Lyotard (1998)ve Derrida'dan 'dan sonra, Baudrillard da söylemini geride bırakarak
gitti.
Derrida gibi, kendisine
yönelik postmodern nitelemesine karşı çıkmış olan Baudrillard, yapısalcılık
sonrası olarak isimlendirilen, her biri farklı düşünceler sergilemiş bir grup Fransız düşünür arasında, “ileri
sanayi toplumu”nda olan bitenlere en çok eğilmiş olanıydı demek yanlış olmaz
sanıyorum.
Baudrillard
ülkesinin egemen çevrelerinde pek tutunamamış bir isim. O da Foucault, Derrida
, Lyotard, Deleuze gibi 60’ların kıta Avrupası’nda olgunlaştı. 60’larda Almanca
öğretmeni olarak ülkesinde yaşananlara tanık oldu. İkinci Dünya Savaşı epeyce
gerilerde kalmış, soğuk savaş en “kanlı” dönemlerini yaşıyordu. Dünya hızla
değişiyordu. İşte bu değişimin ve dönüşümün farkında olup betimlemesini yapanlardan
biri de Baudrillard’dı.
Düşünceleri ABD,
Almanya ve Brezilya gibi ülkelerde daha çok tartışılırken, Fransa’da gerici,
apolitik, çağdaş sanat düşmanı olarak görülmüştür.
Akademik
kariyerinin çok büyük bölümünü Paris Üniversitesi’ne bağlı toplumbilim
bölümünde dersler vererek geçiren Baudrillard,
ilk çalışmalarında, Henri Lefebvre ile Herbert Marcuse geleneğinin
uzantısı sayılabilecek yeni Marxçı bir konumu benimseyerek düşünmüştür.
Üniversite
sonrası doktorasını sosyoloji bölümünde yaptı. Tezi aynı adlı başlığı
taşıyordu: “Nesneler Sistemi”
Baudrillard’ın toplum ve kültür eleştirilerinin kalkış noktasını gerek Marxçı eleştirmenlerce gerekse de Frankfurt Okulu kuramcılarınca öteden beri hep aşağılanıp hafife alınmış olması nedeniyle gereken ilginin yeterince gösterilmediğini düşündüğü ya da Marshall McLuhan gibi düşünürlerce taşıdığı olanakları göklere çıkartmak dışında kendisine yönelik yetkin bir eleştirel duruşun geliştirilemediğini dile getirdiği popüler kültürün değişik yönlerinin kuramsallaştırılması amaçlı bir arayış oluşturmaktadır.
Bu bağlamda
Baudrillard, temelde kitle iletişim
araçları ile tüketim toplumunun
yol açtığı sorunlara bildik yaklaşım yollarının bütünüyle dışında bir gözle
eğilen bir araştırma mantığı geliştirmiştir. Kimi eleştiricilerince ciddiyetsiz
bir “postmodern yıldız” olmakla suçlanmış olsa bile, Baudrillard’ın bütün
çalişmalarında baştan sona ciddi, titiz, temelleri son derece sağlam bir
düşünsel yaklaşımın varlığı kendisini hemen belli etmektedir. Nesneler Dizgesi
(La Syst des objets, 1968) ile Tüketim Toplumu (La Société de consommation,
1970) başlıklarını taşıyan ilk çalışmalarında Baudrillard, bir yandan modern
toplumların yaşamında medyanın son
derece büyük bir hızla artan önemini ve etkisini açıklamaya çalışırken, öbür
yandan gündelik yaşamda önüne geçilemez bir çılgınlığa dönüşen tüketim etkinliğinin olası anlamlandırımlarına
yönelik bir çözümleme sunmaktadır. Bu iki yapıtında da Marksçı kavram ile
terimleri bütün bütün bırakmadığı görülen Baudrillard’ın, Marksçı terimceye ek
olarak çözümlemelerini yer yer göstergebilimsel yer yer de ruhbilimsel
terimlerle beslediği gözlenmektedir.
Baudrillard’a
göre, modern dünyadaki tüketim olgusunun tam olarak kavranabilmesi için
öncelikle yapılması gereken, tüketim etkinliğinin belli şablon ya da cliché
açıklamalarla kestirip atılabilecek bir konu olmadığının adamakıllı ayırdına
varmaktır. Tüketim toplumu kültürü pek çok durumda yerleşik anlama alışkanlıklarımızı
kökünden sallayacak denli sıradışı bir kavrayış tutumuna geçmeyi zorunlu kılmaktadır.
Öyle ki çoğu kuramcının sandığının tersine modern
bireyin tüketim pratikleri liberal siyaset söylemlerinin üretim sürecini açıklarken kullandıkları
kavramlarla, sundukları çözümlemelerle kavranamayacak denli karmaşık bir süreçtir.
Bu nedenle tüketim olgusuna, kendi iç dillendirme mantığı doğrultusunda bir
göstergeler dizgesi olarak gündelik yaşam pratiklerinde nasıl işledikleri üzerine
sürekli yeni örnekolaylar yoluyla yaklaşmak gerekmektedir.
Nitekim Baudrillard
daha bu ilk yapıtlarında, yepyeni bir toplumsal/kültürel durum ile karşı
karşıya olduğumuzu, bunun geçmişteki durumların hiçbirisine uzaktan yakından
benzemediğini belirterek, bu yeni durumu anlaşılır kılmak için çok belirgin bir
biçimde olmamakla birlikte belli ölçülerde post-yapısalcı
yöntemi kullanmaya başlamıştır. Baudrillard post-yapısalcı yaklaşıma
başvurması bir bakıma kaçınılmazdır; çünkü düşünceleriyle bir yanda liberal
homo economicus mantığını çürütmeyi amaçlarken, öbür yanda da Marxçı kuramda
üretim üzerine yapılan aşırı vurgunun geçersizliğini tanıtlamayı amaçlamaktadır.
Her iki yaklaşımın da tüketim olgusunun pek çok önemli yönünü görüp
değerlendirmeye engel oluşturduğunu düşünen Baudrillard tüketim dünyasını tam
anlamıyla kuramsallaştırabilmek için öncelikle kendi içinde özerk
ve ussal olduğu düşünülen, mutluluğunu hep kendi
kişisel yararları doğrultusunda tasarlayarak yaşama geçirme yetisi taşıdığına
sarsılmaz bir inanç duyulan birey kurmacası üstüne bina edilmiş modernist
ben tasarımının yıkılması
gerektiğini öne sürmektedir
Aynı biçimde
kapitalizme ve onun egemenlik yapılarına karşı tanımı gereği direnmekle yükümlü
olan sosyalist işçi sınıfı dayanışmacı ruhuna dayalı anlayışın da bir an önce
devrilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla Baudrillard’ın bu ilk tüketim toplumu
kuramının en azından iki ayrı anlamda post-yapısalcı bir yaklaşım sergilediği
söylenebilir. Bu anlamlardan ilkine göre birey
özneyi hep tarihsel olarak düşündüğü, hep belli bir tarihsel bağlam içine
yerleştirerek kurduğu için post-yapısalcıdır. Öte yanda, ikincisine göreyse
öznenin tarihsel olarak kuruluşu sürecinde en
belirleyici olanın dil olduğunu varsaydığı için de post-yapısalcıdır.
Baudrillard, bu iki temel post yapısalcı yorumlama tutumunu “hergünkü yaşam
alanı”na taşıyarak, toplumsalı anlama biçimimiz üzerinde açıkça devrimci
değerde bir değişiklik meydana getirmiştir.
Felsefe
Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat
Yayınları
(…) Metanın
amansız mantığına verilen ağırlığın
bir benzeri Adorno’nunkiyle benzer bır sonuca ulaşmak uzere Lukács (1971)
ve Lefebvre’ın
(1971) metalaşma teorisinden yararlanan Jean Baudrillard’ın çalışmalarında
bulunur. Baudrillard’ın geliştirdiği teorinin buna yaptığı belli başlı ilave
tüketimin göstergelerin aktif bir şekilde manipüle edilmesini gerektirdiğini
savunmak üzere semiyolojiden (göstergebilim) yararlanılmasından oluşur.
Göstergelerin aktif manipülasyonu gösterge ve metanın ‘meta-gösterge’
(commodity- sign) üretmek üzere bir araya geldiği geç kapitalist toplumda
merkezi bir yer işgal eder. Sözgelimi medya ve reklamda göstergenin
manipülasyonu yoluyla gösterenin (signifier) eriştiği özerklik göstergelerin
nesnelerden bağımsız halde yüzüp gezdiği ve çok- katlı bir aradalık
ilişkilerinde kullanılmaya hazır olduğu anlamına gelir. Kimilerine göre
Baudrillard’ın metanın mantığını bu şekilde semiyolojik tarzda geliştirmesi
Marx’ın teorisinin idealist bir yönde saptırılmasını ve maddeci bir vurgudan
uzaklaştırılarak kültürel bir vurguya yönelinmesini gerektirir (Preteceille
ve Terrail, 1985).
Bu nokta,
vurgunun üretimden uzaklaşıp yeniden üretime, imaj ve gerçeklik arasındaki
ayrımı silen medya yoluyla göstergelerin, imajların ve simülasyonların
sonsuzca katlanmasına kaydığı Baudrillard’nın son yazılarında (1983a, 1983b)
daha net görülebilir. Burada toplumsal hayat, kurallarından arındırıldıkça ve
toplumsal ilişkiler daha değişkenleşip istikrarlı normlarca daha az
yapılanmış hale geldikçe, tüketim
toplumu özünde kültürel bir toplum haline gelir. Göstergelerin aşırı
üretilmesi ve imajlarla simülasyonların yeniden üretimi, istikrarlı anlamın
yitirilmesine ve kitlelerin, izleyiciyi istikrarlı duygunun ötesine taşıyan
biçimsiz bitişikliklerin sonsuz akışından büyülenir hale geldiği gerçekliğin
estetikleştirilmesine yol açar.
Mike Featherstone , (1991) Postmodernizm ve Tüketim Kültürü,
Çeviri:Mehmet Küçük,Ayrıntı Yayınları, İstanbul,1996
|
Baudrillard,
1970’li yılların ortalarına gelindiğinde yazdığı Göstergenin Politik Ekonomisinin Eleştirine
Katkı (Pour une critique de l’économie du signe, 1972), Üretimin Aynası
(Le Miroir de la producdon, 1973), Simgesel Değiştokuş ile Ölüm (L’Échange
symbolique et la mort, 1976) başlıklı bir dizi yapıtında kesin biçimde Marxçılık
ile bütün bağlarını koparmıştır.
Bu yapıtlarında
genelde medya kültürünü daha özeldeyse reklam sektörünün
bireyler
üzerinde derin etkilere yol açan herhangi türden bir “kodu” nasıl ve ne biçimler
altında yapılandırdığını açıklamaya çalışan Baudrillard, kodun tüketimin özünü
oluşturduğunu ileri sürerek, insanların gerçekte tüketim nesnelerini
tüketmekten çok bunların ardına gizlenen
imgeleri, idealleri, fantezileri, yani en genel anlamıyla özledikleri ama ulaşamadıkları
yaşam biçimlerini tükettiklerini savunmaktadır. Somut tüketim ürünlerinin
gerisinde yatan, gerçekte somut bir varlıkları olmayan bu tüketim kaynaklarının
hepsi de reklamlar aracılığıyla allanıp pullanarak elektronik medyadan sunulmaktadırlar.
Baudrillard’a
göre, ortaya çıkan bu yeni tüketim tarzı toplumsal yaşamın bütün yönleriyle
başkalaşmasına yol açtığı gibi, eski burjuva toplumu kültürünün temel
dayanaklarını da baştan sona değiştirmektedir. Bu yeni toplumsal oluşum uyarınca
bireyler artık ya güçlerinin yettiğince kendi kendilerini oluşturmaktadır ya da
çoğunluk olduğu üzere reklamlara ve medyaya verdikleri tepkilerde/tepkilerle
kendi kimlik ya da kimliklerini belirlemektedirler. Dolayısıyla, böylesine
alışılmadık bir durum karşısında televizyon gösterilerinin bayağılıklarına ya
da tüketim çılgınlığının yol açtığı sorunlara liberallerin ya da Marxçıların
öteden beri yapageldikleri üzere eski yerleşik eleştiri yollarıyla karşı durmak
yeterli değildir. Oyunun bildik bütün kuralları değiştiği için bu yeni oyunun
gerçeklerini tam anlamıyla kavrayabilmek ancak bütünüyle yeni bir yaklaşımın geliştirilmesiyle
olacak bir şeydir.
Sözgelimi, büyük
alışveriş merkezlerinde, mağazalarda, radyolarda, televizyon reklamlarında yalnızca
gelişmiş sanayi toplumlarının bakışları, dikkatleri, en önemlisi de imgeleri
yapılıyor değildir. Aynı süreçten gelişmemiş ülkelerin kitleleri kadar komünist
ülkelerin halkları ile üçüncü dünya toplumları da paylarına düşeni fazlasıyla
almaktadırlar. Kokuşmuş, çürümüş, bozulmuş gibi kimi etik yönelimli etiketlerle
toplumsal sorunları ne olduğu tam olarak belli olmayan bir etik alana havale
etmek yerine, Baudrillard’ın gözünde her türden toplum kuramı araştırmasının
öncelikle yapması gereken, bu yeni
anlamlandırma dünyasının nasıi işlemekte olduğunu, en göz önünde bulunandan kalkarak
en ince ayrıntısına varana dek nasıl açıklanacağını belirginleştirmektir.
Nitekim bu sorun
temelinde reklamların yapısını çözümlemek amacıyla göstergebilimsel
olanaklardan yararlanan Baudrillard, reklamlar aracılığıyla dilin nasıl yeniden
yapılandırılıyor olduğunu tanıtlamaya çalışmıştır. Sözgelimi Coca-Cola reklamları
üstüne yoğunlaşarak burada reklamı yapılanın yalnızca asitli bir içecek
olmadığını, Coca-Cola’ nın salt bir içeceğe göndermekten çok gençlik, cinsellik,
eğlence imgelerine göndermede bulunan, çevreye bir yığın anlamlandırma saçan
bir gösterge olduğunu söylemektedir. Nitekim 1978 yılında yazdığı Sessiz
Çoğunlukların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu (A l’ombre des
majorités silencieuses, ou la ila de la social) adlı bir başka kitabında
Baudrillard, kitlelerin tepki vermeyecek derecede uyuşmuş oldukları gerçeğine
parmak basarak, eski devrim anlayışının artık yersizleştiğini, bu nedenle
günümüzde varolan tüketim dizgesine karşı yeni bir direniş biçimi geliştirilmesinin
gereğine artık uyanılması gerektiğini vurgulamaktadır.
Felsefe
Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat
Yayınları
Simülakrlar ve Simülasyon
Jean Baudrillard
Çeviri: Oğuz Adanır.
Doğu Batı Yayınları.
Jean Baudrillard
Çeviri: Oğuz Adanır.
Doğu Batı Yayınları.
GERÇEĞİN YERİNİ ALAN SİMÜLAKRLAR
Hakikat, ortada bir hakikat bulunmadığını gizlemeye çalıştığından —simülakrların hakikati gizleme şansı yoktur. Simülakr hakikat demektir.
Ekleziyast
İnsanın aklına gelebilecek en güzel simülasyon alegorisi olduğunu düşündüğümüz bu Borges masalında: İmparatorluğun hizmetindeki haritacıların çizdikleri harita sonunda imparatorluğun topraklarına birebir eşit boyutlara sahip bir belgeye dönüşmektedir (ancak çökmeye başlayan imparatorlukla birlikte lime lime olmuş bu harita parçalarıyla çölde karşılaşan insanlar vardır -sonuçta bu harap olmuş soyut metafizik güzelliğin ,imparatorluğun şanına yakışan bir görünüme sahip olduğu ve eskidikçe gerçeğiyle birbirine karıştırılan sahtesi gibi İmparatorluğun da bir leş gibi çürüdükçe özüne yani toprağa dönüştüğü görülmektedir).
Bu güncelliğini yitirmiş masal ikinci basamak (ordre) simülakrların gizli çekiciliğine sahiptir.Günümüzdeki soyutlama biçimlerinin haritacılık, suret çıkarma, aynadan yansıma ya da kavramla bir ilişkisi kalmamıştır. Simülasyon kavramının harita üzerindeki bir toprak parçası, bir töz ya da referans sistemiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun gerçeğin modeller aracılığıyla türetilmesine hipergerçek yani simülasyon denilmektedir.
Bir başka değişle ne harita öncesinde ne de sonrasında bir toprak parçası vardır. Bundan böyle önce harita, sonra topraktan yani gerçeğin yerini alan simülakrlardan - söz etmek gerekecektir. Borges’in masalını günümüze uyarlayacak olursak artık harita üzerinde lime lime olmuş toprak parçalarıyla karşılaşıldığını söylemek gerekecektir. Bundan böyle sağda solda karşılaşacağımız harabe ve yıkıntılar haritaya değil gerçeğe, çölde karşımıza çıkan kalıntılarsa İmparatorluğa değil bize yani çöle dönüşmüş bir gerçeğe ait olacaklardır.
Tersine çevirdiğinizde bile artık bu masaldan yararlanabilmek olanaksızdır. Olsa olsa İmparatorluk alegorisinden yararlanabilirsiniz o kadar. Çünkü gerçeği gerçeğin simüle edilmiş modelleriyle birebir çakıştırmaya çabalayan çağdaş simülatör ler de benzer bir dayatmacı yaklaşım sergilemektedirler. Ancak bu kez ortada ne harita vardır ne de toprak, çünkü soyutlamayı ilginç ve çekici kılan haritayla toprak arasındaki o kesin ayrım artık yoktur. Oysa bu ayrım haritaya bir şiirsellik, toprağaysa bir çekicilik kazandırıyordu.
Günümüzde maliyetleri düşürmek için değişik alanlarda simülatörler kullanılmaktadır. Örneğin pilotlar, bir uçuşun tüm gerçekliğini yansıtan kokpit benzeri simülatörlerde onlarca saat uçmaktadırlar.
Sihirli bir kavramla, çekici bir gerçek işte bu ayrımın içine gizlenmişti. Haritayla toprak arasındaki bu ideal beraberliği önce göklere çıkartıp yücelten sonra da yerin dibine batıran haritacıların bu çılgın projesinde yeniden canlandırıcı bir özelliğe sahip olan -günümüzde spekülatif ve söylevsel özelliklerini yitirerek nükleer ve genetik bir işleme dönüşmüş- düşgücü de simülasyonla birlikte artık tarihe karışmıştır.
Burada ortadan kalkan şeyin adı metafiziktir. Bundan böyle bir varlıkla çeşitli görünümleri; gerçekle gerçek kavramına özgü bir ayna/yansıma (metafizik) yoktur. Bundan böyle gerçekle gerçek kavramı arasında düşsel bir beraberlik de olmayacaktır. Çünkü genetik minyatürleştirme denilen şey simülasyon evrenine özgü bir boyuttur. Günümüzde gerçek artık minyatür hücreler, matrisler, bellekler ve komut modelleri tarafından üretilmektedir -bu sayede gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretimi mümkün olmaktadır. Bundan böyle rasyonel bir gerçeğe ihtiyacımız olmayacaktır zira gerçek ideal ya da negatif süreçlerle başa çıkabilecek (boy ölçüşebilecek) bir durumda değildir. Çünkü gerçek artık işlemsel bir şeye dönüşmüştür. Aslında gerçek bu değildir çünkü onu sarıp sarmalayan bir düşsellikten yoksundur. Bu sentetik bir şekilde üretilmiş, atmosferden yoksun bir hiperuzamda kombinatuvar modellere ait bir ışığı yaymaya çalışan bir gerçek diğer adıyla hipergerçek tir.
Gerçek ya da hakikate özgü perspektifle bir ilişkimizin kalmadığını gösteren bu farklı bir uzama geçiş olayıyla birlikte, tüm gönderen sistemlerinin tasfiye edildiği bir simülasyon çağına girilmiştir —daha da kötüsü gösterge sistemleri bu gönderen sistemlerini yapay solunumla yaşatarak, tüm kombinatuvar hesapları, tüm ikili karşıtlıklarla, tüm eşdeğerlik sistemlerinin işine yarayabilecek anlamdan daha da esnek (ductile) malzemelere dönüştürmektedirler. Burada bir taklit, suret ya da parodiden değil aslı yerine göstergeleri konulmuş bir gerçek, bir başka değişle her türlü gerçek süreç yerine işlemsel ikizini koyan bir caydırma olayından söz ediyoruz.
Gerçeğin tüm göstergelerine sahip, gerçeğin tüm aşamalarına kısa devre yaptıran kusursuz, programlanabilen, göstergeleri kanserli hücreler gibi çoğaltarak dört bir yana savuran bir makineden.
Gerçek bir daha asla geri dönmeyecektir —bir ölüm sistemi ya da daha doğrusu ölüm olayına bile bir şans tanımayan bir “saptanmış tarihten önce dirilme” sistemine özgü model böyle bir hayati işleve sahiptir. Bundan böyle her türlü düşsel ve gerçek ayrımından yoksun, yalnızca yinelenebilen bir yörüngeye sahip modeller ve farklılık simülasyonu üretiminden ibaret bir hipergerçek ten söz edebiliriz.
Gizlemek (dissimuler) , sahip
olunan şeye sahip değilmiş gibi yapmak;
simüle etmek ise sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi yapmaktır.
Birincisi bir varlığa (şu anda burada bulunmayan) diğeri ise bir yokluğa (şu anda burada bulunmamaya) göndermektedir.
Ancak bu olay sanıldığından daha da karmaşık bir şeydir.
Çünkü simüle etmek “- mış” gibi yapmak değildir. “Hastaymış gibi yapan kişi yatağa uzanıp bizi hasta olduğuna inandırmaya çalışır. Bir hastalığı simüle eden kişi ise kendinde bu hastalığa ait semptomlar(belirtiler) görülen kişidir”(Litré) Öyleye “mış” gibi yapmak (feindre) ya da gizlemek (dissimuler) gerçeklik ilkesine bir zarar veremez yani bunlarla gerçeklik arasında her zaman açık seçik, gizlenmeye çalışılan bir fark vardır.
Oysa simülasyon “gerçekle” “sahte” ve “gerçekle” “düşsel” arasındaki bu farkı yok etmeye çalışmaktadır.
Gerçekle sahte ve gerçekle düşsel olanı, belli bir amaç için , bilinçli olarak yoketmek olgusu çok önemli. Biz sıradan insanların, bir yerlerde kurgulanan bu tür yaklaşımlara tanı koymamız gerçekten güç. Örneğin gerçek olmayan “sahte düşmanlara” karşı olmamız, ya da “sahte dostlar”a yakınlık duymamız, çıkarları açısından, uluslar arası aktörlerin arzu ettiği bir şeydir.anlamak
Simüle eden kişi gerçekten hasta mıdır, değil midir? Çünkü bu insan gerçek semptomlar üretmektedir. Simüle eden kişiye ne hastasın ne de değilsin denebilmektedir. Bu kişiyi nesnel bir şekilde hasta yada sağlam olarak değerlendirebilmek mümkün değildir.
Hakiki bir hastalık olup olmadığı anlaşılamayan bu şey, psikolojiyle tıbbın elini kolunu bağlamaktadır. Çünkü bütün “semptomlar” üretilebiliyorsa ve bir hastalığa ait “semptom” “doğal” bir olgu olma özelliğini yitirmişse o zaman her hastalığın simüle edilebileceğini hatta edilmekte olduğunu düşünebiliriz. Ama o zaman da tıbbın bir anlamı kalmamaktadır çünkü tıp yalnızca nesnel nedenlerini belirleyebileceği “gerçek” hastalıklarla ilgilenmektedir.
Psikosomatik rahatsızlıklarsa hastalık ilkesinin kıyısında köşesinde kalan kuytu alanlarda pek de inandırıcı olmayan gelişmeler sergilemektedir. Organik bir semptomu bilinçaltına havale eden psikanalizde ise semptom aslından daha “hakiki” görülmek durumundadır —simülasyon neden bilinçaltının girişine takılıp kalsın ki? Bilinçaltı “faaliyeti” de klasik tıbbi semptomlar gibi “üretilemez mi”? Düşler birer semptom olarak kabul edilmiyor mu?
Oysa yabancılaştırma yorumuna dayanan bir hekimlik “her zihinsel rahatsızlık biçiminin, simülatörün bilmediği bir semptomlar düzenine sahip olduğunun ve hekimin bu düzendeki bir aksamanın farkına varmamasının mümkün olmadığını ileri sürmektedir”. Bu (1865 yılından miras kalan) düşüncenin amacı ne pahasına olursa olsun hakikat ilkesinin varlığını koruyabilmek ve simülasyonun yol açtığı soruları engelleyebilmektir -çünkü bu sorgulama hakikat, gönderen ve nesnel nedenin ortadan kalkmasına yol açmaktadır.
Hekimler hastalık ya da sağlığın ötesinde ya da berisinde dolanan bu verileri, başka bir deyişle hastanın hastalığı konusunda (hastalığı yeniden üreten söylev) söylediklerini doğru ya da yanlış olarak değerlendirme konusunda aciz kalmaktadırlar. Simüle edilen öyleyse maskesini indirmenin mümkün olmadığı çünkü yalan söylediğini kanıtlayabilmenin imkansız olduğu bir bilinçaltı söylevinin bu şekilde tekrarlanması karşısında psikanalizin yapabileceği bir şey yoktur.
Örneğin ordunun eli kolu simülatörler karşısında bağlanmaktadır. Gelenekselleşmiş uygulamalara dayanan ordu bugüne kadar belli kanıtlardan yola çıkarak onların maskelerini düşürür ve cezalandırırdı. Oysa günümüz ordusu, bir simülatörü de tıpkı gerçek bir eşcinsel, bir kalp hastası ya da bir deli gibi çürüğe ayırabilmektedir.
Askerlik psikolojisi denilen şey bile kartezyen belirtiler karşısında gerilemekte ve gerçek mi yoksa sahte mi, “üretilmiş” bir semptom mu yoksa gerçek bir semptom mu ayrımını yaparken tereddüde düşmektedir. “Deliyi bu kadar iyi taklit edebilen biri herhalde gerçekten delidir” düşüncesine sığınmaktadır . Ordu pek de haksız değildir, çünkü bu bakış açısı doğrultusunda bütün delilerin birer simülatör oldukları ve deli ile simülatör arasındaki bu farkı ayırt edememeninse akla gelebilecek en pis yıkıcı eylem biçimi olduğu söylenebilir.
…..
Klasik mantık simülasyona karşı tüm kategorileriyle silahlanmaya çalışmaktadır. Oysa günümüzde, simülasyon bu mantığı çoktan aşıp geçerek hakikat ilkesinin yerini almıştır.
simüle etmek ise sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi yapmaktır.
Birincisi bir varlığa (şu anda burada bulunmayan) diğeri ise bir yokluğa (şu anda burada bulunmamaya) göndermektedir.
Ancak bu olay sanıldığından daha da karmaşık bir şeydir.
Çünkü simüle etmek “- mış” gibi yapmak değildir. “Hastaymış gibi yapan kişi yatağa uzanıp bizi hasta olduğuna inandırmaya çalışır. Bir hastalığı simüle eden kişi ise kendinde bu hastalığa ait semptomlar(belirtiler) görülen kişidir”(Litré) Öyleye “mış” gibi yapmak (feindre) ya da gizlemek (dissimuler) gerçeklik ilkesine bir zarar veremez yani bunlarla gerçeklik arasında her zaman açık seçik, gizlenmeye çalışılan bir fark vardır.
Oysa simülasyon “gerçekle” “sahte” ve “gerçekle” “düşsel” arasındaki bu farkı yok etmeye çalışmaktadır.
Gerçekle sahte ve gerçekle düşsel olanı, belli bir amaç için , bilinçli olarak yoketmek olgusu çok önemli. Biz sıradan insanların, bir yerlerde kurgulanan bu tür yaklaşımlara tanı koymamız gerçekten güç. Örneğin gerçek olmayan “sahte düşmanlara” karşı olmamız, ya da “sahte dostlar”a yakınlık duymamız, çıkarları açısından, uluslar arası aktörlerin arzu ettiği bir şeydir.anlamak
Simüle eden kişi gerçekten hasta mıdır, değil midir? Çünkü bu insan gerçek semptomlar üretmektedir. Simüle eden kişiye ne hastasın ne de değilsin denebilmektedir. Bu kişiyi nesnel bir şekilde hasta yada sağlam olarak değerlendirebilmek mümkün değildir.
Hakiki bir hastalık olup olmadığı anlaşılamayan bu şey, psikolojiyle tıbbın elini kolunu bağlamaktadır. Çünkü bütün “semptomlar” üretilebiliyorsa ve bir hastalığa ait “semptom” “doğal” bir olgu olma özelliğini yitirmişse o zaman her hastalığın simüle edilebileceğini hatta edilmekte olduğunu düşünebiliriz. Ama o zaman da tıbbın bir anlamı kalmamaktadır çünkü tıp yalnızca nesnel nedenlerini belirleyebileceği “gerçek” hastalıklarla ilgilenmektedir.
Psikosomatik rahatsızlıklarsa hastalık ilkesinin kıyısında köşesinde kalan kuytu alanlarda pek de inandırıcı olmayan gelişmeler sergilemektedir. Organik bir semptomu bilinçaltına havale eden psikanalizde ise semptom aslından daha “hakiki” görülmek durumundadır —simülasyon neden bilinçaltının girişine takılıp kalsın ki? Bilinçaltı “faaliyeti” de klasik tıbbi semptomlar gibi “üretilemez mi”? Düşler birer semptom olarak kabul edilmiyor mu?
Oysa yabancılaştırma yorumuna dayanan bir hekimlik “her zihinsel rahatsızlık biçiminin, simülatörün bilmediği bir semptomlar düzenine sahip olduğunun ve hekimin bu düzendeki bir aksamanın farkına varmamasının mümkün olmadığını ileri sürmektedir”. Bu (1865 yılından miras kalan) düşüncenin amacı ne pahasına olursa olsun hakikat ilkesinin varlığını koruyabilmek ve simülasyonun yol açtığı soruları engelleyebilmektir -çünkü bu sorgulama hakikat, gönderen ve nesnel nedenin ortadan kalkmasına yol açmaktadır.
Hekimler hastalık ya da sağlığın ötesinde ya da berisinde dolanan bu verileri, başka bir deyişle hastanın hastalığı konusunda (hastalığı yeniden üreten söylev) söylediklerini doğru ya da yanlış olarak değerlendirme konusunda aciz kalmaktadırlar. Simüle edilen öyleyse maskesini indirmenin mümkün olmadığı çünkü yalan söylediğini kanıtlayabilmenin imkansız olduğu bir bilinçaltı söylevinin bu şekilde tekrarlanması karşısında psikanalizin yapabileceği bir şey yoktur.
Örneğin ordunun eli kolu simülatörler karşısında bağlanmaktadır. Gelenekselleşmiş uygulamalara dayanan ordu bugüne kadar belli kanıtlardan yola çıkarak onların maskelerini düşürür ve cezalandırırdı. Oysa günümüz ordusu, bir simülatörü de tıpkı gerçek bir eşcinsel, bir kalp hastası ya da bir deli gibi çürüğe ayırabilmektedir.
Askerlik psikolojisi denilen şey bile kartezyen belirtiler karşısında gerilemekte ve gerçek mi yoksa sahte mi, “üretilmiş” bir semptom mu yoksa gerçek bir semptom mu ayrımını yaparken tereddüde düşmektedir. “Deliyi bu kadar iyi taklit edebilen biri herhalde gerçekten delidir” düşüncesine sığınmaktadır . Ordu pek de haksız değildir, çünkü bu bakış açısı doğrultusunda bütün delilerin birer simülatör oldukları ve deli ile simülatör arasındaki bu farkı ayırt edememeninse akla gelebilecek en pis yıkıcı eylem biçimi olduğu söylenebilir.
…..
Klasik mantık simülasyona karşı tüm kategorileriyle silahlanmaya çalışmaktadır. Oysa günümüzde, simülasyon bu mantığı çoktan aşıp geçerek hakikat ilkesinin yerini almıştır.
Batı bu yeniden canlandırma
olayının önemine yani göstergenin derin bir anlama sahip olabileceğine, bir
göstergenin bir anlamın yerini alabileceğine ve bir şeylerin -bu tabii ki
Tanrıdır- bu değiş tokuşun gerçekleşmesini sağladığına bütün kalbi ve iyi
niyetiyle inanmaktadır. Tanrı bile simüle edildikten yani Tanrıya olan inanç,
göstergelerine indirgenebildikten sonra gerisini yarın siz düşünün! Işte o
zaman bütün sistem yer çekiminin etkisinden kurtulmuş bir kütle, devasa bir
simülakra dönüşmektedir- bu gerçek dışı bir şey değil bir simülakrdır yani
gönderenden yoksun ve nerede başlayıp nerede bittiği bilinmeyen, hiç bir şeyin
durduramadığı bir kapalı devre içinde, gerçeğin değil yalnızca kendi kendinin
yerine geçebilen bir şey.
Yeniden canlandırmanın karşıtı olan simülasyon işte budur. Yeniden canlandırma: gösterge ve gerçeklik arasında bir eşdeğerlik (bu eşdeğerlik ütopik bir şey bile olsa temel bir aksiyomdur) bulunduğunu kabul etmektedir.
Oysa simülasyon, eşitlik ilkesi ütopyasının tam tersiyle, bir değer olarak göstergenin yadsınması ve her türlü gönderenin tersine çevrilmesi ve öldürülmesi anlamına gelen bir göstergeden yola çıkmaktadır. Simülasyonu sahte bir yeniden canlandırma biçimi olarak yorumlayarak onu emmeye çalışan yeniden canlandırmaya karşılık; simülasyon bir simülakra dönüştürdüğü yeniden canlandırma düzeninin tamamını sarıp sarmalamaktadır.
İmgeye özgü çeşitli aşamalar/basamaklar şöyle sıralanabilir:
* bir gerçekliğin yansıması olarak imge
*derin bir gerçekliği değiştiren ve gizleyen imge
*derin bir gerçekliğin yokluğunu gizleyen imge
*gerçekliğin hiçbir çeşidiyle ilişkisi olmayan yani kendi kendinin saf simülakrı olan imge
Birinci durumda imge olumlu bir niteliğe sahiptr - çünkü burada imge bir ayin görevini üstlenmiştir.
İkinci durumda imge olumsuz bir niteliğe sahiptir- kötü büyü türünden bir şeydir.
Üçüncü durumda imge bir görünümün yerini almaya -yani bir büyüleme aracı olmaya çalışmak tadır.
Dördüncü durumdaysa imge artık görüntü düzenine değil simülasyon düzenine ait bir şeydir.
Bir şeyleri gizleyen göstergeler aşamasından gösterilecek bir şey kalmadığını gizleyen göstergeler aşamasına geçiş bir dönüm noktasıdır. Çünkü birinciler (ideolojinin de ait olmayı sürdürdüğü) bir hakikat sır teolojisine gönderirken; ikinciler bir simülasyon ve simülakrlar çağına girilmiş olduğunu yani artık ortada ne kendi kullanıma sahip çıkabilecek bir Tanrı, ne de gerçekle sahte ve gerçekle yapay bir yöntemle diriltilmiş ‘gerçeğin’ birbirinden ayrılmasını sağlayacak bir kıyamet Gününden söz edilemeyeceğini - çünkü her şeyin zaten ölmüş ve yaşama dönmelerinin beklendiği tarihten çok önce diriltilmiş olduğunu- haber vermektedirler.
Gerçek gerçekliğini yitirdiği gün nostalji denilen şey gerçek anlamına kavuşmuştur. Çünkü dünyanın oluşum sürecini anlatan efsane ve gerçekliğe ait göstergelerin sayısı inanılmaz derecede artmıştır.
İkinci sınıf hakikat, nesnellik ve doğruların sayısı aşırı derecede artmıştır. Nesne ve tözün ortadan kaybolduğu bir yerde gerçek, yaşanmış ve figürün dirilmesi tırmanışa geçmiştir. Maddi üretim çılgınlığına paralel hatta ondan daha ileri bir çılgınlık düzeyine ulaşan gerçek ve gönderen sistemleri üretilmektedir. Bizi ilgilendiren aşamaya özgü simülasyon bu türden bir şeydir - her yerde bir caydırma stratejisiyle örtüşen gerçek, neogerçek ve hipergerçeği kapsayan bir stratejiyle karşılaşıyoruz.
Yeniden canlandırmanın karşıtı olan simülasyon işte budur. Yeniden canlandırma: gösterge ve gerçeklik arasında bir eşdeğerlik (bu eşdeğerlik ütopik bir şey bile olsa temel bir aksiyomdur) bulunduğunu kabul etmektedir.
Oysa simülasyon, eşitlik ilkesi ütopyasının tam tersiyle, bir değer olarak göstergenin yadsınması ve her türlü gönderenin tersine çevrilmesi ve öldürülmesi anlamına gelen bir göstergeden yola çıkmaktadır. Simülasyonu sahte bir yeniden canlandırma biçimi olarak yorumlayarak onu emmeye çalışan yeniden canlandırmaya karşılık; simülasyon bir simülakra dönüştürdüğü yeniden canlandırma düzeninin tamamını sarıp sarmalamaktadır.
İmgeye özgü çeşitli aşamalar/basamaklar şöyle sıralanabilir:
* bir gerçekliğin yansıması olarak imge
*derin bir gerçekliği değiştiren ve gizleyen imge
*derin bir gerçekliğin yokluğunu gizleyen imge
*gerçekliğin hiçbir çeşidiyle ilişkisi olmayan yani kendi kendinin saf simülakrı olan imge
Birinci durumda imge olumlu bir niteliğe sahiptr - çünkü burada imge bir ayin görevini üstlenmiştir.
İkinci durumda imge olumsuz bir niteliğe sahiptir- kötü büyü türünden bir şeydir.
Üçüncü durumda imge bir görünümün yerini almaya -yani bir büyüleme aracı olmaya çalışmak tadır.
Dördüncü durumdaysa imge artık görüntü düzenine değil simülasyon düzenine ait bir şeydir.
Bir şeyleri gizleyen göstergeler aşamasından gösterilecek bir şey kalmadığını gizleyen göstergeler aşamasına geçiş bir dönüm noktasıdır. Çünkü birinciler (ideolojinin de ait olmayı sürdürdüğü) bir hakikat sır teolojisine gönderirken; ikinciler bir simülasyon ve simülakrlar çağına girilmiş olduğunu yani artık ortada ne kendi kullanıma sahip çıkabilecek bir Tanrı, ne de gerçekle sahte ve gerçekle yapay bir yöntemle diriltilmiş ‘gerçeğin’ birbirinden ayrılmasını sağlayacak bir kıyamet Gününden söz edilemeyeceğini - çünkü her şeyin zaten ölmüş ve yaşama dönmelerinin beklendiği tarihten çok önce diriltilmiş olduğunu- haber vermektedirler.
Gerçek gerçekliğini yitirdiği gün nostalji denilen şey gerçek anlamına kavuşmuştur. Çünkü dünyanın oluşum sürecini anlatan efsane ve gerçekliğe ait göstergelerin sayısı inanılmaz derecede artmıştır.
İkinci sınıf hakikat, nesnellik ve doğruların sayısı aşırı derecede artmıştır. Nesne ve tözün ortadan kaybolduğu bir yerde gerçek, yaşanmış ve figürün dirilmesi tırmanışa geçmiştir. Maddi üretim çılgınlığına paralel hatta ondan daha ileri bir çılgınlık düzeyine ulaşan gerçek ve gönderen sistemleri üretilmektedir. Bizi ilgilendiren aşamaya özgü simülasyon bu türden bir şeydir - her yerde bir caydırma stratejisiyle örtüşen gerçek, neogerçek ve hipergerçeği kapsayan bir stratejiyle karşılaşıyoruz.
DÜŞSEL VE HİPERGERÇEK
Disneyland bütün simülakr düzenlerinin iç içe geçmiş olduğu kusursuz bir modeldir. Disneyland her şeyden önce:
Korsanlar, Geleceğin Dünyası, vb şeylerden oluşan bir illüzyon ve fantazm oyunudur. Bu düşsel evren kendine düşen görevi başarıyla yerine getirmektedir. Aslında kalabalıkları buraya çeken şey çelişkileri ve güzellikleriyle gerçek Amerika’nın minyatürleştirilmiş toplumsal bir mikrokozmosuna benziyor olması ve alınan kolektif (dini denilebilecek türden) keyiftir.
Aracınızı otoparka bıraktıktan sonra içerde kuyruğa giriyor ve sonunda dışarıya yapayalnız ve kendi halinize terk edilmiş bir vaziyette çıkıyorsunuz. Bu düşsel evrendeki tek olağanüstü şey içerdeki kalabalıktan yayılan sıcaklık ve sevecenliğin yanı sıra insana pek çok değişik duygu yaşatan bol miktardaki oyun ve oyuncağın varlığıdır.
Disneyland bütün simülakr düzenlerinin iç içe geçmiş olduğu kusursuz bir modeldir. Disneyland her şeyden önce:
Korsanlar, Geleceğin Dünyası, vb şeylerden oluşan bir illüzyon ve fantazm oyunudur. Bu düşsel evren kendine düşen görevi başarıyla yerine getirmektedir. Aslında kalabalıkları buraya çeken şey çelişkileri ve güzellikleriyle gerçek Amerika’nın minyatürleştirilmiş toplumsal bir mikrokozmosuna benziyor olması ve alınan kolektif (dini denilebilecek türden) keyiftir.
Aracınızı otoparka bıraktıktan sonra içerde kuyruğa giriyor ve sonunda dışarıya yapayalnız ve kendi halinize terk edilmiş bir vaziyette çıkıyorsunuz. Bu düşsel evrendeki tek olağanüstü şey içerdeki kalabalıktan yayılan sıcaklık ve sevecenliğin yanı sıra insana pek çok değişik duygu yaşatan bol miktardaki oyun ve oyuncağın varlığıdır.
Bir konsantrasyon kampına
benzeyen otoparkla içerdeki kalabalık arasında tam bir tezatlık vardır. Bir
başka deyişle içerdeki bin bir çeşit oyuncak insanları bir nehir misali oradan
oraya sürüklerken, dışarı çıkan insan yalnızlığa (oyuncağına), arabasına doğru
ilerlemek zorunda kalmaktadır. Olağanüstü bir rastlantı sonucu (bu türden
rastlantılar hiç kuşkusuz bu evrene özgü bir çekiciliğin bir ürünüdür)bu
dondurulmuş (zamanın dondurulduğu) çocuksu evren, bugün kendisi de dondurulmuş
bulunan bir adam tarafından tasarlanarak hayata geçirilmiştir. Adı W. Disney
olan bu adam —180 derecelik bir ısı altında dünyaya yeniden döneceği günü
beklemektedir.
Disneyland’ın her köşesinde
nesnel bir Amerika modeliyle karşılaşabilmek mümkündür. Bu görüntü kalabalık ve
bireylerin morfolojik yapısına kadar giden bir benzerlik göstermektedir. Burada
Amerika’nın sahip olduğu tüm değerler minyatürleştirilmekte ve çizgi filmler
aracılığıyla çoğalıp, coşarak, kendilerinden geçmektedir. Tıpkı içi
doldurularak süs eşyasına dönüştürülen ölü vahşi hayvanlar gibi.
Buradan yola çıkarak (L. Martin’in, Utopiques, jeux d’espacedda çok güzel bir şekilde açıkladığı gibi) ideolojik bir Disneyland çözümlemesi yani digest of American way of life’la (Amerikan yaşam biçiminin özetlenmiş halinin) övülen Amerikan değerleri, idealleştirilmiş zıtlıklarla dolu bir gerçekliğin bu mekana uydurulmuş halinin eleştirisini yapabiliriz. Bütün bunlar kesinlikle doğrudur ancak bütün bunların gizlediği başka şeyler vardır. Bu ideolojik “tezgâhın” kendisi üçüncü basamak bir simülasyon olayını gizlemeye yaramaktadır yani Disneyland “gerçek” ülkenin, “gerçek” Amerika’nın bir Disneyland’a benzediğini gizlemeye yaramaktadır (bu durum sıradan gündelik yaşantısının bir hapishaneyi andırmadığını gizlemeye çalışan toplumsal bir yapının hapishaneler inşa etmesine benzemektedir).
Buradan yola çıkarak (L. Martin’in, Utopiques, jeux d’espacedda çok güzel bir şekilde açıkladığı gibi) ideolojik bir Disneyland çözümlemesi yani digest of American way of life’la (Amerikan yaşam biçiminin özetlenmiş halinin) övülen Amerikan değerleri, idealleştirilmiş zıtlıklarla dolu bir gerçekliğin bu mekana uydurulmuş halinin eleştirisini yapabiliriz. Bütün bunlar kesinlikle doğrudur ancak bütün bunların gizlediği başka şeyler vardır. Bu ideolojik “tezgâhın” kendisi üçüncü basamak bir simülasyon olayını gizlemeye yaramaktadır yani Disneyland “gerçek” ülkenin, “gerçek” Amerika’nın bir Disneyland’a benzediğini gizlemeye yaramaktadır (bu durum sıradan gündelik yaşantısının bir hapishaneyi andırmadığını gizlemeye çalışan toplumsal bir yapının hapishaneler inşa etmesine benzemektedir).
Disneyland’ı çevreleyen Los
Angeles ve Amerika gerçeğe değil hipergerçek ve simülasyona aittir. Burada sorun yanıltıcı bir yeniden
canlandırılmış gerçeklik(ideoloji)ten çok gerçeğin gerçeğe benzemediğini
gizleyebilmek ve gerçeklik ilkesinin devamını sağlayabilmektir.
Disneyland’daki düşsellik ne
gerçektir ne de sahte. Burası gerçeğe özgü bir düşselliği, gerçeğe simetrik bir
şekilde yeniden üretebilmek amacıyla tasarlanmış bir caydırma (ikna)
makinesidir. Bu çocuksu düşselliğe özgü sefalet ve yozlaşmışlığın nedeni de
zaten budur. Bu evrene çocuksu bir görünüm verilmek istenmesinin nedeni,
yetişkinlere özgü “gerçek” ve başka bir evren bulunduğu düşüncesini onaylatma
arzusudur. Disneyland bir çocuksuluğun gerçek anlamda her yere hakim olduğunu
gizleyebilmek için, yetişkinlerin de buraya gelerek çocuklaşmalarına olanak
tanımak ve gerçekte çocuk olmadıklarına inandırma amacıyla kurulmuş bir
evrendir.
Zaten Los Angeles’te
Disneyland’a benzeyen Enchanted Village, Magic Mountain, Marine World vb. başka
yerler vardır. Bu türden oyun ve eğlence merkezleri Los Angeles’i çepeçevre
sarmış durumdadırlar. Bu türden merkezler aslında Los Angeles’in, gerçeğin
enerjisinden yararlanan gerçek dışı, dur durak tanımayan bir hareketlilik
(araç, insan devinimi, vb.) sisteminden başka bir şey olmadığını gösteren ve
bunun kentin sahip olabileceği tek sır olduğunu belgeleyen kanıtlardır -muazzam
bir alana yayılmış durumda bulunan bu kent aslında bir uzam ve bir boyuttan
yoksundur. Elektrik ve atom santralleri ya da sinema stüdyoları gibi bu kent de
bundan böyle kurmaca bir öykü (film senaryosu) ve sonu gelmeyen bir kaydırmaca
(travelling) hareketine benzemektedir. Çocuksu gölgelerle tahrif edilmiş
fantazmlardan oluşan bir sempatik sinir sistemi gibi Los Angeles’ın da pabucu
dama atılmış eski düşselliğe ihtiyacı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Başka yerlerde (hatta burada)
çöpleri işleyerek yararlı hale getiren fabrikalar gibi, Disneyland da düşsele o
eski görünümünü iade etmeye çalışan bir mekandan başka bir şey değildir. Bugün
dünyanın her yerinde herkes çöpleri yeniden yararlı bir hale getirmeye
çalışmaktadır. Bu anlamda çocuklarla insanlara özgü düşler ve fantazmlarla
onlara ait masalsı, efsanevi, düşgüçleri bir kalıntı ya da çöpe
dönüşmektedirler.
Hipergerçek bir uygarlığı
zehirleyen ilk önemli pislik (dışkı) Disneyland’dır. Bu eğlence merkezi
zihinsel düzeyde bir “yeniden sağlığına kavuşturma” (yeniden kazanma) görevini
yerine getiren bir prototiptir. Zaten Kalifoniya’da yerden mantar bitercesine
ortaya çıkan tüm cinsel, ruhsal, somatik (rcyclage) yeniden kazanım enstitüleri
de benzer bir amaçla kurulmuştur.
Sokaklarda birbirlerinin yüzüne bakamayan bu insanlar için yüz yüze bakma enstitüleri kurulmuş; birbirine dokunamayan insanlarsa birbirine dokunma (contacto thérapie) tedavisi görmeye başlamış; yürümeyi unutanlar içinse “jogging” keşfedilmiştir, vb.
Sokaklarda birbirlerinin yüzüne bakamayan bu insanlar için yüz yüze bakma enstitüleri kurulmuş; birbirine dokunamayan insanlarsa birbirine dokunma (contacto thérapie) tedavisi görmeye başlamış; yürümeyi unutanlar içinse “jogging” keşfedilmiştir, vb.
Yaşamla
ilgili her şeye örneğin yitirilmiş yetenekler, yitirilmiş vücutlar, yitirilmiş
toplumsallık ya da eski tadını yitirmiş yiyecekler konusunda, evet her alanda
her şeye eski işlevi yeniden kazandırılmaya çalışılmaktadır. Açlık ve oruç tutma
natural food, healthfood, yoga vb. başlıklar altında yeniden keşfedilmektedir.
Burada Marshall Sahlins’in düşünceleri ikinci dereceden bir
gerçekliğe dönüşmektedir. Çünkü Sahlins’e göre açlığın kökeninde doğa koşulları
değil, Pazar ekonomisi vardır. Gereksiz ayrıntılarla arap saçına döndürülmüş bu
muhteşem pazar ekonomisinde sonuç itibariyle açlık bir gösterge/açlık,
simülakr/açlığa dönüşmüştür. Bu ise az gelişmiş bir ülke insanını simüle eden
bir davranış biçimidir (buna herkesin benimsemiş olduğu Marksist az gelişmiş
insan modelini de ekleyebilirsiniz).
İnsanı dışlamayan bir kültürün kazandığı zafere, çevre sağlığı ve
temizliğinin yanı sıra enerji ve sermaye krizini de kattıktan sonra, buna bir
de içe dönüklük halkasını eklediğinizde bu iş tamamdır. Böyle bir sistemin daha
önce hiç karşılaşmamış olduğu bir zihinsel felaket, zihinsel bir kabuğuna
çekilme ve için kaynama felâketiyle karşılaşma olasılığı vardır. Bu felaketin en belirgin
göstergeleri belki de şu acayip şişkoluk, lüks, Tanrı ve para arasındaki
inanılmaz koalisyondur. İnanılmaz düzeydeki lüks bir yaşantı içinde
karşılaşılan inanılmaz zıtlıklarla, akla gelebilecek en tuhaf düşünce ve
davranışların bir arada bulunmasıdır.
[….]
Jean
Baudrillard
Kıta Avrupası Felsefesine Giriş
D.West
Paradigma Yayınları
Jean Baudrillard da, tıpkı Lyotard gibi, Batı toplumuna bir açıklama
getirme teşebbüslerinde, yüzünü giderek daha fazla postmodernizm doğrultusuna
çevirmiş olan eski bir Marksisttir. O, sadece çağdaş kültürün yepyeni
özelliklerini değil, fakat daha özel olarak da, toplumdaki kültür alanının
dönüşüme uğramış olan rolünü vurgular. Onun entellektüel konumu, hem Frankfurt
Okulu’nun kültür endüstrisi ana teziyle ve hem de
‘durumcu’ ‘görüntü toplumu’ teşhisiyle benzerlikler gösterir. (1) Kapitalist
toplumun dönüşüme uğramış hâli, her ne kadar Marksist kategorilere uygun düşmese de, onun
teorik yaklaşımı için bir payanda işlevi görür.(2)
Baudrillard için, gerek ekonomi ve gerekse toplumun, daha önce bir
eşi daha görülmemiş ‘imaj’a doygunluğu, çağdaş toplum için belirleyici bir
mahiyettedir. Baudrillard, ilk dönem (ve hâlâ Marksist olan)
eserlerinde, ‘tüketim toplumu’nda metaların rolünde, onun sadece kapitalizmin
üstyapısal bir sonucu olarak değil, fakat ‘insan türünün ekolojisinde, temel
bir dönüşüm olarak gördüğü’ önemli bir değişim saptar.(3) Bu yeni toplum
biçiminde, daha önce sadece çalışmayı öğrenmiş olan bireylere tüketim fikri
aşılanır: ‘Modern insan, yaşamında üretime giderek daha az, kişisel
ihtiyaçlarıyla refahının sürekli üretim ve yaratımına giderek daha fazla zaman
harcar. O, bütün potansiyelini, tüm yetilerini tüketim uğruna hayata geçirmeye
her daim hazır olmalıdır.(4) İşten ziyade, tüketim yoluyla haz elde etmek,
tüketim toplumunun ”eğlence ahlâkına” göre, en önde gelen ödevdir. Reklam, pazar araştırması,
televizyon ve diğer iletişim araçları gönüllü ve uysal tüketiciler yaratma
amacı güder.
Bununla birlikte, tüketimin anlamında da temel bir değişim söz konusu
olur. Liberal kapitalizm içinde, daha önce nesnelerin üretimi, insan ihtiyacından
ziyade, kâr tarafından belirlenmekteydi.
Marks’ın terimleriyle ifade edildiğinde, üretim, şeylerin ‘kullanım değerinden’
çok, ‘mübadale değeri’ tarafından belirleniyordu. Oysa, tüketim toplumunda, nesne kullanım ya da ihtiyaçtan daha bile kökten
bir biçimde koparılır, ihtiyaca daha bile radikal bir tarzda yabancılaşır. Nesnelerin
tüketimi şimdi, onların reklâmlarla ifade edilen ve reklâmlar tarafından pekiştirilen toplumsal statü v. b. g., derecelenmelerine
tekabül eden, farklılaştırıcı bir anlamlar ya da ‘göstergeler’ sistemi içindeki
konumları tarafından belirlenir.
Baudrillard’ın bariz bir biçimde yapısalcı olan yorumuna göre,
‘metalar ve nesneler, tıpkı sözcükler ve bir zamanlar kadınlar gibi, global,
keyfi ve tutarlı bir göstergeler sistemi, olumsal bir ihtiyaçlar ve hazlar
dünyasının, doğal ve biyolojik düzenin yerine, toplumsal bir değerler ve
sınıflamalar düzeni ikame eden bir kültürel sistem oluşturur.(5) Marksçı
ekonomi politik, bundan böyle bir ‘gösterge ekonomi politiği” yoluyla
anlaşılması gereken yeni sosyo-ekonomik oluşum için, artık uygun değildir.
Anlamlı metalarla kapitalist üretim sisteminin iç içe geçmesinden dolayı,
kültür ve ekonomi bundan böyle ayrıştırılamaz bir karışım olarak anlaşılmak
zorundadır. Connorun sözleriyle, ‘kültürel
ürünler, imajlar, temsil, hatta duygular ve psişik yapılar bile iktisadi alanın
bir parçası hâline geldiği için, ekonomi veya üretim alanını, ideoloji ya da
kültür alanından ayırmak, artık mümkün değildir.(6)
______________________________________________
(1) Bkz., D. Kellner, Jean Baudrillard. Durumculuk konusunda,
bkz., C. Gray, ed., Leaving the 2Oth Century ve G. Debord, Society of the
Spectacle.
(2)Baudrillard Marksizmden en nihayet The Mirror of Production’da
kopar.
(3) Jean Baudrlllard, ‘Consumer Society’, Jean Baudrillard:
Selected Writings, s.29.
(4) A.g.e S.48
(5) A.g.e S.49
(6) Connor, The Postmodernist Culture, s. 51.
Baudrillardın sonraki, daha karanlık yazılarında, imaj veya gösterge, gerçekliğin bütünüyle yerini alır. Gerçekten de, postyapısalcılığın argümanları mantıksal sonuçlarına (veya daha bile öteye) götürülür. Postyapısalcılığın, Baudrillard’ın yorumuna göre, dile getirdiği gibi, eğer metnin dışında hiçbir şey yoksa, bir tasvir ve gerçeklik, bir gösterge ve gösterilen ikiliğinin aşılması gerekir. Tasvirler [imajlar] bir harici gösterilene veya dış gerçekliğe bundan böyle bağlanamazlar. Baudrillard’ın kendi örneğini seçecek olursak, harita artık gerçek bir araziye tekabül etmez, fakat daha ziyade, ondan önce gelir ve hatta onu vücuda getirir. ‘Simülasyon, artık daha fazla bir arazinin, maddi gerçekliği olan bir varlığın taklidi değildir. O, asıl veya gerçeklik olmadan, bir gerçeğin modelleriyle yaratmadır, o hipergerçekliktir.
Arazi artık haritadan önce gelmediği gibi, ondan sonra varolmaya
da devam etmez. Artık harita araziden önce geldiği gibi, araziyi de vücuda
getirir.(1) Baudrillard’ın biraz da abartılı terimleriyle, artık bir hakikat veya
gerçeklik yoktur, sadece evrensel ve zorunlu taklitler vardır. Melodramlar [arkası
yarınlar] ve eğlence parkları, tek
gerçekliktir. Disneyland, Amerika’nın ve Amerikan [hayat] tarzının ‘hakikatini’
somutlaştırır.(2)
Bu durumun bir sonucu olarak, ideoloji de geçmişe ait bir şey olup
çıkar, zira ideoloji pek tahrif edilmemiş hakikat diye tanımlanır ve böyle bir
standart hipergerçeklikte mevcut değildir. Geriye kalan tek ideoloji,
gerçekliğin veya hakikatin kendisine duyulan inanç, toplumsal görünümün salt
performanstan daha fazla bir şey olmadığı inancıdır: O, artık, gerçekliğin yanlış
bir tasviri (ideoloji) meselesi değil, fakat gerçeğin bundan böyle gerçek
olmadığı olgusunu gizlemeyle ilgili bir sorundur.(3)
Baudrillard, ‘İletişim Çılgınlığı’nda, çağdaş taklit
dünyasının anlamlı ve bir şekilde etkileyici bir yorumunu ortaya koyar. O, ‘perde
ve radyo istasyonları şebekesinin’ biricik ontolojik temeller ve kültürün de
tam tamına ‘iletişimin kullanılmaya hazır pürüzsüz yüzeyi’ olduğu, bir
enformasyon ve iletişim dünyasıdır. Reklâmın herşeyi istilâ ettiği bir çağ için, televizyon ‘nihai ve mükemmel nesne’dir.(3)
Tüketimin bu dünyada oynadığı çok temel role daha önce değinmiştik. Fakat kitle
iletişim araçlarının yönetimiyle salt tüketim, toplumun geri kalanını değişmeden
bırakmaz. Toplumsal hayatın toplumsallığının bizzat kendisi, başka insanlarla
yüzyüze gelmeye ve konuşmaya bağlı olduğu ölçüde, tehdit altında kalır:
‘Mevcudiyetleri ve konuşmaları esnasında, başka insan varlıklarından uzaklaşmış
olarak ve daha çok, hep aynı söylemi, bizim şaşırtıcı gücümüzün, potansiyel
servetimizle birbirimizde olmamaklığımızın söylemini tekrarlayan aldatıcı ve
itaatkar nesnelerin sessiz bakışı altında yaşamaya başladık.(4) Hakiki bir
kamusal alana dahi girebilme şansımızı yitirdiğimiz gibi, artık mahremiyet de
kalmadı. Kamusal alanla özel alan arasındaki ayırım, enformasyon ve iletişimin
ağırlığı altında çöker. İletişim bir zamanlar mahrem olanı kamuya mâl ettiği için, o açık
saçık hâle gelir: ‘Tüketim çılgınlığı içinde yaşıyoruz. Ve bu
çılgınlık, alenidir. Tüm gizler, mesafeler ve sahneler, tek bir malümat boyutu
içinde kaybolup gitmiştir. Aleniyet, işte budur.’ (5) Artık, sınırlanmamış
ilişkilerin ‘sevimsiz biraradalığı söz konusudur. Baudrillard, Deleuze ve Guattari’nin
Anti-Oedipos’undan da yararlanarak, bu evrenin patolojisinin şifozreni olduğu
teşhisinde bulunur. ‘Sürekli bağlantılarıyla birlikte, bütün bu şebekelerin
hazır ve nazır biraradalığının tam ortasında, kendini kaybetmiş olan şizofren’,
‘saf bir perde, tüm etki şebekeleri için düğme çeviren bir merkez olarak’,
‘hiçbir savunmanın, hiçbir sığınağın’ olmadığı duygusunun hakim olduğu ‘büyük
bir karışıklık içinde yaşarken, her sahneden mahrum, herşeye kendisine rağmen
açıktır.(6)
(1) ‘Simulacra and Simulations’, Jean Baudrillard: Selected
Writings, s. 166.
(2) A.g. e., s. 171.
(3) Baudrillard’dan aktaran Z. Baumann ,Jntimations of
Postmodernity, s. 151.
(4) ‘Consumer Society’, Jean Baudrillard: Selected Writings, s.
29.
(5) Baudrillard, ‘The Ecstasy of Communication’, s. 130-31.
(6) Baudrillard, ‘The Ecstasy of Communication’, s. 132-33.
Bu ‘soğuk dünya’da, ‘toplumsalın tiyatrosu’na da, ‘siyaset tiyatrosu’na da pek yer yoktur. Toplum ve politika; modernitenin bu iki çocuğu,
ya ölüdür ya da ölmektedir.(1) Gerek, geleneksel sosyolojinin konusu olarak
toplum, ve gerekse sosyalist ideolojinin kollektif sınıf güçleri, ve onlarla
birlikte de, toplumsal analiz ve kollektif eylemin halihazırdaki modellerinin
uygunluğu ortadan kaybolmaktadır. Fakat toplumdan, politikadan ve bireyden
sonra, geriye acaba ne kalır? Baudrillard, bir kitle iletişim araçları, salt
tüketim ve kamuoyu dünyasının muadilleri olarak ‘kitlelerin’
gelişini
ilan eder. Bu, Sartre’ın bir terimini kullanacak olursak, sadece istatistiksel
bir anlam içinde, bir ‘bütün’dür.(2) Kitleler ‘dizi anlayışının’
ilahlaştırılmasını ifade eder. Kitleler, bir radyo yayını dinleyicileri veya
televizyon izleyicileri gibi, bundan böyle yüzyüze gelmez, fakat yalnızca
dağınık, edilgen ve olmazsa da, ilişkisiz hazirun olarak birarada varolurlar.(3)
Enformasyon ve iletişim araçlarının hakim olduğu postmodern bir
dünyada, kitleler demek ki, kollektif politik eylem için gerekli olan bilinçli, örgütlü
grupları yaratamazlar. Marksizm tarafından geleneksel olarak proletaryadan
beklenen vurucu kollektif mücadelenin tam tersine, kitlelerin direnişi edilgenlik
şeklinde ortaya çıkar, tüm konuşma, eyleme ya da katılma teşviklerinin kararlı
bir reddi biçimini alır: ‘Sistemin halihazırdaki argümanı, konuşmayı azamiye
çıkarıp, anlam üretimi ve katılımı en aza indirgemektir. Dolayısıyla, stratejik
direniş, anlamın reddi ve konuşmayı kabul etmemedir.(4) Baumann’ın okumasına
göre, ‘Şimdi bize, kitlelerin hissiz hareketliliğinin sahip olduğumuz en iyi
faaliyet türü olduğu, onların hiçbir şey yapmamalarının en mükemmel direniş
biçimi olduğu söylenir.(5)
Baudrillardın konumu, Foucault’nun yazılarının da önerdiği gibi, insan
varlıklarının, onları sadece nesneler olarak değil, fakat aynı zamanda özneler
olarak da kuran iktidar ilişkilerinin ürünü olduğu bir toplumun alameti
farikası olarak görülebilir.(6) Foucault’nun teşhisi, en azından modernitenin,
liberalizm ve sosyalizmin ‘öznenin özgürleşme haklarını’ talep eden
karakteristik ideolojilerini çok şüpheli hale getirir. Acaba bu talepler,
sadece ikitidara çıkar mı sağlar? Hakkını vermek gerekirse, Baudrillard da,
modern politik ideolojilerce savunulan daha etkin direnişi elinin tersiyle itmez.
Bununla birlikte, Baudrillard’ın uzlaşımsal politikayla ilgili teşhisi, son
çözümlemede cesaret verici değildir.
(1) A. g. e., s. 129. ‘Sıcak’la ‘soğuk’ evren arasındaki ayrım,
McLuhan’ın The Gutenberg Galaxy ‘deki ayırımını anımsatır.
(2) yukarıda s. 204-5.
(3) ‘The Masses’, Jean Baudrillard: Selected Writings, s. 53.
(4) Bauman, Intimations of Postmodernty, s. 153.
(5) Bkz., yukarıda 6. böl.
(6) Baudrillard. Selected Writings, s. 219.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder