Renaissance
Felsefesi
Yeniçağı başlatan Renaissance (Rönesans), döneminin kültürel bakımından özellikleri şöyle özetlenebilir: Renaissance Ortaçağ ile Yeniçağ arasında bir geçit dönemidir. Renaissance sözcük anlamında “yeniden doğuş” demektir. Burada “yeniden doğan”, Antik çağın tutumu, yaklaşımıdır. Ancak Renaissance bundan ‘daha çok, daha önemli bir olgudur: Çünkü İlkçağ ile Ortaçağın kültür alanında oluşturduğu değerler, Renaissance’ta yeni bir biçimde, yeni bir birleşimle ortaya konmuşlardır. Renaissance 14. yüzyılda başlamıştır, denebilir. Çünkü bu yüzyıldaki birtakım gelişmeler, Batı ve Orta Avrupa toplumlarını Ortaçağ düzeninden artık yavaş yavaş ayırmaya başlamıştı.
Bu süreç 15. ve 16. yüzyıllarda doruk
noktasına ulaşacak, Renaissance kültürü kendisini en olgun biçimiyle bu
yüzyıllarda gösterecektir. Renaissance kültürünün bütününde bulduğumuz oluşu ve
değişmeyi felsefesinde de bulabiliriz. Bu dönemde felsefenin de gözönünde
bulundurduğu: “eski” den kopmak, “yeni”yi oluşturmaktır.
“Eski” neydi? “Yeni” neyi getirmek
istemekte?
Bunu anlamak için, Ortaçağ felsefesinin
yapısı ile Renaissance felsefesinin, bunun karşısına çıkarmaya çalıştığı tutumu
karşı gerekecektir: Ortaçağ felsefesi bağımlıdır; sorunlarını, yolunu kendisi
seçmez, bunları seçen ve belirleyen Hıristiyan dini ve bu dinin tanrıbilimidir.
Bu felsefenin görmek istediği iş, Hıristiyanlığın öğretisini, dogmalarını
akılla işleyip desteklemektir. Oysa Renaissance felsefesi —bütün Renaissance
kültürü gibi— bağımsız olan, yalnız kendine dayanan, konu ve amacını kendisi
belirleyen bir felsefe olmayı ister.
Ortaçağ felsefesi kendi içine kapalı, kendi
içinde uyumlu bir dizgeydi. Ortaçağ filozofları kimsenin değil, herkesin malı
olan, yazarı bilinmeyen bir yapıt üzerinde çalışan adsız birer işçi gibidirler;
yeni bir şey getirmezler, ancak sistemin pürüzlerini, uyumsuzluklarını
gidermeye çalışırlardı. (Ortaçağ dönemi için, son dönemlerde yayımlanan
yapıtlar farklı görüşleri de içermektedir. Berksan)
Ortaçağ felsefesindeki “birlik” yerine
Renaissance felsefesi bir “çokluk” getirecektir. Tutumunu kendisine örnek
olarak aldığı Antik felsefe gibi, Renaissance felsefesinde birçok çığır vardır
ve çeşitli çığırlarda yer alan düşünürler benliklerinin özelliklerini ‘bütün
ağırlığıyla belirtmeye çalışırlar, birer birey olarak görünmek isterler.
Renaissance’ın özgür havasında gelişen birey yanında, “ulus” dediğimiz toplumsal
bireysellik de oluşmaya başlamıştır. Oysa Ortaçağda ulus üstünde
evrensel bir topluluk olan ümmet temel gerçekti. Ulus’un belirmesiyle
felsefelerde de ulusal özellikler kendisini göstermeye başlayacaklardır. Bu
arada, Ortaçağın tek kültür dili olan Latince yerine ulusal diller (İtalyanca,
Fransızca, İngilizce vb.) kültür dili olarak kullanılmaya başlanacak ve bu işi
görecek gibi olgunlaştırılacaklardır. (Uluslaşma sürecinin 19.yy.dan daha
geriye giden başlangıçlarına da Rönesans döneminde rastlıyoruz.Berksan)
Ortaçağ ve Renaissance felsefeleri ‘bir de
yaratıcıları bakımından birbirlerinden ayrılırlar: Ortaçağın büyük filozofları
(Augustinus, Anselmus, Thomas vb.) hep din adamlarıdır. Renaissance düşünürleri
ise yazarlar, bilginler, öğretim üyeleri ‘vb. inden oluşan dünya adamlarıdır.
İki felsefeyi de oluşturanların tutumları da başka başkadır: Ortaçağ filozofu
için “doğrular” hazırdır, elde edilmişlerdir, bunları Platon’un, Aristoteles’in
ve Kilise Babalarının felsefelerinde bulabiliriz. Bundan sonra yapılacak şey,
bunlara biçim bakımından biraz çeki - düzen vermektir; kimi yerlerindeki
tutarsızlıkları gidermektir. Renaissance filozofu için ise “doğru” bulunmuş
değildir; belki de sonsuz olarak araştırılacaktır. Araştırılması da gereken bir
ödevdir. Bu anlayış, Renaissance düşünürünü tutkulu bir araştırıcı yapmıştır ve
yine bu araştırma tutkusu, Rennaissance’taki büyük buluşların (pusula, barut,
basım), keşiflerin (deniz yolları, Amerika) başlıca bir dürtüsü olmuştur.
Rennaissance felsefesi ilk olarak insan
sorunu üzerinde durmuştur. “İnsan nedir? İnsanın bu dünyadaki yeri ve anlamı
nedir?”, araştırılan, bilinmek istenen buydu. Ortaçağ felsefesi böyle bir soruyu
sormayı gerekli bulmamıştı. Çünkü Ortaçağ insanının ne olduğu, yeri ve anlamı
aşkın bir yerden, Tanrı katından belirlenmişti: İnsan, kendisini aşan bir
organizmanın yalnızca bir örgenidir, bir inancıdır. Renaissance’ın kendini
dinden bağımsız kılan düşüncesi ise, ilkin bu sorunu ele almış ve sorunun
yanıtını Antik felsefe kaynaklarına dayanarak bulmaya çalışmıştır.
Renaissance’da bu kaynaklar üzerinde bu amaçla yapılan —filolojik- çalışmalara,
arama - araştırmalara da hümanizma
denir. Ancak, hümanizma çok daha geniş bir şeyi amaçlar: Yeni, lâik
bir insanlık kültürünü gerçekleştirmeyi. İnsanca bir yaşayış ve düşünceye
ulaşmak çabası, hümanizmanın asıl anlamıdır.
Renaissance’ın ilk hümanisti
sayabileceğimiz Petrarca
(1304 - 1374) “insanın ne olduğunu” bilmek ister; “doğru yaşamanın” ölçüsünü
Hıristiyanlıkta değil, Roma Stoa’sında, Antik felsefenin bu öğretisinde bulur:
İnsan için en yüksek değer ruhunun bağımsızlığı, özgürlüğüdür. Buna da inan ile
değil, akıl ve erdem ile ulaşılır. Bu en yüksek mutluluğu Tanrının yardımı da
tam olarak sağlayamaz. “Bu dünya” Petrarca için başlı başına bir değerdir. Onun
için üzerinde durup düşünüyor.
Aradığı örnek insan fatih ruhlu Romalı’da
bulan Macchiavelli(1469-1527) ye göre insan canlı bir doğa gücüdür; egemen olmayı istemek bu güç
kaynağının ana içgüdüsüdür. Hıristiyanlık alçakgönüllülüğü en büyük erdem
saymakla, dünyadan elini eteğini çekmesini öğütlemekle, insanın özünü,
yaratılışını çarpıtmıştır.
İnce zekâsı ve alaylarıyla
gününün düşüklüklerini çok güzel eleştiren Rotterdam’lı Erasmus (1469 - 1538) da, her
şeyin: dogmaların, geleneklerin, yetkelerin aklın incelenmesinden,
eleştirisinden geçirilmesini ister. Onun gözönünde bulundurduğu, laik, özgür
bir insanlık kültürünü gerçekleştirmektir. Bu yoldaki çalışmaları, savaşımları
onu büyük bir eğitimci de yapmıştır.
Antik çağ tutumunun “yeniden doğması” demek
olan Renaissancte’ta, Antik Yunan felsefesinin başlıca çığırlarının, özgün
biçimleriyle, yeniden ortaya çıkmaları doğaldır. Bu çığırlardan Platonculuğu
İtalya’ya Bizans’tan gelen bilginler başlatmışlardır. 1459 yılında Floransa’da
kurulan “Platon Akademisi” Platon felsefesi üzerindeki çalışmaların çok verimli
bir merkezi olacaktır. Burada Marcilio Ficino Platon’un yapıtlarını büyük bir
başarıyla çevirecektir. Bu dönemde Aristotelesçiliği de başlatan yine Bizanslı
bir bilgindir (Theodorus Gaza). Atomculuğun İlkçağdaki gerçek görünüşü ile
ortaya çıkmasında P. Gassendi’nin büyük hizmeti dokunmuştur. Bu arada
atomculukla sıkı bağlılığı olan Epikurosçuluk da Ortaçağın yanlış, tek yanlı
yorumlarından arındırılmıştır. Atomculuk, Skolastiğin Aristoteles’e dayanan
ereksel-organik anlayışına tam aykırı olan mekanist- cisimsel bir doğa görüşünü
getirmiştir.
Renaissance’ın din konusundaki görüşleri,
Martin Luther’in başlattığı (1517) Reformation denilen ‘büyük din hareketinde
önemli bölümüyle somut bir gerçek olmuştur. Katolik kilisesinin yozlaşmasına
karşı bir tepki, bir ”protesto” olan bu din akımı, amaçladığı “düzeltimi
Renaissance’ın genel tutumuna uygun olarak gerçekleştirmeyi denemiştir: O da,
Renaissance felsefe çığırlarının yaptığı gibi, Antik çağa geri giderek buradaki
ilk Hıristiyanlığa dönmeye, Ortaçağ Katolik kilisesinin Hıristiyan öğretisinde
aymış olduğu çarpık yorum ve eklentileri temizlemeye kendisine temel olarak aldığı
gizemcilik —mistisizm- Kilisenin aracılığını, dolayısıyla varlık nedenini
ortadan kaldırmaya çalışmıştır.
Reformation’un getirdiği Renaissance
havasına çok uygun olan bu dinsel yaşantının bağımsızlığı “akıl dini”, ya da
doğal din denilen görüşte tam olarak gerçekleşecektir. Bu din anlayışının ‘kökü
de, yine Antik Çağın bir felsefesinde, Stoa çığırındadır. “Akıl” ile “doğa”yı
eşanlamlı sayan, aklı bir “doğal ışık” diye anlayan bu felsefeye göre din,
tanrısal istencin kendini bildirmesi olan vahiy değil, aklın bir ürünüdür.
Dinin temel inançlarını bize aklımız gösterir; düşününce aklımız ile buluruz
bunları, çünkü bu tür inançlar bizim doğamızda, eşanlamlı bir deyişle aklımızda
yerleşiktirler. Renaissance sonlarında yetişen iki düşünür Jean Bodin ‘(1530-1597) ile Herbert of
Cherbury (1581- 1648) bu Stoa görüşüne dayanarak, akıl dinini,
“doğal dini” tarih boyunca oluşmuş bütün dinlerin kaynağı sayarlar. Bu ‘kaynağa
dönmeli, zamanın dinlerde yaptığı akla aykırı eklentileri bir yana bırakarak,
yalnız akla, sağduyuya uygun olan inançlarla yetinmelidir. İnan konusunda
insana bol bol yetişecek-bu çeşit “doğrular” da şunlardır: Bir Tanrı vardır;
ona tapmalıdır; Tanrı’ya karşı bu saygı davranışı erdemli olmayı sağlar; suç ve
günahın cezası, pişmanlıkla çekilmelidir; ölümsüz olan ruh bu dünyada yapıp
ettiklerinin öbür dünyada ödülünü alacak, ya da cezasını çekecektir.
Her bakımdan olduğu gibi, devlet anlayışında da Renaissance
Ortaçağın karşısavı durumundadır. Ortaçağınki evrensel bir ümmet devletiydi Bu
devlet “Kutsal Roma İmparatorluğu”nda somut bir biçim kazanmıştı; Onun görevi
yeryüzünde Tanrı devletinin gerçekleşmesine —Aquino’lu Thomas’ın düşündüğü
gibi— hizmet etmek, destek olmaktı. Renaissance ise ulusal benliklerin
belirmeye başladığı çağdır. Bu oluş Ortaçağ ümmet düzenindeki birliği bozacak,
yerine bağımsızlaşan ulusal devletlerin çokluğunu getirecektir. Ortaçağ
düzeninin dayanağı olan Kilise bu gelişmeye engel olmak istediği için,
Renaissance’ ta Kiliseye karşı ayaklanmalar, Kilise ile çatışmalar vardır.
Renaissance’ın devlet felsefesi bu gerçeğin kuramsal olarak dile
getirilmesidir.
Renaissance’ta devlet konusunu işleyenlerin
başında yer alanlardan biri olan İtalyan N. Macchiavelli’nin önemi, “ devlet” düşüncesinin
ilk temsilcisi olmasıdır. Antik çağda bulunmayan, ortaya çıktığından beri ağır
basan ‘bu “ulusal devlet” düşüncesine Macciavelli, İtalya’yı birleştirmek gibi
pratik bir kaygı ile varmıştır. Onun tasarladığı ideal devlet, güce dayanan
ulusal bir devlettir ve böyle bir devletin canlı örneğini de Roma İmparatorluğu
vermiştir. Macchiavelli’ye göre, devlet, gücünü bir ulustan almalı, üstünde
kiliseyi —ümmeti— bulmamalıdır. Hukuk da dinden değil, devletin özünden
türetilmeli, çünkü devlet doğal bir kurumdur, bu dünya için kurulmuştur, öbür
dünya ile bir ilgisi yoktur - oysa Ortaçağ gözünde devlet, Tanrının planında
belli bir görevi olan bir kuruluştur. Devlet başkanının başlıca amacı, devleti
elinden geldiğince güçlü kılmak .olmalıdır, diyor Macehiavelli. Bu uğurda her
şey yapılabilir; her şey hoş görülmelidir. Hukuk, ahlak, devlet yüzünden
vardırlar, dolayısıyla devletin bittiği yerde bunlar da biter. Bu anlayışta
devletler hukuku olamaz - Devletin ötesinde savaş var.
Macchiavelli gibi devlette yetkeyi,
sözügeçerliliği en üstün değer sayan bir
Renaissance düşünürü de Jean Bodin’dir. O da mezhep kavgalarıyla bölünmüş
yurdu Fransa’yı gözönünde bulundurarak geliştirdiği öğretisinde: Devletin özel
ayrımı olan egemenliğin kesin olarak belirtilmesini ister; devlet gücünün tek
elde toplanmasını doğru bulur; dolayısıyla mutlak monarşi düşüncesini savunur,
Ancak, ahlâk ve hukuk yasaları hükümdarın egemenliğine bir sınır
çizeceklerdir; - oysa Macchiavelli hiç bir sınır tanımıyordu.
Renaissance’ta liberal devlet anlayışını
geliştiren Hollandalı Hugo Grotius ise, doğrudan doğruya hukuku, daha
doğrusu “doğal
hukuk” kavramını öğretisine temel yapar.. Devlette ilk olan
hukuktur, devlet sonra hukuku korumak için oluşturulmuştur, dolayısıyla hukuk
devletin sınırlarında bitmez, öteye de geçerek devletler arasında geçerliği
olan bir hukuk da olur. Grotius çağdaş devletler hukukunun babası olduğu gibi,
liberalizmin de kurucularındandır, Ona göre insanın doğal haklarının başında
mülkiyet hakkı gelir. Demokrat devlet düşüncesini Renaissance’ta Monarkomak
denilen bir düşünürler takımı geliştirip savunmuştur. Macchiaveili ve Bodin
gibi “egemenlik” kavramını çıkış noktası yapan bu düşünürlere göre, asıl egemen
halkın. Devletin başındakiler halkın efendisi değil, görevlisidirler. Bunlar
görevlerini kötüye kullanırlarsa halk da onlara karşı ayaklanabilir, onları görevlerinden
uzaklaştırabilir.
Renaissance’ta sosyalist devlet öğretileri
de var. Bunları romanlaştırılmış ideal devlet tasarıları, birer ütopya niteliğindedir.
Nitekim sosyalist anlayışı ilk’ olarak geliştiren Thomas Morus’un (1480- 1535)-
yapıtı “Utopia”
adını, taşır; Thomas Morus ile ondan bir yüzyıl sonra yaşamış olan Tomaso Campenella
(1568 1636) (yapıtı: Güneş Devleti) şu düşüncelerde birleşirler: Her
ikisi de o günlerde yurtlarında (İngiltere’ ve İtalya’da) yaygın olan anarşi ve
adaletsizliğin nedenini özel mülkiyette bulurlar; onun için bir adada
bulunduğunu tasarladıkları ideal devletlerinde özel mülkiyeti kaldırırlar.
Devletin yöneticileri sıkı bir eğitim ve elemeden geçerek yetiştirilirler.
Kendilerini sanat ve bilimle geliştirmek, olgunlaştırmak için yurttaşlara bol
boş vakit bırakılır.
Thomas Morus ile Campenalla’nın örnek
devletlerinde sosyal adalet, temel’ düşüncedir. Francis Bacon’ın (1561-1626) ideal
devleti ise bilime dayanır. Bacon’ın kendi içine kapalı, o da bir adada bulunan
devleti, yüksek “Bilimler Hazinesi” adındaki akademi gibi bir örgüte
borçluymuş. Devlet bir araştırma merkezinin sağladığı bilgilerle yönetilirmiş.
Bacon’ın, böyle bir bilgiye dayanan bir devlet anlayışına varması da
öğretisinin bütününe uygundur; çünkü,
ona göre, bilmek egemen olmaktır.
Renaissance’ın ütopyalarına, Platon’un
ideal —en yetkin, en doğru— bir devletin tablosunun çizdiği ”Devlet”
adlı yapıtının örnek olduğuna hiç kuşku yok. ‘Mal mülk ‘ve aile ortaklığı savı
da, devleti yöneteceklerin sıkı bir eğitim ve elemeden geçmeleri düşüncesi de
Platon’dan gelmedir. Bacon’ın “Bilimler Hazinesi”nde çalışan bilginler,
Platon’un devletin başına oturttuğu “filozoflar”dan başka bir şey değildirler;
bu filozofların yürüttüğü devlet de bilime dayanır. Renaissance’ta geliştirilen
öteki devlet anlayışlarının temelinde de hep Antik düşünceleri bulabiliriz.
Devletin güçlü olmasını en büyük değer sayan, bu uğurda hiç bir engel tanımayan
Macchiavelli’nin görüşü , M.Ö. V. yüzyıl Sofistlerinden Trasymakhos’un “Hak,
güçlünün işine gelen şeydir?” önermesine kadar geri uzanır. Yine o sıralardaki
Sofistlerden Antiphon’un “Doğadan hepimiz her şeyde aynı olarak
yaradılmışızdır” demesi de, demokrasinin temellerinden biri olan “eşitlik
ilkesi” ile ilgilidir. Grotius’ un liberal devlet anlayışının temelinde yatan
‘doğal haklar kavramının kökleri Stoa felsefesindedir.
Ortaçağı kapayarak Yeni bir ‘giriş,
Yeniçağı her bakımdan başlatan bir gelişme olması Renaissance’ın baş
özelliğidir. Bundan dolayı, günümüzde de geçerlilikleri olan, şurada burada
uygulanan, üzerlerinde tartışılan devlet anlayışlarının hepsini Renaissance’ta
da bulmamız doğaldır.
Doğa
sorununda
da durum böyledir. Bugünkü doğa bilimimizin, bunun bir sonucu olan modern
tekniğin başlangıcını, temellerini yine Renaissance’ta bulabiliriz. Renaissance
felsefesi doğayı Ortaçağdan büsbütün başka türlü değerlendirir. Ortaçağ, Antik
çağın Aristoteles - Ptolemaios (Batlemyos) sisteminde vardığı doğa tasarımını
olduğu gibi benimsemişti. Bu sisteme göre, gökyüzü ile yeryüzü yapı ve yasaca
birbirinden ayrıdırlar ve evren sınırlıdır.
Bu doğa tasarımından ayrılmanın ilk
belirtilerini Nikolaus
Cusanus (1401 - 1464), doğanın gelişen, açılan ve sonsuz olan bir
varlık olduğunu ileri sürmekle ortaya koymuştu. İlk ve Ortaçağ için ise, doğa
gelişmesini bitirmiş, sonlu ve duruk bir varlıktır. Bir de Cusanus’un hareketin
gözleyicinin duruş noktasına göre göreli olduğu savı da, Aristoteles’ten gelen,
yerin evrenin salt merkezi olduğu tasarımını sarsıyordu. Ancak, Renaissance’ın.
doğa anlayışı asıl Kopernik (1473 - 1543) ile başlayacaktır Onun güneş merkezli
evren sistemi, yeni doğa biliminin kilittaşıdır. Bundan böyle doğa
gerçeğine hep bu tasarımla yaklaşılacaktır. Kopernik böyle bir evren
tasarımına, doğanın yapıca pratik, kullanışlı, yalın olduğu varsayımından
gelmiştir. Onun istediği, evren düzenini toplu bir bakışla kavratacak bir duruş
noktası bulmaktır. Bu da duyuların gösterdiği ile bulunamaz.
Doğanın kendisi, bize göründüğünden başka
türlüdür. Evrenin gerçek görünüşüne uygun tasarımı, duyumları işleyen düşünme
sağlayabilir Bu görüş, günümüze dek modern doğa biliminin ana çalışma ilkesi
olacaktır.
Yer’in merkez olmaktan çıkması insan -
merkezli görüşü de ortadan kaldırdığından, Kilise yeni öğreti ile kıyasıya
savaşmıştır. Hristiyanlığa göre evren insanın “yüzüsuyu hürmetine” var dır.
Yeryüzü insanlık dramının geçtiği sahne, gökyüzü de onun dekorudur. Kopernik’in
getirdiği devrim yer ile birlikte insanı da evrenin merkezi olmaktan
çıkarıyordu. Nitekim yeni doğa tasarımını felsefe bakımından ilk olarak
değerlendiren Giordano Bruno (1548 -1600), Kopernik sistemine dayanan bir dünya görüşü
geliştirdiği için; bunu bir sapkınlık sayan Kilisece kovuşturmaya uğramış ve
sonunda yakılmıştır (1600).
Bruno, Kopernik’in öğretisinden şu iki ana düşünceyi çıkarmıştır: Evrenin birliği vardır —yeryüzü ve gökyüzü yapıca ve yasaca ayrı değildirler— Evren sonsuzdur —Aristoteles’in ileri sürdüğü gibi gökkubbesi ile sınırlı değildir—. Sonsuz evren içinde kendi içlerine kapalı, sayısız sonlu dünyalar vardır. Evren de Tanrısal Öz’ün kendisini açmasıdır. Doğa, Tanrının kendisidir. Tanrı gibi sonsuz ve güzeldir. Onun için coşkun bir duygu ile yaşanıp tapılacak bir konudur. —Oysa Ortaçağ, maddi nitelikte olduğu için doğayı aşağı değerli sayar. İnsanın, asıl özü olan tinsel yönüne ilgisini azaltacağından doğanın üzerinde öyle pek durmamalı—. Bruno, Kopernik astronomisini bir metafiziğe dönüştürüyor. Onun doğa görüşü estetik bir tümtanrıcılıktır; doğaya duygu ve hayalgücü ile yaklaşmadır.
Buna karşılık Kepler ile Galilei, Kopernik
devrimini bilimsel olarak geliştireceklerdir. İkisi de doğa tasarımına
matematik bir nitelik kazandıracaklardır. Bununla da günümüz fiziği doğmuş,
bunun bir ürünü olan çağdaş tekniğe de yol açılmış olacaktır.
Johannes Kepler (1571 -1630) önce doğa güzeldir, uyumludur, bunu da
sağlayan matematik orantılardır diyen estetik bir doğa tasarımı ile çalışmış;
sonra bu animist görüşü bırakarak mekanist doğa anlayışına geçmiştir. Bu
döneminde artık her yerde “fizik nedenler” aramış, “devindiren ruhlar” yerine
“güç”ü koymuş; doğada her yanın geometrik orantılarla örülü olduğunu ileri
sürmüştür. Bu anlayışıyla da Kepler modern matematiğin fiziğin kurucularından biri
olmuştur.
Felsefenin
Evrimi-Macit Gökberk-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları-1979
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder