J.Kristeva


Kristeva, Julia (1941) Genellikle çağdaş Fransız feminizmi denilince Cixous ve Irigaray’la birlikte akla gelen ilk üç isimden biri olan Fransız felsefeci, ruhçözümcü ve dilbilimci. Bulgaristan doğumlu olan Julia Kristeva, Paris’e 1966 yılında öğrenci olarak gelmiş; daha sonra burada kalarak dilbilim ve ruhçözümleme (psikanaliz) üzerine çalışmalar yürütmüştür. Yapıtlarında genel olarak göstergebilim, ruhçözümleme ve siyaset çerçevelerinden dil, doğruluk, ahlak ve aşk gibi konulara eğildiği gözlenen Kristeva, genel kanının aksine, kendi çalışmalarını “feminist” olarak nitelemese de birçok feminist, feminist kuram ile feminist eleştirideki çeşitli tartışmaları genişletmek ve geliştirmek için onun çalışmalarına başvurmaktadır.
Feminist kuram açısından Kristeva’nın yapıtlarındaki üç öğenin özellikle önemli olduğu düşünülmektedir:

1. “beden”i insan bilimlerindeki söylemlere geri taşıma girişimi;

2. anneliğe alt “Oedipus öncesi” oluşumun önemi üzerine odaklanması

3. baskı ve ayrımın açıklanmasında başvurduğu “aşağılama” (abjection) kavramı
Beden, insan bilimlerinde öteden beri dişilik ya da dişilikle birleştirildiği ve zayıf, ahlâksız, kirli, çürüyen olarak aşağılandığından ötürü beden kuramları feministler için özel bir önem taşır. Kristeva anlamlandırmanın mantığının bedenin maddeselliği içinde zaten işlediğinin üzerinde durarak, anlamlandırma için zorunlu olan “özdeşleşme” ve “farklılaşma” işlevlerinin doğumdan önce annenin bedeni, bebeklikte ise anne tarafından düzenlendiğini öne sürer. Kristeva, bunu söylerken, Freudcu nıhçözümcülerin anlamlandırma için zorunlu olduğunu iddia ettikleri Araerkil Yasa’yı önceleyen anaerkil bir düzenlemenin varlığından söz etmektedir. Nitekim o, Freud’un Oedipus ya da Lacan’ın “ayna” dönemlerini önceleyen öznelllğin ilk gelişimiyle ilgilenmiş; Lacan imgesel ile simgesel arasında kesin bir kopma olduğunu savunup bütünüyle “ayna aşaması” ndan sonraki süreçler üzerine yoğunlaşırken, Kristeva bu ikisi arasındaki ilişkinin bir devamlılık ilişkisi olduğunu savunmuştur.

Dilbilim alanı
Kristeva dilbilim alanında ise ününü büyük ölçüde simgesel ile göstergesel ayrımı diye adlandırdığı şeye borçludur. Kristeva ilkin 1974 yılında yayımladığı Şiir Dilinde Devrim adlı kitabında ortaya koyduğu bu ayrımla Lacan’ın imgesel/ simgesel ayrımını yapıbozuma uğratarak “göstergesel”i “imgesel”in yerine koyar. Göstergesel anneliğe ve onun birincil süreçlerine dayalı Oedipus dönemi öncesine ait bir terimken, simgesel Ataerkil Yasa’ya ve onun ikincil süreçleri tarafından düzene konulan Oedipus kompleksine dayalı bir dizgeye karşılık gelir. Kristeva bütün anlamlandırmaların bu iki öğeden oluştuğunu iddia eder. Buna göre göstergesel öğe anlamlandırmada boşaltılan bedensel dürtülerden oluşur ve hepimiz o bedende yaşadığımızdan ötürü bütün insanlar için bu dürtülerin ilk kaynağı olan anne bedeniyle yakından ilişkilidir.

Anlamın simgesel öğesi ise daha çok yapısaldır ve dilbilgisiyle ilgilidir. Sözgelimi sözcükler dilin simgesel yapılarından ötürü göndergesel anlama sahiptirler; öte yandan göstergesel içerikleri sayesinde yaşama —göndergesel olmayan— bir anlam katarlar: simgesel olmadan bütün anlamlandırma çabaları sabuklamalardan ibaret kalacaktır; göstergesel olmadan da bütün hepsi yaşamımız için hiçbir önemi olmayan boş bir çabaya dönüşecektir.
Son çözümlemede anlamlandırma hem göstergesel hem de simgesel gerektirmektedir; bu ikisinin bir tür bileşimi olmaksızın “anlam” oluşmaz. 

Düşüncelerinde Marksı öğelerden her zaman yararlanan Kristeva’ya göre simgesel ile göstergesel arasındaki ilişki tarihsel diyalektik sürecin bir parçasıdır: simgesel, anlamını yerleşik dizgelerin temellerinde bulurken göstergesel bu temelleri “bozma”, “parçalara ayırma” hareketidir; söylemler tarafından kullanılsa da onlar tarafından asla belli bir düzene sokulamaz. Sonuç olarak Kristeva, simgesel/göstergesel ayrımını ortaya koyarken, cinsel ayrımın varolmadığı Oedipus dönemi öncesindeki gelişimle ilintili olduğundan hiçbir cinsel ayrım gözetmeyen göstergeselin her ne pahasına olursa olsun güçlendirilmesinden yana bir tavır alır.


Kristeva,  Korkunan Güçleri: Aşağılama Üstüne Bir Deneme (Pouvoirs de l’hor reut essai sur l’abjection, 1980) adlı çalışmasında ise kadının üzerindeki baskının dinamiklerinin belirlenmesinde çok yararlı olan “aşağılama” kavramını geliştirir. Kristeva aşağılamayı ruhun öznel kimliğinin (ya da grup kimliğinin ) sınırlarını tehdit eden her şeyi dışlayarak gerçekleştirdiği bir işleyiş olarak betimler. Gelişme aşamasında öznenin karşılaştığı ilk büyük tehdit anne bedenine olan bağımlılığıdır. Bu nedenle Kristeva Siyah Güneş: Depresyon ve Melankoli (Soleil noir:depression et melancolie, 1987) adlı çalışmasında ana katlinin bizim için yaşamsal önemde olduğunu çünkü ataerkil bir kültürde “özne” olabilmek için anne bedenini aşağılamamız gerektiğini vurgular. Ancak ona göre kadınlar aynı zamanda kadın olmaktalıklarını niteleyen anne bedenini aşağılayamadıklarından cinsellikleri çökkün (depressive) bir hal alır. Aşk Hikâyeleri’nde (Histoires d’amour, 1983) de bu uygunsuz aşağılamanın kadınların kendilerini çöküntüde (depresyonda) hissetmesinin nedenlerinden biri olduğunu savunur. Özne olmak için annelik işlevini aşağılamak zorunluysa ve ataerkil toplumlarda “kadınlık”, “annelik ve “dişillik” kavramlarının tümü de -bir yeniden üretim işlevi olarak— annelik işlevine indirgeniyorsa, ataerkil kültürlerde “kadınlık”, “annelik” ve “dişillik” de annelik işleviyle birlikte düpedüz aşağılanıyor demektir. Dolayısıyla bu uygunsuz aşağılama, aynı zamanda kadınların ataerkil toplumdaki baskılanışlarını ve küçük görülmelerini açıklamanın bir yolu olmaktadır.

Feminizm
Kristeva’nın feminizme ilişkin görüşlerine baktığımızdaysa feminizmi üç evreye ayırdığını görürüz.

1.Kristeva, feminizmin, içinde Simone de Beavouir gibi isimlerin yer aldığı birinci evresini, evrensel bir eşitlik peşinde olduğu ve cinsel farklılıklara önem vermediği gerekçesiyle reddeder. Bu ilk dönem feminizminin ana izleği olan anneliğin reddedilmesini de eleştirerek anneliği reddetmekten çok yeni bir annelik söylemine gereksinimimiz olduğunu savunur. Kristeva’ya göre anneyi kutsallığa indirgeyen din —özellikle Madonna kavramıyla Katoliklik— ile anneyi doğaya indirgeyen bilim, bugün Batı kültürünün sahip olduğu yegâne annelik söylemleridir. Bu bağlamda Melanie Klein ile D. W. Winnicott’u izleyen Kristeva, Freud ile Lacan’ın yeterince üstünde durmadığı, ruhçözümleme geleneğinin ihmal ettiği Oedipus dönemi öncesi anaerkil işlevin öznelliğin gelişimindeki ve kültür ile dildeki önemini kabul eden yeni bir annelik söylemi için çağrıda bulunur.

2.Kristeva feminizmin, kendine özgü dişi bir dil oluşturma çabasının egemen olduğu ve içinde Irigaray gibi çağdaşlarının da yer aldığı ikinci evresinin de olanaksız olduğunu düşündüğü bu ülküsünden ötürü reddeder. Kristeva, ruhsal yaşamın oluşumunda dilin vazgeçilmezliği üzerine Irigaray gibi düşünürlerle aynı —Lacancı— çizgide düşünse de, dil ile kültürün bütünüyle ataerkil olup terk edilmesi gerektiğini ileri süren feministlerle aynı düşüncede değildir. Aksine kültür ile dilin konuşan öznenin alanı olduğunun ve kadının öncelikle (anneliğinden ya da dişiliğinden de önce) bir “konuşan özne” olduğunun altını koyuca çizer. Bu bağlamda Kristeva’ya göre, felsefi ve ideolojik temellerini yetkeci ve baskıcı olarak tanımladığı modern dilbilimin toplumsal/bireysel ayrımı üzerine kurulu Saussurecü langue/parole (dil/söz) ikiliğinde nesne konumunda olan “konuşan özne” yeni baştan kurulmalıdır.

3.Kristeva, feminizmin “kimlikle” ile “farklılık” kavramları üzerinde durarak bunlar arasındaki ilişkiyi yeniden yorumlama/kurma çabası içinde olan üçüncü evresini desteklemektedir. Bu dönem feminizminin en vurucu özelliği, “kimlik” uğruna “farklılık”tan ya da “farklılık” uğruna “kimlik” ten vazgeçmeyip bu seçimi reddederek cinselliği de içeren çoklu kimlikleri keşfetmeye yönelmesidir. Nitekim Kristeva’ nın farklılık anlayışına göre cinsellik asla birkaç kimlikle sınırlanabilir bir kavram olmayıp her insanda farklıdır.
Felsefe Sözlüğü-Bilim ve Sanat Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder