20. yy.ın kendine
özgü bir filozofu olan Henri Bergson (Paris,18.10.1859 - Paris, 4.11941) 1889
yılında “Essai sur tes données immédiates de ta conscience” (Bilincin Doğrudan
Verileri Üstüne Deneme) adlı kitabıyla doktorasını verdi. Öteki
önemli yapıtları ise şunlardır: “Matière et Mémoire, essai sur ta retation du
corps à l’esprit 1896” (Madde ve Bellek,
Bedenin Zihinle İlişkisi Üstüne Deneme); komiğin anlamını ele aldığı
“Le Rire, 1900” (Gülme); biyolojik yaşamın doğasını incelediği “L’Evolution créatrice
1907” (Yaratıcı
Evrim); “Réflexions sur te temps, l’espace et ta vie, 1920” (Zaman, Uzay ve
Yaşam Üstüne Düşünceler); görelilik kuramı üzerinde durduğu “Durée
et simultan A propos de la théorie d’Einstein, 1922” (Süre ve Eşzamanlılık, Enstein’ın Kuramı
Üstüne); “Les deux sources de la morale et de ta religion, 1932” (Dinin ve Ahlakın
İki Kaynağı); bilincin bedenden bağımsız olduğu konusundaki tezini
savunmak amacıyla yazdığı çeşitli denemeler ve verdiği konferansları içeren
“Energie spirituelle, 1919” (Zihinsel Enerji); metafiziğini en iyi açıklayan
metinlerin bulunduğu “La pensée et le nouvant, 1934” (Düşünce ve Devingen.)
Sistemini kurmaya girişmeden önce Bergson, ampirizmi, rasyonalizmi ve rölativizmi yeniden gözden geçirir ve bu dizgelere karşı çıkar; bunun yanında Darwincilik, Lamarckçılık ve entelektüalizmi de eleştirir. Onun öğretisi, gerçekçilikten yalnızca katı cisimleri; düşünceden yalnızca kavramları, bilinçten de yalnızca biçimi göz önünde tutan görüşleri, yani deneyciliği, usçuluğu ve göreciliği bir yana bırakarak, hem zekânın bir eleştirisini, hem de insan deneyinin başlangıcını sezgiyle kavramaya yönelik bir yöntemdir. Psikolojik bir temele dayanan Bergsoncu sezgi, gerçekçiliğin eklemlenmeleri ve farklılaşmaları üzerinde önemle durur ve sıçramalarla ilerler. Bu gerçeklik, öğelerin birbirine eklenmesinin bir sonucu olmayan ve geliştikçe bireylere bölünerek ortaya çıkan bir gerçekliktir. Bergson’a göre eşya, bu çeşit bir eklemlenmenin sonucudur. Terimleri iç içe giren bir art arda geliş ve niteliksel bir ilerleme olan süre (durée), Bergson’a göre, bireysel ya da toplumsal yaşamı koruma zorunluluklarının gözden kaybettirdiği ve düşüncede yeniden ele geçirilen salt dolayımsızlıktır.
Bergson’a göre bilimler kendi içlerinde büyük ve ciddi bir yetersizliğe ve eksikliğe sahipler. Çünkü onlar hiçbir zaman evrenin tam ve upuygun bir görünümünü yansıtamamaktadırlar. Örneğin bilimsel devinim kavramı temelden tutarsızdır. Bu yüzden bilimler bazı öteki disiplinler tarafından tamamlanmayı gereksinirler. Bu tamamlayıcı disiplinin metafizik olduğu söylenebilir; ancak klasik metafizik de bilimler gibi zihnin bir yaratısı olduğundan tıpkı onlar gibi aynı yetersizlikle özürlüdür. Klasik metafizikler varlığı en son temel olarak, oluşu da (değişme) onun bir türevi olarak görürler. Böylece onlar ne zamanı, ne de değişmeyi anlayabilirler. Metafiziğin kurmaları da (Demokritos ‘un yok edilemeyen atomları, Platon’un öncesiz ve sonrasız formları, Kant’ın değişmez kategorileri gibi) tıpkı bilimlerin konstrüksiyonları gibi yetersizdir ve evreni betimlemekten uzaktır. Bergson’a göre, klasik metafiziğin yanlış olarak varsaydığı ya da sandığı bir başka nokta da, her şeyi kuşatan, kavrayan bir “dizge” nin, içinde yalnız edimsel (aktüel) olanı değil, fakat aynı zamanda olanaklı (possible) olanı da bulunduran bir dizgenin kurulabileceğine olan inançtır. Bu metafizikçilere göre “edimsellik alanı”nın ötesinde ve üstünde bir “olanaklılık alanı” yer almaktadır. Olanaklılıklara inanma ise, varlığın, zihnin bir illüzyonu olduğu kanısından kaynaklanmaktadır. Klasik metafizikçiler buna benzer bir sürü sözde problemler üretmişlerdir. Bu durum karşısında Bergson, metafiziği yeniden tanımlamaya, belirlemeye girişti ve ona yeni bir yöntem kazandırdı: Zihni (intellect) kullanma yerine, sezgiyi (intuition) kullanma. İşte “Metafiziğe Giriş” adlı yapıtının ana konusu budur. Bergson, bu düşüncelerini geliştirerek daha sonra şöyle bir sonuca varır; sezgi, yalnızca salt gerçekliğin (hakikatin) bilgisini sağlar; zihin ise yalnızca görünüşlerin bilgisiyle sınırlandırılmıştır. Buradan da şu sonuç çıkar; metafizik, doğa bilimlerinin üstünde bir disiplindir. Gerçekten de felsefe açısından bakıldığında bilimler, bilme bakımından, cognitiv olarak değersizdirler; çünkü onlar salt gerçeklik hakkında hiçbir şey söyleyemezler. Bu yüzden Bergson’a göre, metafizik ile bilimler eşgüdümlü olmalı, birbirine koşut biçimde ayarlanmalıdır ve değerce de eşit olmalıdır. Çünkü her ikisi de salt gerçeklik alanı ile ilgilidir; bilimler, madde planıyla; metafizik ise tin alanıyla ilgilenir. Dahası her alanın elde ettiği bilgi, sınırsız bir yayılıma da sahiptir ve ideal bir sınırda birbirleriyle bütünleşebilirler. Bergson’un amacı bilimin denetlenmesine kendisini adayacak ve bilimin ilerlemesinde kendisini yetkili söz sahibi kılacak bir felsefeyi formüle etmek suretiyle felsefe disiplininin bilimle ortak bir sınıra sahip olmasını sağlamaktı. Sezgi yöntemini benimseyen metafizik, böylece bilimlere, sürüp gitme, oluş, hatta evrim hakkında doğru bilgi ve veri sağlayarak, bilimlere eklemlenip onları tamamlamış olacaktır.
Bergson felsefesinde temel sorun “zaman” kavramıdır. Zaman genellikle ölçülen ya da ölçülebilen süre, uzaysal boyutları olmayan sürem demektir ve olayların birbirini izlediği sonsuz bir ortam olarak düşünülen soyut, temel bir kavramdır. Ona göre eski felsefenin anladığı bu türde bir zaman, bilimin ölçülebilen bir uzayı (mekân) olarak nitelediği olgudur. Oysa böyle bir görüş zaman kavramının içerdiği sorunu çözmeye yetmez. Örneğin Kant’ta “zaman”, bütün sezgiler için temel işlevi gören zorunlu bir tasarımdır. Genel olarak fenomenlerden (görüngülerden) zamanı dışlamak olanaksızdır, ama zaman içinde görüngüleri pekalâ soyutlayabiliriz.Demek oluyor ki zaman apriori olarak vardır; görüngüler ancak mekân içinde gerçeklik kazanırlar. Tüm görüngüler ortadan kalkabilir ama zamanın kendisi, görüngülerin genel olarak koşulu olmak bakımından, asla ortadan kaldırılamaz. Kant’ a göre, mekân ve zaman deneyin iki ayrı türüne aittirler. Mekân yalnızca dışduyuyu (sinnlichkeit) etkileyen şeyi verdiği için, Kant’ta zaman, mekâna oranla bir ayrıcalığa sahiptir. Bu yüzden zaman, genel olarak bütün görüngülerin apriori biçimsel koşuludur. Kant, zamanı, katışıksız sezgi olarak, içduyu verilerine özgü hale getirmekle, gerçekte zamanın hakiki sezgi kipi olarak gelişebileceği alanı genişletmiş oldu (Kant, Kritik der reinen Vernunft, I, I). Demek ki Newton’un saltık zaman ve uzayın metafizik biçimler olduğu görüşünden etkilenen Kant’a göre zaman bir kavram değil, görünün (anschauung) apriori biçimidir. Olgular ancak bu apriori biçim içinde gerçeklik kazanırlar. Bir başka deyişle görünün apriori biçimi anlamında zaman, olguların olanaklılığının koşuludur.
Bergson’a göre zaman ise, insan bilincinin bir oluşumu ve yaratıcı gelişimidir. Bu nedenle insan bilincinin dışında değil, gelişim süreci içindedir. İnsan bilinci ise belleğin oluşturduğu ayrı bir varlıktır. Belleğin kökeni de geçmişin şimdiki sürede uzamasıdır. Bellek bu özelliği yüzünden, durağan değildir; geçmişten bugüne doğru uzayan kesintisiz bir akıştır. Nitekim insanın bilinçli varlığının özünü, geçmişin şimdiki sürede uzaması demek olan bellek kurar, geçmişin geriye dönmesi söz konusu değildir. Zaten deney de bunu doğrudan doğruya göstermektedir. Bergson’da zaman, hakiki ve psikolojik zaman ile matematiksel zaman olmak üzere ikiye ayrılır; matematiksel zamanın çevirimi uzayda, hakiki ve psikolojik zamanın çevirimi ise bilinçte gerçekleşir.
Sistemini kurmaya girişmeden önce Bergson, ampirizmi, rasyonalizmi ve rölativizmi yeniden gözden geçirir ve bu dizgelere karşı çıkar; bunun yanında Darwincilik, Lamarckçılık ve entelektüalizmi de eleştirir. Onun öğretisi, gerçekçilikten yalnızca katı cisimleri; düşünceden yalnızca kavramları, bilinçten de yalnızca biçimi göz önünde tutan görüşleri, yani deneyciliği, usçuluğu ve göreciliği bir yana bırakarak, hem zekânın bir eleştirisini, hem de insan deneyinin başlangıcını sezgiyle kavramaya yönelik bir yöntemdir. Psikolojik bir temele dayanan Bergsoncu sezgi, gerçekçiliğin eklemlenmeleri ve farklılaşmaları üzerinde önemle durur ve sıçramalarla ilerler. Bu gerçeklik, öğelerin birbirine eklenmesinin bir sonucu olmayan ve geliştikçe bireylere bölünerek ortaya çıkan bir gerçekliktir. Bergson’a göre eşya, bu çeşit bir eklemlenmenin sonucudur. Terimleri iç içe giren bir art arda geliş ve niteliksel bir ilerleme olan süre (durée), Bergson’a göre, bireysel ya da toplumsal yaşamı koruma zorunluluklarının gözden kaybettirdiği ve düşüncede yeniden ele geçirilen salt dolayımsızlıktır.
Bergson’a göre bilimler kendi içlerinde büyük ve ciddi bir yetersizliğe ve eksikliğe sahipler. Çünkü onlar hiçbir zaman evrenin tam ve upuygun bir görünümünü yansıtamamaktadırlar. Örneğin bilimsel devinim kavramı temelden tutarsızdır. Bu yüzden bilimler bazı öteki disiplinler tarafından tamamlanmayı gereksinirler. Bu tamamlayıcı disiplinin metafizik olduğu söylenebilir; ancak klasik metafizik de bilimler gibi zihnin bir yaratısı olduğundan tıpkı onlar gibi aynı yetersizlikle özürlüdür. Klasik metafizikler varlığı en son temel olarak, oluşu da (değişme) onun bir türevi olarak görürler. Böylece onlar ne zamanı, ne de değişmeyi anlayabilirler. Metafiziğin kurmaları da (Demokritos ‘un yok edilemeyen atomları, Platon’un öncesiz ve sonrasız formları, Kant’ın değişmez kategorileri gibi) tıpkı bilimlerin konstrüksiyonları gibi yetersizdir ve evreni betimlemekten uzaktır. Bergson’a göre, klasik metafiziğin yanlış olarak varsaydığı ya da sandığı bir başka nokta da, her şeyi kuşatan, kavrayan bir “dizge” nin, içinde yalnız edimsel (aktüel) olanı değil, fakat aynı zamanda olanaklı (possible) olanı da bulunduran bir dizgenin kurulabileceğine olan inançtır. Bu metafizikçilere göre “edimsellik alanı”nın ötesinde ve üstünde bir “olanaklılık alanı” yer almaktadır. Olanaklılıklara inanma ise, varlığın, zihnin bir illüzyonu olduğu kanısından kaynaklanmaktadır. Klasik metafizikçiler buna benzer bir sürü sözde problemler üretmişlerdir. Bu durum karşısında Bergson, metafiziği yeniden tanımlamaya, belirlemeye girişti ve ona yeni bir yöntem kazandırdı: Zihni (intellect) kullanma yerine, sezgiyi (intuition) kullanma. İşte “Metafiziğe Giriş” adlı yapıtının ana konusu budur. Bergson, bu düşüncelerini geliştirerek daha sonra şöyle bir sonuca varır; sezgi, yalnızca salt gerçekliğin (hakikatin) bilgisini sağlar; zihin ise yalnızca görünüşlerin bilgisiyle sınırlandırılmıştır. Buradan da şu sonuç çıkar; metafizik, doğa bilimlerinin üstünde bir disiplindir. Gerçekten de felsefe açısından bakıldığında bilimler, bilme bakımından, cognitiv olarak değersizdirler; çünkü onlar salt gerçeklik hakkında hiçbir şey söyleyemezler. Bu yüzden Bergson’a göre, metafizik ile bilimler eşgüdümlü olmalı, birbirine koşut biçimde ayarlanmalıdır ve değerce de eşit olmalıdır. Çünkü her ikisi de salt gerçeklik alanı ile ilgilidir; bilimler, madde planıyla; metafizik ise tin alanıyla ilgilenir. Dahası her alanın elde ettiği bilgi, sınırsız bir yayılıma da sahiptir ve ideal bir sınırda birbirleriyle bütünleşebilirler. Bergson’un amacı bilimin denetlenmesine kendisini adayacak ve bilimin ilerlemesinde kendisini yetkili söz sahibi kılacak bir felsefeyi formüle etmek suretiyle felsefe disiplininin bilimle ortak bir sınıra sahip olmasını sağlamaktı. Sezgi yöntemini benimseyen metafizik, böylece bilimlere, sürüp gitme, oluş, hatta evrim hakkında doğru bilgi ve veri sağlayarak, bilimlere eklemlenip onları tamamlamış olacaktır.
Bergson felsefesinde temel sorun “zaman” kavramıdır. Zaman genellikle ölçülen ya da ölçülebilen süre, uzaysal boyutları olmayan sürem demektir ve olayların birbirini izlediği sonsuz bir ortam olarak düşünülen soyut, temel bir kavramdır. Ona göre eski felsefenin anladığı bu türde bir zaman, bilimin ölçülebilen bir uzayı (mekân) olarak nitelediği olgudur. Oysa böyle bir görüş zaman kavramının içerdiği sorunu çözmeye yetmez. Örneğin Kant’ta “zaman”, bütün sezgiler için temel işlevi gören zorunlu bir tasarımdır. Genel olarak fenomenlerden (görüngülerden) zamanı dışlamak olanaksızdır, ama zaman içinde görüngüleri pekalâ soyutlayabiliriz.Demek oluyor ki zaman apriori olarak vardır; görüngüler ancak mekân içinde gerçeklik kazanırlar. Tüm görüngüler ortadan kalkabilir ama zamanın kendisi, görüngülerin genel olarak koşulu olmak bakımından, asla ortadan kaldırılamaz. Kant’ a göre, mekân ve zaman deneyin iki ayrı türüne aittirler. Mekân yalnızca dışduyuyu (sinnlichkeit) etkileyen şeyi verdiği için, Kant’ta zaman, mekâna oranla bir ayrıcalığa sahiptir. Bu yüzden zaman, genel olarak bütün görüngülerin apriori biçimsel koşuludur. Kant, zamanı, katışıksız sezgi olarak, içduyu verilerine özgü hale getirmekle, gerçekte zamanın hakiki sezgi kipi olarak gelişebileceği alanı genişletmiş oldu (Kant, Kritik der reinen Vernunft, I, I). Demek ki Newton’un saltık zaman ve uzayın metafizik biçimler olduğu görüşünden etkilenen Kant’a göre zaman bir kavram değil, görünün (anschauung) apriori biçimidir. Olgular ancak bu apriori biçim içinde gerçeklik kazanırlar. Bir başka deyişle görünün apriori biçimi anlamında zaman, olguların olanaklılığının koşuludur.
Bergson’a göre zaman ise, insan bilincinin bir oluşumu ve yaratıcı gelişimidir. Bu nedenle insan bilincinin dışında değil, gelişim süreci içindedir. İnsan bilinci ise belleğin oluşturduğu ayrı bir varlıktır. Belleğin kökeni de geçmişin şimdiki sürede uzamasıdır. Bellek bu özelliği yüzünden, durağan değildir; geçmişten bugüne doğru uzayan kesintisiz bir akıştır. Nitekim insanın bilinçli varlığının özünü, geçmişin şimdiki sürede uzaması demek olan bellek kurar, geçmişin geriye dönmesi söz konusu değildir. Zaten deney de bunu doğrudan doğruya göstermektedir. Bergson’da zaman, hakiki ve psikolojik zaman ile matematiksel zaman olmak üzere ikiye ayrılır; matematiksel zamanın çevirimi uzayda, hakiki ve psikolojik zamanın çevirimi ise bilinçte gerçekleşir.
(…..)
Bergson'un kavramlarına ilişkin sözü Bedia Akarsu'ya bırakıyorum:
Varlığın gerçekliğini kuran yaşam akışı gelişmesinde iki doruk noktasına erişir: Anlak (zekâ - intelligence) ve içgüdü (instinct).
İçgüdüyü anlağın bir önbasamağı olarak görmek yanlış, Bergson'a göre. İçgüdü de anlakla aynı değerde bir bilgi kaynağıdır. Hayvanlarda açık bir biçimde beliren içgüdü bize yalnız bilgi vermez, gerçekliğin doğrudan içine götürür bizi. Ama içgüdünün iki güçlüğü var: ilkin, içgüdü kayıtsızdır ve çevresiyle sınırlıdır. İkinci olarak kendi üzerinde düşünemez, çünkü tinsel değildir. Kendini aşıp düşünce dünyasına giremeyişinin nedeni budur. Anlak içgüdünün bu iki güçlüğünü yener, onu aşar. Ama onun da güçlükleri var: yalnızca ölü olanı, değişmez olanı, devinimsiz olanı kavrar. Anlağın bütün kavramları sonsuzdur, değişmezdir ve zamansızdır. Bundan dolayı devinim içinde olan-yaşamın içine giremezler, bu çerçeveyi kırmadan, parçalamadan. Değişmez biçimler, sağlam düşünce biçimleri yaşama öğeleridir anlağın; en güvence içinde çalıştığı alan da geometri ve mantıktır bu yüzden. Her gerçekliği uzay kavramı ile kurmaya çalışması açık bir belirtisidir onun. Bilim bütün kavramlarının içinde bir çeşit uzay vardır. Bundan dolayı örneğin ruhbilim tinsel yaşamı açıklamaya kalkıştı mı bulanıklığa düşer Bergson'a göre.
Anlağın gerçeği kavramada bu başarısızlığı nereden geliyor? Çünkü, Bergson'a göre, anlak evreni tanımak için değil, evrene egemen olmak için verilmiştir. Bacon'ın şu sözü modern doğa bilimini tam dile getiren bir söz: "Doğaya egemen olmak için onu parçalamalıyız." Bilim tanımak istediği şeyi öğelere ayırır, parçalar, ama böylece de onu ölü duruma getirir. Anlak evrene egemen olmak için de tekniği yaratmıştır.
Ancak, bilimin bütün kavramlarıyla gözden kaçırdığı bir şey var: zaman. Doğa bilimi de zamanı kullanır, ama bunu hep uzay kavramı ile yapar. Durum noktalarını ayırır, bir çizgi içinde toplar, ve bu çizgiye "zaman" der. Bilim kendi başına zamanı tanımadığı için "değişme"yi de tanımaz. Gelişmeyi ancak süre (durée) olarak anlarsak açıklığa erişebiliriz, Bergson'a göre. işte Bergson'un ilk temel kavramı.
Süre
Süre nedir? Süreyi en iyi kendimizi tam vererek bir melodiyi yaşarken anlarız: Gözlerimizi kapayalım ve kendimizi musiki yaşantısına bırakalım. Tek tek sesler, notalar artık parçalanmayacak; dakika ve saniyeler yoktur artık, her uzay parçası yok olmuştur. Bir nota sonra gelen notanın içinde kaybolur ve devinim sürekli bir akış halini alır. Bu yaşantıda maddeyi yeniyoruz, uzayın sınırlarının üstüne çıkıyoruz ve içimizde salt bir süreyi yaşıyoruz. Bütün benliğimizle kendimizi bir işe verdiğimizde de aynı şeyi duyarız. Geçmiş sürekli olarak bugüne akıyor ve geleceğe doğru. Böyle bir tam kendini verişte zaman ortadan kalkar, süre başlar. Süreyi yaşayabilmemizin koşulu bellektir. Bellek zaman aralıklarını yener, geçmiş şimdi olarak yeniden yaşanır. Bellekte uzay ve zamanı bırakıyoruz.
Gerçeği kavramada anlak başarısız olunca başka bir alet bulmalıyız gerçeği kavramak için. Bu da Sezgidir (intuition). Bu da Bergson'un ikinci temel kavramı.
Sezgi
Nedir sezgi? Bunu örneklerle açıklar Bergson: Doktor hastasına tanı (teşhis) koymak istiyor. Hastayı özenle inceliyor, analizler yapılıyor, hasta haftalarca denetim altında. Bergson bütün bunlara önem veriyor. Kendisi de uzun yıllarım bilime vermiş bir filozof. Anlağı sıkı bir biçimde kullanmadan, büyük çabalar ve sağlam bir yöntem olmadan bilim de felsefe de yapılamayacağını biliyor. Ama bilim tek başına yeterli değil ona göre. Doktor bütün belirtileri sıkı sıkıya araştırmıştır, ama şimdi bir şey kalıyor: "Bir anda yakalama — kavrama", "sezme", "sezip bulgulama" denilen şey. Bazı taşra doktorları vardır iki, güvenle tanı koymasına birkaç belirti yeter. Doktor bir yerde bir atılım, bir sıçrama yapmak zorundadır, bir güce kendini bırakmak ve bir anda kavramak, yakalamak, sezmek zorundadır; işte buna Bergson "intuition — sezgi" der. Yabancı dil öğrenmede de aynı durum var. Sözcükleri ve dilbilgisini çok iyi öğrenebilir insan, ama bu dile içten yabancı kalır yine de. Ancak o dilin ülkesine gidilince, oranın sevdiği insanlarıyla bu dili konuşunca, sözcükleri sevgi ve mutlulukla içten yaşarsa o dili gerçekten kavrar. Sezgi (intuition) öyleyse içgüdü ve anlağın bir bireşimidir. Gerçeği böyle dolaysız kavramakla içgüdüden yararlanır; anlaktan yararlanması ise iki türlüdür: ilkin anlak içgüdüyü tutkularından kurtarır, ikinci olarak da içgüdüde uyku halinde olan bilinci tam olarak uyandırır. Sezgi —intuition— öyleyse kendi bilincine varmış içgüdüdür. Böylece gerçeği bize kavratacak olan sezgi oluyor Bergson'da.
Sezginin, dolaysız kavramanın ya da Bergson'un terimiyle intuition'un bize örtüsünü kaldırdığı gerçeklik nedir? diye soruldukta Bergson'un yanıtı: Yaşam akışıdır, biricik, güçlü yaşam akışı. Bu akışta taşlar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar durmadan akıp giderler. Madde de değişmez görünüşüne karşın durmadan akan devinim içinde kavranır. Yalnız bu devinimin doğrultusu bilincin doğrultusuna koşut değildir. Bitki ve hayvanlardaki bilinç yaşamının engellenmiş olması bununla açıklanır. Yaşam, özgür olarak sınırsız olana akabileceği geçici ancak insanda bulur.. Yaşamın bütün eğilimlerinin insanda bulunduğu söylenemez. Bazı eğilimler vardır ki bitki ve hayvanlarda yerleşmişlerdir. Ama orada bir çıkmaz sokaktadırlar. Yalnız insan yaşamın özgür bir gelişme içinde akıp gittiği doğrultuyu gösterir. Bundan böyle Darwin'in kuramı da tersine-çevrilir: İnsan aşağı hayvanlardan türemiş değildir, tersine,, o hayvan türleri insana doğru giden gelişme yolunda yolda bırakılmış bozuk - çatlak ürünlerdir. İnsan, yaşamın özgür gelişmesi içinde yolda kalmış olmadığından, özgürdür Özgürlük en gerçek bir olgudur Bergson'a göre. Özgürlüğün yadsınması doğa biliminden gelir; doğa bilimi ölü kavramlarıyla özgürlüğün gizemini kavrayamaz elbette. Gerçi özgürlüğün her tanımı belirlenimciliğe (determinizm) hak verdirir, ama belirlenimcilik yaşantılarla çelişmeye düşer. Yaşayan zaman içindedir, ama zaman kavramlarla hiç bir zaman anlaşılamaz. Biz otomatlar değiliz, kendimizi her an: yeniden yaratırız. Ama elbette her zaman özgür değiliz, yalnızca kendi benimizin en derin temelinden eylemde bulunursak ancak özgür oluruz. Bu gibi anlar da insan yaşamında pek azdır. Bundan dolayı insan yaşamında özgür olduğu zamanlar pek azdır. Öteki kalan zamanlarda insan: da bir parça dış-dünyadır ancak: düşünmez, konuşur; eylemez, yürüyen şeritte ileri gider.
Yaşamı öylesine ileri götüren o iç güç nedir? O da "yaşama atılımıdır (élan vital) Bergson'a göre. Bir havai fişekten her yeni ateşlemede bütün renkler saçıldığı gibi, yaşama atılımı da "yaratıcı gelişmesinde" boyuna yeni türler yeni cinsler meydana getirir. Yaratmadan yaratmaya bir sıçramadır bu. Her canlıya boyuna sıçramak devinim veren bu yaşama atılımının iç güç kaynağı da Tanrıdır. Tanrının kendisi de yaratıcı gelişme ile içten bağlantı içindedir. Bundan dolayı Tanrı son bulmuş bir şey değil, bitip tükenmez bir yaşamadır, sonsuz eylem, durmayan özgürlüktür. Yaratma da böylece mucize olmaktan çıkar, kendiliğinden anlaşılır bir şey olur. Böylece Bergson tinselci bir fizikötesine (spiritualist metafizik) varıyor sonunda. Bütün canlı varlıklar birbiriyle bağlantı içindedir, hepsi aynı verimli atılımın egemenliği altındadırlar.
Bergson'un ahlâk ve din görüşü de bu fizikötesi görüşü ile bağlantı içinde. Anlak ve sezgi (intuition) ahlâk ve dinin iki kaynağını oluşturur. Anlağın meydana getirdiği ahlâk kapalı topluım ahlâkıdır. Bir topluma egemen olan alışkanlıklarda, törelerde ve yasalarda belirir; orada özgürlük değil, yasalar egemendir. Ödevler yaşama gereksinimleriyle birlikte gider. Sezgi ahlâkı ise içinde sevgi ve özgürlüğün egemen olduğu açık toplum ahlâkıdır. Burada artık yasa değildir geçerlikte olan, örnektir kımıldatıcı bir atılımdan doğar bu ahlâk ve ilkin kahramanlar tarafından yaşanır.
Çağdaş Felsefe, Prof.Bedia Akarsu,Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1979
Henry Bergson'da Zeka Sezgi İkilemi
Henry Bergson'da Zeka Sezgi İkilemi
Bergson Metafiziği
20.Yüzyılda Felsefe (Bergson 1) Çetin Türkyılmaz
20.Yüzyılda Felsefe (Bergson 2) Çetin Türkyılmaz
20.Yüzyılda Felsefe (Bergson 3) Çetin Türkyılmaz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder