve Tractatus'un merkezi tezi olan "resim kuramı" (picture theory) dilin dünya ile ilişkisine dayandırılır. Bu temsil ilişkisi dil ve dünyanın birbirine uygun, paralel yapılar olarak İşlevi dünyayı resmetmek olan dil, dilsel resimlerle dünyayı yansıtır, temsil eder.temellendirilmesini gerektirir. Wittgenstein'ın kuramsal çözümlemeleri de bu uygunluğu sağlamaya yöneliktir.

Hartnack'ın ifadeleriyle, resim ve onun resmettiği şey arasında yapı benzerliği bulunmalıdır yani Eğer yapı bozulursa sonuç antamsız otacaktır, başka bir deyişle eğer dilin biçimi gerçekliğin yapısıyla uyumlu ise anlamlı ifadeler kesin ve net bir biçimde ifade edilebilecektir.ı-

Tractatus'ta yapısal çözümleme çerçevesinde dil ve dünya birbirine dilin biçimi gerçekliğinkiyle aynı olmalıdır.uygun, paralel yapılar olarak kendilerinde artık parçalanmayan unsurlara indirgenecek ve bu indirgeme sürecinde dilde ve dünyada belirlenen seviyeler arasında temsil ilişkisini oluşturan yapı benzerlikleri kurulacaktır.

Dil ve dünya arasındaki karşılıklı yapısal konumları Grayling'e başvurarak kısaca gözler önüne serelim:

Wittgenstein'a göre dil önermelerin toplamından meydana gelir ve önermeler de onun temel-önerme (elementary-,proposition) olarak isimlendirdiği önermelerden oluşurlar.

Kendilerinde bileşik bir yapı arzeden temel-önermeler isimlerin (name) bir bileşimidir. İsimlerse dilin en son unsurudur (yapı taşı).

Buna mukabil olarak dünya olguların (fact) toplamından meydana gelir ve olgular şey-durumlarının (states of affairs) bileşimidirler.

Kendilerinde bileşik yapı arzeden şey-durumları da objelerin (object) bir bileşimidir. Objeler dünyanın en son unsuru (yapı taşı) ve tözüdür.

Dilin en son unsuru olan isimler dünyanın en son unsuru olan objeleri gösterir. İsimlerin bileşimi olân temel önermeler de Şey-durumuna karşılıktırlar. Bunlar karşılıklı yapıların belirtilen sıradaki bileşik biçimini oluştururlar.

Yapısal bağıntıda önermeler ve olgular arasındaki resim ilişkisi neticesinde dil dünyanın resmi olarak kavranmaktadır. Burada ana hatlarıyla ortaya koyduğumuz paralel yapıların seviyeleri arasındaki dikey ve yatay ilişkilerin oldukça basit bir temsilini aşağıdaki gibi verebiliriz.

Dilin işlevi dilsel resimler aracılığıyla dünyayı resmetmektir.

Her önerme mantıksal biçimi aracılığıyla dünyadaki olanaklı bir şey-durumunu tasvir eder.

Sonuçta, önermeyi oluşturan ve objeleri temsil eden isimlerin düzenlenme biçimi, önermenin yansıttığı şey-durumundaki objelerin düzenlenme biçimi ile aynı ise önerme doğru;

önermedeki isimlerin düzenlenme biçimiyle şey-durumundaki objelerin düzenlenme biçimi farklı ise, önerme yanlış;

Önermedeki isimlerin düzenlenme biçimi, şey-durumundaki objelerin düzenlenmesinin olanaksız olacağı bir biçimde ise, önerme anlamsızdır.

     Wittgenstein'a göre dilde anlam sınırı dildeki temel-önermelerin tüm olanaklı değişik düzenlemeleri tarafından saptanır. Dilin yapısını kuran olgusal önermelerle temel-önermeler arasındaki yapı ilişkisi bir doğruluk-fonksiyonu ilişkisidir: "Önermeler temel-önermelerin doğruluk-fonksiyonudur" Bileşik önermelerin doğruluk değeri (doğruluğu ya da yanlışlığı) onu oluşturan bileşenleri tarafından belirlenir. Bu anlamda önermeler doğruluk-fonksiyon bağlantılarıyla temel-önermelerin şekillenmesidir. Çünkü onlar kendi doğruluk değerleri için temel-önermelerin doğruluk değerlerine bağlıdırlar. 

Önermeler, temel-önermeler arasındaki doğruluk değerlerinin ayrımına göre doğru veya yanlış olacaktır. Anlamlı önermeler olgusal bir alana işaret etmektedir. Böylece olgusal alanda bir şey-durumunun varolması ya da varolmaması gibi iki şıkka karşılık önermeler de "değilleme" ile iki şıkka sahip olacak ve olgulara bağlı olarak önermelerin doğruluk değerleri belirlenecektir.

Önermenin dogruluk-fonksiyonu durumundaki temel-önermelerin doğruluk-fonksiyonları ise yine kendileridir. Böylece olgusal önermelerin doğruluk ve yanlışlığını tespit eden kriter temel-önermeler olarak belirlenir. Şayet bütün temel-önermeler verilirse ve hangilerinin doğru, hangilerinin yanlış olduğu bilinirse dünya bütünüyle resmedilmiş olur.

Temel önermenin doğruluğu daha önce belirttiğimiz gibi tasvir ettiği şey-durumunun varolup olmamasına bağlıdır. Bu durumda olgusal söylemin merkezinde temel- önermeler durmaktadır. Wittgenstein'ın dilde çizmek istediği anlam sınırı'da temel-önermeler tarafından belirlenmektedir. "Emprik gerçeklik objelerin toplamıyla sınırlandırılmıştır. Sınır temel-önermelerin toplamında yeniden kendisini gösterir".

Wittgenstein dil ve dünya arasındaki resim ilişkisi çerçevesinde dilde bir anlam sınırı çizmiştir. Anlamın sınırları aynı zamanda olgusal söylemin sınırlarıdır. Dil gerçekliği tasvir ettiği için dilin mantıksal formu gerçeklik tarafından idare edilir. Bu form idare edilmeksizin hiçbir şey söylenemez. Dil sadece gerçek olan, olgusal olan ve mantıksal olarak olanaklı olan hakkındaki muktedir konuşmadır. İfade,edilemeyen, mantık uzamının dışında kalan şeyler sadece ifade edilememekle kalmaz, onlar aynı zamanda düşünülemezler de. Bu yüzden bir olgunun mantıksal resmi düşüncedir. Olgunun mantıksal resmiyle Wittgenstein önermenin olguyla aynı mantıksal forma sahip olmasını ifade eder.

               
Dilin yapısına yönelik mantıksal çözümlemeden hareket eden ve sonunda bir çeşit dil metafıziğine ulaşan Wittgenstein için dilin en önemli karakteristiği, "söylenebilen" ve "gösterilebilen" arasındaki ayrımda bulunur. Dil ve dünya arasında resimsel bir ilişki kurabilmek için katı kurallar konulması, doğal olarak dilin işlevi dışında kalan alanları kendiliğinden getirmiştir. Wittgenstein bizim mantık uzayımızın sınırları dışında kalan, dolayısıyla dile getirilemeyen bu tip alanların varlığını inkar etmek yerine, onları "söylenemeyen" alan olarak muhafaza eder.

Böylece dilde çizdiği sınır çerçevesinde mantık uzayımızı bu tip alanlardan ayırır. Dilin ve dünyanın sınırlarının dışını işaretleyen önermeler "saçma" (yok-anlamİı)dır. Olgusal alanı aşan, dilin sınırları dışındaki şeyler hakkındaki önermeler herhangi bir şeyin resmi olamazlar. Onların resmedilebilecekleri hiçbir şey yoktur. Bunun doğal bir sonucu olarak etik, estetik, din ve hayat sorunları hakkında hiçbir şey söylenemez.

Nitekim, geleneksel felsefenin önermeleri de dilin sınırlarının ötesine açılan, söylenemeyeni söylemeye çalışan önermelerdir. Tractatus 'un can alıcı tezlerinden olan, "doğru önermelerin toplamı doğal bilimlerin toplamıdır" ifadesinde vurgulandığı gibi anlamlı önermelerle saçma önermeler arasındaki sınır, doğa bilimleriyle felsefe arasındaki sınırla çakışır. Felsefe doğa bilimlerinden biri değildir ve onun görevi felsefi önermeler ortaya koymak değil, önermelerin mantığını açık kılmaktır.

Bu tezler Wittgenstein'ın felsefe hakkındaki düşüncelerini özetlemekle kalmaz, aynı zamanda Tractatus'un yapısını da gösterir. Kitapta, dil ve felsefe bir dil eleştirisi kalıbında birleştirilmiştir. Zaten Wittgenstein'ın kanaatine göre bütün felsefe bir dil eleştirisidir.

Wittgenstein, söylenemeyen fakat kendisini göstereni "mistik olan" (mystical) olarak isimlendirir."Mistik olan"la konuşulması, tasviri hatta düşünülmesi olanaksız olanı ifade eder. Çünkü dil onun hakkında mantıklı olarak kullanılamaz. Öte yandan "mistik olan" duyguyla (feeling) ilişkilidir. Mistik olan kavranamaz, dilin onu ifade etmeye gücü yoktur. Burada Wittgenstein bilimin sınırlarının ötesindeki sorunlara işaret eder. Wittgenstein her ne kadar dile getirilemeyen hakkında susma telkininde bulunuyorsa da aslında onu en çok ilgilendiren bu sorunlardır. "Yüksek şeyler" (higher) olarak tanımladığı bu tür alanlardan dilimizin olanağı çerçevesinde bizi koparırken onlara mistik bir bağla yeniden bağlanmamızı sağladığını söyleyebiliriz.

       Dilin yapısına yönelik mantıksal çözümlemeden hareket eden ve sonunda bir çeşit dil metafıziğine ulaşan Wittgenstein için dilin en önemli karakteristiği, "söylenebilen" ve "gösterilebilen" arasındaki ayrımda bulunur. Dil ve dünya arasında resimsel bir ilişki kurabilmek için katı kurallar konulması, doğal olarak dilin işlevi dışında kalan alanları kendiliğinden getirmiştir. Wittgenstein bizim mantık uzayımızın sınırları dışında kalan, dolayısıyla dile getirilemeyen bu tip alanların varlığını inkar etmek yerine, onları "söylenemeyen" alan olarak muhafaza eder. 

Böylece dilde çizdiği sınır çerçevesinde mantık uzayımızı bu tip alanlardan ayırır. Dilin ve dünyanın sınırlarının dışını işaretleyen önermeler "saçma" (yok-anlamİı)dır. Olgusal alanı aşan, dilin sınırları dışındaki şeyler hakkındaki önermeler herhangi bir şeyin resmi olamazlar. Onların resmedilebilecekleri hiçbir şey yoktur. Bunun doğal bir sonucu olarak etik, estetik, din ve hayat sorunları hakkında hiçbir şey söylenemez.

Nitekim, geleneksel felsefenin önermeleri de dilin sınırlarının ötesine açılan, söylenemeyeni söylemeye çalışan önermelerdir. Tractatus 'un can alıcı tezlerinden olan, "doğru önermelerin toplamı doğal bilimlerin toplamıdır" ifadesinde vurgulandığı gibi anlamlı önermelerle saçma önermeler arasındaki sınır, doğa bilimleriyle felsefe arasındaki sınırla çakışır. Felsefe doğa bilimlerinden biri değildir ve onun görevi felsefi önermeler ortaya koymak değil, önermelerin mantığını açık kılmaktır.

Bu tezler Wittgenstein'ın felsefe hakkındaki düşüncelerini özetlemekle kalmaz, aynı zamanda Tractatus'un yapısını da gösterir. Kitapta, dil ve felsefe bir dil eleştirisi kalıbında birleştirilmiştir. Zaten Wittgenstein'ın kanaatine göre bütün felsefe bir dil eleştirisidir. 

Wittgenstein, söylenemeyen fakat kendisini göstereni "mistik olan" (mystical) olarak isimlendirir."Mistik olan"la konuşulması, tasviri hatta düşünülmesi olanaksız olanı ifade eder. Çünkü dil onun hakkında mantıklı olarak kullanılamaz. Öte yandan "mistik olan" duyguyla (feeling) ilişkilidir. Mistik olan kavranamaz, dilin onu ifade etmeye gücü yoktur. Burada Wittgenstein bilimin sınırlarının ötesindeki sorunlara işaret eder. Wittgenstein her ne kadar dile getirilemeyen hakkında susma telkininde bulunuyorsa da aslında onu en çok ilgilendiren bu sorunlardır. "Yüksek şeyler" (higher) olarak tanımladığı bu tür alanlardan dilimizin olanağı çerçevesinde bizi koparırken onlara mistik bir bağla yeniden bağlanmamızı sağladığını söyleyebiliriz. 

Sunduğumuz özet açıklamalardan sonra dilin sınırları ve onun dünyayla ilişkisini kuramsallaştırmaya çalışan Tractatus 'un paradoksal yapısı üzerinde durabiliriz. "Resim kuramı"  çerçevesinde gerçekliğin ne olduğuna ilişkin anlamlı bir şey söylenemediği gibi dil ile gerçeklik arasındaki ilişki üzerine de bir şey söylenemez. Yani, dilin sınırı, dünyayla ilişkisi dil vasıtasıyla ortaya konamaz. Wittgenstein bir yerde şöyle der: "Önermeler kendilerinde yansıyan mantıksal formu resmedemez. Dilde yansısı bulunanı dil tasvir edemez. Dilde kendisini ifade edeni biz, dil vasıtasıyla ifade edemeyiz." Tractatus'ta yapılan tam da budur. Böylece kitap ileriye sürdüğü tezi destekleyen ifadelerle hem felsefe sorunlarına kuşku duymayacağımız kesinlikte çözümler önerdiği iddiasıyla bizi olgusal (yasal) söylem alanının dışına çıkmamak konusunda uyarmakta , yani dilimize kesin ve katı bir sınır çizmekte; hem de kendi ifadelerinin de söylenemeyen yani yasal söylem alanını aşan önermeler olduğunu itiraf etmektedir: "Benim önermelerim şu yolla açıklayıcıdır ki, beni anlayan birisi onlara tırmanarak, onların üzerine çıktığında saçma olduklarını anlar. (Deyim yerindeyse, kullandıktan sonra merdiveni bir kenara atmalıdır. Bu önermeleri aşması gerekir, o zaman dünyayı doğru olârak görecektir. 

Karl Popper , Tractatus 'u paradoksal yapısı açısından ele alarak ilginç bir eleştiri geliştirir. Bu eleştiriyi açıklayıcı olması açısından burada kısaca ele alabiliriz: Wittgenstein'ın önermelerinden birini, mesela "felsefe bir öğreti değil bir etkinliktir" önermesini ele alalım. Bu önermenin doğal bilimlere ait bir önerme olmadığı ortadadır. Bundan dolayı Wittgenstein'a göre "doğru önermelerin tümü" kümesine giremez. Diğer taraftan yanlış bir önerme de değildir. Çünkü yanlış olsaydı değillemesinin doğru olması ve doğal bilimlerin bir önermesi olması gerekirdi. 

Böylece bu önermenin "anlamsız", "anlatımsız" ya da "saçma" olduğu sonucuna varırız. Ve bu Wittgenstein'ın önermelerinin çoğu için de geçerlidir. Wittgenstein, öğretisinin bu sonucu vereceğini kendisi de farkediyor ve önermelerini okuyanların onların saçma olduğunu takdir edeceğini belirtiyor. Bu sonuç önemlidir. Witgenstein'ın önermeleri saçmadır ve öyle olduğu kendisi tarafından itiraf edilmektedir. Öte yandan Wittgenstein kitabının önsözünde ileri sürdüğü düşüncelerin kesinliklerinin ve doğruluklarının tartışma götürmez olduğunu, bundan dolayı da sorunların, esas itibarıyla nihai olarak çözülmüş olduğuna inandığını belirtiyor. Bu durum, saçma oldukları itiraf edilen .önermeler aracılığıyla kesinlik ve doğruluğu tartışma götürmez düşünceler öne sürebileceğimizi ve sorunları saçmalıklar öne sürerek "nihai olarak" çözebileceğimizi gösterir. 

Bunun ne demek olduğunu düşününüz. Bu demektir ki, Bacon'ın, Hume'un, Kant'ın ve Russell'ın yüzyıllardır savaştıkları her türlü metafızik saçmalık artık rahatça yerleşebilir ve hatta saçma olduğunu itiraf edebilir. Çünkü artık önümüzde yeni bir saçmalık türü var; kesinlikleri ve doğrulukları tartışma götürmez olan saçmalıklar; başka bir ifadeyle derin bir önemi olan saçmalıkları, görüldüğü üzere Popper Tractatus'u en hassas noktasından yakalayıp Wittgenstein'ın merdivenini yere vurmuştur. 

        Gerçekten de Tractatus'ta sunulan dil izahı, Tractatus'un kendisini açıklamamıza olanak vermez. Bu durumda Tractatus'un kendi önermeleri kitabın talep ettiği dile örnek teşkil etmez. Peki ama Tractatus'un önermelerinin büsbütün anlamsız olarak değerlendirilmesi doğru mudur? Kelimenin sıradan anlamına göre Tractatus'un önermeleri şaçma değildir. Kitabı okuyan biri haklı olarak söylenenin ne olduğunu bir dereceye kadar anlayabildiğini söyleyebilir. Her ne kadar dikkatli bir çalışmadan sonra bile onun önermelerinden bazılarını~anlamlandırmak zor olsa da, bu çalışmanın tamamını anlamsız olarak nitelemek yanlıştır. Belirli bir nokta ortaya çıkmıştır ki kitabın öner- melerin anlamı hakkında getirdiği tez kendisini açıklamak için uygun değidir. 

Benzer bir durum emprizmin bilgi hakkındaki iddiasında da karşımıza çıkar. Mesela l7.yy'da Locke 
tarafından ortaya konulan görüşe göre "bütün bilgiler deneyim üzerine temellenmiştir". Burada yeniden, bu ifadenin yani bütün bilgilerin deneyim üzerine temellenmiş olduğu iddiasının kendisinin böyle bir metodla açıklanıp açıklanamayacağını sorabiliriz. Locke böyle bir şeyi talep etmiş olsa da bilginin diğer kaynaklarını gözardı etmeyi başaramazdı. Yani bilgi hakkındaki emprist iddianın kendisinin doğruluğu emprist bir yolla bilinemez.' 

Wittgenstein 'ın kitabının sonunda kendi önermelerinin saçma olduğunu itiraf ettiği önerme, aslında kitabın ilk önermesinden itibaren uzun bir temellendirmenin neticesidir. Dolayısıyla bu önermenin saçma olarak nitelediği şeyin (kitabın önermelerinin değerinin) anlaşılması kitabın kurduğu fıkir çatısının tam anlamıyla kavranmasıyla stiz konusu olabilir. Zaten Wittgenstein'ın maksadı da budur. Bizi arzu ettiği kuramsal yüksekliğe taşımış, elde edilen konumun meşruiyetinin tartışılmadan, a priori kuramsal bir kavrayış olarak muhafaza edilmesini istemiştir. 

Oysa Wittgenstein'ın yakın arkadaşı Frank Ramsey'in ifadesiyle "söylenemez olan gerçekten söylenemezse, bu konuda ıslık bile çalamayız." Ortada söylenemeyen üzerine yazılmış koca bir kitap varsa, üzerine konuşulması gereken önemli bir sorun da var demektir. Wittgenstein, tam da bu noktada sözü/sorunu kesip atar: "Üzerine konuşulamayan hakkında susmalı". 






WITTGENSTEIN –İKİNCİ DÖNEM
   Wittgenstein'ın sonraki dönem düşüncesinde, öncekine göre en temel değişme, onun dil kavrayışında ve bu çerçevede anlam anlayışında olur. TLP (Tractacus Logico-Philosophicus) (Wittgenstein’ın Birinci dönem felsefesini içeren yapıtı)'ye göre dil, olguların ve bütün olarak da gerçekliğin resmidir. " anlam" bu resmin kendisi, "gösterim" adın gösterdiği şeydir. Dil, olguların mantıksal biçimini yansıtır. Buna göre, demek ki olgular, mantıksal biçime sahiptirler. Bu düşünceler, Wittgenstein'ın ikinci döneminde tamamen terkettiği düşünceler arasında başlıca olanlardır.

   İkinci dönemi başlatan ve aynı zamanda çağımız felsefesinde yeni bir sayfa açan Felsefe Araştırmalarında ve diğer yazılarda, sözü edilen değişikliği ve tüm boyutlarıyla bu yeni dönem düşüncesini, belli başlı kavramlar yoluyla, çalışmamızın bu ikinci bölümünde, alt bölümlere ayrılmış olarak sistematik tarzda göstermeye çalışacağız.

   Şimdi artık sözcüğün anlamı, onun kullanımı olarak anlaşır; günlük dil esas alınır; "dil oyunu"; "aile benzerlikleri", "uzlaşım", "yaşam biçimi" gibi temel kavramlar öne çıkar. Artık dil ile Gerçeklik arasında bir uyum aranmaz; tersine böyle bir şey metafizik" olarak nitelenir.
   Bilinç felsefesi,; psikolojik kavramların "soyağacı" çıkartılarak, yapılacaktır. İletilen duyumlar değil, sözlerdir. Tekbenciliğe yer yoktur: özel dil olanaksızdır.

   Matematik felsefesi, yine gündemin başındadır. Ama artık matematik mantığa indirgenmez, mantığın bir yöntemi sayılmaz.Her iki döneminde de ahlâka en yüksek yeri veren Wittgenstein için ne bir ahlâk ne de bir estetik bilimi söz konusu değildir.

Sözün Kullanımı: Sözün Anlamı
   Wittgenstein, yeniden felsefeye yöneldiğinde, TLP'deki bir yanlışını ele alarak işe koyulur: Ad ile nesne arasındaki karşılıklı. O, PU(Felsefe Araştırmaları) 'da(Wittgenstein’ın ikinci Dönem yapıtı) adın taşıyıcısı ile adın gösterimi arasında kesin bir ayrım yapar. Adın gerçeklikte karşılığı olduğu şey -kişi veya nesne-, adın ,taşıyıcısıdır, gösterimi değil. Adın taşıyıcısı yok olabilir, ama ad gösterimini yitirmez. Aksini düşünmeyi Wittgenstein, bir ruh hastalığı olarak görür: "Öyle bir ruh hastalığı düşünülebilirdi ki, bu hastalığa yakalanan biri, adları yalnızca onların taşıyıcısı ortada olduğunda kullanılabilîr ve anlayabilir olsun." Bu durumda ad işaretleri, şu tarzda kullanılabilirdi: "Taşıyıcıların var olması sona erer ermez, işaretler boşa giderdi (belki onlar yoksanırdı): Bu dil oyununda ad, nesneye sanki bir bicimde sahip olur ve objenin var olması son bulunca, onunla birlikte iş görmüş olan ad, bir kenara atılır.Oysa biliyoruz ki, adın taşıyıcısı yok olabilir, ama ad gösterimini yitirmez. örneğin Sokrates öldüğünde "Sokrates" adı gösterimsiz, anlamsız bir sözcük olmaz. Hatta ad, "Pegasus" adında olduğu gibi boş bir ad da olabilir; ana karşılık olacak hiçbir gerçek şey yoktur. Sözün gösterimini, anlamını onun kullanımında aramalıdır. " sözcüğünün kullanım durumlarının büyük bir sınıfı için -her ne kadar onun tüm kullanım durumları için değilse de- bu sözcük şöyle açıklanabilir: Bir sözcüğün anlamı, onun dildeki kullanımıdır. Ve bir adın gösterimi, bazen onun taşıyıcısının gösterilmesi yoluyla açıklanır.Bu!" dendiğinde, "bu" göstereninin mutlaka bir taşıyıcısı olması gerekir. "Bu", bir ad değildir ki taşıyıcısız da kullanılsın: "Bir ad, gösterici el kol hareketleriyle kullanılmaz, ama ancak onlar aracılığıyla açıklanır."Örneğin ben, 'Ahmet zengindir." dediğimde, bu adı kullanırım ve bu kullanım bu adın bir gösterimi olur. Ama ben "Ahmet!" deyip, işaret parmağımla birini gösterdiğimde, kolumun bu hareketiyle bir adı ("Ahmet") kullanmış olmuyorum, tersine o adı açıklamış oluyorum; yani el kol hareketim, seslenişime yaptığım bir açıklamadır.

   Sözcüğün (adın) gösterimi ile taşıyıcısı arasındaki ayrımı görmenin bir yarın şudur: Filozoflar, örneğin "zaman nedir?", "yaşam nedir?", "bilgi nedir?", "doğruluk nedir?" gibi sorular sorduklarında, sanki bu sözcüklerin, tıpkı taşıyıcıları olan adlar gibi bir şeyi; bir nesnesi olduklarını sanıyorlar. Ve sözcükte içkin olarak bulunduğuna inanılır o şeyin, o özün izini bulmaya çabalıyorlar. Wittgenstein''a göre bu boş hayaldir. Adın anlamı (gösterimi) sanki onun taşıyıcısıymış yanlışı akla gelmeseydi ya da daha doğrusu bu ikisi birbirinden ayrı tutulsaydı, bu filozoflar sözcüklerine birer öz, birer nesne aramazdı. Bu durumda, bu tartışmalara hiç girmeksizin bu sözlerin kullanımını, onlar için vereceğimiz örneklere bakarak tetkik etmeliyiz.

   Sözün anlamı onun kullanımı demek olduğu gibi; !'bir sözü anlamak" da "onun nasıl kullanıldığını bilmek, onu uygulayabilmek" demektir 32' Bunun anlamı da sözü kurala göre kullanabilmektir. Bu nedenle "anlam" (gösterimi) ile "kural" kavramları arasında bir karşılıklılık vardır. Sözcükte asıl olan, onun anlamı, gösterimidir. "Sözcük, aynı gösterime sahip başka bir sözcükle yer değiştirebilir." Böylece cümlede sözcük için bir yer sabitleştirilmiş olur. Bu yere aynı gösterimli başka bir sözcük konabilir. Cümlenin kendisi bir alet olarak, kullanılan bir şey olarak görülür. Anlamı da onun gördüğü iştir, yani kullanımı: "Cümleyi âlet olarak gör, anlamını da kullanım olarak." Nasıl ki bir sözcüğün gösterimi (anlamı), onun kullanımı ise ve sözcüğün kullanımını anlamak, bazen, cümlede onun yerine gösterimi aynı olan başka bir sözcüğü koymak ise, aynı şekilde cümlenin anlamı onun kullanımıdır ve bu kullanımı anlamak da Bazen onun yerine geçebilecek başka bir cümle koymaktır: "Bir cümlenin, bir betimlemenin anlamı diye adlandırdığımız olay, bazen bir simgecilîkten bir diğerine aktarmadır; bir resmin bir daha çizimi; bir kopya çıkarma veya bir başka ifade tarzına bir aktarma. O zaman, betimlemeyi anlamak, betimlenmiş olanın bir. resmini yapmak.demektir." Başka bir deyişle, bir cümleyi anlamak, onun yerine başka bir cümleyi koymak demektir. Birçok yerde olduğu gibi burada da Wittgenstein, yanıtlarını vermediği çarpıcı sorularla karşımıza çıkar: "Ne cümleyi anlarız? -Onu tam olarak söylediğimizde? (.. J Ne kadar zaman alır: bir cümleyi anlamak. Ve eğer biz bir cümleyi bir saatte anlıyorsak, o süre boyunca daima hep yeni baştan mı başlıyoruz?" Wittgenstein'ın yanıtlamadığı bu soruları, biz yanıtlamak niyetinde değiliz. Ancak onların bizi yönelteceği belki başka soruları da biz sorabiliriz: Cümlenin ne zaman anlaşıldığı ve bu anlama sürecinin nasıl olduğu, psikolojik bir soru değil midir? Wittgenstein'ın felsefe anlayışına göre bu, felsefi bir soru olmamalı. Çünkü burada söz konusu olan dil değil, tersine bilinç edimidir.

   Bir cümleyi anlamak, bazen onu bir el kol hareketine çevirmekle olur. Bazen de tersine, bir el kol hareketi bir cümleye aktarılır. Sözlerden jestlere, jestlerden sözlere bu gidip gelmeler, ,yaşam biçimlerinden başka bir şey değildir ki, anlama onlarda vuku bulur. Bir yazılı metni anlıyorum demek, o bana bir şey söylüyor demektir; bir jesti anlıyorum demek de öyle Böylece cümle ve jest birbirleriyle açıklanmış olur.. Bir sözün bazen duyumları dile getirdiği söylenir. Bu durumda bir aksan ve el kol hareketleri yaparak söz söylenebilir. Bu, o sözün o amaçlı anlaşıldığı demek olur. Sözcük burada o aksan için etki noktası olmuş olur. Bunun tersi.de olabilirdi: Söz ya da ses bir duyumun yerini alabilirdi. Örneğin bir "ha ha" sesi bir gülmenin yerine geçebilirdi.

   Bir kimseye, bir sözü sen nasıl kullanıyorsun, böylelikle sen ne yapmış oluyorsun diye sormakla biz, onun bu sözü nasıl anladığını öğrenmek isteriz Bunun üzerine o, bize ya başka bir söz söyler ya da bir el kol hareketi yapar veya şekiller çizer vb. Ve biz bunların birinde, "Ha, tamam, şimdi anladım." deriz. Biz gerçekten "şimdi" mi anladık? Anlamanın kesin zamanını bildiremezsek de onun sözün ya da jestin bu kullanımıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

   Fakat Sözün; Cümlenin ve jestin kullanımı ile anlamının bir görülmesi, bu özdeşleştirme, anlaşıldığı gibi, yalnızca dilsel işaretlerle sınırlı değildir. bu kabul, söz gelimi, fırtınanın patlayacağını gösteren siyah bulutlar gibi dilsel olmayan işaretlerle ilgili değildir. Wittgenstein, hiçbir toplumsal-kültürel uzlaşıma dayanmayan bu tür doğal "işaret"leri "anlam- kullanım" kavramı dışında tutar. Öte yandan, örneğin, belli bir yönü gösteren, ancak bir uzlaşımla "işaret" olmuş olan bir çok çizgisi gibi dilsel olmayan işaretler, kullanım (anlam) çerçevesi içinde görülür. Wittgenstein şöyle diyor: "Çince cümleleri nasıl anlamıyorsak, Çinlilerin el kol hareketlerini de öyle anlamayız." Çünkü bu el kol hareketleri de, tıpkı sözler gibi uzlaşıma dayalı hareketlerdir ve bir anlamlan vardır. Biz o uzlaşımı bilmediğimiz için -tıpkı Çinceyi bilmediğimiz gibi- hareketleri anlamayız, kendimiz kullanamayız. Wittgenstein söylemiyor ama, onun söylediklerinden şunu çıkarabiliriz:'Eğer Çinlinin ya da bize yabancı herhangi bir kültürden biri el kol hareketleriyle bir nesnel durumu, örneğin iğ- ne iplikle dikiş dikme olayını ya da bildiğimiz bir doğa olayını bir mim sanatçısı tarzında betimlerse, kuşkusuz biz onu anlarız. O zaman bu el kol hareketleri, uzlaşıma dayalı işaretler olarak görülmez.

   Wittgenstein'ın anlamın işarette içkin olduğunu savlayan gizemli-metafızik bir anlayışı reddettiğini yukarıda belirtmiştik. Bunun gibi o, "kullanım" kavramını, sözün belli koşullarda dile getirilişinin düzenlenişi biçiminde anlaşılacak behavyorist semiotik anlamında bir terim olarak da kabul etmez. Ok çizgisinin ya da benzeri başka bir şeklin anlamının öğrenilmesi, belli tarzdaki şeylerle bağıntılı belirli kuralların öğrenilmesiyle özdeşleşebilir. Onlar öğrenilince, böylece şeklin anlamı anlaşılır. Kısaca dendikte: Okun anlamı, onun kullanımında meydana gelir. Anlamı Öğrenmek, daima bir şeyin kullanımının bir öğrenimidir. Bu şey ya dilsel ya da dilsel olmayan ama uzlaşımsal olan bir işarettir. Böyle bir işaret, farklı kullanım öğrenmeleriyle farklı anlamlar alabilir: "İşaret", "söz", "cümle" diye adlandırdığımız tüm bu şeylerin sayısız çeşitli kullanım türleri vardır. Bir anlamı kavramak, onunla ilgili kullanım tekniklerini edinmek, onlara hakim olmak demektir. Bir dile hâkim olmak, çok kapsamlı bir yetililiktir. Bu, sayısız beceri ve yetenekten oluşan ve çok karmaşık bir bağlamda dilsel ve dilsel olmayan toplumsal edimlere dayanan bir yetililiktir. "Ve bir dil tasavvur etmek, bir yaşama biçimi tasavvur etmek demektir. " Dilin konuşulması bir yaşama biçiminin bir bölümüdür.3~° Sözcükleri anlamlandıran yaşama biçimleridir. "Sözcüklerin tamamivle ancak Yaşam ırmağında anlamı vardır. " Wittgenstein, bu bağlamda, bir müzik parçasını anlamakla bir cümleyi anlamayı karşılaştırır. Burada anlam yaşayarak edinilen bir şeydir. Bir dili bilirsiniz ama onun kullanıldığı insanlar arasında yaşamamışsanız,. o dildeki ince ayrımları bilemezsiniz.

   Wittgenstein müzikte de durumun benzer olduğunu düşünüyor. Gerçi o, "müziği yaşmak" gibi bir deyim kullanmıyor ama, burada kastedilen sanırım budur. Yaşama biçimleri, uzlasıma dayanır ve "dil oyunları" ile dile gelir. Uzlaşımı bilmeyen, "oyun"a katılamaz. Böylece, "kullanım" kavramının daha yakından incelenmesi isteği, biri Wittgenstein'ın yine çok tanınmış bir kavramına "dil-oyunu"na götürüyor. Kullanım kuramı olarak anlam kura- mı, dil-oyunu kavramıyla sıkı sıkıya bağıntılıdır. TLP'de anlam ile kullanım arasında bağıntı kurulmuş;olmasına karşın, "diI oyunları"ndan söz edilmemişti.

DİL OYUNLARI
   "Dil nedir?" gibi bir soru sormak diyor Wittgenstein, her zaman için geçerli olacak bir yanıt istemek demektir. Bu da gelecekteki her deneyden bağımsız olacaktır Oysa böyle olmayacak bir şeyin ardında olmaktansa, karşımızda duran şeyin kendisine, yani dile, dil-oyunlarına bakmalıyız; onlarda gördüklerimizi bir bir not etmeliyiz. Öyle ki, böylece dilin "yevmiye defterleri"ni tutalım. Ve bununla yetinelim. Bir dil-oyunu, normal durumda bir sıra dilsel ifadeden oluşur ve ekseriya bu ifadelere başka eylemler eşlik eder Tek sözcükle -eğer ona bir eylem eşlik etmiyorsa ve eğer o bir buyruk değilse- bir dil oyunu olmaz. "Ama elbette ki, bir dil oyunu birden çok sözcüklerin kullanımını kapsar." Yaşanan bir olayın anlatılması, bir masal anlatmak, bir kitap okumak, bir odayı, düzenlenmiş bir yeri betimlemek, ister örneğin bir askeri eğitimde olsun, ister örneğin öğretmenin çocuğa matematik alıştırması yaptırması gibi bir durumda buyruk vermek ve buyruğu yerine getirmek, fıkra anlatmak, toplumsal uzlaşıma dayanan anlamlı el kol hareketleri yapmak veya bunu şekillerle çizerek göstermek, "tıp", "yağ satarım-bal satarım" gibi çocuk oyunları, briç gibi iskambil oyunları, tüm bu ve benzeri şeyler, dil oyunlarına örnektirler. Bu örneklere karşın Wittgenstein dil oyununun genel bir tanımını, kavramını vermez. Bunu, dil oyununun onun için en temel şey olmasına yorabiliriz. Temel olan temellendirilmez. Dil oyunları için model olarak alınan oyun, daima, satranç oyunudur. Dil oyunları hakkında çizdiğimiz bu canlı tablodan sonra, şimdi bu tabloya daha yakından bakabiliriz.

   Wittgenstein, PU(Felsefe Araştırmaları) ya Augustinus'dan yaptığı bir alıntı ile başlar. Bu alıntıda Augustinus, çocukluğunda dili nasıl öğrendiğini anlatır: Yetişkinler bir nesnenin adını söylediklerinde, bu sırada onu göstermelerini tekrar tekrar izleyen ya da türlü mimik ve jestler eşliğinde yetişkinlerin çıkardıkları sesleri tekrar tekrar işiten çocuk Augustinus, hangi sözcüklerin hangi nesneleri gösterdiğini kavramayı yavaş yavaş öğreniyordu. Wittgenstein'a göre, bununla Augustinus bir anlaşma sistemi betimliyor; ama dil dediğimiz şeyin tümü bu sistem değildir. Bu betimlemede sözcüğün öğretilmesindeki amaç, çocukta onun bir tasarımının oluşturulmasıdır. Ama örneğin sayı sözcüklerinin nasıl tasarımı oluşturulacaktır? Sayı, sayma pratiği yaptırılarak çocuğa öğretilir. Çocuk bu oyunda, yalnız Augustinus'un dediği gibi bir izleyici değildir; tersine o da oyuna katılır. Ve bunu o, pratikle başarır.

   Augustinus'un örneğine karşı, Wittgenstein tamamen ilkel bir dil olarak şu örneği verir: Bu dil, bir yapı ustası ile çırağının anlaşmasına yarayan bir dil olsun. Usta, "Tuğla!", "Döşeme taşı!" diye seslendiğinde, çırak bu seslenmelerle götüreceğini öğrendiği taşlan götürüyor. Bu dili bir ilkel kabile dili olarak düşünelim. Augustinus örneğinde şunu görüyorduk: Dilin bu tür ilkel biçimlerini, çocuk konuşmayı öğrendiğinde kullanır. Dili öğrenme burada hiçbir açıklama değil ama bir alıştırmadır. Yetişkinlerin çocuğa söz söylemesi ve o sırada bir şeyi göstermesi, o sözün bir açıklaması değildir. Çünkü çocuk onlara soru Soracak durumda değildir; tersine çocuk, bu sırada alıştırma yapmaktadır. Hangi sese hangi nesnenin karşılık geleceği alıştırmasıdır bu. Yukarıda el kol hareketleriyle sözün açıklaması yapılır dendiği durumda, dilin kullanımının daha önce öğrenilmiş olduğu kabul edilmişti. Oysa burada durum farklı. "Çocuk soru soracak durumda değildir." demişken bu kastediliyor.İkinci örnekte, duvarcı dili örnek alınarak çocuklara dilin öğretilmesinde ise durum şudur: "Çocuklara bu etkinlikleri yapmak, bu esnada bu sözcükleri kullanmak ve öylece başkasının sözlerine tepki göstermek öğretilir." Wittgenstein, buna dil kullanımı pratiği, Augustinus örneğine de "dil öğretimi" ya da "sözcüklerin gösterici öğretimi" der. "Dil kullanımı pratiğinde bir kesim sözcükleri haykırır, diğeri bunlara göre davranır. Ama dil öğretiminde şu olay bulunur: Öğrenen, nesneleri adlandırır."
   İkinci örnek "dildeki sözlerin kullanımının bütün olayı, çocukların bu sayede anadillerini öğrendikleri oyunlardan biridir. Bu oyunları diye adlandırmak ve ilkel bir dilden bazen bir dil-oyunu olarak söz etmek istiyorum."3' Kuşkusuz August'inus'un betimlediği de bir dil oyunudur; sözün, dilin oyuna katıldığı diğer oyunlar da. Hangi etkenliklerin dil oyunu olduğu konusunda Wittgenstein'ın tasarımı çok açıktır: "Dil ile dilin içine geçtiği etkenliklerin bütününü de diye adlandıracağım." . Demek ki, bir şeye "dil-oyunu" denmesi için o şeyin bir dil kullânımı veya dil kullanımı ile birlikte, bu kullanımda bir rol alan herhangi bir etkenlik olması gerekir.

   Bazen yanlış anlaşıldığım gördüğüm için şu noktanın üstünde 'durmak istiyorum: Dil oyunları, dili oluşturan, onun yapıcı parçaları değildir. TLP'de cümlelerin toplamının dil olduğu söylenmişti. Şimdi ise sanki bu düşünceye paralel olarak dil oyunlarının toplamının dil olduğu sanılabilir. Bunu Wittgenstein açıkça reddeder: "Ama biz dil oyunlarını in bir bütününün parçalan olarak , değil, tersine kendi içinde kapalı anlaşma sistemleri olarak, basit, ilkel diller olarak görüyoruz." Wittgenstein'ın bu döneminde dil, artık matematiksel bir toplam değildir; tersine o, üreyen, canlı bir Şey gibidir. Bir ilkel kabile dilinin tek bir dil-oyunuymuş gibi düşünülmesi de onun bizim çeşitli dil-oyunlarımıza bakmamızda kendisinden yararlanabileceğimiz bir örnek oluşturmasıdır.

   Augustinus örneğinde çocuk, sözlerin kullanımını önceden bilmediği için, o gösterime Wittgenstein, "gösterici öğretim" demişti. Ama ikinci örnekte çırak, sözlerin kullanımını önceden bilir. Biı durumda yapılan ise 'gösterici tanım"dır. Buna yukarıda aynı anlamda olmak üzere yalnızca "açıklama" denmişti. "Gösterici tanım, sözün kullanımı -anlamını- açıklaması Buna göre, örneğin usta "Tuğla!" diye seslendiğinde -ki bunun anlamı bu dil-oyununda "Tuğla getir!"dir; çırağın tuğlayı getirmesi, seslenişin kullanımını, anlamım ortaya koyar. Bu dil-oyununu anlayan biri olarak çırak, bu dilin kullanım tekniğini daha önce öğrenmiş olmalıdır; yani hangi nesneyi getireceğini. Bu yüzden o, yapılan açıklamaya uygun tepkiler verir. Belirli bir dilde bulunan dil oyunları, bu oyunu oynayanların, bu dili konuşanların, bu oyun içindeki yaşam biçimini gösterir. Örneğimizdeki gibi yalnızca buyruk verilebilen bir dil, bir dil .oyunu, bir yandan buyrukların verildiği, bir yandan da soruların sorulabildiği -örneğin çırağın buyruğu doğru anladığından emin olmadığında "Tuğla mı?" diye sorması gibi- bir dil olarak basit bir yaşama biçimini dile getirir. Rica etme ve buyruk vermenin veya betimlemenin veya soru sormanın yapılamadığı bir dil içinde bu insansal etkînlikler bilinmez. Ve demek ki o zaman orada, bütün bu şeylerin yapılabildiği bir dildeki yaşam biçimi yoktur.

   Wittgenstein, adlandırılan her şeyde ortak bir şey aramaktan, böylece dil olmanın bir ölçütünü istemekten yana değil. Ona göre "Dil, bizim için belirli bir ereği gerçekleştiren düzenek olarak belirlenmedi." Dil, demek, Türk dili, Alınan, İngiliz dili gibi bir diller topluluğunun ve bunlara benzer işaret sistemlerinin bütününün ortak adı demektir. Diller dizgelerdir. Doğal dillere benzeterek bizim icat ettiğimiz dizgeler de dildir. " Ama bu aynı zamanda şu demektir: , dillerin üyeleri olarak adlandırıyorum.' " Çünkü dediğim şey, bir dildeki bir oyun pozisyonudur." Ama bu oyun pozisyonu, başka sözcüklerle, başka türlü de düzenlenebilir. Bu, dillerin esnek yapılışlı olduğunun bir göstergesidir.

   Wittgenstein'a göre, dil oyunlarının bir açıklamasını ya da onların bir temellendirilmesini istemek boştur. Çünkü dil oyunu, sözcükler ile nesnelerin teşhis edilmesine dayanır. Usta-çırak dil oyununa yeniden baktığımızda; orada "Tuğla!" denmesiyle, yani bu sözcükle belli bir nesnenin teşhis edilmesi söz konusudur. Çırak bu sözcükle bu teşhisi yapmasaydı, bir dil oyununu oynayamayacaktı. Ama bu teşhis de ona daha önce öğretilmiştir. Ve yine örneğin, bize bu nesnenin ağaç olduğu öğretilmiştir. Ve biz, buna, bize öğretilene inanmışızdır. Eğer buna inanmasaydık, bu nesnenin adının "ağaç" olduğunu öğrenemezdik: Ve o zaman biz, "ağaç" dendiği bir dil oyununa katılamazdık. Burada inanma temelde duran bir fenomendir; bunun temellendirilmesi olmaz: Dil oyununun oynanması, böyle ilksel bir temeldir. Dil oyununu başlatan ilksel tepki, bîr bakış, bir el kol hareketi ya da bir sözcük olabilir. "Olayların ilk fenomenler olarak görülmesi gereken yerde bir açıklama istemek hatadır. dememiz gerektiği yerde de." Gerçi Wittgenstein daha sonra başka bir.yerde "İlk-fenomen, bizim benimsediğimiz bir peşin fikirdir." demekle buradaki sözü arasında sanki bir terslik varmış gibi görünüyor. Ama bu görünüş, daha çok, bizim "peşin fikir"den anladığımız şeyle ilgilidir. Ben bir olaya "ilk-fenomen" derken ve yalnızca onu göstermek ve adlandırmakla yetinirken, bunun böyle olduğunu nereden biliyorsun diye bana sorulduğunda, onun öyle adlandırıldığını çoktan öğrenmiş ve bu bilgi edinmiş olduğumu söylemem bir peşin fikirse o zaman Wittgenstein'ın söyledikleri arasında sanki varmış gibi görünen çelişki yok olur. Çünkü onun "peşin fikir"den anladığı yaklaşık budur. Bu nokta bir yana, demek ki burada asıl olan, söyleneni ya da gösterileni tanılamaktır. Onun hangi dil oyunu olduğunu söylemektir. Dil oyunu temellenmiş bir şey değildir. "O,buradadır - yaşamımız gibi." Bundan Başka bir açıklama beklemek yanlıştır. Biz deneylerimizle, yaşantılarımızla bir dil oyununu açıklıyor değiliz; tersine onu saptıyoruz. Dil oyunlarını saptamaktan maksat, dilin bir kütüğünü hazırlamak değildir; fakat onlar bir karşılaştırma, benzetme nesnesi, modelidirler. Onlar, dilimizdeki karmaşık bağıntılara bir ışık tutmak için kullanılırlar; benzerlik ve ayrılıklar gösterilerek.

   Oyun diye adlandırılan her şeyde ortak bir karakteristik olmamakla birlikte, onlarda çeşidi tarzlarda birbiriyle akraba olaylar vardır. Bu olaylar arasında da çeşitli geçişler vardır. Bu durum dilde de dil oyunlarında da böyledir. Diller arasında akrabalıklar vardır. "Bir dil oyunu bir diğerinin bir bölümüne benzer." "Ve bu akrabalık ya da akrabalıklar yüzünden biz onların hepsini diye adlandırırız." "Dil, tıpkı, çok çeşitli âletlerin bir toplamasıdır. Bir çekiç, bir testere, bir ölçek, bir şakul, bir tutkal kabı ve tutkal bu âlet kutusunun içindedir. Birçok,âlet, biçim ve kullanım yoluyla birbirleriyle akrabadır; âletler de akrâbalıklara göre yaklaşık olarak gruplara ayrılabilirler; ama bu grupların sınırlan ekseriya daha çok,veya daha az keyfi olur. Ve iç içe geçen çeşitli tarzlarda akrabalıklar vardır:" Dil oyununda tıpkı âlet kutusundaki âletler arasında olduğu gibi sözcükler arasında işlev benzerliği buluruz. "Bir", "iki", "üç" gibi sözcükler grubunda ya da yukarıda örneklenen duvarcı ustası dil-oyunundaki "tuğla", "döşeme taşı" sözcükleri grubunda işlev benzerliği kolayca görülüyor. Söz tarzlarını böylece ayırabiliriz. Söz tarzları, sözcüklerin işlev benzerliğine göre ayrılmakla çeşidi tarzda bölümlemelerin orta- ya çıktığı görülür ve bu bölümlerde de benzer işlevli sözcüklerin olduğu. Benzerlik saridir. Wittgenstein, bu benzerlik geçişkenliğinin renkler arasında da olduğunu söyler: "Renklerin birbirleriyle temel bir akrabalığı olduğu söylenebilirdi." Wittgenstein'a göre, olaylar olduklarından başka türlü tasarımlandığında, bazı dil oyunları önemini yitirir, bazılârı önemli olur . Bu değişim zamanla yavaş yavaş olur. Dilin söz varlığının bu değişimine her doğal dilde sayısız örnekler bulunur. Örneğin Türkçemizde, daha Cumhuriyet'in başlangıcında, ulus bilincini berkitmek, öz güveni sağlamak amacıylâ bir övünç ifadesi olarak söylenen "Biz bize benzeriz." sözüyle ortaya konan dil-oyunu, bugün bu sözün gönderimde bulunduğu olgu bağlamının bizim durumumuz- tamamen farklı, hatta zıt bir biçimde görülmesi, tasarımlanması sonucunda başka bir dil-oyununa dönüşmüştür; eski dil-oyunu önemini yitirmiştir. Burada değişen sözcük ya da deyim değildir. Tersine söz hiç değişmeksizin aynı kalmasına karşın dil oyunu değişmiştir: Başlangıçta deyimle ortaya konan dil-oyunu, bugün aynı söz kullanıldığı halde başka bir dil oyunu olmuştur. Çünkü tasarım değişmiştir. "dil oyunları değişince kavramlar değişir ve kavramlarla birlikte sözcüklerin anlamları da Bu bağlamda Wittgenstein, sözün anlamını bir memurun işlevine benzetir İşlev değişince anlam değişir. "Biz bize benzeriz." sözünün o zamanki işlevi, şimdi değişmiş; söz, yeni bir işlev, yani bir bilinç, bir yergi işlevi:edinmiştir. Şimdi söz, bu hiciv işlemiyle, yani anlamıyla kullanımdadır. Wittgenstein'ın benzetmesi ile söylersek, "memurumuza" (deyimimize) başka bir iş, işlev verilmiştir. Dil oyunları, biri diğerinin varyasyonu olarak betimlenerek birbiriyle karşılaştırılır. Bu betimleme, ayrımlar ile benzerlikler,betimlenerek yapılırAma Wittgenstein, bu betimlemelerin tüketici biçimde yapılarak dil oyunlarının bir sınıflamasına varabileceğine inanmaz. Dil teşrih masasına yatırılabilecek bir inceleme nesnesi değildir. O, daha çok bir labirente benzer: "Dil, yolların bir labirentidir. Bir yönden geliyorsun ve kendini tastamam biliyorsun; aynı yere doğru başka bir yönden geliyorsun ve yolunu şaşırıyorsun." Dildeki bu karmaşık yollarda bazen şaşıran, bazen yönünü, yolunu bulan benim;.dili kullanan insandır. "O halde dil, elbette benim yaşamımın içine de girer. Ve demek olan şey, heterojen parçalardan oluşan bir varlıktır ve o, sonsuz çeşitlice dal budak sarmış tarzdır.

   Not: “Felsefe ve Dil” Wittgenstein Üstüne Bir Araştırma’dır. Dil felsefesi ve Wittgenstein konusunda, meraklılar için, kapsamlı bir yapıttır.


Felsefe ve Dil- Ömer Naci Soykan –Kabalcı Yayınevi-1995






Tractacus Okumaları I, Doğan Göçmen

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder