F.Bacon

























Bacon şanslı doğanlardan… Babası krallık mühürdarı, annesi  ise Elizabet’in başbakanlarından Willam Cecil’in akrabasıydı. Dolayısıyla Bacon kendini ister istemez devlet işlerinin içinde buldu. Siyasete bulaşanların erdemli kalmalarındaki güçlüğü hepimiz biliyoruz. Aldığı görevler onu zirveye çıkardı, düşüşü de o denli dramatik oldu. Bacon her şeye karşın düşünmeyi bırakmadı . Deneyci bilgi öğretisini ve tümevarım yöntemini savunan görüşleriyle Ada Felsefesini etkileyen önemli bir düşünür olarak konuklarımız arasında yer almayı hak etti…

Yaşamöyküsüne ana hatlarıyla kısaca göz atalım.
1573 yılında Cambridge’de Trinity College’e girdi.
1576 da Hukuku öğrenimi görmek için Grays Inn’e girdi. Ancak daha 16 yaşındayken İngiliz Büyükelçisinin maiyetinde Paris’e gitti.
1579 yılında babasının beklenmedik ölümü üzerine geri döndü. Babasının mirasını ağabeyi ele geçirdiği için alışık olduğu rahat yaşama veda etmek zorunda kaldı.
1582 Hukuku öğrenimini bitirerek Avukat oldu. Saray hukuk danışmanlığı gibi önemli görevlere bulundu.
1584 de parlementoya girdi. O dönemde kraliçenin gözüne girme çabaları sonuçsuz kaldı.
Bacon “pratik” bir adamdı . Koruyucusu Essex kontu kraliçenin gözündeki değerini yitirip , kraliçeye karşı harekete geçince, onunla ilgili resmi yargılamada , onu vatan hainliği ile suçlayan raporu hazırlamada çekince görmedi.
1603 de Elizabet’in yerine geçen I.James in döneminde daha itibarlı görevler yaptı. İskoçya ile birleşme görüşmelerinde etkin bir görev aldı.
1607 de başsavcı yardımcılığı görevine getirildi.
1621 yılında rüşvetçilikten yargılandı. Bu süreçte Lordla Kamarası hakkındaki şikayetleri ele aldı. Aklanamadı. Meşhur Londra kulesine kapatıldı. İyi ki kapatıldı demeye gönlüm razı gelmiyor ama bu önemde kendisini bütünüyle bilim ve felsefeye adadı.
 İdeal topluma ilişkin bir ütopya denemesi olan Nova Atlantis’in bir bölümünün yayımlanması.
1622/23 Kralın elini öpmesine izin verildiyse de hiçbir zaman tam alamıyla bağışlanmadı.
Kaynak: Ana Britanica.


Tülin BÜMİN
Modernliğin Yakın Geçmişi Olarak Rönesans
Yapı Kredi Yayınları.

 16. hem de 17. yüzyılın doğa ve bilim anlayışından öğeler taşıyan, bilmek ve yapabilmek arasındaki ilişkiyi modern dünyanın tanımlayacağı tarzda ve ilk kez bu denli kararlılıkla dile getiren Francis Bacon’un bizi bura da ilgilendiren görüşlerini kısaca hatırlatalım.

F. Bacon ’ın asıl hedefi, bilgiden çok doğa üzerinde güç sahibi olmak, doğaya egemen olmaktır. Ona göre, kendinde bilgi ya da doğruluk yoktur. Bütün bilgiler insana yararlı olmak, dünya üzerinde “regnum humanum”u (insanın egemenliği), herkesin mutluluğunu sağlamak için vardır. Ama bu tasarının gerçekleşmesi, yani insanın dünyanın efendisi olması, şeylere hakim olması, nesneleri kendisine hizmet edecek yönde dönüştürebilmesi hedefi, paradoksal bir biçimde, insanın doğaya uymasını gerektirir. 16. yüzyılın büyüsel girişimleriyle başlayıp 17. yüzyılda doğa üzerinde tahakküm hülyalarıyla gelişen bu sürecin geçiş figürlerinden olan Francis Bacon, bunu şöyle ifade etmektedir: “Doğayı ona boyun eğerek yeneriz.” Insanın doğa yasalarını kendine hizmet edecek yolda kullanması için, önce onu tanıması gerekir. Bu amaçla Bacon, eskilerin büyüsünden farklı da olsa, bir tür büyücülüğü canlandıracaktır. Bu, artık dünya üzerinde saçma yollarla etkili olmaya çalış mayan yeni bir “teknik”tir. Bloch’un hatırlattığı gibi, aslında o dönemde teknik tümüyle yeni, büyülü bir sözcüktü.

Doğaya egemen olmak amacıyla boyun eğme, neye boyun eğeceğimiz konusunda bilgi sahibi olmamızı gerektirir. Bunu bize öğretecek olan ise, deneyimdir. Doğayla ilk ilişkimiz algılarımız yoluyla olur. Akıl, algılarımızdan hareketle tümevarım yoluyla yasalara yükselmeye çalışır. Hakiki filozof bulduğu her şeyi karıncalar gibi toplayan ve akla ham durumuyla sunan ampiristler gibi ya da kendi tözünden ürettiği maddeyle boş bir ağ ören örümceklere benzeyen aprioristler gibi olmamalı, duyumun verileriyle aklı birleştirebilmelidir.

 F. Bacon, hakiki filozofun duyum ve akıl arasındaki bağlantıları nasıl kuracağını, verdiği “arı” benzetmesiyle yeterince aydınlatamamakta ve doğal olarak bu bağlantı, Bloch’un deyimiyle, böyle bir “evlilik kararıyla” sağlanamamaktadır. Bizim dış dünyayı kendileri yoluyla aldığımız bu iki araç gerçekte nedir? Niçin birincisi tikel olanı, ikincisi tümel olanı hedef alır? Bütün bu soruların sorulmasının bile henüz zamanı gelmemiştir. Yine de Novum Organon Scientiarum’un yazarının görüşleri, bu konuya doğrudan yaklaşmaya doğru atılmış bir adım olarak görülebilir.
Ama Bacon’ın felsefesinin çok daha etkili ve kalıcı boyutu, Idola kuramında dile getirdiği eleştirel boyutudur. Bu kuramıyla Bacon, feodal-teolojik toplum ideolojilerine somut örnekleriyle karşı çıkar. E. Br de altını çizdiği gibi,

Bacon’ın eleştirileri çok yönlüdür:
hümanistler bilimde edebiyat yapmak için bir malzeme aramakla,
 “bedenlerini hücrelere kapatmaları gibi ruhlarını Aristoteles’in içinde tutsak kılmış” olan skolastikler katı dogmalar üretmekle (her şeyde sayılar gören Pitagorasçılar gibi),
uzmanlar da ilk felsefeyi göz ardı edip dallarında çalışmakla yetinmek ve kendileri için gözde olan bu alanın her türlü bilgiyi içinde barındırdığını düşünmekle eleştirilirler.

Bacon’ın intellectus’a, bu sınıflayıcı, soyut anlığa duyduğu güvensizlik duygusu, onun yukarıdaki eleştirilerinden doğar: anlık, biçimleri bozucu bir ayna gibidir; o her yerde eşitlikler, tekbiçimlilik ve benzerlikler arar. Bacon anlığı salt akıl yürütme gücüyle, karşısında duran bu son derece zengin doğaya boyun eğdiremeyeceğinin bilincindedir. Bu nedenle o, ne Descartes tarzı bir felsefi yöntemin ne de Spinoza tarzı akla içten reform uygulamanın yararlı olacağını düşünür. Ona göre, zamanının bilimi çok acele bir biçimde bir uzmanlık ve yöntem konusuna dönüşmekte, bu nedenle de az gelişmekte ya da hiç gelişmemektedir. Oysa bilim aforizmalarla ve gözlemlerle dağınıklaştığı ölçüde niceliksel olarak büyüyebilir. Yöntemler ise, yapay bir biçimde, bilimleri şu an içinde bulundukları sınırların içinde dondururlar: Bacon’a göre, eğer düşüncede kesinlikle başlarsak kuşku ile bitiririz. Gereken, kuşkuya sabırla katlanmak ve böylece kesinliğe ulaşmayı beklemektir.

E.Bréhier ’in de belirttiği gibi, Bacon’ın bu görüşleri ilk bakışta Descartes’ın yöntemsel kuşkusunu çağrıştırmakla birlikte aslında ona karşıttır. E.Bréhier ‘e göre, aradaki fark, aslında Descartes’ın felsefeye kuşkuyla değil, ilk kesin bilgi olan Cogito ile başlamasında yer alır. Bu kesinlik aslında kuşkuda içerilmiş olarak bulunan bir doğruluktur. Diğer kesin doğrulukların kaynağı da yine kuşku değil, bu ilk doğruluktur. Oysa Bacon için kesinlik bilginin başlangıcı değil, uzun araştırma sonucunda ulaşılabilecek olan ve araştırma-bilme sürecini noktalayacak olan sonuçtur.
E. Bloch, F. Bacon ve Descartes’ın kuşku anlayışları arasında ki ayrımı başka bir açıdan ele alır: Descartes kuşkuyu bilginin başlangıç noktasına yerleştirirken, Spinoza Aklın İyileştirilmesi Üzerine İnceleme’ sini yazarken, her ikisi de aklı, açık ve seçik tasarımlar geliştirebilmesi amacıyla, kendi içine kapatırlar; onu, duyusal yanılsamalar ya da geleneksel önyargılar türünde hiçbir yabancı ögenin ulaşamayacağı bir alanda doğadan ve dünyadan yalıtmanın peşindedirler. 

Akıl, Spinoza’ya göre, karanlık idelerin yerine matematikte örneklerini bulduğu upuygun (adequat) ideleri geçirmelidir. Oysa Bacon’a göre akılcılığın ürünü olan bu tür ideler salt aklın, yani dış dünyaya hiçbir biçimde bulaşmamış aklın kendisinden ürettiği kavramlardır. O halde onlar, sanılabileceği gibi, gerçekliğe upuygun ideler değil, yalnızca, bir başka ideye uygun kılmak için kendi kendini arıtmış idelerdir. Iki kere ikinin dört olduğu, başkalarına kendimize davranılmasını istediğimiz gibi davranmamız gerektiği gibi, bu tür ideler moral ve metafizikte ezeli-ebedi doğruluklar olarak yer alırlar. İşte Bacon’ın örümcek parabolüyle eleştirdiği bu tarz ideleri doğruluk adına öneren, akılcılıktır.

J. Habermas’ın Felsefi ve Politik Profiller (Fr. çev.: Profils philo sophiques et politiques, Gallimard, 1974) adlı kitabında, kendisine ayırdığı bölümde “umutların fenomenolojisinin düşünürü” olarak tanımladığı Bloch, Rönesans’la ilgili kitabında deneyciliğin olgular karşısında fazla saygın tavrına karşın, 17. ve 18. yüzyıllardaki akılcılığın özellikle doğal hukuk alanındaki haklı tutumunu hatır latmayı yerinde bulur: aslında Bacon’ın akılcılığa yönelttiği eleştiriler yerindedir. Ama deneyciliğin yöntem olarak pratik alanda benimsenmesi şu an burada bulunan deneysel, olgusal e ve yazılı, yazısız, ama pozitif yasaların körü körüne izlenmesine götürmeyecek midir?

Oysa akılcılık, doğal hukuk alanında en azından insanların şunu söyleyebilmesini sağlamıştır: Binlerce yıllık adaletsizlik, bir hukuk olarak görülemez. Böylece varolanın eleştirilmesinin epistemolojik koşullarını sağlayan akılcılık, ne kadar es ki olursa olsun, olgulara teslim olmamayı temellendirebilmektedir. Doğa ile ilgili olarak ise deneycilik, çok daha “haklı” bir konumda dır. Doğa konusunda “olgulara boşverehim” sloganı, tam tersine onlara zorla “deli gömleği giydirmek” anlamma gelebilir. Ama 17. ve 18. yüzyıl mutlakiyetçi rejimlerinin beraber getirdiği tiranca ve baskıcı olgular karşısında tüm idealist terminolojisiyle birlikte akılcılık, akıl adına haklı bir başkaldırmayı dile getirir: Bloch, bu başkaldırının epistemolojik adını “deneyciliğin akılsal yolla yadsınması” olarak koymakta tereddüt etmez.

Bacona dönersek onun putları kırma girişiminde, bu yerleşik önyargılarm bulanıklaştırdığı ayna olan tin, deneyimin ışığında yıkanacaktır. Başka bir deyişle, Bacon’ın gündeminde yer alan anlığın arıtılması işlemi, akılcılarda bulunmayan bir bilgi kuramı ve materyalizm çerçevesinde düşünülecektir. Ama bu hiç de olgucu nitelikte, maddesel dünyayı nasılsa o durumda barış içinde bırakacak, düşünen özneyi onun karşısında olguları saptamak ve sınıflandırmakla yükümlü kılmakla yetinecek bir deneycilik olmayacaktır.

Aklı olgular karşısın da saygılı olmaya, onları dinlemeye çağıran Bacon tarzı deneyciliğin asıl amacı, onu doğa üzerinde etkili kılmak ve doğadan daha büyük ölçüde yararlanmaya ve ona hakim olmaya götürmektedir. “Doğaya boyun eğme” ilkesiyle bu deneycilik, hiç de olguların savunusu ve korunmasını değil, onların değiştirilip dönüştürülmesi amacıyla doğayı önce anlamayı önermektedir.
 Bu “boyun eğme”, aslında Bacon’ın Ars Invendi’sinin, yani buluş sanatının gerektirdiği bir tutumdur. Daha önceleri Ortaçağ’da Raimondus Lullus, bu sanattan tümel olandan tikeli ve ondan da tekili çıkarsamayı anlarken, Bacon hareket noktası olarak tikeli seçmekte ve tümele oradan ulaşmayı düşünmektedir. Tümevarım yönteminin Bacon’da yalnızca bir program değerini taşıdığını unutmamak koşuluyla denilebilir ki, bu, yasaya tümevarım yoluyla ulaşma çabası olarak değerlendirilebilecek bir tasarıdır.

Yeni Atlantis  ’in Bacon’ını ise Bloch, tekniği bir ütopya, insan için bir umut kaynağı olarak gören ilk düşünür olarak kutlar. J. Habermas’ın, şiddeti içinde barındırmayan bir tekniğin düşünürü olarak nitelendirdiği Bloch’un değerlendirmesi, Heidegger’in teknolojiyi “varlığı unutma” tutumunun ürünü olarak eleştirisi ve yüzyılımızın son dönemine damgasını vurmuş olan ekolojik kaygılardan sonra, yadırgatan, ama yine de üzerinde düşünmeye çağıran bir bakış açısını dile getirmektedir.

Bloch’un söylediği gibi, Bacon’ın bütün eleştirdiği yaklaşımlara karşı geliştirdiği buluşlar yapma sanatının en büyük eksikliği, matematiksel bilimlerdir. Gerçekten de onun doğal deneysel bilimler anlayışında matematiksel bilimlere hiç başvurulmaz.

Onun bilim idealinin 17. yüzyılın “bilimsel yöntemi”nin bu sine quanon boyutunu içermemesi, onu 17. yüzyılda egemen olan kültürel hava içinde ayrıksı kılar ve 16. yüzyıla yaklaştırır. Bacon’ın bu seçiminin nedeni, kuşkusuz Ingiltere’de bir gelenek haline gelmekte olan adcılığın (nominalizmin) tümel kavramlar karşısında uyandırmış olduğu güvensizlik duygusudur; güvenilir olanlar tikel, yalıtık olguların alçakgönüllü ayrıntılarıdır.

Buna karşılık, belirtmiş olduğumuz gibi, Bacon’ın deneyciliği, şeyleri oldukları gibi ve ayakları yerde bir tarzda bilmeyi, onları oldukları gibi kabul etmek için değil, onları insanın yararına uyacak yönde değiştirmek için önerir. Nova Atlantis ’te, Yunanlılar’da (Aiskhios’un günümüze yalnızca bir bölümü kalmış olan triolojisinde Zeus’un zincire vurdurduğu ve akbabaların didiklediği bir titan olarak tanıtılması dışında) genellikle Tanrı’lardan ateşi çalan usta bir hırsız olarak bilinen Prometheus’un alegorik bir tarzda tekniği temsil ederek oynadığı rol, Bacon’ın teknik-doğa ve dünya görüşüyle, yine de 17. yüzyıla ait olduğunun göstergesidir:
Bacon’ın Prometheus’u, insanın tanrılara karşı doğa üzerinde hakimiyetini sağlayacak olan buluşlar yapan ruhudur



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder