Bu ikili, II.Dünya Savaşı sonrası Fransa’sının düşünür kuşağı arasında yer alıyorlar. II.Dünya savaşı sonrası
Fransız düşün hayatında, Hegelecilik de önemli bir yere sahipti. Kojeve’nin Hegel yorumu o dönemde oldukça etkiliydi. Deleuze’ün aralarında bulunduğu bir grup düşünür, yerleşik düşünme geleneğine aykırı “farklı” bir söylem geliştirdiler. Foucault, Derrida, Levinas, Nancy, Michel Henry gibi isimler de bu söylem içinde yer alırlar. Ancak çıkış noktaları farklıdır. Onları birleştiren şey ise “diyalektik eleştirisi” dir. Zeynep Direk’in “Çağdaş Fransız Düşüncesi” adlı yapıtının önsözünden bir alıntı ile açılış metnimizi sonlandıralım. “Vincent Decombes “Modern Fransız Felsefesi” adlı kitabında, 1960’lardan önce varoluşçu bir kabilenin idaresi altındaki felsefede bir düşünüre yapılabilecek en ağır eleştirinin onun düşüncesinin yeterince diyalektik olmadığının söylenmesine karşılık, 1960’lardan sonra Aufhebung hareketiyle farklılıkları ve başkalığı Aynı olanda toparlayan ve birleştiren diyalektiğin bu sefer kötü bir ün kazandığını vurgular.”
Deleuze ve Guattari’nin genel olarak tanıtımı için, “Deleuze&Guattari” adlı yapıtı (Ronald Bogue, Birey Yayınları) seçtim. Andığım yapıtın “Giriş” bölümüyle devam edelim.
Giriş
1972’de filozof Gilles Deleuze ve psikanalist
ve politik eylemci F. Guattari, özellikle Jacques Lacan ve takipçilerinin formülleştirdiği
şekliyle, 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında Parisli entelektüel çevrelerde
çok yaygın hale gelen psikanaliz öğretilerine geniş çaplı bir saldırı olan Anti-Oedipus:Kapitalizrn
ve Şizofreni I i yayımladılar. Bir çok kişi, Anti-Oedipus’ta Mayıs
1968 öğrenci ayaklanması ruhunun felsefi bir ifadesini buldu -bazıları, kitap,
anti yapısalcı ve Nietzscheci özgürleşme tematikleri içinde Marxist ve Freudyen
motiflerin taşkın ve yerleşik geleneklere karşı çıkan bir sentezini sunduğundan
dolayı; diğerleri, sorumsuz ve anarşistik bir libidinal özdüşkünlük diIlendiriyor
göründüğünden dolayı.
Kitap, bir ara yaygın ve canlı tartışma odağı
haline gelerek epey büyük bir başarı kazandı ve Deleuze’ün ya da Guattari’nin
en çok tanınan eseri olarak kaldı. Hiç kuşkusuz, onun popülaritesi büyük oranda
kural tanımaz radikalizminin ve psikanaliz eleştirisinin uygun bir zamana denk
düşmesinden kaynaklandı. Ancak, Anti-Oedipus ne 68 Mayıs’ı irrasyonalizminin
kendiliğinden bir taşması, ne de oportünist bir Lacancılık kültü sömürüsüydü.
Daha çok, yazarlarına kalırsa felsefe, psikanaliz ve politik teoride yaklaşık yirmi
yıllık bir incelemenin sonucuydu; bu yüzden o, Mayıs isyanına bir tepki olduğu
kadar, on yıllara uzanan entelektüel akımlara da bir yanıttı.
Anti-Oedipus ortaya çıktığında, Gilles Deleuze
zaten önemli bir Fransız filozof olarak kendini kabul ettirmişti. 1925’te
doğdu, Paris’te Carnot Lisesine devam etti ve 1940’ların ortasında Sorbonne’ da
felsefe öğrenimine başladı, 1949’ da agrégation sınavını kazandı. O ve öğrenci
arkadaşları tıka basa rasyonalist gelenekle dolduruluyor, Hegel, Husserl ve erken Heidegger’
in güçlükleriyle tanıştırılıyor ve disiplinlerinin gerçek temeli olarak felsefe
tarihine saygı duymaya alıştırılıyorlardı. “Özgürleşme zamanında” diye belirtir
Deleuze, “şaşılacak bir biçimde felsefe tarihinde tuzağa düşüyorduk, tümüyle
doğal bir biçimde Hegel, Husserl ve Heidegger’e dalıyorduk; genç köpekler gibi
kendimizi Ortaçağınkinden çok daha kötü bir skolastisizmin kucağına atıyorduk” (Diyaloglar 18).
Sorbonne’dan ayrıldıktan sonra, Deleuze
felsefe tarihinde bir dizi incelemeye girişti, fakat düşünceleri ne akademik
rasyonalizme, ne de savaş sonrası Hegelci, varoluşçu ya da fenomenolojik
felsefeye uymayan yazarlar üzerinde yoğunlaşmayı seçti. “Felsefe tarihinin bir
parçasını oluşturuyormuş gibi görünen, ama bir yandan ya da tüm yönlerde ondan
kurtulan yazarlar: Lucretius, Spinoza, Hume, Nietzsche, Bergson”u (D
21) içeren anti-rasyonalist bir gelenek olarak gördüğü şeye yöneldi. 1953’te
Hume üzerine ilk kitabını, 196l’de Lucretius üzerine bir denemesini ve 1962’de
Nietzsche, 1966’da Bergson ve 1968’de Spinoza üzerine kitaplarını yayımladı.
Bu filozofların Deleuze açısından en
önemlisi, büyük ölçüde Deleuze’e 1940’lar ve l950’ler boyunca Fransız
düşüncesine fazlaca yayılan Hegelcilik için bir alternatif sunduğundan dolayı Nietzsche’ydi.
1933’den 1939’a kadar Hegel üzerine seminerleri, bir çok önemli Parisli
entelektüel tarafından izlenen Rusyalı göçmen Alexandre Kojève aracılığıyla,
Fransa’da, insan bilincinin ardışık biçimlerinin tarihini diyalektik olarak ele
alan ve Tin’in “verili Dünya’da İnsan tarafından gerçekleştirilmiş
olumsuzlayıcı (yani yaratıcı) Eylem dışında bir şey olmadığını” kabul eden
antropolojik ve ateistik bir Hegel okuması başlatılmıştı. Kojève bilincin tarihi
olarak diyalektiğe, olumsuzlama olarak özgürlüğe ve dünyanın dönüştürülmesi
olarak eyleme vurgusu, savaş sonrası fenomenolojistleri, varoluşçuları ve
hümanistik Marxistleri cezbetti. Fakat Kojève düşüncesinin esasen en cazip ve
yaşamsal yönü, Vincent Descombes’un ifadesiyle, felsefeyi “o zamana dek girmemiş
olduğu politik kinizm, kitle kıyımı ve
şiddetin erdemi ve en kapsamlı bir biçimde aklın akla uygun olmayan kökleri
gibi varoluş alanlarını katetmeye” zorlamasıydı. Bununla beraber, Deleuze
ve onun kuşağından bir çoğu için Hegelci diyalektik yalnızca rasyonel olmayana
bağlanmak gibi göründü; onun olumsuzlama ve çelişki mantığı eninde sonunda
rasyonel olmayan ‘öteki’nin rasyonel ‘aynı’nın yalnızca gölgesi olarak
düşünülebileceği bir özdeşlik mantığı üzerine kuruluydu. Deleuze ve
diğerlerine göre ihtiyaç duyulan şey
özdeşlik ve temsil kavramlarına indirgenemeyecek fark
olarak bir fark felsefesiydi. Deleuze bu
tür bir felsefe için esini Nietzsche’ de buldu.
1960’lar boyunca Deleuze bir Nietzscheci fark
felsefesinin farklı yönlerini, bu düşüncenin ayrıntılı formülasyonunu Fark ve Tekrar
(1968) ve Anlamın
Mantığı’nda (1969) sunarak geliştirdi. Deleuze’ün fark üzerine
eseri, bir çok yönde, Derrida’nın (Heidegger yoluyla) Nietzsche esinli
yapıbozumcu girişimine, paraleldi. Hem Deleuze, hem de Derrida geleneksel felsefenin metafiziksel
varsayımlarına, temsili düşünce modeline meydan okudular ve her ikisi de fark (ya da différance)’da Batılı rasyonalitenin
kesin gerçeklerini aşındıran bir ‘kavramsal-olmayan
kavram’ ya da ‘kavram-olmayan’ı
buldular.
Derrida gibi Deleuze de, 1960’ların yapısalcı
modasına, akımın daha radikal ve sarsıcı yönlerini kabul edip bilimsel
nesnellik iddialarını reddederek bölünmüş bir ilgiyi sürdürdü. Yapısalcılık, Descartes’dan
Sartre
ve Merleau-Ponty’e
kadar Fransız düşüncesinde rakipsiz hüküm süren özneyi ya da cogito’yu
tahtından indirmenin yararlı amacına hizmet etmiştir. L.Strauss gibi yapısalcılar, özneyi
bilginin kaynağı ya da temeli olarak değil, öznenin konrolünden kaçan -toplumsal,
mitik, dilbilimsel vb- yapıların bir işlevi olarak gördüler. Deleuze, cogito
üzerine bu saldırıyı memnuniyetle karşıladı, ama öznelliği düzenleyen bu kişisel olmayan yapıların epistemolojik
statüsünü sorguladı. Onun yapısalcılığa tepkisi Derrida’nınkine benziyordu:
Tıpkı Derrida’nın Saussurecü dilbilimsel yapı analizinin araçlarını kabul
etmesi ve sonra bildik yapı nosyonunu merkezsizleştirmede kullanması gibi,
(Deleuze de matematiksel yapı modelini kendi fark felsefesine dahil etmiş,
fakat bir ‘tekil
noktalar’, ‘sabitlik-ötesi durumlar’ ve ‘göçebe
dağılımlar’ teorisi sayesinde modeli tümüyle sorunlaştırmıştır.
Öyleyse, Anti-Oedipus’un anti-rasyonel, post-yapısalcı
yönelimi, 1968 Mayıs’ından esinlenmiş popüler düşüncelerle uyumlu olsa da
Deleuze’ün eserinde bir ara görünmüştü. Anti-Oedipus’un “gösteren tiranlığı”na
hücumu basitçe Deleuze’ün yapısalcılığa saldırısının şiddetini artırdı. Eserin
arzu ve bilinçdışı karakterizasyonu yalnızca Deleuze’ün 1962’de Nietzsche ve
Felsefe’de taslağını çizdiği Nietzscheci ‘güç istenci’ kavramını genişletti. Ve onun Lacan’ın
arzu teorisi eleştirisi, yalnızca Deleuze’ün savaş sonrası Hegelciliğe uzun
süren karşıtlığının bir devamıydı. (Lacan, Kojève’ in 1930’ lardaki
seminerlerine katıldı. Kojève Hegel’inin etkisi Lacan’ın eserinde çeşitli
noktalarda görülebilir.) Doğrudan doğruya Deleuze’e atfedilemeyecek olan şey,
Anti-Oedipus’un güçlü politik odağı ve özellikle onun sosyal ve psikolojik
deneyim alanlarının karşılıklı ilişkisi ve etkileşimiyle ilgisidir. Bununla
beraber, Anti -Oedipus’un bu yönü Mayıs 1968’den çok F.Guattari’nin yıllar
süren çalışmasına esin veren zihinsel uğraşların etkisini yansıttı.
Guattari,
erken yaştan itibaren Marxist politik hareketler içinde aktif olagelmişti.
1930’da doğdu, kuzey batı Paris’in işçi sınıfı banliyölerinde büyüdü, bir
liseli ve daha sonra eczacılık ve felsefede bir üniversite öğrencisi olarak
çeşitli Komünist genç gruplara katıldı. 1950’de Komünist Parti’ye katıldı,
fakat çok geçmeden çeşitli solcu karşıtlarla ilişki kurdu ve sonunda partiden
‘atıldı’. 1950’lerin başında ve ortalarında, muhalif gazete Tribune de
Discussion’un yayımlanmasına yardım ederek, Parti Communiste Français (PCF)
içinde çalıştı. 1958’de Parti’yle ilişkisini kesti ve Cezayir’in bağımsızlığını
destekleyen yoğun makaleler yüzünden art arda kapatılan ve yöneticilerinden
ikisi uzun süreli tutuklanan muhalif La Voie communist gazetesini yönetmeye ve
ona katkıda bulunmaya başladı. 1965’te La Voie comuniste’in yayımı
kesildiğinde, Guattari, Partili olmayan solcuların birliği Opposition de
Gauche’da (OG) zaten aktif haldeydi ve OG içindeyken Mayıs 1968 olaylarında
önemli bir perde arkası rol oynadı.
Bir çok Radikal için 1968 Mayıs’ı düş kırıcı
bir deneyimdi. Öğrenciler ve entelektüeller yalnızca yeni bir politik düzen
için değil, aynı zamanda baskıdan uzak ve özgür yeni sosyal ilişki biçimleri
için de çağrıda bulundular. PCF, öğrenciler ve işçilerle birleşmek yerine
hükümeti destekledi. Mayıs isyancıları dikkatlerini gittikçe artan bir biçimde
toplumsal kurumların yapılarına odakladığı için, PCF’nin dış politikaları kadar
iç örgütlenmesinde de büyük ölçüde bir baskı gücü olarak çalıştığı açığa çıktı.
Guattari için, 1968 Mayıs’ı onun önceden kabul etmediği PCF’yi bir parça gözler
önüne serdi. Parti’nin, önder entelektüellerini periyodik ihracına, 1956’da ve
izleyen yıllarda Cezayir özgürlük mücadelesine ihanetine ve 1950’lerdeki
de-Stalinizasyona karşı uzlaşmaz direnişine tanık oldu. Uzun zaman PCF’nin
sınırlı yasal politik eylem kavrayışını devlet erkinin gaspı olarak eleştirmiş
ve yıllarca PCF gibi kurumların baskıcı yapılarını suçlamıştı.
Guattari, 1953’ten itibaren çalıştığı Dr.
Jean Oury’nin Cour Cheverny’de bulunan Clinique de Laborde adlı deneysel
psikiyatri hastahanesindeki deneyimleri sayesinde, özellikle toplumsal kurumların politik boyutuna duyarlı hale geldi.
Özgürleşmeden sonra, Dr. Oury ve diğer birkaç psikiyatrist, savaştan sonra
toplama kamplarına benzerliği tümüyle görünür hale gelen geleneksel akıl hastanelerinin
yapısını ve işlevini sorunlaştırmaya başladılar ve La Borde kliniği gibi hastanelerde,
tedavi gören hastalar ve personel arasında, yerleşik kurumlarda bulunandan daha
insani ve yaratıcı tedavi biçimleri ve daha az hiyerarşik etkileşim tarzları
kurmak için çabaladılar.
Guattari, La Borde kliniğinde, psikolojik
bastırma ve toplumsal baskı arasındaki ilişki üzerine bir teori geliştirmeye
başladı ve kendilerini kurumlardaki erk ilişkilerini incelemeye adamış bir dizi
grup içinde aktifleşti.
l965’te daha geniş tabanlı Société de Psychothérapie Institutionnelle (SPI)
tarafından yeri alınacak olan Groupe de Travail de Psychologie et de Sociologie
lnstitutionnelle (GTPSI)’in l960’daki kuruluşuna katkıda bulundu. Aynı zamanda,
pisikiyatristler, psikologlar, öğretmenler, kent bilimciler, mimarlar, iktisatçılar,
film yapımcıları, profesörler ve başkalarından oluşan 300 kişilik bir birliğin,
kurumsal baskı biçimlerinin genel bir analizine adanmış Fédération des Groupes d’Etudes et de Recherche
Institutionnelle (FGERI)’ in 1965’ deki kuruluşuna da yardımda bulundu. FGERI
ardından, Guattari’nin yayımının ilk on yılı boyunca editörlüğünü yaptığı
disiplinler arası Recherches dergisinin sponsorluğunu yapan örgüt
Centre d’Etude de Recherche et de Formation Institutionnelles (CERFI)’ i
doğurdu.
Guattari’nin kurumların psiko-sosyal dinamikleri üzerine düşüncesinin gelişiminde
Lacancı psikanaliz öğrenimi de çok önemlidir. Psikanaliz, Fransa’da
başlangıçta düşmanca karşılandı ve Freud’un Fransız entelektüel yaşamında
önemli bir güç haline gelmesi ancak 1960’larda gerçekleşti. Freud’un
popülaritesindeki bu gecikmiş dalganın başlıca sorumlu kişisi, çapraşık Freud
okuması Viyanalı doktoru neredeyse Parisli bir filozofa dönüştüren Jacques Lacan’dı.
Lacan’ın Saussurecü dilbilim ve yapısalcı antropoloji anlayışlarını psikanalitik
teorinin bir parçası haline getirmesi, yapısalcılığın zinde döneminde Freud’u
geniş bir izleyiciye kavuşturdu ve Lacan’ın merkezsiz özne kavramı, l970’lerde
Fransız entelektüellerinin ilgi merkezi olmayı sürdürdü. 1968 Mayısından sonra, psikanalizin popülaritesi hızla arttı ve
Lacan’ın öğretileri baştan sona çeşitli disiplinlerdeki teorik tartışmalarda,
özellikle de Marx ve Freud’un radikal bir politika içinde mümkün kaynaşımına
odaklı tartışmalarda belirgin bir biçimde boy gösterdi. Guattari’nin Lacan’a
ilgisi, Lacan’ın 1953’ten itibaren iki ayda bir gerçekleşen seminerlerine
katıldığı için, psikanalizin popülaritesinin artışından birkaç yıl öncesine
rastlar. l962’den 1969’a kadar, Lacan’ın analizlerine maruz kaldı ve 1969’da
Lacan’ın Ecole Freudienne de Paris’ine analist bir üye olarak katıldı. 1950’ler
ve 1960’lar boyunca Clinique de la Borde’da psikozluların tedavisine yönelik
psikanaliz teknikleri geliştirmeye çalıştı. 1960’larda yazdığı kurumsal
psiko-politika üzerine denemelerinde objet petit-a, İmgesel ve efendi- gösteren olarak fallus
gibi Lacancı kavramların cömertçe kullanımını ortaya koydu. 1969’da Deleuze’le
karşılaşana kadar, Freud ve Marx’ın mümkün sentezleri üzerine çalışıyordu ve Lacancı açıdan bir toplumsal ve politik
bilinçdışı teorisi formülleştirmeye başlamıştı. Deleuze’ le birlikte Anti-Oedipus’ta
sundukları psikanalizin bu teorisini ve bir tamamlayıcı eleştirisini
geliştirdiler.
Anti-Oedipus’un popülaritesi Deleuze ve
Guattari’ye belirli bir şöhret sağladı fakat olumsuz yan etkileriyle birlikte.
Anti psikiyatrinin ve Mayıs ruhunun sembolleri haline geldiler ve sonuç olarak
Anti-Oedipus’ u haber veren daha kapsamlı ilgiler genellikle gözden kaçtı.
Anti-Oedipus genellikle, eser üzerine tartışmaların önemini belirsizliğe
sürüklediği Deleuze’ün ilk eserleriyle ilişkilendirilirse ciddi bir biçimde sürdürülemeyecek bir görüş olan bir naturalizm ya da
kendiliğindencilik manifestosu olarak ele alındı. Aynı zamanda, Deleuze ve
Guattari ‘nin Anti-Oedipus’ tan sonraki çabaları, modası geçmiş bir düşünce
tarzının basit devamları olarak dışlandıkları için genellikle hak ettiklerinden
daha az ilgi gördü. Bu, talihsizlikti, çünkü Guattari’nin Moleküler Devrim (1977) ve Makinasal
Bilinçdışı’nda (1979) olduğu kadar Deleuze ve Guattari’nin Kafka: Minör Bir
Edebiyat İçin (1975) ve Bin Yayla (1980)’sında da, Michel Foucault’nun etkin erk ve beden
politikası incelemelerine bütünlük sağlayan incelikli bir arzu ve güç bağıntısı
teorisi geliştirildi. Ne mutlu ki, Deleuze ve Guattari’ye ilgi yeniden
canlanıyor. Deleuze’ün iki ciltlik Sinema’sı (1983 ve 1985) ve Foucault’su
(1986) yaygın ve olumlu bir biçimde değerlendirildi ve Guattari’nin radikal
amaçlar uğruna usanmaz çabaları ve keskin toplumsal ve politik denemeleri
(bunların bir çoğu Kış Yılları: 1980-1985 eserinde toplanmıştır) onu yavaş
yavaş radikal solun önemli bir sözcüsü olarak kabul ettirdi.
[…] Ne Deleuze ne de Guattari öncelikle bir
edebiyat eleştirmenidir, ancak her ikisi de uzun uzadıya edebi kişiler -en
başta Proust ve Kafka- üzerine yazdılar ve her ikisi de tüm yazılarında
edebiyat eserlerini geniş bir biçimde kullandılar. Temsilin doğası, yorumun
statüsü, göstergenin yapısı, dilin toplumsal kurumlarla ve söylemsel olmayan
gerçeklikle bağıntısı gibi, yakın zamanlarda edebiyat teorisyenlerinin
zihinlerini özellikle meşgul eden bir çok felsefi meseleyle ilgilendiler. Onlar
herhangi bir Freudçu ya da Lacancı edebiyat eleştirisine ciddi bir meydan okuma
ortaya koyan bir psikanaliz eleştirisini dillendirdiler ve edebiyat tarihinin
esaslı bir yeniden konumlandırılması için çeşitli imkanlar sunan tarihsel
modeller önerdiler. Sonuç olarak, edebi
ve edebi-olmayan söylem arasındaki ayrım üzerine, tüm düşünceyi sanatsal
yaratıcılık, tüm yazımı bilimsel deneyim olarak kabul eden özellikle ikna edici
bir post-yapısalcı saldırı biçimi geliştirdiler.
[…] Onların düşüncelerini yönlendiren temel
ilkeler ve ilgilerin sağlam bir kavrayışı olmaksızın, kendileriyle belirli bir
soruna saldırdıkları çapraşık argümanların ve çok çeşitli terim ve kavramların
yanlış anlaşılması hemen hiç önlenemez. Deleuze ve Guattari’nin bireysel
yazarlar ve özgül edebi eserler hakkında söyleyecekleri çok şey vardır, yine de onların önerdikleri şey basit bir
biçimde yorumlayıcı bir strateji ya da. metodoloji değil, dil, edebiyat, düşünce,
arzu, eylem, toplumsal kurumlar ve maddi gerçeklik arasındaki ilişkinin bir
yeniden düşünülmesidir.
Deleuze’ün Nietzsche’si:
Düşünce, Güç İstenci ve Ebedi Dönüş
Deleuze’ün
Nietzsche ve
Felsefe (1962) adlı kitabı Fransız felsefesinde önemli bir dönüm
noktasına işaret eder. Deleuze’den önce, Fransa’da Nietzsche ciddi bir düşünür
olarak pek fazla dikkate alınmadı; 1960’ların sonu ve 1970’lerde, Nietzsche,
Fransız düşüncesinde başlı başına bir varlık haline geldi. Her ne kadar bu
gelişmeyi yalnızca Deleuze’e atfetmek abartılı olacaksa da, onun Nietzsche
incelemesi, Nietzsche’yi Fransa’da sistematik açıdan tutarlı bir filozof olarak
ele alan ilk çalışmaydı ve Deleuze’ün Nietzsche okuması daha sonraki
Nietzscheci incelemelerde ve genelde Fransız postyapısalcılığında merkezi hale
gelen sorulara kapı açtı)
Nietzsche
ve Felsefe, aynı zamanda Deleuze’ün kariyerinde de önemli bir aşamaya işaret
eder, çünkü onun geç eserlerindeki merkezi tema ve ilgilerin bir çoğu, ilk
ifadelerini burada bulurlar. Deleuze’e göre Nietzsche yalnızca rapsodik bir
aforizmacı değil, Platon, Hegel ve Kant ’a verdiği yanıtlar çağdaş düşüncenin temel sorunlarını resmeden derin bir
felsefe tarihi anlayışıyla, entelektüel açıdan tutarlı bir filozoftur.
Deleuze’ün görüşüne göre, Nietzsche’nin başlıca hedefleri Platonculuğu yıkmak
ve bir güç
fiziği üzerine kurulu bir oluş felsefesi geliştirmek; Hegel’in ‘olumsuzlama’nın olumsuzlaması’nın yerine
bir olumlama felsefesi yerleştirmek ve Kant’ in eleştirel felsefe
projesini, onu Batı rasyonalitesinin geleneksel ilkelerine karşı yönelterek
tamamlamaktır. Bunlar aynı zamanda Deleuze’ün de kendi eserlerinin çoğunda
peşinden koştuğu ereklerdir.
Deleuze’ün
yargısına göre, Nietzsche’nin olgun düşüncesinin merkezinde ‘güç istenci’
ve ‘ebedi
dönüş’ kavramları vardır. İki sözcük takımına Nietzsche’nin geç
eserlerinde özellikle de Güç İstenci’nde
toplanan yayımlanmamış fragmanlarda sıkça rastlansa da, Deleuze’den önceki
yorumcular bunları belirsiz ve tutarsız nosyonların gevşek ifadeleri olarak ele
alıp hiçbir özel ilgi göstermediler. Bununla beraber, Deleuze, Nietzsche’ nin
“çok kesin yeni kavramlar için kesin yeni terimler kullandığını” öne sürerek
Nietzsche felsefesinin “tüm kesinliği”ni (NP-Nietzsche ve Felsefe- 52, 59) onun terminolojisinde görür.
[…]
Değer Biçme, Yorum ve
Düşünce İmgesi
Deleuze,
Nietzsche’yi felsefe tarihi içinde konumlandırırken, onun Kant’la ilişkisini belirlemede
özellikle dikkatlidir. Deleuze, Nietzsche’de yalnızca “Kantçı bir miras değil,
yarı-açık, yarı-örtük bir rekabet” de (NP 52, 59) bulunduğunu öne sürer.
Nietzsche düşüncesi Kant tarafından ancak mükemmel olmayan bir biçimde
başlatılan bir eleştirel felsefe görevini tamamlama çabasıdır. Nietzsche’ye
göre Kant’ın başarısız olduğu yer, değerleri
eleştirel analizin dışında tutmasıdır. Kant, Hakikat, İyilik ve Güzellik’in değerini varsayar ve eleştirisi bu
sorgulanmamış değerlere tümüyle boyun eğer. Nietzsche, bu yüzden, değer sorununu düşünceye katmayı ve değer
eleştirisini yeni, soykütüksel bir felsefenin merkezi kılmayı önerir.
Nietzsche,
değerlere onların soylarını kendi kökenlerine kadar izleyerek değer biçmeye çalışır.
Değerler, “yargılayanların ve değer
biçenlerin varlık tarzlarından, varoluş kiplerinden” (NP 1, 1-2)
kaynaklanırlar ve tüm varlık tarzları yüksek ya da düşük, soylu ya da
adidirler. Soylu varoluş kipi gerçekte aktif ve olumlayıcıyken, adi varoluş kipi
reaktif ve olumsuzdur. Değerler, varlık
tarzları aracılığıyla yaratılır ve kökenleri daima yüksek ve düşük, soylu ve
adi arasındaki farkla gösterilir. “Soykütük, değerlerin kendi değerlerinin
kaynaklandığı ayrımsal unsuru gösterir. Soykütük böylece doğuş kökenini ama
aynı zamanda kökendeki farkı ya da kökenin uzaklığını ifade eder.” (NP 2, 2).
Değerlerin kökeninde
yatan farktır,
fakat farkları yaratmanın iki ayrı yolu
vardır: biri olumlayıcı biri de olumsuz. Olumlayıcı ve soylu yol efendinin
yoludur. Efendi kendisini olumlar ve kendini iyi olarak tanımlar;
sonra kölenin adiliğini tanır ve köleyi kötü olarak adlandırmada kendisinin
köleden farkını olumlar. Köle, tersine, efendisine kızar ve onu kötü olarak adlandırır. Kölenin başlangıç edimi bir reaksiyon,
efendi üzerine olumsuz bir değer biçmedir ve kendisini iyi olarak ilan
etmesi basitçe bir ikinci reaksiyon, bir ikinci olumsuzlamadır. Efendi, “Ben iyiyim, öyleyse o kötüdür” der. Nietzsche, efendinin ‘kötü’sü schlect (kötü,
aşağılık, sefil) ile kölenin ‘kötü’sünü böse (şer) dilbilimsel açıdan ayırır.
Deleuze benzer biçimde efendinin le bon ve le mauvais kategorileri ile kölenin
le bien ve le mal kategorileri arasında, Bon/mauvais’i içkin bir beden etiğiyle
ve bien/mal’ı aşkın bir din ahlâkıyla ilişkilendirerek ayrım yapar. Bkz., On
the Genealogy of Morals’ın ilk denemesi, çev. Walter Kaufmann ve R. J.
Hollingdale (New York: Vintage, 1967) ve N 123, 139. Köle “O kötüdür [ iyi değildir] bu yüzden ben iyiyim [ iyi-
olmayan değilim]” der. Köle “bir ego-olmayan tasarımına, sonra
nihayetinde kendini benlik olarak ortaya koymak için kendisini bu ego-olmayanın
karşısına koymaya ihtiyaç duyar. Bu, kölenin şaşırtıcı kıyasıdır: o, bir
olumlama görüntüsü üretmek için iki olumsuzlamaya ihtiyaç duyar” (NP 123, 139).
Köle, düşüncesi Hegel’inki gibi çelişme ve olumsuzlama yoluyla ilerleyen
ve yalnızca bir ‘olumsuzlamanın olumsuzlaması’ aracılığıyla olumlamaya ulaşan
gizli bir Hegelcidir. Köle, tıpkı Hegel gibi, efendiliği anlayamaz,
çünkü efendinin erki arzuladığını ve kölenin katında tanınmayı, kendi
karşıtında kendi erkinin bir temsilini aradığını varsayar. Fakat Nietzsche,
bunun kölenin efendilik kavrayışından başka bir şey / olmadığında ısrar eder. Ancak güçsüz olanlar erki arzular, ancak
reaktif olanlar başka birinin katında kendi erklerinin onaylanmasına ihtiyaç duyarlar. Efendi, kendi
erkinin tanınması ya da temsilini, basitçe kendi erkinin kendi uygulaması
içinde olumlanmasını ve kendisinin köleden farkının sonradan gelen bir
olumlamasını, bir ‘olumlamanın olumlaması’nı aramaz. Efendi kendi
farkını olumlar, köle farklı olanı inkar eder. Biri fark ve olumlama aracılığıyla, diğeri çelişme ve olumsuzlama
aracılığıyla ayrımlar yapar.
Değerlerin
bir değer biçimi, değerlerin farklılık kökeniyle bu değerleri yaratan yaşam
tarzının bir belirlenimiyle başlamalıdır Bu tür bir değer biçme, zorunlu bir
biçimdç yorumu da içerir, çünkü bir yaşam tarzının değerleri her şeye nüfuz
eder ve onlara kendi anlamlarını verir. Örneğin efendinin İyi ve kötüsünün
kölenin iyi ve kötüsüyle hiçbir ilgisi yoktur ve ancak bu sözcüklerin
ayırtedici bir yorumu onların birbirlerine karşı anlamlarını açığa çıkarır. Bir şeyin anlamı ya da manası (sens) “şeyi temellük eden, onu sömüren, onu
elinde tutan veya onda ifade bulan güç”ün bir işlevidir. Bir fenomen,
“anlamını varolan bir güçte bulan bir gösterge, bir semptomdur. Tüm felsefe bir
semptomatoloji ve bir göstergebilimdir” (NP 3, 3). Yorum, Deleuze’ün Nietzsche’de
“dramatizasvon metodu” (NP 78, 89) olarak adlandırdığı şeyi gerektirir. Nietzsche,
“Bu ne anlama geliyor?” değil, “Bu
anlamı üreten kimdir?” sorusunu sorar. ‘İyi’ ve ‘kötü’, hiçbir özgül anlama sahip değildir, fakat konuşanın
yaşam tarzının semptomlarıdır; yalnızca sözcüklerin ‘dramatize
edilme’siyle, onların bir efendinin ya da bir kölenin ağzına yerleştiriImesiyle
anlamları belirlenebilir.
Yorum
ve değer biçme Nietzsche’ nin eleştirel felsefesinin araçlarıdır, fakat Deleuze
bu eleştirinin kendisinin hiçbir şekilde tarafsız ya da önyargısız olmadığını
öne sürer. Her değer biçme bir yaşam
tarzını ifade eder ve her yorum bir varoluş kipinin semptomudur.
Nietzsche’nin nihai hedefi, başlangıcından beri Batı felsefesine egemen olan
olumsuz ve reaktif düşünceyi etkisiz hale getirecek olumlayıcı ve aktif bir
düşünceyi dillendirmektir. Aktif değer biçme hem değerlerin yaratımını ve hem de olumsuz değerlerin olumlayıcı
yıkımını içerir. Efendi değer biçtiği zaman kendisini olumlar ve
böylece değerler yaratır ve kendisinin köleden farkını olumlar ve kendisinin
içinde olumsuz olanı sevinçli bir biçimde yıkar. Bu yüzden Nietzsche’nin
eleştirisi olumsuz değil olumlayıcıdır ve yeni değerlerin yaratılmasından
ayrılamaz. Nietzsche’nin hedefi, hem semptomları okuyan ve ilaçlar salık veren
bir yorumlayıcı—hekim, hem de olumsuz değerleri yıkan ve yeni değerler yaratan
değer biçici-sanatçı olan olumlayıcı bir filozof olmaktır.
Deleuze,
Nietzsche’nin Kantçı eleştiriyi tamalamasının nihai sonucunun yeni bir düşünce
imgesinin yaratılması olduğunu öne sürer. Nietzsche’nin Kant’ın akıl
eleştirisinde eksik bulduğu şey aklın bir soykütüğü, “aklın kendi kökeni”nin, “kendisini
akılda saklayan ve ifade eden istenç”in (NP 91, 104) bir analizidir. Bu tür
bir soykütük eksiktir, çünkü “Kant
yalnızca çok eski bir eleştiri kavrayışını, eleştiriyi bilgi ve hakikatin
kendileriyle değil, bilgi ve hakikate dair tüm iddialarla ilgilenmeye
yöneltilmesi gereken bir güç olarak gören bir kavrayışı sınırına taşımıştır”
(NP 89, 102).
Nietzsche,
hakikat sorusunu dramatize eder ve “Hakikati arayan kim? Başka bir deyişle:
hakikati arayan kişinin istediği nedir?” (NP 94, 108) diye sorar. Nietzsche
hakikat arayıcısının herşeyden önce aldatılmış olmamak istediği bulgusuna
erişir. (Dünya aldatıcı ve yanıltıcıdır, bir ‘görünüş’ dünyasıdır, böylece
hakikat adamı onu bir başka dünyanın, bir öte dünyanın, bir gerçek dünyanın
karşıtı kılar.) Bu spekülatif
karşıtlığın altında iyi bilgi ve yanlış yaşamın ahlaki bir karşıtlığı vardır ve
bu karşıtlık yalnızca yaşamı yaşamın aleyhine döndürmek ve yaşamı bilgiye boyun
eğdirmek için yaşamı düzeltme istencinin bir semptomudur. Nihayetinde bu
yaşamı düzeltme istenci nihilistik bir istençtir, çünkü hakikat adamı yaşamın,
kendisinin olduğu kadar reaktif ve öç alıcı hale gelmesini, kendi kendisine
karşı dönmesini ve kendisini yok etmesini ister.
Öyleyse
Nietzsche görünüşte masum hakikat arayışının altında yatan ahlaki, çileci ve
nihilistik bir istenci gözler önüne serer. O, bu hakikat istencinin yerine, bir olumlayıcı sahtelik istencini yani bir
aldatma istencini üstün, yaratıcı bir istence dönüştürecek olan sanatsal bir istenci, önerir. Bu tür bir
istencin bildirdiği bir düşünce, bilgiyi yaşamın karşısına koymayacak, yaşamı
rasyonel bilginin dar sınırlarına hapsetmeyecek ve sonra bilgiyi reaktif bir
yaşamın indirgenmiş standartlarıyla ölçmeyecektir. Daha çok, bu tür bir düşüncede yaşam ‘aktif
düşünce gücü’ haline ve düşünce “olumlayıcı yaşam gücü” haline gelecektir.
“Öyleyse düşünmek yaşamın yeni imkânlarını keşfetmek, icat etmek anlamlarına
gelecektir.” (NP 101,115)
Deleuze’e
göre bu tür bir düşünme tarzı, geleneksel dogmatik düşünce imgesine üç şekilde
antitez oluşturan yeni bir düşünce kavrayışı gerektirir. Birincisi, bu tür bir düşüncenin unsuru hakikat değil,
anlam ve değerdir, bu tür bir düşüncenin kategorileri “doğruluk ve yanlışlık
değil, soylu ve adi, yüksek ve alçak’tır” (NP 102, 119). İkincisi, bu tür
bir düşüncenin düşmanı, yanlışlık, düşünceyi kendi doğal akışından saptıran
düşünmeye dışsal bir güç değildir, fakat aptallıktır, düşünceye içsel adi bir
düşünme tarzıdır: “tümüyle hakikatlerden oluşan embesil düşünceler, embesil
söylemler vardır; fakat bu hakikatler adidir, onlar adi, sıkıcı, donuk bir
ruhun hakikatleridir” (NP 105, 120). Sonuç olarak, bu tür bir düşünce düşünceyi yanlışlıktan koruyan metoda değil,
“düşünceyi elinde tutan güçler”in şiddetine ihtiyaç duyar. Şiddet, “bir erk,
bir düşünme gücü olan düşünce olarak” düşünceleşmeli, “düşünceyi aktif-oluşa
sokmalıdır” (NP 108, 123)
Düşünce
daima yorum ve değer biçmedir ve onu elinde tutan güçlere bağlı olarak ya soylu
ya da adidir. Düşünce aktifleştiği zaman, olumsuz olan her şeyin sevinçli bir
yıkımıyla ve yaşamın yeni imkanlarının bir yaratımıyla sonuçlanır. Deleuze,
Nietzsche’yi, bir aktif filozof örneği, reaksiyon ve olumsuzluk semptomlarının
şifresini çözen bir hekim ve yeni bir düşünce imgesi yaratan ve onun
dillendirilmesi için yeni biçimler icad eden bir sanatçı olarak kabul eder.
Nietzsche fragmanter aforizma sayesinde bir fenomenin anlamını yorumlar ve şiir
sayesinde çeşitli anlamların hiyerarşik değerini belirler. “Fakat değerler ve
anlam böylesi karmaşık nosyonlar olduklarından şiirin kendisine değer biçilmesi
ve aforizmanın yorumlanması gerekir. Şiir ve aforizma kendileri bir yorum ve
değer biçme nesnesidirler” (NP 31, 36). Yorum ve değer biçme iki boyuta
sahiptir, “ikincisi aynı zamanda birincinin dönüşüdür, aforizmanın dönüşü ya da
şiirin döngüsüdür” (NP 31, 36). Olumlayıcı kılığıyla Deleuze’ün göndermede
bulunduğu yorum ve değer biçmenin dönüşü
ebedi
dönüştür ve yorumlayan ve
değer biçen şey güç istencidir.
Anti-Oedipus: Nietzscheci
Arzulama ve Temsilin Tarihi
Anti-Oedipus,
diğerlerine oranla, Deleuze ya da Guattari’nin en meşhur eserleridir. 1972’de
bir succès de scandale (skandal yaratan başarı) olan kitap, Fransa’da hararetli
tartışmalara ve şiddetli polemiklere yol açmış ve o günden itibaren değişen
yoğunluk dereceleriyle Almanya, İtalya, İngiltere, Avustralya ve Birleşik
Devletler’de de yankı bulmuştur. Nietzsche’nin
Antichrist’inin çağdaş karşılığı niteliğindeki Anti-Oedipus (başlığının daha
sözcüğü sözcüğüne bir çevirisi) Oedipus kompleksi olarak bilinen çağdaş sofuluk
biçimine cepheden bir saldırıdır. Her ne kadar özellikle, 1960’ların sonu ve
1970’lerin başında Fransız toplumsal ve entelektüel yaşamında yaygın bir güç
olan psikanalize karşı yöneltilmişse de. Anti-Oedipus, nihayetinde aile
ilişkilerini ve aynılaştırılmış benliği üstünlük konumlarına yücelten her
psikolojik teoriye meydan okur. Deleuze ve Guattari, tüm arzunun ailesel olmaktan çok toplumsal olduğunu ve toplumsal arzuya
en iyi yol gösterenin nevrotik egodan çok şizofrenik id olduğunu öne sürerler.
Psikanalizin yerine, alt-bireysel beden uzuvlarına ve üst-bireysel, toplumsal
bağlara odaklı ve Freudçu ve Marxist teorik sahaları tek bir arzulama-üretimi alanı olarak ele alan şizo-analizi
koymayı önerirler. Sırf Freudo-Marxist bir sentez olmayan Anti-Oedipus,
yalnızca psikanalizin ve geleneksel Marxizm’in bir eleştirisi için değil, aynı
zamanda bir toplumsal-libidinal etkinlik tarihi politikası geliştirmek için de,
Marx ve Freud’u temel görevi gören bir
Nietzscheci
çerçevenin içine sokar.
Yalnızca
Deleuze’ün ilk eserleriyle tanışan okuyuculara Anti Oedipus aynı anda hem
tanıdık, hem de yabancı görünmelidir. Fark ve Tekrar ve Anlamın Mantığı’ndaki terimler,
kavramlar ve temaların bir çoğu Anti-Oedipus’ta da görülür, fakat çok daha
doğrudan politik bir anlam analizi içinde yeniden tanımlanmış, yeniden
düzenlenmiş, yeniden konumlandırılmış bir biçimde. Deleuze’ün heterojen
unsurları bağdaşık bir yapıda kaynaştırma yönündeki dehası her yerde görünür,
fakat onun -bir Deleuze okuyucusu olan Clement Rosset’nin bir keresinde
tereyağsız bir krakere benzettiği kuru tonu, çok daha ateşli ve değişken, yani
sırasıyla kural tanımaz, coşkulu, nükteli, teklifsiz, öz deyişli ve verimli bir
sese boyun eğer. Deleuze’ün disiplinler arası argümantasyonu Anti-Oedipus’ta da
sürer, fakat akademik felsefeye
referanslar gözden kaybolma eğilimindedir ve atıf yapılan otoriteler giderek
marjinal (Artaud, Judge Schreber ve Nijinsky gibi psikozlular), moda dışı (Wilhelm Reich ve Henry
Miller) ya da geleneksel olmayan bir biçimde uygulamalı (antropolog
olarak Nietzsche, politik teorisyen olarak Kafka) olmaya yönelir. Argümantasyonun tonu ve tarzındaki
bu değişimler bir dereceye kadar Guattari’nin etkisine bağlanabilir, fakat
çoğunluğu, Deleuze ve Guattari’rıin daha önce yazdıkları herhangi bir şeyden
niteliksel olarak farklı bir eserin yaratımına götüren ortaklaşa sürecin
kendisidir. 1972’deki bir söyleşide Deleuze, kendisinin ve Guattari’nin
Anti-Oedipus’u nasıl yazmaya başladıklarını hatırlatır:
Böylece Félix ve ben beraber çalışmaya
karar verdik. Bu, önce mektuplarla oldu. Ve sonra, zaman zaman her birimizin
ötekini dinlediği buluşmalar. Çok eğleniyorduk. Çok sıkılıyorduk Sürekli
ikimizden biri gereğinden çok konuşuyordu. Sık sık birimizin, diğeri için
hiçbir şey ifade etmeyecek bir nosyon önerdiği ve ötekinin onu ancak aylar
sonra başka bir bağlamda kullandığı oluyordu. Ve sonra tam kitaplar değil ama
parçalar halinde bol bol okuyorduk Ve sonra bol bol yazıyorduk. Félix yazıyı
her türlü şeyi beraberinde alıp götüren bir şizo akım olarak ele alır. Beni
ilgilendiren şey, bir sayfanın tüm yönlere kaçması ve ancak bir yumurta gibi
kendi üzerine çokça kapanmasıdır. Ve sonra bir kitapta varolan alıkoymalar,
yankılar, çökelmeler ve bir sürü larvalar. Böylece gerçekten ikili olarak
yazdık, bu açıdan hiç sorunumuz olmadı.
Deleuze
ve Guattari birlikte yalnızca eserleri için ortaklaşa bir üslup ve biçim değil,
aynı zamanda ortaklaşa kavramlar, argümanlar ve teorik yapılar da
geliştirdiler. Onların ortak maceraları, Deleuze’ün Fark ve Tekrar ve Anlamın
Mantığı’nda göçebe düşünce, kişisel-olmayan, çoğul ve sabitlenmemiş olarak
tasvir ettiği şeyin bir örneğidir. Deleuze ve Guattari’nin işaret ettiği gibi, “Çok yaşa çokluk’ demek; bu haykırışı
dillendirmek son derece zor olsa bile, yeterli değildir. Hiçbir tipografık,
sözcüksel ya da hatta sözdizimsel aygıt onu işitilebilir kılmaya yetmeyecektir.
Çokluğun yapılması ve üretilmesi gerekir [Le
multiple, ilfaut le faire]” (MP 13). Deleuze ve Guattari’nin ortaklaşa eserleri, düşünce
üretimi düzeyinde belki de çok özgündür, ama bu ortaklığa ait ürünün kendisi
hemen hiç geleneksel veya kalıplaşmış değildir. Aşağıda, Guattari’nin ortaklaşa
çabaya katkısının doğasını kısaca göstererek ve şizoanalizin öncelikli
parçalarını kabaca tasvir ederek, Anti Oedipus’un daha ender kavramlarından
bazılarını açıklamaya çalışacağım. Bu taslak, Anti-Oedipus’un en önemli unsuru
olduğuna inandığım şeyin bir değerlendirmesi için temel sağlayacaktır: Deleuze
ve Guattari’nin temsil tarihi ve toplumsal arzulama-üretimi. Bu tarihte,
göstergeler toplumsal erk ve arzu konfigürasyonlarının, göstergelerin
işleyişini ve temsili sistemlerin yapısını bir toplumsal organizasyon tarzından
bir diğerine kökten değiştiren konfigürasyonların değişiminin bütünleyici
parçaları olarak ele alınır. Deleuze ve Guattari’nin tarihini, Foucault’nun etkin erk ve bilgi tarihiyle temelde
bağdaşabilir olarak görüyorum, çünkü hepsi, doğrudan doğruya maddi ve politik
bir gösterge boyutunun varlığı üzerinde durmaktadırlar.
Giriş:Bilgi, erk ve arzu
Deleuze&Guattari-
Arzu Politikasına Giriş- Philip Goodcheild-Çeviri: Rahmi G.Öğdül- Ayrıntı
Yayınları
Deleuze ve
Guattari’nin ortak
yapıtlarında, özellikle l’Anti-Oedipe ve Bin Yayla’da ifade ettikleri gibi “arzu
felsefesi,” bir çeşit saygısızlık, keyif düşkünlüğü, neşelilik,
ihlal, özgürleşme ve geçmişin yıkımı ile ilişkilendirilmiştir çoğu kez. İnsan düşüncesinin
kazanmak uğruna uzun zamandır mücadele ettiği eski modellerin, yapıların,
geleneklerin, değerlerin ve pratiklerin bir kenara atılmasına izin verildi;
hayal gücü ve imgelemin öncülüğünde, düşünceyle oyun oynamak ve deneyler yapmak
serbest bırakıldı. Militan toplumsal kuramcıların ayrıcalıklı anlayışlarına yönelik
iddialar ve eleştiri çabaları tutucu entelektüel değerler ve geleneklerle aynı
zamanda terk edildi. Oyun, bir ergenlik devriminin, postmodern devrimin tek
vasıtasına dönüştü. Bereket versin ki, Deleuze ve Guattari’nin yapıtının
önemine yönelik yanlış anlaşılma, kendi kendini bozguna uğratıyordu:
Oyuncuların, oyun kurucularını hatırlamasına gerek yok — oyuncular, yeni
kurallar ve hamleler ortaya koyabilir, hatta gidip başka yerde bile
oynayabilirler; Deleuze ve Guattari ise kolaylıkla unutulur. Ardından daha
özenli okumalar için yer açılır.
Université
de Paris VIII’de felsefe profesörü olan Gilles Deleuze’un (1925-95) yapıtları
üstünkörü yorumlar değildir. Deleuze’ün Hume, Bergson, Nietzsche, Kant, Spinoza, Leibniz
ve Foucault’yu
yorumladığı felsefe tarihi yapıtları, ağırbaşlılıklarından, ifade
tutumlulukları ve anlayış derinlikleriyle ayırt edilir. Proust, Sacher Masoch,
Kafka, Francis Bacon ve sinema üzerine estetik yorumları ve pek çok kısa
denemesi, konularına uyguladıkları felsefi özen ve disiplin bakımından göze
çarpar. Bunlara ek olarak, Deleuze’ün kendi felsefesine dair asıl yapıtlar, Différance
et Repetition (ilk kez l968’de yayımlandı) ve Logique du sens”ın (ilk kez
1969’da yayımlandı) yanı sıra, Guattari ile birlikte yayımladıkları yapıtlarıdır.
Burada serbest oyuna dair kanıta pek rastlanmaz; aslında Deleuze, kendi
kuşağının radikal sloganları olan “felsefenin sonu” ya da “metafiziğin
yenilgisi” için asla zaman bulamadığını söylemiştir (Deleuze ve Guattari, 1994:
14). Deleuze üretken bir yazar olarak sakin ve çekingen bir hayat yaşadı ve çoğunlukla
kötü sağlık koşullarıyla boğuşmak zorunda kaldı. Soluk borusu ameliyatı
gerektiren ve oksijen tüplerine “bir köpek gibi bağlanmasına” sebep olan ciddi
bir solunum hastalığıyla yıllarca boğuştu ve 1995 Kasım’ında Paris’teki
dairesinin penceresinden kendisini aşağıya bırakarak yaşamına son verdi.
Felix
Guattari’nin yaşamını
ve yapıtlarını ise, büyük ölçüde, ciddi pratik ve politik uğraşlar belirledi: Jacques Lacan’ın
yanında yedi yıl boyunca psikanaliz eğitimi aldı; 1953 yılından, ilk kalp krizini
geçirdiği 1992 yılma kadar La Borde Clinique adlı bir psikiyatri kuruluşunda
çalıştı; burada hastalar ve çalışanlarla
birlikte, bir bütün olarak toplumda işleyen erk ilişkilerine yönelik kolektif
bir analiz geliştirdi. Ana akım solcu harekete eleştirel yaklaşan solcu ve
ekolojik gruplar oluşturup bu gruplara katıldı. Bu iki figür —felsefe tarihi ve
estetik alanlarında çalışan Parisli bir felsefe profesörü ile bir psikoterapist
ve politik eylemci—, postmodern
oyunculuğun kutlayıcılarından değillerdi. Her ikisi de “postmodernlik”
kavramını küçümsüyorlardı. Guattari’nin postmodernizm eleştirisinin kökünde,
toplumun kolektif eylem ile dönüştürülebileceği umudu yatmaktadır (Guattari,
1989a).
(Bu
kitapta) Deleuze ve Guattari’nin birleşik düşüncesinin özünde, insan ilişkileri
olanaklarının araştırılmasının yanı sıra, öznelliğin, toplumun ve çevrenin
yeniden yapılandırılmasında bu olanakların oynadığı rolün araştırılmasının da
yattığı öne sürülecektir. Bu sorun,
birey ile toplum, özgürlük ile otorite, kişisel kazanım ile ortak mülkiyet,
doğa ile yapıt arasındaki verimsiz diyalektik çatışmalardan kaçınır.
Deleuze ve Guattari’nin düşüncesinin getirdiği özgürleşme, toplumsal
beklentilerden kurtularak özgürleşme yerine, toplumsal ilişkilere girerek
özgürleşmedir. Toplumsal ilişkilerin gelişmesini önleyen engel, her zaman,
ilişkideki üçüncü bir şahsın kazancıdır: Uzlaşımlar, değerler, beklentiler,
ekonomik yapılar ve politik varlıklar, gerçek ya da hayali olsun, sadece
rollerini oynayan toplumsal failler için bir senaryo sağlar. Örneğin bir savaş
alanında birbirleriyle karşılaşan düşman askerlerin, milliyetçi, ırkçı ya da
aşiretçi duygularla desteklenen uzak politik ve ekonomik varlıklar uğruna
dövüşmeleri istenir ve askerler bu isteği yerine getirmek için çekişirler;
toplumsal ilişkileri, şakaların, şarkıların, sigaraların ve anlamların değiş
tokuşuna dönüşerek genişleyeceği yerde, kurşun değiş tokuşuyla sınırlanır.
Devrim, senaryoyu yırtıp atmak, içsel gelenekler ve beklentilerin yanı sıra
dışsal politik ve ekonomik kurumları unutmak ya da yıkmak sorunu değildir,
çünkü o zaman geriye hiçbir ilişki kalmaz. Aksine devrim, senaryoya eklemeler
yaparak, başka yerlerden stratejiler alıp umulmadık değişikler yaparak
gerçekleşir. Bir tüfek yerine bir paket iskambil kağıdı sallayan asker, farklı
bir öykünün gelişim olanaklarını gösterir. Deleuze ve Guattari’nin yazısı da
benzer bir yapıya sahiptir: Kuramsal normları doğrudan bir kenara fırlatmak
yerine, düşünceyi başka yerlere taşıyan geniş bir sapmalar ve alternatifler yelpazesi
sunarak hegemonik söylemlerin tutarlılığını darmadağın eder. Özgürleşme, ekleme
yoluyla gerçekleşir.
Deleuze
ve Guattari’nm kuramsal çabasının ikinci imgesi, göçebeliktir. Artık doğru ya da yanlış düşünce yoktur,
sadece düşünceler vardır. Artık nihai amaç ya da doğrultu yoktur, erk
merkezlerinden uzaklaşan kaçış çizgilerinin çokluğu boyunca başıboş dolaşma
vardır sadece. Yapılandırırılmış düşünce ve etkinliğe özgü ağaç modellerin
yerini, keşfedici bir rizom alır. Bir düşüncenin ya da toplumsal ilişkinin
hareketi, eski ya da yeni bir uzlaşıma, zorunluluğa ya da kuruma gerisin geri
gitmediği sürece arzu edilen bir şeydir. Bu düşünce imgesi, Bütünleşmiş Küresel
Kapitalizmin (Guattari daha sonraki yapıtlarında bu kavramı kullanacaktır)
kültürel ortamıyla yakından ilişkilidir. Çünkü kapitalin en sık rastlanan
işlemlerinden biri, işçiler ile üretim yerleri arasında geçici ilişkiler yaratmaktır;
bu ilişkiler de işçileri dönüşü olmayacak şekilde, önceki ortamlarından ayırır.
Her şey hareketli hale dönüşür. İmgeler,
tüketici ürünleri ve insanlar üretim koşullarından koparılır
ve çöp yığınında, yaşlılıkta ya da ilgisizlikte nihai bir eşitlikçi konuma
ulaşmadan önce, tümüyle farklı kökenlere sahip diğer şeylerle yan yana dünyayı
dolaşırlar. Deleuze ve Guattari, bu tür harekete yersiz yurtsuzlaşma diyor.
Onların düşüncesinde yersizyurtsuzlaşma yalnızca, kapitali çoğaltma aracı olmak
yerine, kendi başına bir amaç haline geldiği ölçüde kapitalin işlemlerinden
farklılaşır.
Onların
düşüncelerine ait bu imge, iki büyük sorun taşıyor. Birincisi, nihai yersizyurtsuzlaşma açıkçası, anlam, kullanım ve
değer olanaklarının karmakarışık olduğu tam bir çöp yığını üretir. İkincisi, kendisiyle tutarsızlık
içindedir: Bu düşünce imgesi, hareketi, değişimi, şansı, farkı, kaçışı ve göçebeliği,
değişmeyen değerler olarak ele alır. Belki de paranoyak bir köle olmak şizofren
bir göçebe olmaktan daha iyidir. Eğer bu tür bir imge kendi koşullarıyla yeniden
üretilirse, göçebelik kendini göreceleştirir, kendinden uzaklaşır ve başka bir
şeyin üretilmesine yol açar. Düşüncenin böyle yeni bir imgesi, pratikte
kurulur.
(Ayrıca bu kitap,) Deleuze ve Guattari’nin düşüncesine
ait bu ikinci imgenin, bir maskeden, en iyi ihtimalle, yeri doldurulabilecek
bir stratejik hareketten başka bir şey olmadığını öne sürecektir. Yersizyurtsuzlaşma
ve göçebelik,
Deleuze ve Guattari için kendi başlarına amaçlar değildir; aksine onlar
toplumsal ilişkileri yoğunlaştırmayı isterler. İçkin ilişkilerin üretilebileceği bir toplumsal mekan kurmayı arzu
ederler. Aşkın bir senarist rolündeki gerçek ya da hayali bir üçüncü şahıs
tarafından verilen rolleri oynamak yerine, bu tür içkin ilişkiler,
dolayımlayıcı etmenleri biçimlendirme, etkileme ve değiştirme yeteneğindedir;
senaryonun senaristi etkilemesi gibi, bu dolayımlayıcı etmenler de ilişkileri
kolaylıkla biçimlendirebilir. Toplumsal
mekan, içinde oluşan ilişkilerden önce var olmaz; aksine mekan, içkin
ilişkileri biçimleyen çizgilerin çizilmesiyle oluşturulur sadece.
Deleuze
ve Guattari bu toplumsal mekanı, içkin ilişkileri etkin biçimde kurarak var
edebilir ancak. Bu tür içkin ilişkiler, en azından üç ayrılmaz öğeye
sahiptir.
4İlkönce, bir ilişki yoğunlaşması,” ilişki
boyutlarının, bağlantılarının ve kısımlarının sayıca artışıdır. Olabildiğince
çok bağlantı kurulmalıdır: Üretim, artık bir fabrika içinde kapalı değildir;
fakat ister çevresine, çevresindeki anlamlara ya da isterse duygulara dayansın,
gücünü kendini çevreleyen ortamdan şu veya bu şekilde kazanır. Her şey bir
araya getirilir: Bu bakımdan Deleuze ve Guattari ‘nin düşüncesi, bir çöplüğe benzer.
Heterojen koşulları içeren çokluk, içkin ilişkinin ilk öğesidir. Yine de
yoğunluk, yan yana uzanan bir grup kısır nesne tarafından üretilmeyecektir.
4İkinci olarak, bu nesnelerin etkileşime girmesi ve birbirini
etkilemesi gereklidir — tutarlılık kazanmaları
gerekir. Bir şey olmalı ve bir şey üretilmelidir. Bu, ilişkileri, kısır ve
etkisiz kılan toplumsal ve kültürel bağlamlarından çekip çıkararak, bir şey
üretebilen kurucu bir makine halinde toplanışı [assamblage]
gerektirir. O halde, üretimin önceden belirlenmiş süreçlerinin tekrar etmemesi
bakımından, makine tekildir ve ürün tümüyle yenidir. Bu ürün, gerisin geri
tepki verebilir ve üretimin koşullarını etkileyerek, daha fazla makinenin
bileşenine dönüşebilir. Bu yüzden içkin, makinesel ilişkiler, bir ürün ortaya
çıkarken aynı zamanda kendi süreçlerince yaratılır, üretilir. Yaratım, içkin
ilişkilerin ikinci öğesidir.
4Üçüncü olarak, bu tür süreçler, bir var olma
eğilimine, onları harekete geçiren bir edimselleşme gücüne sahip olmalıdırlar.
Erotik karakterini yitirmeksizin, yetişkin cinselliğinden yersizyurtsuzlaştırılmış
bir kavram olan arzu
herhangi bir bağlama ya da ilişkiye uygulanabilir hale gelir: İçkin ilişkinin üçüncü öğesi olan çoklukların bir sentezi sayesinde arzu, ilişki
üreten bir kendiliğinden ortaya çıkıştır. Arzu, hem kendi varoluş haline gelme erkiyle hem de tutarlılığını sağladığı
özgül çoklukla ilgili olarak makinesel ilişkinin kendisidir.
Çokluk,
yaratım ve arzu, Deleuze ve Guattari için toplumsal bilinçdışının başlıca
öğeleridir: Bu öğeler; “yersizyurtsuzlaşma” (yabancı alanlarda
gezinmek), “yoğunluk”
(canlılık ve dirimsellik), “makine” (bileşenlerin oluşturduğu üretken
toplanış), “tutarlılık”
(bir arada durma), “tekillik” (biricik ve dikkate değer ya da bir
sürecin sınırı), “edimsellik” (somut mevcudiyet), “virtüellik” (kendi başına
algılanamaz olan gerçek potansiyel) ve “içkinlik” (yan yana mevcudiyet, etkilenme
yeteneği) gibi kavramlara dayanarak anlaşılır. Üç ana kavram, birbirinden
ayrılamaz ve sadece sezgisel olarak bir arada kavranabilir.
Bir
toplumsal bilinçdışının bu öğeleri, kişinin erişim sağlayabileceği gizil enerji
depolarıymışçasına, hiçbir bakımdan metafizik bir ön-varoluşa sahip
değillerdir; onlar, çoğaltılmalı, yaratılmalı, arzulanmalıdır. Bu nedenle, esas
olarak potansiyelin önünü açmayı hedefleyen kurama ait eleştirel ve yıkıcı
yönlerinin, kendi başlarına yararı yoktur. Deleuze ve Guattari’nin “arzu devrimi”,
insan özgürlüğü önündeki engelleri kaldırma ve ortaya çıkan anarşiyi kutlama
sorunu değildir. Bu öğeler ayrıca, tüm olaylarda ve toplumsal durumlarda
mevcutlarmış gibi, metafizik bir her yerde hazır ve nazır oluşa sahip
değillerdir. Kuramın, toplumsal olaylardan ve kültürel ürünlerden en iyi anlamı
seçmek için tasarlanmış, yorumlayıcı yönlerinin de kendi başlarına bir faydası
yoktur. Bu yüzden “arzu devrimi,” sadece toplum kavrayışları içindeki
farklılıkları, değişimleri ve başıboş dolaşmaları vurgulama sorunu değildir.
Deleuze
ve Guattari, çokluğu, yaratımı ve arzuyu toplum içinde mevcut kılmayı amaçlar.
Çokluk ve yaratımı çalışmasına olabildiğince katmayı amaçlayarak kuramcı, bir
arzu atletine dönüşür: o halde kuramsal yapıt, başka ürünlerle yan yana
bulunabilen bir ürün haline gelir; onları etkileyerek, onlarla etkileşime
girerek yeni patikalara açılır. Kuram toplumla arzu içinde ve arzu aracılığıyla
ilişki kurar. Bu, Deleuze ve Guattari’nin yapıtlarındaki bilginin tuhaf
konumunu açıklar. Seçilmiş sonuçlara götüren pratik kararlarla ilişkili olarak,
evrensel, yansız bir perspektiften bakarak tüm durumlarda ve olaylarda mevcut
olan süreçlerin ansiklopedik bilgisini aramazlar. Onlar, daha iyi bir topluma
yönelik bir dönüşüm programına kalkışılabilmesi için, ahlâki ve üstün bir
perspektiften bakarak toplumsal süreçlerin eleştirel bilgisini de aramazlar.
Bilgi, bir kitaplıktaki olabildiğince çok kitabın temel noktalarını yineleme
sorunu da değildir artık. Ya da bu kitapların zayıflıklarını ve başarısızlıklarını
eleştirebilme sorunu hiç değildir; bilgi,
başkalarıyla karşılaşmalar aracılığıyla,
kitaplıktaki en ilginç ve en derin kitaplara doğru kendini yönlendirme
yeteneğine benzer daha çok. Sadece bu bilgi sayesinde arzu uyandırılabiir.
Arzu, bir içkin ilişkiler düzlemi olarak
ele alındığına göre, toplum içinde bulunan gerçek ilişkiler, uzlaşımlar ve anlamlar
tarafından biçimlendirilir. Benzer şekilde tüm bilgi, kendisinin de dahil
olduğu toplumsal oluşumlar tarafından biçimlendirilir. Belli bir toplumsal
oluşumu meydana getiren içkin ilişkiler kümesi, belirli bir anda farkına
varılabilen şeylerin türünü belirler aslında. Bu yüzden arzu, toplumsal
bilinçdışıdır: Arzu, bilinci oluşturur ve koşullandırır, öyle ki sonunda imgeler
sadece, kişinin içine gömüldüğü toplumsal ilişkilerin ürünleri haline gelir. Bu
anlayış, düşünce üretiminin koşullarıyla ilgili aşkın bir felsefe; toplumu
oluşturan içkin ilişkilerle ilgili toplumsal bir kuram; toplumun, o topluma ait
toplumsal bilinçdışının dönüştürüImesi yoluyla dönüştürülmesiyle ilişkili bir arzu politikası
arasında bir karşılaşmaya yol açar. Arzu politikası, Deleuze ve Guattari’nin
düşüncesinin tek amacıdır; toplumsal bilinçdışı ise onun tek araştırma
alanı.
Eğer
arzu, doğal olarak çokluğu ve yaratımı arıyorsa, o halde, arzunun kendi kendine
engel olan toplumsal oluşumların nasıl ortaya çıktığı sorunu gündeme gelir.
Deleuze ve Guattari, sabit bir statüye
ve metafizik bir varoluşa sahip görünümler taşıyan, belirli toplumsal
düzenlemeler içinde üretilmiş içgüdü, gereksinim, istek ve çıkarı arzudan ayırt
ediyor. Öncekiler gerçektir, ancak, belirli bir makinesel toplumsal düzenlemenin
ürünüdürler; aksine arzu, düzenlemenin kendisidir. Gereksinim ve çıkarların
arzuyla bir benzerlik taşıyacağını varsaymak için bir neden yoktur. Sonuçta,
bilinçdışı arzu, çıkarlara ve bilinçli isteklere karşı hareket edecek şekilde
üretilebilir. Arzunun, çokluğun ve yaratımın varoluş kazanmalarını önlemek
üzere toplum içinde iş gören sayısız güç vardır; bunlar, bir potansiyelin
gerçekleşmesini engellemekten daha çok başka ilişkilerin meydana gelmesi için
kendilerini araya sokarak iş görürler. İçkinliği
ve tutarlılığı kesintiye uğradığı zaman arzu, bir başka arzu tarafından
“bastırılır.” Bir erk oluşumu, içkin ilişkilerden oluşur, fakat bir canlı
türü sayesinde bir genetik kodun korunması gibi, kendisinin bir parçasını
koruyacak biçimde yapılandılır; sonuçta özünü dönüştürecek yeni karşılaşmalara
ve ilişkilere engel olur. Bir toplumsal oluşumun sabit bileşenleri, fiziksel
değildir; çünkü tüm fiziksel yapılar, gelir ve giderler. Aksine toplumsal oluşum, anlam düzeyinde var olur:
Örneğin bu, bir genetik kod, bir uzlaşım, bir değer, bir ideal, bir gelenek,
bir alışkanlık, bir kurum, bir dil ya da bir din olabilir. Erk, arzuyu, bilinçdışını ve sonunda da bilinci biçimlendirerek toplumsal
ilişkileri örgütleyen, belirli bir anlam türünün kuruluşu aracılığıyla iş görür.
Aslında gerçek bir toplumsal oluşum parçalandığında anlamlar, insanlığın
gerçekliği yorumlamasına ve yeni ilişkilerin kurulmasına yarayan bir ağ olarak
geriye kalır. Tanrı devrilmiş, ama yerine insanlık geçmiştir; bir çarın yerini
Stalin alır.
Arzu
politikası, insanların kendi yararlarına olacak şekilde
arzulamaya, düşünmeye ve hareket etmeye başlayabilmeleri ve kendi arzularıyla
ilgilenebilmeleri için, arzu ile çıkar arasındaki ikili karşıtlığı bozmayı
amaçlar. Arzu doğrudan bilinçdışına yönelik hareket eder, fakat kendi
toplumsal bağlamına ve aynı zamanda kendi anlam türlerine göre hareket ederek
bunu yapabilir ancak. Kuram, “başka türlü düşünme”, yeni düşünce ve ilişki
türleri, yeni öznellik ve toplum türleri keşfetme çabasına dönüşür. Kuram, arzunun
serbest kaldığı, kolektif bir toplumsal mekân kurmayı amaçlar ve heterojen
çokluklar arasında içkin ilişkilerin yaratımıyla bulaşarak yayılabilir. Deleuze
ve Guattari’nin yapıtlarında yinelenen bu üçlü tema, bilgi, erk ve arzu,
bağımsız etkinlik boyutları ya da alanları değil, birbirlerine ulaşarak
birbirlerini çoğaltan üç ayrılmaz stratejik cephe oluştururlar. Bilgi,
toplumda var olan çokluk ve ilişki türleriyle
ilgilidir; erk,
ilişkilerin üretiminde ve dönüştürülmesinde
kullanılan stratejilerle ilgilidir; arzu ise, yaratım
ve ilişkinin arkasındaki itici kuvvet ile ilgilidir.
Deleuze Felsefesinin Özgüllüğü
Deleuze Düşüncesine Giriş Nereden Olabilir?
Deleuze Blog Hakan Yücefer
Gilles Deleuze; kontrol toplumunu, sanat ve direnme eylemi arasındaki ilişkiyi anlatıyor.
Psikanaliz eleştrisi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder