Bildiğiniz gibi Sartre çok tartışılan bir felsefeci. Edebiyatçı ve politikacı kimliği de var. Gazeteci ve Edebiyat Eleştirmeni.
Onun çok yönlü kişiliğini, düşüncelerini paylaşmaya çalışacağız.
Sartre'ı kalın camlı gözlüklü fotoğraflarından tanıyoruz. 1974 de miyopluğu Sartre’ı hemen hemen hiç göremez hale getirmiştir.
Sartre 1905 yılında bir burjuva çocuğu olarak dünyaya geldi. İki dünya harbini de gördü. İkincisinin içinde yer aldı. Bu büyük yıkımların tanıklığı kuşkusuz düşüncesini etkiledi.
1929 yılı onun için önemlidir. Aşkını ve mesleğini bulmuştur. Simone de Beauvoir ile tanışmış ve Felsefe öğretmenliğini birincilikle kazanmıştır.
Benim açımdan Sartre duruşu ve tutarlılığı ile kalıcı oldu. Bir de gerçek bir entelektüel olmasıyla Kalıtını Türkçe okuyan biri olarak değerlendirmek olanaksız. Ancak eylemine bakmak ta çok şey ifade ediyor.
1931-45 yılları arasında lise öğretmenliği yaptı.
1939 da askere alındı.
1940 yılında , 1 yıl esaret dönemi yaşadı.
1944 kendini bütünüyle yazarlığa vermek için öğretmenlikten ayrıldı.
İkinci dünya savaşından sonra toplumsal sorumluluk duygusu arttı. Sol eğilimleri güçlendi.
İnanmış bir Üçüncü Dünyacı oldu.(Soğuk savaş döneminde Batı ve Sovyet blokları dışında yer alan bir konum)
1950 Sovyet toplama kamplarını kınadı.
1956 Macaristan İşgali komünistlerle yolunu ayırdı
“Temps Modernes” degisinde sömürgeciliğe karşı çıktı.
Cezayir Savaşı’na karşı çıkan “121 ler Manifestosu”nu imzaladı.
“Bir davaya bağlanmak bir söz değil , bir eylemdir” ilkesine uyarak sık sık sokak gösterilerine ve devrimci eylemlere katıldı.
Evlilik kurumuna sıcak bakmıyordu. Ancak 1929 da tanıştığı arkadaşı Simon de Beavoire ile yaşam boyu (51 Yıl) süren bir ilişkisi oldu.
Sartre 1960’dan 1971’ e kadar Gustave Flaubert ile ilgili 4 ciltlik incelemesi “Flaubert” üzerine çalıştı. İlk iki cilt 2 bin sayfayı aşıyordu.
Amacı Marx’ ın tarih ve sınıf kavramı , bir yandan Freud’ un insan ruhunun bilinmeyen yanlarını irdeleyen psykanalitik çözümlemeleri aracılığı ile, Flaubert’in bütünsel yaşam öyküsünü sunmaktı. (1972’de 3,Cilt yayınlandı.- Ailenin Budalalığı)
Onun felsefesi neydi; bunaltı.. özgürlük... kötümserlik...başkaldırış....idealizm...usdışıcılık...ya da saçmalık...
Varoluşumuzu seçimlerimizin oluşturduğunu söylemiyor muydu? Yanıtı siz vereceksiniz.
Onun insanı; alabildiğine özgür, bir o kadar da sorumluydu...
Cenazesine 80.000 kişi katıldı.
YAZIDAN VAROLUŞÇULUĞA
Felsefe eğitimi gören Sartre , o yıllarda çok yazı üretti: «Düş Gücü» (I'Imagination) üstüne bir deneme (1936, «Ego'nun Aşkınlığı» (la Transcendance de I'ego, 1937); bir roman, Bulantı (la Nausee, 1937) ; uzun hikâyeler, Duvar (le Mur,1939) ve «Özgürlük Yolları» (les Chemins de la Liberte) olarak anılacak roman çevrimiyle ilgili çalışmalar (1945 - 1979).
Felsefî düşüncesine paralel geliştirdiği ilk yazı biçimi, anlatı ve romandır. İkisi arasında bir geçiş arayışı da söz konusu değildir: tersine, Bulantı (la Nausee) , olumsallık üstüne bir denemeden doğmuştur ve «kimsenin yüzleşmek istemediği» (Duvar) korkunç bir şey olan varoluşun bilinciyle boğulmuş bir çeşit günlük tutan başkişi Roquentin'in sıkıntılı dünyasında varlığın dayanağı varoluşçuluktur. Tiksintiyle, umutsuzlukla, şeylerin kendiliğinden varoluşuyla dolu ve yapış yapış imgelerin gelip geçtiği bu dünya görüşü, karşısına çıkan ideolojilere (Marksizm, gerçeküstücülük) karşı son derece mesafeli, ancak «varlık özden önce geldiğine» göre, insanın kendi yaşama biçimini kendisinin kurması gerektiğini, ve insanın kendisini ötekiyle olan ilişkisine göre tanımladığını öne süren varoluşçu ahlakın çekiciliğine kapılan Sartre 'ın ilk dönemini yansıtır. Var olmak, dünyada olmaktır, başkası için olmaktır ve bu varoluşçu somut ve tarihsel olarak kavranmalıdır.
Özgürlük, Sartre varoluşculuğunun temel özelliğidir: Tanrı var olmadığına göre, insan, kendisi ne istiyorsa ve ne yapıyorsa odur. Sartre ile tarihin (askere alınışı, Almanya'daki tutsaklığı ve kaçışı) çarpıcı karşılaşması, bu felsefenin somutlaşmasıdır ve özgürlük, durum, angajman gibi sözcüklere ciddî bir içerik kazandırır.
«Özgürlük Yolları»nın 1939'da başladığı ve 1945'te yayımlanan Akıl Çağı (1'Âge de raison), Yaşanmayan Zaman / Bekleyiş (le Sursis) , 1949'da yayımlanan Tükeniş (Mort dans I'âme) gibi roman taslaklarında ağır basan yine tarihtir: olaylar, 1937 - 1940 arasında geçer ve eşzamanlılık tekniğinin kullanımıyla, tarihin parçalamayı üstlendiği alçaklıklar, kuşatılmış hayatların oluşturduğu bir fon üzerinde kişi ve düzenler birbirine karışır.
Kurtuluş'ta, Sartre, Simone de Beauvoir ve arkadaşları (Queneau, Leiris, Giacometti, Vian ve Camus inişli çıkışlı ilişkiler) ansızın ünlenirler: halkın gözünde varoluşçular, direnişçiler Saint-Germaindres-Pres'yi mesken.tutan genç aydınlar, toplum katında az ya da çok birbirine karışmıştır. Paris'te verilen bir konferansta varoluşçuluğun ne olduğunu açıklar: «Varoluşçuluk bir hümanizmdir». Yine, aynı yıl (1945), les Temps modernes: dergisini kurar. Zaferle nefret birbirine karışır: belki de hiçbir entelektüel, Sartre kadar, Hıristiyanlarca, komünistlerce, ona sorumsuz, kaçık diyen Celine gibi birçok muhafazakârca ısrarlı biçimde karalanmamıştır.
Axis2000Alman filozofu Heidegger ’in bezgin mirasçısı olan bu filozof, felsefesini, esas olarak Varlık ve Hiçlik adlı eserinde sergiler.
Nedir anlattığı orada?
Şu: İnsan, özgürlüğe mahkûmdur ve tek başınadır. İnsanın yaşamı kişinin ona verdiği anlama bağlıdır; ve olaylara gerçeklik ve anlam veren de, yine insan, o "bilinci geçici ve pusulasız insan"dır. Böyle bakıldığında, bilimsel bilgi ile nesnellik değerini yitirmekte ve varlıksal bir degere sahip olmaktadır.
Ancak, bir başka şey daha var Sartre 'ın düşüncesinde: Tarih genel ve nesnel anlamdan yoksundur; ve bu tarihi, gerek geçmişin ve gerek kendi yaşadığının tarihini tanımlamak da insana aittir.
Aslında, Varlık ve Hiçlik'te ortaya konan, felsefi yöntem olarak, diyalektiğin göz alıcı bir biçimde kullanılışıdır: İnsan yalnızdır ve hiçbir zaman yalnız değildir; insan özgürdür, ancak bir "duruma bağlı" ("en situation") olarak özgürdür. Marksist düşüncelerden soyutlanarak yapılmış bu insan ve onun eylemiyle ilgili görüş savaş sonrasının damgasını taşır: İçinde ne olursa olsun hiçbir aşkın (transandantal) ''ya da dinsel öğe yoktur; ne var ki, saçma ve anlamsız karşısında duyulan bunalımın bir umutsuzluğa dönüşüp soysuzlaşmasına da izin verilmez, tersine bunalım, eylem konusunda açık ve seçik bir seçime, kendi yazgısını ve içine atıldığı durumu ele almaya götürür insanı.
Sartre , öte yandan, 60'lı yılların başlarında yayımladığı Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde, varoluşçulukla -"çağımız aşılmaz felsefi ufku" dediği- Marksizmi karşılaştıracak ve şunu söylemek dürüstlüğünü gösterecektir: "Tarihte Descartes ile Locke 'un dönemi olmuştur; Kant 'ın ve Hegel 'in dönemi olmuştur. Son olarak, içinde yaşadığımız Marx 'ın dönemi gelmiştir. Bu üç felsefenin üçü de, sırasıyla, bütün bir düşünceyi besleyen tarla ve bütün bir kültürün ufku oluyor. Daha önce söyledim, şimdi de tekrarlıyorum: İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumu diyalektik maddeciliktir; ve çünkü, gerçekliğin kendisi Marksisttir ve Marksizm, hiç olmazsa zamanımız için aşılmaz durumdadır".
Yaşamının son yıllarında ise, üstünde hep durduğu bir soruna yeniden dönecektir: Kendi özgürlüğüm kadar başkasının özgürlüğünü de hangi koşullarda isteyebilirim?
Yüzyılların Gerçeği ve Mirası- Cilt VI.- Server Tanilli
ÖTEKİNİ NESNE KILMAK
Sartre 'a göre bilinç yalınkat olgudan yarattığı dünyada tek başına değildir, bu anlamda içinde varolduğu dünyayı ötekiler ile olan ilişkileriyle, öznelerarası bir toplumun belli bir parçası olarak yaratmıştır, Öteki insanlar ya da ötekilerin bilinçleri Sartre için sonradan gelen ya da eklenen düşünceler değillerdir. Heidegger gibi insanın her zaman ve her yerde ötekilerle olan ilişkileriyle varolduğunu savunan Sartre, öte yanda bu durumu Heidegger 'in savunduğu üzere `Birlikte Olma" (Mitsein) doğrultusunda açıklamanın ilkece olanaklı olmadığını ileri sürmektedir.
Bu noktada özellikle Hegel'in "efendi ile köle arasındaki diyalektik ilişkiye" yönelik verdiği açıklamanın anımsanması gerektiğini belirten Sartre , ötekinin benimle sürekli olarak yansımakta ya da boğuşmakta oluşuna dikkat çekmektedir. Ben onu nesne kılarak kendimi özne yapma savaşı verirken, o da aynı biçimde kendi payına kendisini özne yapmak adına beni nesne kılmanın bitip tükenmez arayışı içindedir. Sartre ' ın bakış açısında bu evrensel çatışkının bütün insan ilişkilerinin özünü kavramak açısından kilit değerde bir önemi vardır.
Üstelik bu çatışkı anne-kız, baba-oğul, öğretmen-öğrenci gibi yalnızca görece çatışkıya daha açık olduğu düşünülen egemenlik kurma ilişkilerinde değil, çatışkıdan yine görece en uzak olduğu düşünülen cinsel arzu ile aşk ilişkilerinde , dahi belirleyici bir konumdadır. Sartre bilincin her zaman belli belirsiz de olsa kendisinin bilinci olduğunu, dolayısıyla a özünde kendisi için bilincin (pour-soi) özgür, kendiliğinden, devingen olduğunu öne sürmüştür. Bunun dışındaki her- şeyin, yani kendi bilincinde olmayan herşeyin "kendinde şey" (en-soi) olduğunu belirterek, böyle bir şeyin kaya gibi sert ve bütünüyle özgürlükten yoksun olarak anlaşılması gerektiğini dile getirmiştir. Bilinç bu anlamda Sartre 'a göre, her zaman bilincinde olduğu dünyayla ve öteki bilinçlerle ilişki halindedir. Söz konusu ilişkilerin çatışkıya açık ilişkiler olduğunu belirten Sartre , öznenin kendi konumunu korumak amacıyla ötekiyi nesneye dönüştürme savaşı verdiğini yazmaktadır. Sartre'a göre bu savaş kaçınılmaz olduğu için öyle ya da böyle verilmek zorundadır. Felsefe Sözlüğü.
Ne dersiniz, yaşamınızda nesne kılmaya çalıştıklarınız oldu mu, var mı?
Sartre , unutulmazlar arasında yerini aldı... Bazı düşünürler vardır. Yeni doğrular için onların yanlışlarından hareket etmelisinizdir. Sartre bana göre böyle bir düşünürdü.
Sartre ’ın önemi düşüncelerinin gerçekliğinden mi geliyor. Doğrusu bunu irdelemek, bir felsefe meraklısı olarak haddimi aşmak olur. Ancak şu bir gerçek ki, o “insan” üzerine düşünmüştür. Hem de çok kapsamlı bir biçimde.
Bir eylem adamı olarak Sartre çok eleştirilmiştir. İhanet suçlamalarına hedef olmuştur.
Onunla yapılan bir söyleşiden kısa bir alıntı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, deneme, roman ve oyunlarınızda varolusçuluk felsefesini savunduğunuz sıralarda Paris'in aşırıcı ortamında bir çok bohem şarkıcıya, oyuncuya, müzikçiye, dansöze, siyasal eylemlere, gazetecilere ve öğrencilere önderlik ettiğiniz ileri sürüldü. Bu konuda ne dersiniz?
O dönemde kimi orkestralarda çalışan , gençler eserlerimi beğenmişler. Sonradan bu olgu kişisel felsefemle ilgili sanıldı. İşte bu kadar. Ne var ki, beni Amerikan PX'lerinden tutunuz da kareli gömlek giyen gençlere varıncaya kadar tüm genç kuşaktan sorumlu tuttular. Saçmalığın ta kendisiydi bu.
O dönemde Fransa'da sık sık karşılaşılan kendine kıymalarda sizin "keder" ve "umutsuzluk" felsefesinin etkileri yok muydu?
Olabilir. Bu konuda benimle ilgili birçok söylenti çıktı, yazılar yayımlandı. Halkın kızgınlığına, "iki taraflı hain" oluşum yol açıyordu: Bir kentsoylu olduğum halde kentsoyluluğu yeriyor, yaşlı olmama karşın genellikle gençlerle ilişki kuruyordum. Evet, gençlerle iyi geçiniyorum; asıl çevremi. onlar oluşturuyor çünkü. Kırk yaşlarındakiler ise, gençliklerinde benden yana olmuş bulunsalar bile, artık tutmuyorlar beni. İşte böylelikle iki kez hain sayılıyorum. Hem kuşaklar çatışmasında, hem de sınıf çatışmasında... 1945 kuşağı kendilerine ihanet ettiğim kanısında, Çünkü beni "L'Etre et le Nant - Varlık ve Hiçlik"ile, "La Nausé - Bunaltı"ile tanıyor. Marksist düşünceler öne sürmeden önceki beni... O döneme kadar marksizm beni ilgilendirmemişti. Gençtim, varlıklı bir aileden geliyordum. Gereksinmelere, çalışma zorunluluklarına kapılmadan dünyayı elde edivereceğimi sanıyordum.
Ekim1976-Milliyet Sanat
Sartre , unutulmazlar arasında yerini aldı... Bazı düşünürler vardır. Yeni doğrular için onların yanlışlarından hareket etmelisinizdir. Sartre bana göre böyle bir düşünürdü.
Sartre ’ın önemi düşüncelerinin gerçekliğinden mi geliyor. Doğrusu bunu irdelemek, bir felsefe meraklısı olarak haddimi aşmak olur. Ancak şu bir gerçek ki, o “insan” üzerine düşünmüştür. Hem de çok kapsamlı bir biçimde.
Bir eylem adamı olarak Sartre çok eleştirilmiştir. İhanet suçlamalarına hedef olmuştur.
Onunla yapılan bir söyleşiden kısa bir alıntı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, deneme, roman ve oyunlarınızda varolusçuluk felsefesini savunduğunuz sıralarda Paris'in aşırıcı ortamında bir çok bohem şarkıcıya, oyuncuya, müzikçiye, dansöze, siyasal eylemlere, gazetecilere ve öğrencilere önderlik ettiğiniz ileri sürüldü. Bu konuda ne dersiniz?
O dönemde kimi orkestralarda çalışan , gençler eserlerimi beğenmişler. Sonradan bu olgu kişisel felsefemle ilgili sanıldı. İşte bu kadar. Ne var ki, beni Amerikan PX'lerinden tutunuz da kareli gömlek giyen gençlere varıncaya kadar tüm genç kuşaktan sorumlu tuttular. Saçmalığın ta kendisiydi bu.
O dönemde Fransa'da sık sık karşılaşılan kendine kıymalarda sizin "keder" ve "umutsuzluk" felsefesinin etkileri yok muydu?
Olabilir. Bu konuda benimle ilgili birçok söylenti çıktı, yazılar yayımlandı. Halkın kızgınlığına, "iki taraflı hain" oluşum yol açıyordu: Bir kentsoylu olduğum halde kentsoyluluğu yeriyor, yaşlı olmama karşın genellikle gençlerle ilişki kuruyordum. Evet, gençlerle iyi geçiniyorum; asıl çevremi. onlar oluşturuyor çünkü. Kırk yaşlarındakiler ise, gençliklerinde benden yana olmuş bulunsalar bile, artık tutmuyorlar beni. İşte böylelikle iki kez hain sayılıyorum. Hem kuşaklar çatışmasında, hem de sınıf çatışmasında... 1945 kuşağı kendilerine ihanet ettiğim kanısında, Çünkü beni "L'Etre et le Nant - Varlık ve Hiçlik"ile, "La Nausé - Bunaltı"ile tanıyor. Marksist düşünceler öne sürmeden önceki beni... O döneme kadar marksizm beni ilgilendirmemişti. Gençtim, varlıklı bir aileden geliyordum. Gereksinmelere, çalışma zorunluluklarına kapılmadan dünyayı elde edivereceğimi sanıyordum.
Ekim1976-Milliyet Sanat
Sartre da Varlık ‘ın
Varolma Kipleri
Şimdi de Sartre’a göre Varlık’ın varolma kiplerine
gelelim. Sartre iki temel varlık kategorisini birbirinden ayırıyor. Bunların
birincisi “kendinde varlık” (L’être en soi) ikincisi ise “kendisi için varlık” (L’ être pour soi). Ayrıca iki “kendisi
için varlık”ın birbiriyle ilişkisinden doğan üçüncü bir varolma kipi daha var: “başkası için varlık” (L’ être pour autrui). Sartre, “kendinde
varlık” ve “kendisi için varlık” terimlerini Hegel’den almış, ama onlara çok farklı
içerikler vermiştir.
“Kendinde varlık”tan başlayalım.
Sartre göre, ■ “kendinde varlık” sadece vardır.
■ Gramatikal anlamda “Kendine varlık” vardır
diyebiliriz ama, varoluyor diyemeyiz, çünkü sadece olduğu şeydir, oluşa tabi
değildir.
■ Mutlak bir doluluk, kapalılık, içkinliktir.
■ Ne aktiflik, ne de pasifliktir.
■ “Kendinde varlık” ne olanaklı olandan
türetilebilir, ne de zorunlu olana indirgenebilir.
■ Bu anlamda salt olumsallıktır (contingence).
Yani, varolması da olmaması da eş ölçüde olasıdır.
Sartre, bundan, “kendinde varlık”ın kendi
kendini yaratmış olduğu sonucunu da çıkarmamamız gerektiğini söyler, çünkü
böyle bir belirleme onun kendine öncel olduğu varsayımını da birlikte getirir
ki bu olanaksızdır. Bu perspektiften bakıldığında Sartre’a göre “yaratılışçılık”
kuramı, Almanların “Selbsandigkeit” (yani, kendine yeterlik) dedikleri şeyi
varlıktan çekip alarak onu tanrısal bir öznellik içinde yok etmektedir. Sözün
kısası, “kendinde varlık” yaratılmış olsa dahi, yaratılış açısından açıklanmaz
olurdu, çünkü o varlığın yaratılış ötesinde varsaymaktadır.
“Kendinde varlık” ayni zamanda fenomenin
varlığıdır ve onun hakkında sahip olduğumuz bilginin üzerinden geçip gider.
Mutlak bir ilişkisizliktir. Onun bu anlamda, belli bir zamansallığı bile
yoktur. Zaten uzam ve zaman Sartre’a göre sadece insana özgü bir olgudur. ■ “Kendinde
varlık” zamandışıdır. ■ “Kendinde varlık”, ayrıca, bilinç-olmayan’dır.
“Kendinde varlık” bilmem, yani “kendisi için varlık”ın ekstasis’lerinden biri
olan zamansallığa sahip değildir. ■Ve “kendinde varlık”, fazladandır... Bu
noktada bir n soluklanıp, boğucu olmaya başlayan sık kavram ormanının arasında
kendimize felsefi bir hikaye molası verelim.
Sartre 1938’de yayımlanan ünlü¨ Bulantı romanının birkaç pasajında, toplumdışı
kahramanı Antoine Roquentin’e “kendinde varlık”ın bu olumsallık niteliğini
derinden derine hissettirir ve birtakım derin yaşantıların (üs e veçues) çok
çarpıcı betimlemelerini yapar. Bu betimlemelerden biri de şudur:
Antoine
Roquentin bir belediye parkında oturmuş, dalgın dalgın, bir ağacın toprak
seviyesindeki gövdesine, toprağın içine doğru uzanan kökün başlangıç
noktalarına bakmaktadır. Ve ağaç birdenbire gerçek- dişi bir görünüme bürünüp
Roquentin’in gözüne gerçek bir ağaçtan tamamen uzak, yabancı, tuhaf bir halde
görünmeye başlar. Roman kahramanı onu o ân, olağan bir ağaç olarak değil de,
fazladan olan, hiç bir zorunluluk taşımayan, tümüyle nedensiz olan “kendinde
varlık” gibi görmeye başlamıştır. Ve işte yine o ân, kendi varlığını onunla
özdeşleştirip varoluşsal bir bulantı duyar. Oysa o, tıpkı müzik notaları gibi
kesin ve zorunlu olmayı arzu etmektedir. Zihninde hep “Some of these days...”
diye başlayan bir caz ezgisinin nakaratı vardır. Bir başka deyişle Antoine
Roquentin, aynı hnda “kendinde varlık
olan bir kendisi için varlık” olmayı arzulamaktadır. Yani, olanaksız bir arzunun
ardında koşmaktadır. Sartre için insan biraz da bu yüzden “nafıle bir tutkudur.
(“L’homme est une passion inutile”)
Ve şimdi de gelelim “kendisi için varlık” (L’ pour soi) kategorisine. “Kendisi
için varlık”, kısaca, ■bilinçle ya da
bir başka deyişle söylersek, bilinç sahibi bir varlık olarak insan
gerçekliğiyle özdeştir. “Kendisi için varlık,” “Kendinde varlık”ın olumsuzlanması
(nügation) olarak ortaya çıkar ve “kendisi için varlık” bilgi edimiyle varlığın
içine olumsuzlamayı sokar. Zaten Sartre’e göre, “olumsuz yargılar”, “sorgulama”, hatta “yıkım” edimleri “kendisi için varlık”ın asli varolma tarzlarıdır.
■ “Kendisi için varlık” “kendinde varlık’ın” hiçlenmesidir
(neântisation) ve kendisi aynı zamanda bu hiçlik’tir. İnsan, hiçliğin dünyaya kendisiyle geldiği varlıktır. Sartre’a göre
hiçliğin kendine ait bir varlığı yoktur, o bütün varlığını “kendinde varlık”tan
alır. Sartre, bilincin kendine özgü bir içeriği olmadığını söylerken de aynı
şeyi kastetmektedir. Bilinç bir varlık eksikliği, bir varlık arzusu olarak
tasarımlanır. Değer olarak nitelediğimiz olguyu ortaya çıkaran da
budur. “Kendisi için varlık” bir “kendinde kendisi için varlık olma”nın ardında
koşar ama bu hiçbir zaman mümkün değildir. Bu yüzden, bir çeşit “kendinde
kendisi için varlık “ olarak düşünülebilecek Tanrı fikri de özünde bir
çelişkidir.
Bundan başka, Sartre’ın totolojik ifadesiyle
söylersek, ■ “kendisi için varlık” ne ise o değildir ve ne değilse odur. Her
“kendisi için varlık” özel bir “kendinde varlık”ın hiçlenmesidir. Sartre,
Hegelci anlamda bir Varlık/Hiçlik diyalektiğini reddeder ve Hiçlik’in,
Varlık’ın dışında olduğunu ileri sürer. Varlık önce gelir, Hiçlik ya da
totolojik deyişle Yok-Varlık onu izler.
Zamansallık (temporaliti), “kendisi için varlık”ın “kendinde varlık”ı sürekli
hiçleme sürecinde deneyimlediği öznel durumdur. Zamansallık, Sartre’ın
Heidegger’den aldığı bir kavram olup insan gerçekliğinin özünü oluşturur. Tıpkı uzam gibi zaman da insana özgüdür,
yani tümüyle özneldir. “Kendisi için varlık” kişisel özellikte değildir,
çünkü daha önce de belirttiğim gibi Sartre’ın cogito anlayışı Ego’yu dışta
bırakır. Ayrıca bilinç, tözsel-olmayan bir karakter taşır. Ona göre Descartesçı
anlamda düşünen bir töz yoktur.
Sartre, bilincin kendi nesnesi olma girişimine
“düşünüm”
(réflexion) der. Düşünüm, “kendisi için varlık”ın kendine olduğu şey
olarak görünme etkinliğidir ve iki çeşidi vardır. Düşünümlü (réflexif) bilincin,
üzerinde düşünülen bilince présence’ı olan “saf düşünüm” — bu, bilincin kendi üzerinde
bir katharsis yani arındırma çabasını gerektirir — ve “kendisi için varlık”ın kendi
psişik durumlarını temaşa etmesi olan “saf olmayan” düşünüm edimi. Duşünümsüz
bilinçte — Sartre buna “konumsal olmayan” (non-positionelle) kendi-bilinci
de der — doğrudan doğruya bilgi değil, bilincinde olunan nesnenin örtük bir
farkındalığı vardır.
Çağdaş Fransız Düşüncesi-Epos Yayıncılık -2004
Derleyenler: Zeynep Direk-Refik Güremen
Sartre’ın
Ontolojisi ve Özgürlük Ahlakı Fikrinin Gelişimi
Serdar Rifat Kırkoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder