Büyük Dinler
“Genel olarak benimsendiği şekliyle bir felsefe tarihinden söz edildiğinde, akla sadece Avrupa – Batı felsefesi tarihi gelir. Bunun dışındaki felsefe ya çoğunlukla başlangıçlarda kalmıştır, ya da henüz “kurulmaktadır”.(1)
Gerçekten de elimizdeki felsefe
tarihlerinin kapsamı Alain Daimer’in belirlemesini haklı kılıyor. Bizim
başlığımız ve buradaki bölümlemelerimiz de, klasik tavrın dışında değil. Bu
tavır, felsefeyi Yunan dünyasında başlayan ve gelişen düşünme süreci olarak
görür.
“Felsefe öncesi” ne de değinen birkaç
alıntı ile ilerleyelim.
Felsefenin Başlangıcı
İnsan “bu dünya nereden gelip nereye
gidiyor?” “İnsanın bu dünyadaki yeri ve anlamı nedir? Gibi metafizik
nitelikteki soruları öteden beri kendi kendisine sormuş, bunların yanıtlarını
da söylencelerde, dinsel tasarımlarda bulmuş, bunlara oldukları gibi
inanmıştır. Ancak bu yanıtların insanı artık inandırmaz, doyurmaz olduğu bir an
da gelmiştir. O zaman insan, bu son soruların yanıtlarını kendi düşüncesiyle,
kendi gözlemleriyle arayıp bulmaya girişmiştir. Böyle bir davranışı da,
insanlık tarihinde ilk olarak, Milâttan önceki VI.yy.da, o zamanlar İonia
denilen bizim bu günkü Ege bölgesinde
buluyoruz. İlk belirtileri burada görünen bu eleştirici tutum, bugün bildiğimiz
anlamındaki “varolanlar üzerine yöntemli düşünme olan felsefeye yol açmış,
üstelik bütün Batı uygarlığı için başlıca çıkış yeri olmuştur ve insanlık tarihinde gittikçe de ağır
basmıştır.
Bu tutum elbette kendini hemen
gerçekleştirmiş, birdenbire bütün özellikleri ile ortada görünmüş değil. Eski
dinsel tasarımlarla yeni bilimsel felsefi görüşler arasında arabasamaklar var:
Evrenin doğuşunu, oluşumunu anlatan kosmogonia ve kosmologia ozanlarının mitoloji ve kavram karışımı düşünceleri bu
niteliktedir. Bu ozanların en belirgin örneği Hesidos’tur. Gelenek göreneklere
kendi gözlemlerini katarak doğru yaşama, doğru davranma konusunda
özdeyişleriyle yolgösterici olmak isteyen “Yedi Bilgeler” de bu ara basamakta
yer alırlar. (2)
Felsefenin
ve Bilimlerin Ortaya Çıkışı
(….)
İnsan toplumlarının ne kadar başlangıcına
gidersek gidelim, dil, konuşma olgusuyla karşılaştığımıza göre, toplum yaşamın
temelinde daima birtakım düzenli (örneğin dinsel buyruklar biçiminde örgütlenen
) bilgilerin bulunduğunu kabul etmemiz gerekir.
Ancak insanda bilme isteğinin İ.Ö. 6.yy.da
Eski Yunanistan’da felsefenin başlamasıyla ileriye doğru önemli bir adım attığını
biliyoruz. Bu ilerlemeyi kuşkusuz yukarıda anlattığımız “logos” kavramı
belirlemiştir: araştırma sonucu olarak elde edilen bilgilerin akılla temellendirilmesi olanaklı hale gelmiştir. (3)
Felsefe
Felsefe ilkece üzerinde düşünülmesi
olanaklı bütün her şeyi düşünen, varolan her şeyi bütün yönleriyle sorgulayan
alabildiğine çok yönlü araştırmalar bütünü olarak, hem bilginin hem de “yaşam
bilgeliği” nin peşinde koşma etkinliğidir. Nitekim felsefenin köklendiği Eski
Yunan’da felsefeden anlaşılan, hiçbir çıkar ya da yarar gözetmeksizin bilginin
peşinden yine salt bilginin kendisi için koşmakla özdeştir.
(…)
Felsefe denince genellikle iki bin beş yüz
yılı aşkın süredir varolagelen Batı
Felsefesi anlaşılıyor olsa da, “Buddhacılık”tan “Konfüçyüsçülük” ve, “Hint
Dini”nden “İslâm” a, “Taoculuk”tan “Şamanizm” e dünya kültürler tarihinde
biribirinden son derece değişik felsefe tasarımları, dolayısıyla da her biri
kendi içinde başlı başına araştırma konusu olarak görülebilecek değişik
değişik felsefe tarihleri bulunmaktadır.
(…)
Felsefe, M.Ö. VI.yüzyılda Eski Yunan’da Sokrates öncesi doğa
filozoflarınca, “düşünme etkinliği”nin
söylenler ile dinsel açıklamaların egemenliğine dayalı “usdışı”
öğelerden ayıklanmasıyla, doğaüstü birtakım kaynaklara başvurmak yerine doğanın
her durumda yine doğanın kendisi aracılılığıyla, hep doğada asıl anlamda
bulunan “kendilik”lerden yardım alınarak araştırılmasıyla başlamıştır. (4)
Bugünkü
anlamıyla felsefe, nerede ve nasıl başladı?
Felsefeye ve düşünce tarihine ilişkin
bugünkü bilgilerimiz, felsefenin eski Yunanistan’da başlamış olduğunu
söylememizi gerektiriyor. Gerçekten de, felsefenin cevap vermeye çalıştığı
«evrenin kaynağı ve temeli nedir? », «İnsan yaşamının anlamı ve amacı
nerededir?» gibi sorulara, akla dayanarak karşılık bulmaya çalışan ilk
düşünürlere, eski Yunanistan’da rastlıyoruz. Bu düşünürler, dinlerin ve
mitosların (efsanelerin), bu çeşit sorulara verdikleri cevaplarla
yetinmemişler; akla ve kavramlara dayanan felsefi-bilimsel karşılıklar bulmaya
çalışmışlardı. ister Çin’den, Hint’ten, Önasya’dan, ister Yunanistan’dan
kaynaklanmış olsunlar, mitoslar, bu çeşit sorulara cevap verirken dinsel
düşüncenin kendine özgü özelliklerinden kurtulamıyorlardı. Mitoslarda ele alman
en genel sorulara (örneğin, «evrenin kaynağı nedir? » sorusu) verilen
karşılıklar inanca dayanıyor; inanç üzerinde temelleniyordu. Başka bir deyişle,
mitoslarda, akla dayanan özgür düşüncenin işleyişi görülmüyordu. Üstelik
mitoslarda, kavramlar değil imgeler (imajlar) ağır basıyordu. Yani sundukları
açıklamaların temelinde, kavram (genel ve soyut düşünceler) değil, somut
varlıklar ve bunların insan zihnindeki yansıları yer alıyordu. Demek ki mitoslar,
insan gibi tasarladıkları (insan suretinde ve kişi olarak kavradıkları) bazı
güçleri, yani çeşitli tanrıları işin içine sokarak, evrenin ve insanoğlunun
ortaya çıkışını açıklamaya çalışıyorlardı. Evrenin kaynağında (kökünde) “ne
vardır?”, diye sormuyorlardı; “kim vardır?” diye soruyorlardı. Mitoslar, evreni
ve tüm doğa olaylarını, kişi alarak tasarlanan ve inanç konusu olan güçlerle
açıklama çabasından başka şey değildi. Örneğin Türk mitolojisi evrenin
yaradılışını şöyle açıklıyordu: “Daha gök ve yer yaradılmadan önce her şey
sudan ibaretti. Ne toprak, ne güneş, ne de ay vardı. Bütün tanrıların en
büyüğü; her varlığın başlangıcı ve insanoğlunun atası Tanrı Kara-Han, önce
kendisine benzer bir mahluk yarattı ve ismine Kişi dedi. Kara-Han ve Kişi, iki
siyah kaz gibi rahatça, su üzerinde uçuşuyorlardı. Fakat Kişi, bu mesut
sükunetten memnun değildi. O, Kara-Handan daha yükseğa -uçmak istiyordu”
(Behçet Necatigil-Mitoloji Sözlüğü)
İşte
Türkistan’da, Çin’de, Hint’te, Mısır’da, eski Yunanistan’da ve başka
birçok yerde örneklerine bol bol rastladığımız imgeye dayanan bu mitosçu
düşüncenin eleştirilmesinden ve imgelerin yerine inanca değil akla dayanan
felsefi bilimsel kavramların ve açıklama kapmaya çalışılmasından doğmuştur.
Demek ki felsefe, dinlere kaynaklık etmiş olan ve özü bakımdan dinden farklı
olmayan mitosların aşılmasıyla; evrenin kaynağı ve insan yaşamının anlamı gibi
en genel sorunlara, dinsel düşüncenin etkisinden sıyrılarak kavramlarla ve akıl
yürütmeyle cevap verme çabasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu türden ilk
cevaplara ise. yukarda belirttiğimiz gibi eski Yunanistan’da rastlıyoruz.
Eski
Yunan’dan önce felsefi ve bilimsel düşünce kesinlikle yok muydu?
Eski Çin, Hint ve İran dinlerinde ve mitoslarında,
hem doğa hem de insan yaşamı konusunda derin felsefi düşünceler bulunduğu bir
gerçektir. Hatta Çin ve İran dinlerinde. varlıkları ve olayları karşıtlarla ve
birbiriyle çatışan gerçeklerle açıklama eğilimi
de görülüyor. Yani eski Doğu düşüncesinde, diyalektik görüşe benzer ilkel
bir düşünüşe rastlandığı bile söylenebilir.
Her ne olursa olsun burada dikkatimi çeken nokta, felsefi düşünceye
oranla din düşüncesi yine ağır basmasıdır. Başka bir deyişle, eski Doğu
düşüncesinde felsefe, dinden tamamen sıyrılarak bağımsızlığını elde edememiş ve
kendini yalnızca akla ve mantığa dayanan özgür bir araştırma alarak ortaya kaymamıştır. Oysa eski Yunan
düşünürleri, bazı felsefi düşünceleri aldığı gibi bazı bilgileri de Doğudan ya
da başka yerden aldıkları halde. bambaşka bir biçimde işlemiş, geliştirmiş ve düzenlemişlerdi.
Örneğin eski Mısır’da geometri, Nil ırmağının belli zaman arda doğurduğu
taşkınları önlemek ve bu amaçla kanallar açmak zorunluğundan doğmuştu. Yani,
pratik bir amacı göz önünde tutuyordu. Ve bu pratik amaçlardan hiç bir zaman
sıyrılamamış. bağımsız ve derli toplu yanı sistemli bir bilgi haline
gelememişti bölük pörçük kalmıştı. Oysa Yunan düşünürleri ve özellikle Euklides
yalnız teknik ve pratik özellik taşıyan bu bilgileri sistemli ve kuramsal
(teorik) bir (geometri) bilim durumuna getirmeyi başardılar. Aynı şeyi
Babil’lilerin dinsel amaçları gözetmekten doğan astronomileri için de söyleyebiliriz.
Bu bilgi dalı da, eski Yunan düşünürlerinin ve bilginlerinin elinde, derli
toplu, düzenli, ve ‘yalnızca pratik amaçlara değil kuramsal amaçlara da’ yönelen,
yani bilmek için bilmek isteğine cevap veren bir bilim durumuna geldi. Yunan
düşünürleri, din ve mitoslarda, dağınık ve birbiriyle ilintisiz durumda
bulunan: İmgelerle ya da simgelerle sembollerle dile getirilmiş olan felsefi
düşünceleri de mantıksal ilintilerle birbirine bağlanmış. amacını kendi içinde
taşıyan bağımsız ve kuramsal bir bilgi durumuna getirmeye çalıştılar. Felsefeye
yalnızca dine, ya, da pratik amaçlara yararlı bir çaba olarak değil, doğruyu (hakikati)
salt doğru olduğu için arayıp bulmaya çalışan bir çaba olarak benimsediler.
Bundan ötürü «bilgi ve bilgelik sever» tipine, yani bilimsel açıklamalar
yapmaya çalışan özgür düşünceli filozofa da, ilk olarak eski Yunanistan’da
rastlıyoruz. (5)
Peki,
başlangıç sorununda karşı savlar yok mudur?
Mit, din ve felsefenin, yaşam üzerine
düşünmelerinin, var olan üzerine yorumlarının sınırları nerelerden geçmektedir.
Konuya başka bir açıdan yaklaşan, Zeynep Direk’in “Felsefenin Başlangıcı Sorusu” başlıklı metniyle devam edelim.
Felsefenin
Başlangıcı Sorunu
“Felsefi olanla olmayan arasındaki sınır
neye göre çizilecek ve nasıl keyfi olunmayacaktır? Felsefeyi pre-Sokratik
filozoflarla başlatanlar bu sınır çizgisinin işaretlerini nasıl koymaktadırlar?
Bunlardan ilkini ve belki de en önemlisini ortaya koyan tez
şudur: “Felsefenin başlangıcında mitik düşüncenin geri çekildiğine ve yerini
rasyonel düşünceye bıraktığına tanık oluyoruz.” Felsefenin doğum yerini anlatan
çağdaş kaynaklar bunu, milattan önce altıncı yüzyılın başında İyonya’nın Milet
bölgesinde buluyorlar. Thales, Anaksimenes ve
Anaksimandros gibi Miletli düşünürler mitik açıklama
biçimlerini terk etmişler ve doğayı başka bir gözle görmeye başlamışlardır. Bu
konuyu ele alan Jean-Pierre Vernant’a göre bu düşünce “sistematik” ve
“çıkar-gözetmez” (désintéressée) olma özelliklerini taşır, çünkü pratik
kaygılarla yönlendirilmemiştir. Felsefe “kuramsal tavra” geçerek yapılan bir
araştırmadır. Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros tanrıların ve evrenin
oluşumunu, dünyanın ve ondaki düzenin nasıl ortaya çıktığını dramatik bir
biçimde, hayal gücüne dayanarak anlatan mitik açıklama biçimlerini terk edip
“rasyonel düşünce”yle iş görme ye başlamışlardır. Vazgeçtikleri şey görüngüleri
ölümsüz, doğa üstü Tanrıların arasında olup biten olaylara, savaşlara,
uzlaşmalara dayanarak açıklama biçimidir. Vernant’a göre pre-Sokratikler ilk
“fizikçilerdir” ve onların yaptıkları açıklama varlığın bütününün “pozitif” bir
açıklamasıdır. Vernant’ın aktardığı bu argüman onun kendi argümanı değildir
elbette, oldukça klasik bir yaklaşımdır ve J. Burnet tarafından temsil edilir.
Bu argümanı Heidegger’e dayanarak sorgulamak mümkündür.
Heidegger onu, Eski Yunan’a modernliğe ait kavramlarla bakarak Thales,
Anaksimenes ve Anaksimandros gibi düşünürlerin yaşadığı varlık deneyimini
çarpıttığı için eleştirecektir.
1) Mitle felsefe arasında yapılan ayrım, felsefi düşünce
“rasyonel açıklama”,”bilimsel açıklama” gibi, terimlerle nitelendiği için
sorunludur. İlkin “rasyonel açıklama” denen şeyin tarihsel kaynağında logos
kavramı bulunur. Ama logos ile “rasyonel açıklama” arasındaki hermenötik mesafe
oldukça uzaktır.
2) “Bilimsel açıklama” gibi bir kavramı pre-Sokratiklere ilişkin
olarak kullanmak, onları bizim anladığımız modern anlamda, hatta Aristoteles’in
anladığı anlamda “bilim” yapmadığını yeterince ciddiye almamaktır. Öncelikle
pre-Sokratiklerin phusis kavramına bakıldığında ortaya bambaşka bir doğa
anlayışı çıkar. Öyleyse “fizikçilik”, “pozitiflik” gibi kavramlar pre-Sokratik
düşünürleri yanlış temsil eden kavramlardır.
3) Pre-Sokratik düşünürlerin evrenin oluşumuyla ilgili
mitolojik açıklamalardan ne kadar koptukları şüphelidir. Pre-Sokratikler hala
doğanın kutsallıktan kopmadığı bir çerçeve içinde bulunurlar.
Pre-Sokratik düşünürlere göre doğa dünyanın, insanların,
ilahi olanın dahil olduğu bir bütündür. Tüm varolanlar aynı birleşmiş düzlemde
bulunurlar. Bitkiler, hayvanlar, insanlar, tanrılar her yerde aynı güçleri
gösteren doğanın parçalarıdır. Ama zaten mitolojinin tanrıları da “aşkın”
varlıklar değil, insan gibi doğaya içkin varlıklardır.
Pre-Sokratik felsefenin mitolojiyi yansıttığı fikrini
destekleyen daha ilginç bir araştırma, Vernant’ın da işaret ettiği gibi, E M.
Cornford tarafından yapılmıştır. Cornford’a göre “felsefe doğumunda bilimsel
bir kuramdan çok mitik bir kurguya yakın”dır. “İyonyalıların fiziğinin ne
ilhamı ne de yöntemi bugün bizim ‘bilim’ dediğimiz şeye benzer.”
Pre-Sokratikler “deney yapma” nosyonuna ya da pratiğine sahip değillerdir.
Pre-Sokratik düşünce, aklın doğa üstüne yaptığı saf ve kendiliğinden bir
düşünümün ürünü değildir. Pre-Sokratiklerin yaptığı şey, dinin geliştirdiği
mitik dünya görüşünü, daha soyut bir terminoloji kullanarak daha laik bir
çerçeveye aktarmaktır. Pre-Sokratik düşünürlerin evrenin oluşumuna ilişkin
açıklamaları, evrenin oluşumuna ilişkin mitlerin temel izleklerini yeniden ele
alır ve geliştirir. Kısacası Cornford’a göre, pre-Sokratik felsefe miti başka
türlü bir söylemle yeniden yazar.
(.....)
Filozofun dindar bir insandan ayrı bir entelektüel iklimde
yaşadığı doğru olabilir, ama bu dindar bir insanın filozof olamayacağı ve dinin
kavramlarım felsefi bir biçimde tartışamayacağı anlamına gelmez. Platon eski
Yunan’ın pagan dinine inanmıyor olabilir, ama doğu dinlerinin, örneğin ruhun
ölümsüzlüğü, anamnesis, yenidendoğum gibi öğeleri onun felsefesine mitler
yoluyla girmiştir.
Bütün bunları kurcaladıkça, şu soru daha belirgin bir
biçimde çıkıyor ortaya: Felsefe neden Eski Yunan’da başlamış
olsun? Mısır’da, Hint’te, Pers düşüncesinde, Çin’de, Tevrat’ın yazıldığı Yahudi
kültüründe neden olmasın felsefe? Neden Upanişadlar, Vedalar, Avesta, Ölüler
Kitabı, Tevrat felsefi olmasın? Neden felsefe tarihini buralardan, hatta Çin’den
başlatmıyoruz da Eski Yunan’dan başlatıyoruz?” (6)
Andığımız makalede Zeynep Direk, Robert Bernansconi’nin
konuyla ilgili araştırmasına gönderme yaparak, Felsefe Tarihi’nin XVIII.yy.da
yeniden yazılması sırasında Avrupalılaşmaya başladığını belirtiyor.
“Robert Bernasconi’nin bu konudaki tarihsel araştırması bize
unutulanı hatırlatıyor. Felsefeyi Eski Yunan’dan başlatmak tarihsel olarak yeni
bir tavırdır. Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadar felsefe böyle
okunmuyordu. Felsefenin Çin’de başlamasında acayip bir şey görülmüyordu. Doğu
felsefesini felsefeden saymamak için bugün en çok kullanılan argüman şudur:
“Doğu’da entelektüel gayret dini amaçlara, aşkın hedeflere
yöneliktir.” Zaman zaman bazı Avrupalı düşünce tarihçileri, Doğu bilgeliğinin
verdiği eserlerin içinden bazı unsurları ayıklayarak bunlara “felsefe” statüsü
kazandırmaya ve yaptıkları işi karşımıza bir bilgi ya da doğa öğretisiymiş gibi
koymaya çalışmışlardır. Halbuki örneğin Hint düşüncesinde, Nyaya ya da
Vaisesika’da bağımsız düşünme, bilgi, doğa, varlık öğretileri yoktur. Dini bir
ifade içinde bulunuyorlar bunlar. Bu bilgelerin amacı bir doğa araştırması
yapmak ya da bilgi için bilginin doğasını sorgulamak değildir. “Bilgi nedir?”,
“Bilginin kaynağı nedir?”, “Bilgi nasıl doğmuştur?” gibi çıkar-gözetmeyen bir
araştırma içinde bulunmuyorlar. Başka bir deyişle Doğu’nun bu sorulara verdiği
yanıtlar amaç değil araç statüsündedir. Örneğin Aristoteles’te biz bu sorulara
verilen yanıtların çıkar-gözetmez, bağımsız yanıtlar olduğunu görüyoruz. 0,
bilgi sorusunun cevabını bilgi bağlamında ele alıyor, başka bir şeyin aracı
olarak değil. Bunda dinden çıkmak için yapılan bir hamle olmasa bile
sorgulamanın kendisi dinden bağımsızdır.
Bir Hindu için Nyaya, Vaisesika yahut Yoga’da bir
felsefe yoktur. Bir düşüncede felsefi unsurların olması başka şey, bir
düşüncenin başlı başına felsefi olması ise başka bir şeydir. Mevlana’nın da
eserlerinde felsefi izlekler vardır, ama bunlar felsefe eseri değillerdir.
İçleri felsefeyle dolup taşsa bile bizatihi felsefe eseri değillerdir. Çünkü
kullandığı yöntem ve yöneldiği amaç felsefi değildir. Şu halde felsefenin ne
olduğunu, güttüğü amaca ve kullandığı yönteme bakarak anlamamız gerekir.
Konularına bakarak bir alanı belirleyemeyiz. Bir felsefe metnine ilahiyat konuları
girmez diye bir şey yoktur. İlahiyat konuları da felsefeye girer, ama
felsefecinin bu konuları işleme biçimi ve yöneldiği amaç ilahiyatçınınkinden
çok farklıdır.”
Felsefenin neden Eski Yunan’da başladığını açıklamak için
öne sürülen daha naif başka bir argüman da şudur: Eski Yunan’da demokrasi
vardı. Fikirlerin kamusal alana çıkarılıp rahatça tartışılabildiği bir atmosfer
vardı. Böylece ritüele bağlı olmayan bir bilme biçimi çıkabildi ortaya. Bunun
için fizikçi filozoflar, dinin ritüeller dünyasını kolaylıkla göz ardı
edebildiler.
Bu argüman dini, mitik düşünceyi ve despotizmi bir yana,
bunların tam karşısına da felsefeyi ve demokrasiyi koyup, felsefenin
başlangıcını bu kez politik bir argümanla, Eski Yunan’la sınırlamak
istemektedir. Felsefenin başlangıcını demokrasiye bağlayan argümanın da en
önemli savunucusu Hegel’dir. O, Adam Smith’in de kullandığı bir argüman
aracılığıyla felsefenin neden bazı yerlerde ortaya çıkmayıp bazı yerlerde
ortaya çıktığını açıklarken, Doğu’da felsefe olamayacağını, zira felsefenin
ancak tarihte birtakım siyasi kurumların yanı sıra ortaya çıktığını ve bu
kurumların da yalnızca Batı’da bulunduğunu ilan eder.
(.....)
Bu noktada şu soru ortaya çıkıyor:Acaba demokratik olmayan bir toplumda felsefe olamaz mı? Örneğin Eski Mısır’da bir rahipler
sınıfı olduğu, bir olduğu, fikirlerin açıkça tartışılabileceği bir ortam
olmadığı için mi felsefe yoktu Ya da Hint düşüncesinde, Eski Yunan’ınkine yakın
bir demokrasi olmadığı için mi Upanişadlar felsefi olamaz? Demokrasi olmayan
bir toplumda felsefe başlar ve sürer mi? Peki ya örneğin pekçok filozofun
demokrasiye karşı olmasına ne demeli? Örneğin Platon demokrasiyi sofizmin yaşam
koşullarını yaratan bir şey olarak görmüyor mu? Özgürlük elbette felsefe
yapmanın gerekli bir koşuludur, ama acaba belli bir tarihte, belli bir yerde
ortaya çıkmış bir politik oluşumu bir ölçüymüş gibi tüm diğer kültürlere
dayatmak ve diğer kültürleri Eski Yunan demokrasisine sahip olmadıkları için
felsefe yapma olanağından mahrum etmek, ne kadar haklı ve ahlaki olarak
savunulabilir bir şeydir?
Örneğin Gılgamış destanında, Kral Gılgamış savaş açma
kararını tek başına veremez, bir yaşlılar meclisine danışıp onların onayını
almak zorundadır. Bugün demokratik bir şekilde yönetilen ülkelerde durum çok
farklı mıdır? Vernant bunları sorgulamaz, ama öne sürdüğü şey şudur: Felsefe,
Miken uygarlığının çöküşünün ardından Eski Yunan’da siyasal sistemin değişmesi
sonucunda doğmuştur. Demokrasi özgürlüğe dayalı, iyi bir yönetim biçimi olduğu
için doğurmadı felsefeyi. Vernant felsefenin doğuşunu baskıdan kurtulma
motifine bağlamıyor, daha çok siyasal düzenin değişmesinin kozmogonik,
kozmolojik söyleme yansıdığını vurguluyor. Bu strateji akademik olarak daha
incelikli bir strateji olduğu halde argümanın özü değişmez. Felsefi olanın,
yalnızca demokrasiyi doğuran tarihsel olumsallığın zemininde belirlenemeyeceği
açıktır. Buna karar vermek için felsefi olanı olmayandan ayıran varsayımı ikna
edici bir biçimde ortaya koymamız gerekir.
Yukarda tartıştığımız argümanlar felsefenin başlangıcını
Eski Yunan düşüncesinde durduran argümanlar, sınır çizgileriydi. Felsefe Eski
Yunan’da elbette ki bir atılım, bir sıçrama yapmıştır, ama bu sıçramanın
kaynağında, Doğu kültürleriyle bir karşılaşmanın olabileceği ihtimalini de göz
ardı etmemek gerekir. Bu karşılaşma pre-Sokratik felsefeyi öncelemekle kalmaz,
aynı zamanda Eski Yunan felsefesi boyunca sürer. Onu Eski Yunan felsefesi ile
Doğu düşünceleri arasındaki paralellikleri bularak takip etmek mümkündür.” (6)
Felsefi düşüncenin,
tarihsel bir süreçte geliştiğini-dönüştüğünü belirterek,
“başlangıç” konusundaki tartışmaları, konunun araştırmacılarına bırakıyoruz.
Okuyucuya, içlerinde dünya görüşü, yaşam
anlayışı ve kendilerine özgü varlık deneyimlerinin söylemlerini barındıran
yazılı, yazısız kaynaklara sahip düşünsel birikimin bir tablosunu veriyoruz.
(1)
Günümüzde Felsefe Disiplinleri-Alain
Daimer- Türkçesi: Doğan Özlem -Ara Yayıncılık-1990
(2) Felsefenin
Evrimi-Macit Gökberk-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları-1979
(3)Felsefenin ABC’si-Önay Sözer-Kabalcı
Yayınevi-1992
(4)Felsefe Sözlüğü-Bilim ve Sanat Yayınları
(5)Felsefe el Kitabı-Selâhattin Hilav-
Gerçek Yayınevi-3.Baskı 1981
(6)Başkalık Deneyimi-Zeynep Direk-Yapı
Kredi Yayınları-2005
Konu başlığı bağlamında Ahmet Arslan'ın görüşlerinden de bazı alıntıları paylaşıyorum.
YanıtlaSil(…)Sümerlilerin -ve Mısırlıların- çeşitli bakımlardan bugünkü uygarlığımızın, Batı uygarlığının temelinde bulundukları şüphesizdir. Onların bir dünya görüşleri, hayat anlayışları, daha özel olarak mitolojileri, kozmogonileri, teolojileri vb. olduğu da tartışma konusu değildir. Yalnız onların tanıdığımız şekildeki hayat anlayışlarına veya dünya görüşlerine, kollektif ve mitolojik-dinsel dünya tasavvurlarına
felsefe adının verilmesinin ne ölçüde uygun olduğu tartışmalıdır ve biz de bu tartışmada bu dünya görüşlerine, dünya tasavvurlarına felsefe adının verilmesini uygun bulmayanlar arasında yer almaktayız.
(…)Yunan felsefesiyle eski Hint ve Çin uygarlıkları veya felsefeleri arasındaki ilişkiler problemine gelince, bazı dönemlerde Uzak Doğu'da ve özellikle Hindistan'da gerçek felsefi sistemlerin bir çiçeklenmesiyle karşılaştığımız bir gerçektir. Öte yandan bu sistemlerin gerek detaylı olarak (örneğin Ortaçağ'da İslam Kelamı, Tasavvufu ve felsefesi üzerine etkileri aracılığıyla), gerekse doğrudan (örneğin 19. Yüzyılda Schopenhauer üzerine olan açık etkisiyle) Batı felsefesi üzerine etkide bulundukları da tartışılmaz bir gerçektir. Ancak felsefenin başlangıçları sorunuyla ilgili olarak durum hiç de bu tarzda açık değildir.
Hint dünyasında ortaya çıkmış ve temsilcileri hakkında yeterli bilgilere sahip olduğumuz gerçek anlamda felsefe sistemlerinin tarihsel bakımdan Yunan felsefesinin başlangıçlarından önce değil, daha sonra ortaya çıktıkları görülmektedir. Hatta Hintlilerin, düşüncelerine bizzat felsefe kavramının kendilerine derinden bağlı olduğunu bildiğimiz sistemlilik ve düzenlilik özelliklerini ancak Yunan felsefesiyle temas ettikten sonra ve onun etkisiyle kazandırdıklarını söylemek mümkündür.
İÖ 6. yüzyıldan daha geriye giden ilk Hint literatürüne ait metinlere gelince, bunlarda bizim özelliklerini yukarıda tanımladığımız felsefeden çok daha önce sözünü ettiğimiz Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarında kendisiyle karşılaştığımız dinsel-mitolojik dünya tasavvurlarından daha ileri bir şeyler bulunduğu çok şüphelidir. İşte bütün bunlardan dolayı, tekraren söyleyelim, biz de bu eserde Yunan kökenini kabul eden görüşe katılıyor ve Aristoteles'i izleyerek bu felsefeyi Thales'le başlatıyoruz.
İlkçağ Felsefe Tarihi, Cilt I- Ahmet Arslan- İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Web sayfanızı beğenerek okuyan bir felsefe öğrencisiyim. Ancak burada bulunan bilgilerin toplu olarak elde olması için acaba her sene pdf formatında bir bütüncül felsefe kitabı yayınlanabilir mi ? Aksi halde bu bilgiler kaybolup gidiyor.
YanıtlaSilYararlanmanız sevindirici. Blog hizmeti devam ettikçe bu bilgiler güncellenerek burada kalıcı halde duruyor:)
SilBloğunuzu yeni keşfettim. Bütün bunları bir kişinin yazmış olması da oldukça etkileyici. Keşke bir Youtube kanalınız olsaydı. Bütün çabalarınız için çok teşekkürler
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Ancak gördüğünüz gibi "seçilmiş" alıntı metinlerden oluşan bir yapı söz konusu olan.
Silöyle olsa bile sonuçta buna bir editörlük veya derleme çabasıyla da bakabiliriz :)
SilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilBuradaki birikimin, büyük resimde bu şekilde algılanması beni sevindirdi. Teşekkür ederim.
SilAmacım, akademik felsefe ile meraklılar arasında bir "arayüz" oluşturmak.