Ahlak
dediğimiz de nedir? Ethik, ya da ahlak felsefesi, ahlak denilen fenomen
üzerinde bir düşünme, ahlak üzerine felsefe yapma. Ama, filozoflar, üzerinde
düşünmeden de, ahlak vardı. En ilkel toplumun bile kendine göre bir ahlaki var.
Ahlaki filozoflar bulmuş değil. Ahlak her yanda yaşamımızın içinde. Günlük
yaşayışımızda davranışlarımızın pek çoğu ahlakla ilgili eylemler.
Ama hangi davranışımız —ya da
bilim dili ile hangi eylemimiz— ahlaka uygun, daha doğrusu nasıl hareket
edersem ahlaka uygun davranmış olurum?
|
Bunu kestirmek pek kolay değil.
Ahlak alanında, elimizde iyice tartıp biçmeyi sağlayacak bir ölçek yok. Ahlakın
içeriği çeşitli çağlara, çeşitli uluslara, çeşitli çevrelere göre değişiyor.
Bazen tek tek kişilerin bile ayrı ahlak anlayışları oluyor. Aynı bir davranış
çeşitli çağlarda çeşitli uluslarda birbirinden ayrı değerlemelere bağlı
olabiliyor. Hatta aynı bir davranışı başka başka kişiler başka başka
değerlendiriyor. Tek bir insan, iyi ve kötü üzerinde, kendi çağından ve kendi
çevresinden başka türlü düşünebiliyor.
Öyleyse ahlaki incelemek
isteyen bir kimse nasıl hareket edecek? Hangi ahlakı esas olarak alacak?
Kendi çağının, kendi ulusunun
ahlakından mı hareket edecek, yoksa sadece kendi ahlak anlayışından mı?
|
Karşımıza çıkan ahlak görüşlerinin
hepsi de doğruyu kendilerinin getirdiği savında. Mutlak ahlak eğiliminde
olmayan hiçbir ahlak yok yürürlükte. Ancak şu var ki, yürürlükte olan ahlakın
mutlak ahlak olduğu inancı devam ettiği sürece bir geçerliği vardır, buna
inandığı ve inandırdığı sürece yürürlükte kalır. Bu da bir gerçek. Yürürlükte
olan ahlaklardan herbirinin kendine özgü yüksek bir yaşama amacı var. Ahlaktaki
her doğrultu yüksek bir yaşama amacını dile getirir. Ama herbiri kendi amacını
en üstün görür, başkalarının da aynı savda olduklarını bilmezlikten gelir,
onlarla aynı düzeyde olmayı kabul etmez. Başkalarını kendi itaati altına almak,
hatta onları yok etmek ister, bu bakımdan her ahlak despottur. Ama her yürürlükteki
ahlak böyle olmak zorundadır da, yoksa kendi kendini ortadan kaldırmış olur.
«Benim ilkelerim mutlak bir doğruluğu dile getirmiyor, ister uyun onlara, ister
uymayın» diyen bir ahlak yer yüzünde görülmüş değil. Hepsinin de ilkesi başka
başka olduğu halde. Her ulusun, her çağın, her sınıfın —haydutlar çetesinin
bile— hatta her tek kişinin kendine öz bir «ahlakı» olduğu, yani «ahlaksal»
olan şeylerle bağlantısı olan bir görüşler sistemi olduğu bir gerçek. Herhangi
bir yerde geçerliği olan, ya da herhangi bir kimse tarafından tanınmış olan ahlak
görüşü anlamında, ahlak şöyle ya da böyle olabilir. Ahlak üzerindeki görüşler
çeşitli olabilir. Ancak hepsinde ortak olan bir şey var: «Ahlaklılık» diye bir
şeyin kabulü.
Ama bu «ahlaklılık», «ahlaksal
olan» da nedir?
İşte her ahlak felsefesinin araştırdığı
ilk soru bu. İnsanın eylemlerini ahlak bakımından değerli ya da değersiz
kılan nedir?
|
Bu noktada filozofların iki ana
eğilimi ile karşılıyoruz. 1. Eylemler, eyleme temel olan, eylemi ortaya koyan
düşünüşün niteliğine göre değerlidir ya da değildir. 2. Sonucuna ya da
başarısına göre bir eylem ahlak bakımından değerlidir ya da değildir.
İkincide eylemi ahlaksal değerli
yapan, iyiyi ortaya koyması, iyiyi yaratmasıdır, arkasındaki düşünüş ne olursa
olsun. Onu zaten dışarıdan bilemeyiz. Birincide ise eylemi ahlaksal değerli
yapan, eylemi gerçekleştiren kişideki iyi düşünüştür.
Ama bu düşünüş de nedir?
İyi düşünüş hangisidir?
|
Her hangi bir eyleme karar
verirken çeşitli motifler karşısındayız. Bu motiflerden birini seçmemiz
eylemimizi ahlak bakımından iyi ya da kötü yapar. İşte ahlaksal düşünüş derken
genel olarak bundan anlaşılan, bu motifler arasındaki düzendir, motifler
arasındaki bağlantının iyi kurulmuş olmasıdır. Ancak, bu şekilde bir insanın
iyi düşünüşe varabilmesi için motiflerin hangisinin aşağı, hangisinin üstün
olduğunu bilmesi gerekir. Bu da başka bir deyişle iyi ile kötüyü
ayırabilmektir. Bu da Sokrates’den beri üzerinde düşünülen bir sorun. İyi ile
kötüyü ayırabilmek öyle pek kolay değil. Bunun için önce iyinin ne olduğunu
bilmek gerek.
«İyi» nedir?
|
Bu iyi sözünden herbirimizin bir
şey anladığına kuşku yok. Ama bu iyinin ne olduğu tanımlamak söz konusu olunca,
bunun pek de kolay olmadığı görülür. Herkes kendine göre tanımlayacaktır bu
kavramı. Tanımlamalar birbirine uymayacak, hatta bazan birbiriyle çelişecektir
Nitekim çeşitli ahlak öğretilerinin iyiyi tanımlaması değişiktir. İyi, haz
olur, mutluluk olur, ödevi yerine getirme, doğruluk, sevgi vb. olur. Bu iyi
anlayışı ahlak tiplerini ayırır. Ahlak öğretilerini birbirinden ayıran da iyi
üzeri anlayışları, iyiyi tanımlamalarıdır denebilir. Yürürlükteki ahlakların
birleştikleri nokta: Hepsi iyi ve kötünün ne olduğunu bildiklerine inanıyorlar.
Bu inanç bilgi ağacı söylencesine
(mitos) kadar geri götürülebilir: «Onu yediğin gün gözlerin açılacak ve Tanrı
gibi olacaksın ve iyi ile kötünün ne olduğunu bileceksin», yılan bunu haber
veriyor. Bu noktada Nicolai Hartmann’ın
bir sözünü analım: «Aldanmanın büyüğü yılanın haberindedir. Günah insanı görür
yapmamıştır, Tanrı gibi olmamıştır insan, iyi ve kötünün ne olduğunu da bugüne
değin hâlâ bilmiyor» (Ethik. s. 45). Ayrıca, bu düşünüşün içeriği de, düşünüşün
dayandığı düzen de çağlara, uluslara göre değişiyor. Toplumun yapısı değişince,
davranış biçimleri üzerindeki ahlak değerlemeleri de değişiyor. Ulusların,
çağların çeşitliliğine karşılık, ahlak kuralları da ulustan ulusa, çağdan çağa
değişir çeşitli olur. Çevrenin büyüklüğünün değişmesiyle de ahlak görüşleri
değişir.
Bu konuda Darwin’in verdiği tipik
bir örneği biz de alalım: Darwin, ilkel (ilksel) bir Afrikalının komşu bir
kabiledeki büyücülükten intikam almak için kaçırdığı bir fırsattan duyduğu
vicdan azabını anlatır. Bir misyoner, adam öldürmenin çok ağır bir günah
olduğunu kendisine anlatmıştır, öyleki sonunda ilkel adam intikamını almaya
cesaret edemez. Ama yerine getirilmemiş «ödev» bilinci onu öylesine baskısı
altına alır ki, yemeden içmeden kesilir artık hiçbir şeyden sevinç duymaz, tat
almaz olur. Kısaca ödevini yerine getirememeden doğan bir vicdan azabının bütün
belirtilerini gösterir.. Sonunda daha fazla dayanamaz, gizlice kaybolur, öteki
kabileden bir adamı öldürür ve «huzuru kalple» geri döner. Ödevini yerine
getirmiş ve vicdanı cinayetle rahatlamıştır. İlkel insanın duygusunun uygar
insanın duyduğu «vicdan azabı»ndan başka bir şey olduğu iddia edilebilir mi?
Elbette medeni insan vicdan azabını başka vesile ile duyacak, genel olarak kaçırılmış
bir cinayetten değil de, bu cinayeti işledikten sonra duyacaktır. Kaldı ki adam
öldürmenin uygar insan için de ahlaka aykırı sayılmadığı yerler var. Örneğın
savaşta İnsanların büyük çoğunluğu savaşta karşı tarafı öldürmeyi yasak değil,
hatta ahlaksal bir ödev sayar. Afrikalı ilkel insanın ahlak görüşü ile Avrupalı
uygar insanın ahlak görüşü arasındaki ayrılık, bu görüşün kurulmasındaki. ölçüyü
veren çevreye dayanır. İlkel için bu çevre kabile, ya da bağlı olduğu soy
soptur, uygar insan içinse bu çevre ulus ya da devlete kadar uzanır; ayrıca,
hasımlık biri için süreklidir, beriki
için gelip geçiçi.
Bir filozof, iki ulus arasındaki
savaşı, tıpkı bir ulus içindeki iki kişinin birbirini öldürmesi gibi, ahlaka
aykırı buluyorsa, bu, onun ahlak yasalarını koyan insan toplumunun çevresini
bütün yeryüzüne genişletmesindendir. Öyleyse bir insanın ahlak görüşü, düşünüşü
iyi anlayışı, içinde bulunduğu çevre ile toplumla ve kültür dünyası ile ilgili.
Böyle olunca, değerli olan,
kişilere, toplumlara, çağlara göre değişince, bunların mutlak bir otoritesi
olur mu?
Mutlak ahlak buyrukları var
mıdır, yoksa bu buyruklar doğarlar ve yeniden yok mu olurlar?
Burada filozofları Antikçağdan
beri uğraştırmış olan bir sorunla karşı karşıyayız: Ahlak yasaları, ahlak
ilkeleri konulmuş mudur, yoksa bunlar doğadan mı var dırlar?
|
Başlangıçta, düşünürlerin olduğu
gibi kabul ettiği bir durum var: Yasaların geçerliği. Hiçbir şeyin nedenini
niçinini aramayan ilkel düşünce bu buyrukların nereden geldiğini niçin
konduklarını, neden onlara itaat edilmesi gerektiğini sormadan bu buyruklara
itaat ediyordu.
Sofistlerden önce hiç kimse bu
yasaları incelemeyi, eleştirmeyi, bunların geçerliklerinin neye dayandıklarını
sormayı düşünmemişti. Yunan Aydınlanması ile bu kabuller sallantıya girdi, bu
yasaların nedenleri ve geçerlikleri üzerinde düşünülmeye başlandı. Çeşitli devletlerin,
çeşitli kavimlerin politika yaşamında olduğu gibi, törelerinde de çeşitlilikler
olduğunun farkına varıldı. Bundan da yasaların bütün insanlar için genel geçer
bir değeri olmadığı sonucu çıkarıldı.
Bu gibi yaşantılar sonunda
şöyle bir soru ortaya atıldı: Kavimlerin devletlerin ve çağların
çeşitliliğinden bağımsız olan ve her şeyin ölçüsü olan, her yerde ve her
zaman geçen bir yasa var mıdır?
|
Böylece başlangıçtaki fizik
problemine koşut bir problemle Yunan ahlak felsefesi de başlamış oldu. Nesnenin
hep aynı kalan, her değişmenin üstünde bulunan özüne ilk dönem filozofları doğa
(physis) diyorlardı. Doğanın her türlü değişmesinin üstünde kalan bir yasa
vardı. Bu doğa yasalarının karşısına da
insan tarafından konulmuş olan, belli zamanlarda ve sınırlı çevrelerde geçen
yasalar çıkıyordu. İşte bu doğa (physei) ile koyum (thesei) karşıtlığı Yunan
Aydınlanmasının karakteristik düşüncesidir. Bu dönemde, sofistlerde, ahlak
yasalarının bir koyum olduğu düşüncesi geçerliktedir; bütün ahlak ilkeleri
doğadan değil, koyumlardan ortaya çıkar. Öyleyse bütün ahlak yargılamaları da
bir uzlaşımdır (Convention). Ahlak yasaları uzlaşım olunca, insan tarafından
konulmuş olunca, onların mutlaklığı da kalkar ortadan. Her zaman, her yerde
geçen bir-iyi de yoktur artık. «İyi»nin kendisi diye bir şey de olamaz, sadece
iyinin değişen içerikleri vardır. Ahlak ilkelerinin değişmez, mutlak olduğu
görüşü ile, ahlak değerlemelerinin çağdan çağa değiştiği, ahlak ilkelerinin
göreli bir değeri olduğu görüşü çeşitli belirlenimler içinde bütün felsefe
tarihi boyunca sürüp gitmiştir.
Ahlak yasalarının doğadan var
olduğu, ya da Tanrı tarafından konulduğu kabul edilirse, onların mutlaklığı da
kendiliğinden kabul edilir; Ahlak buyrukları kesin bir ilke olarak gösterilir.
Ama ahlak buyruklarının doğmuş, ortaya çıkmış bir şey olduğu söylenirse, o zaman
da doğuşlarının nasıl olduğunun gösterilmesi gerekir. Physei ile Thesei
arasındaki ayrılığın başladığı Sofistik çağdan beri bu soru hep ayakta kalmış
ve haklı olarak her türlü görüş ve öğreti çatışmalarının merkezi olmuştur.
*Ahlaka uygun davranışın motiflerini
doğrudan doğruya toplumda arayanlar olduğu gibi, bu davranışın motiflerini
insan psikolojisinde arayanlar da olmuştur.
*Ahlak değerlerinin başlı başına
bir varlık alanı olduğunu kabul edenler olduğu gibi, bir toplum tarafından iyi
olarak kabul edilen şeylerin «iyi» olduğunu savunanlar, «toplumun iyi bulduğu
şey iyidir» diyenler de var. Bu sonunculara göre bütün ahlak değerlerini
belirleyen toplumun ortalama kanısıdır.
*Öte yandan ahlak değerlemelerini
sadece insandaki «ahlak duygusu»na bağlayanlar da var.
İnsanla ilgili olayları, kültür
olaylarını açıklamada sadece tek motiften hareket etmenin açıklamayı eksik
bıraktığı ve tek yanlı bir görüşe vardırdığına kuşku yok. İlkin değerlerin
başlıbaşına bir varlık kurduğuna inanılabilir olsa olsa, ama bir gerçekliği
olmadığı için tanıtlanamaz. Ahlaki yalnızca ahlak duygusuna bağlamak da
yetmiyor. Bu duygunun görme işitme gibi özel bir organı yok. Öyleyse böyle bir
şeyin varlığını kabul etmek de yalnızca bir varsayım olur. Herkeste de bir
ahlak duygusunun varlığından sözedemeyiz, kiminde az gelişmiş, kiminde hiç yok.
Ayrıca bağlı olduğumuz çevreye göre duygularımız da bir biçim kazanıyor. Ama
aynı çevrede de iki insan birbirinden ayrı nitelikte gelişebiliyor. Oysa, ahlak
ilkelerinin, değerli olanın, çağlara, toplumlara göre değişmesi, iyiyi toplumun
belirlediğini gösteren oldukça sağlam bir kanıt.
Yine de, toplumun değerli bulduğu şey değerlidir demek de yetmiyor. Toplum bazan değerli olmayan şeyi de pekâlâ değerli bulabiliyor. Bir toplumun çoğunluğu bir şeyi iyi buluyor diye o şeye iyi diyemiyoruz her zaman. Sokrates’in de bu çoğunluk düşüncesi ile savaştığını biliyoruz. Sokrates kendi içinde bulunduğu toplumun düşüncelerine karşı çıkmış, bu bakımdan gençliği uyarmaya çalışmış bir bilge. Toplum kendisini gençliği baştan çıkarmak ve Tanrılara inanmamakla suçluyor ve kendisini ölüme mahküm ediyor. Şimdi biz bugün o topluma baktığımızda, toplumun düşüncelerini mi, yoksa Sokrates’in düşünce ve davranışlarını mı iyi ve değerli buluyoruz? Sokrates toplumun çoğunluğunun göremediği değerleri görmüş, bunları kendi yaşamına uygulamış ve çevresine yaymış bir bilge. Öyleyse o toplumun iyi bulduğu şey, bizim için, hiç de iyi değil. Bazan bütün bir toplumu, bütün bir çağı «kötü ruhların» sardığı görülmemiş bir şey midir? Hıristiyan Ortaçağın Engizisyonları düşünülsün. Bütün bu işkenceler hep bir «yüksek ide» uğruna yapılmıyor muydu? Bütün bu çoğunluk hareketleri karşısında gerçekten yüksek ahlak ilkelerini hep büyük moralistler, ahlak ve din adamları, filozoflar, yani hep tek tek kişiler getirmiyor mu? Değerler de eskiyor, çürüyor, değerini yitiriyor. O zaman büyük kişiliklerin getirdikleri yeni değerler zamanla ki değerlerin yerini alıyor ve topluma mal oluyor. Ancak şu soru da akla gelebilir burada:
Yine de, toplumun değerli bulduğu şey değerlidir demek de yetmiyor. Toplum bazan değerli olmayan şeyi de pekâlâ değerli bulabiliyor. Bir toplumun çoğunluğu bir şeyi iyi buluyor diye o şeye iyi diyemiyoruz her zaman. Sokrates’in de bu çoğunluk düşüncesi ile savaştığını biliyoruz. Sokrates kendi içinde bulunduğu toplumun düşüncelerine karşı çıkmış, bu bakımdan gençliği uyarmaya çalışmış bir bilge. Toplum kendisini gençliği baştan çıkarmak ve Tanrılara inanmamakla suçluyor ve kendisini ölüme mahküm ediyor. Şimdi biz bugün o topluma baktığımızda, toplumun düşüncelerini mi, yoksa Sokrates’in düşünce ve davranışlarını mı iyi ve değerli buluyoruz? Sokrates toplumun çoğunluğunun göremediği değerleri görmüş, bunları kendi yaşamına uygulamış ve çevresine yaymış bir bilge. Öyleyse o toplumun iyi bulduğu şey, bizim için, hiç de iyi değil. Bazan bütün bir toplumu, bütün bir çağı «kötü ruhların» sardığı görülmemiş bir şey midir? Hıristiyan Ortaçağın Engizisyonları düşünülsün. Bütün bu işkenceler hep bir «yüksek ide» uğruna yapılmıyor muydu? Bütün bu çoğunluk hareketleri karşısında gerçekten yüksek ahlak ilkelerini hep büyük moralistler, ahlak ve din adamları, filozoflar, yani hep tek tek kişiler getirmiyor mu? Değerler de eskiyor, çürüyor, değerini yitiriyor. O zaman büyük kişiliklerin getirdikleri yeni değerler zamanla ki değerlerin yerini alıyor ve topluma mal oluyor. Ancak şu soru da akla gelebilir burada:
İster toplumun kabul ettiği
eski değer, ister henüz yürürlüğe girmemiş yeni değerler olsun, bunları yi
bulmamız neye dayanıyor?
Değerlerin toplumdan topluma
değiştiğini, sadece göreli bir değerleri Olduğunu tarih içinde gördüğümüz
halde, bizi onlara itaate yönelten nedir?
Hatta değerlerin göreli olduğunu kabul etmek
insanları sonunda anarşiye götürmez mi?
Yarın değerini yitirecek bir
şeye bugün ne diye bağlanayım diye soramaz mı insan kendi kendine?
Böylece bütün ahlak kuralları
altüst olmaz mı?
|
Nitekim Nicolai Hartmann aynı
kaygılarla, değer relativisminin insani sonunda anarşiye götüreceği korkusu ile
sanki, değerlerden sıyrılmış bir dünyada insan insan olarak yaşayabilir mi diye
soruyor. Ona göre, «değerlerden sıyrılmış, kutsallığını yitirmiş bir dünyada
yaşamaya kimse katlanamaz.» (Ethik, s. 9). Demek biraz da pratik kaygılarla
değerleri bir mutlaklaştırma var onda.
Burada «değerlerden sıyrılmış
bir dünyada yaşanabilir mi? » sorusu yerine değer koymadan, değerleme
yapmadan durabilir mi insan diye sormak gerçeğe daha uygun olmaz mı?
|
İnsan başkaları ile birlikte yaşayan bir
varlık. Doğduğu günden son gününe değin insan hep başkaları ile bağlantı içinde.
Ahlak da, ahlak değerlemeleri de bu başkaları ile olan ilişkilerimizde ortaya
çıkan, beliren bir şey.
Yeryüzünde tek başına yaşayan
bir insanın ahlakından söz edilebilir mi?
Kime karşı davranışında ahlaklı
ya da ahlaksız olacak?
|
İnsanın bireysel bir yönü de var
elbette; insan başkaları arasında da yalnız olabilir, onlardan uzak durabilir
ama insanın bir de toplumsal yapısı var. Aristoteles’in deyişi ile «toplumsal
bir canlı varlık» insan aynı zamanda. İnsanın bir yandan bireysel bir varlık
olduğu, kendi ben’ine dayandığı ama öbür yandan her insanın başkaları ile
birlikte bulunduğu bir toplum varlığı olduğu, başkaları ile, «sen»le bir
bağlantı içinde bulunduğu göz önüne alınırsa, ahlakın temelinin de bu sen-ben
bağlantısında ortaya çıktığı görülecektir.
Çevremizdeki, insanları seviyoruz,
ya da nefret ediyoruz onlardan; hoşlanıyoruz ya da kızıyoruz, herhalde bir ilgi
kuruyoruz çevremizle. Onları sevmemiz onlara karşı davranışımızı da belirliyor,
onlardan da aynı davranışları bekliyoruz. Başkalarını düşünmeyen, onlara saygı
göstermeyen, onları hesaba katmayan insana bencil diyoruz. Bu bencil sözünde
ahlakça bir yerme var. Bencil insan da toplumsal bağlantılarda sıyrılmış değil,
ama bu toplumsal bağlantılar içinde başkalarını değerlerini hiç göz önüne almadığı
için böyle kimseye bencil diyoruz, başkalarına kayıtsız kaldığı için ahlakça
aşağı buluyoruz. Bugün. bizim kültür çevremizde egemen olan ahlak için de
karakteristik olan, bütün ahlak buyruklarının, birlikte yaşanılan insanlar
istekleri yararına, kendi isteklerimizi baskı altına almaya dayalıdır. Bu ahlak
başkalarını göz önüne almayı, başkalarına saygı göstermeyi ister ve başkası
için kendine karşı durur. Öyleyse kültür çevremizde geçerli olan ahlak da bir
«feragat» ahlakıdır. Dinlerdeki ahlakın esası da hep buna dayanır. Gerçi
bugünkü dünyamız içindeki çeşitli ahlaklar bu «başkalarını» belirlemede
ayrılırlar. İlkel toplulukların saygı gösterdiği «başkası» yalnızca kendi soyu
sopu, uluslar için yalnızca kendi ulusu. Ancak bütün bunların üstüne çıkabilen
az sayıda filozof kişiler için «başkası» bütün insanlardır. Çevresi
genişlemiştir onun. Bu çevrede bütün insanlık yer alır. Bütün dinler bile bu
kadarına erişememiştir. Yalnızca «kendin gibilerini» seveceksin diyor
Hıristiyanlık da. Ama ne olursa olsun bütün bu ahlaklarda esas olan hep
başkalarını göz önünde tutmadır; hep birlikte yaşanılan insan, toplum söz
konusudur, toplumun istekleri, gereksinmeleri düşünülür, toplumun
davranışlarımızdan ne beklediği bize bildirilir. Bu bakımdan bütün yürürlükteki
ahlak yasaları bir buyruk niteliğini alır. Her ahlak da bu buyruklarının
gerçekleştirilmesini, yerine getirilmesini ister, onlara itaat edilmesini ister.
İtaatse özgürlüğü ortadan kaldıran bir şey. Oysa özgürlük olmayınca ahlakın
kendisi de ortadan kalkar. Özgürlük
içinde yapılmayan bir eylemin ahlakça hesabı verilemez. İnsanın yapıp
ettiklerinin hesabını verebilmesi, bir eyleminden sorumlu tutulabilmesi için o
insanın özgür olması gerekir. Çelişik bir durum var burada: Ahlaklı olmamız
için özgür olmamız gerekiyor, ama öte yandan ahlak, itaati de şart koşuyor. Öyleyse
bu itaatin, itaat kavramının ahlak bakımından değerlendirilmesi,
temellendirilmesi gerek.
İtaat ne çeşitten bir itaat
olmalıdır ki ahlaka uygun olabilsin?
Hangi itaat ahlaka uygundur?
Biz kime itaat edersek ahlaka
uygun hareket etmiş oluruz?
Bu sorunun bir başka yönü de
ahlakta yasa koyucunun kim olduğu sorusudur. İtaat edilmesi gereken
buyrukları kim koymuştur?
|
Ahlaktaki yasa koyucu tek insan,
toplum, devlet, tanrı olabilir, ben kendim olabilirim. Bu buyruklar kimden
gelirse gelsin onlara karşı bir ödev duygusu da var hepimizde. Onları yerine getirmek
için bir şey bizi zorlar.
Bu bizi zorlayan nedir?
Başka sözcüklerle, ahlaka uygun
itaatin gerekçesi söz konusudur burada. Niçin itaat ediyoruz?
|
Bizi itaate zorlayan çeşitli
yollar var. Bunlardan biri kör ya da otomatik itaat. Bir buyruğa mutlak bir
körlük içinde itaat edebilirim. Sadece buyurulmuş olması yeter. Tam bir körlük,
hipnotize olmada görülür. Böyle bir durumda hareketleri yöneten hipnotize
edendir; edilenin kişiliği kaldırılmış, daha doğrusu uyuşturulmuştur. Böyle
mekanik bir itaat normal olmayan bir durumdur. Ama hipnotize edilmeden de bir
çeşit kör itaate ve kör inanca pek rastlıyoruz yaşamda. Özellikle çocuklarda.
Çocuğun henüz kişiliği kurulmadığı için itaati de otomatiktir çoğunlukla.
Hipnotize edilen de, çocuk kör itaati de ahlakça yargılamanın dışındadır. Her
ikisinden de itaatinin hesabı sorulamaz. Ama kişiliğin eksik oluşu, kendi
kendine düşünebilme yeteneksizliği, çocukta olduğu gibi, yetişkinlerde olabilir.
İnsanlar, hipnotize etmeden de, başkalarını düşünce ve ahlak bakımından
uyuşturabilirler, kişiliklerini kötürümleştirebilirler, hatta büsbütün ortadan
kaldırabilirler. Böylece yetişkinlerde ve normal insanlarda da kör bir
inanmanın ve buna karşılık olan kör bir itaatin koşulları hazırlanmış olabilir.
İnsanlar, bencillik duyguları uyandırılarak da, ahlak bakımından
körleştirilebilirler. Bir ah1ak buyruğunun yerine getirilmesi istenirken gerçi
insan bunu yapıp yapmamada özgür bırakılmıştır, ama sonunda ya bir «mükafat»a
kavuşacak, ya da ceza görecektir. İnsanın buyruğu yerine getirirken artık göz
önünde tuttuğu «mükafat»tır; buyruğun içeriği, yani ahlaksal eylem bunun
gerçekleşmesi için bir araç olmuştur sadece. Sonunda ahlaksal eylemin değeri
artık görülmez olur.
İnsanların böyle bir körleşmesi
ya da körleştirilmesi karşısında ahlaksal yargılama nasıl olacak? Değişecek
mi?
|
Düşünüş ve ahlak bakımından geri
kalmış olmanın, ya da burada söz, konusu olan düşünüş ve ahlakça uyuşukluk
durumunun ve buna dayanan kör inanma ve kör itaatin ahlak bakımından kötü bir
şey olduğuna, böyle bir şeye değer verilemeyeceğine hiç kuşku yok. Yetişkin
insanlardan belli bir ölçüde kişilik bekler, özgür bir düşünce isteriz.
Çoğunlukla, bir eylemi ya da bu eyleme temel olan düşünüşü ahlak bakımından
yargılar ve değerlendirirken, bu düşünüşün nereden geldiğini sormayız.
Karşımızda iki gül ağacı olsa. Biri iyi gelişmiş, sağlam, çiçekleri canlı,
öbürü cılız, hastalıklı. Bunlardan hangisinin güzel olduğuna karar vermek için
gelişmelerinin nasıl olduğunu sormayız. Cılız kalmış gülün bahçıvanını sorumlu
tutarız gerçi, ama bu, ağaç üzerindeki yargımızı değiştirmez.- Ya da örneğin,
biri bilgi bakımından pek zavallı durumda, bilgisizliğinden boyuna yanılıyor.
Neden böyle olduğunu da pekâlâ anlıyoruz: bilgisini artırmak için pek bir fırsat
bulamamış. Ama böyledir diye bu adamı bilgice sınırlı değil de, bilgili mi
kabul edeceğiz? Böylece bir insanın düşünüşü ya da karakteri üzerindeki
yargımız, bu adamı nasıl olup da böyle bir düşünüş ya da böyle bir karaktere
varmış olduğu düşüncesinden büsbütün bağımsızdır. Her insanın, her durumda
kendinin olan, ahlaksal bir değeri vardır; biz de o insanı o değerine göre değerlendirebiliriz.
Bu ahlaksal değerin nereden geldiğini anlamamız, bu aynı değeri ne çoğaltır, ne
azaltır, bundan dolayı bizim değerlememiz de değişemez. Biz bir insana iyi ya
da kötü derken, karakteri hakkında bir yargıda bulunurken bu karakterin neden
iyi ya da kötü olduğunu, bunun nereden geldiğini düşünmeyiz. Gül ağacının cılız
kalmasından bahçıvanı sorumlu tuttuğumuz aynı ölçüde, yetişkin insanın ahlak ve
bilgice cılız kalmasından da çevresini sorumlu tutabilir miyiz?
Düşünüş ve ahlakça körleşmiş ya
da körleştirilmiş bile olsa, bir insanın sorumluluğu başkasına aktarılabilir
mi?
|
Ahlaksal sorumluluk, Theodor
Lipps’in dediği gibi, «birinin omuzundan alınıp bir baş kasının omuzuna
verilebilecek bir yük parçası değildir» (Die ethische Grundfragen, s. 106). Çünkü
biz her insandan, insan olması bakımından, belli ölçüde de olsa, özgürlük
bekleriz, yapıp ettiklerinin bilincine varmış olmasını, hesabını kendisinin
verebilmesini bekleriz. Ahlakça sorumluluğu olmayan insanın ahlakından da söz
edilemez. Özgürlük olmadan da sorumluluk olamayacağına göre, öyleyse ahlaklılık
özgürlükle aynı anlamdadır. İtaati, dar anlamında, yani bir başkasının
istemeleriyle belirlenmiş olma anlamında alırsak, hiçbir itaat ahlaka uygun
olamaz. Düşünce özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı yerde, kör bir inanma ve kör
bir itaat söz konusu olacağından, bir başkasının istemelerini körü körüne -yerine-
getirme de her zaman ahlaka aykırı olur. Kısaca, itaat, düşünüş olarak, özgür
olmayıp kölelik- anlamında alınırsa, ahlaka aykırıdır. Her insanda bir özgürlük
özlemi var. Ama birçokları kendilerinin özgür olduklarını sandıkları halde,
gerçekte hiç de böyle değildirler. Başkalarının istençlerine bağlı olmakla
ahlakça bir darlık içinde bırakılmışlardır. «Mükâfat
ve ceza» düşüncesine, alınyazısının ve başka insanların lütuflarına,
alışkanlıklara, geleneklere, toplumun ya da bağlı olduğu çevrenin ön
yargılarına bağlıdırlar. Çoğu zaman çevrelerinin değerlemeleri kendilerine
kendi değerlemeleri gibi görünür Başka kişilere kör bir bağlanma ile, kendi
kişiliklerinin özgür olduğunda aldatılmışlardır. Bütün bunlara karşı her ahlak
felsefesi, ahlakça bir özgürlüğü, yani kendini ahlak bakımından özgür olarak
belirlemeyi ister.
Öyleyse felsefenin de insanları
özgür kişilikleri olan yetişkinler haline getirmek gibi bir görevi yok mudur?
|
Asıl ödev eğitime ve devlete
düşer elbette. Ama devletleri uyaranlar da hep filozoflar olmuştur. İnsanların
uyuşuk kalmasından faydalanacak olan devletler de bulunabilir. Çünkü insanlar
uyuşturulmakla daha çabuk itaat alt alınabilirler, kör bir itaat ve inançla
daha kolaylıkla onlar üzerinde egemen olunabilir. Böyle bir uyuşturmadan
faydalanıp, insanları düşünce ve ahlak bakımından kötürümleştirerek egemen
olmak isteyen insanlar çıkabilir. Şöyle bir durum da bu uyuşturulmaya yardım
eder: Çocuklar küçük yaşlarında anlayamadıkları şeyleri ezbere öğrenmeye
bırakılır. Soruları cevaplandırılmaz, susturulur sordukça. Kuşkuları çözülecek
yerde, o kuşku duydukları şeyler üzerinde düşünmeleri yasak edilir. Giderek
yetişmekte olan insan düşünmeksizin uyacak, kendisine yasak edilen ya da
buyurulan şeyleri düşünmeden kabul edecektir. Kendisine buyurulan şey belki
doğrudur, önemlidir, ama herhalde bu durumda kendi düşünce etkinliği
durdurulmuş, kötürüm edilmiştir. İnsan bir karşı koyma olmadan belli çizgiler
içine girmiştir, başkaları için kör bir alet olmuştur, kör bir inanca, kör bir itaate
elverişli olmuştur. Etkilerin çoğalması sonunda fanatik olur. Yüksek bir ereği
gerçekleştirmek uğruna da olsa, insanları köle haline getirmeye kimsenin hakkı
olmadığı gibi, bu, ahlakın kendisini de ortadan kaldırmak olur.
Despotluk ahlak bilincinin yıkılmasına yol açar. Başta, her yürürlükteki ahlak despot olmak zorundadır demiştik. Bu despotluk her ahlakın hem tutunmasının hem yıkılmasının nedeni olur. Öyleyse bu noktada eğitime ve devlete düşen bir ödev yok mudur? Denebilir ki, kör olan bir kimsenin yönetilmesi gerekir, öyleyse devlet de uyanmamış halkını yönetecektir. Ama devletin ve eğitimin asıl ödevi de bu gibi körlükleri ortadan kaldırması, insanları uyandırması ve insanları kendi gözleri ile görür kı1masıdır Kültürün, eğitimin ereği, insanda her şeyden önce insanı başkaları karşısında insan yapan yetenekleri uyandırmak ve onlar üzerinde işlemektir. Eğitimin, özellikle ahlak eğitiminin ereği, insanları ahlak üzerinde kendi kendine yargılama yapabilecek duruma getirmek olmalıdır. Her insan kendi kararlarını kendi özgür düşüncesi ile verebilmelidir. «Gözlerimi kaparım ödevimi yaparım» düşüncesi, bu açıdan bakıldıkta, ahlaka uygun değil, hatta ahlaka aykırıdır. Ödev bilinci toplum için gerekli, yerinde bir şey, ama bu ödevi kör itaatle yerine getirmek kötü; insan artık «gözlerimi açar ödevimi öyle yaparım» diyebilmelidir.
Despotluk ahlak bilincinin yıkılmasına yol açar. Başta, her yürürlükteki ahlak despot olmak zorundadır demiştik. Bu despotluk her ahlakın hem tutunmasının hem yıkılmasının nedeni olur. Öyleyse bu noktada eğitime ve devlete düşen bir ödev yok mudur? Denebilir ki, kör olan bir kimsenin yönetilmesi gerekir, öyleyse devlet de uyanmamış halkını yönetecektir. Ama devletin ve eğitimin asıl ödevi de bu gibi körlükleri ortadan kaldırması, insanları uyandırması ve insanları kendi gözleri ile görür kı1masıdır Kültürün, eğitimin ereği, insanda her şeyden önce insanı başkaları karşısında insan yapan yetenekleri uyandırmak ve onlar üzerinde işlemektir. Eğitimin, özellikle ahlak eğitiminin ereği, insanları ahlak üzerinde kendi kendine yargılama yapabilecek duruma getirmek olmalıdır. Her insan kendi kararlarını kendi özgür düşüncesi ile verebilmelidir. «Gözlerimi kaparım ödevimi yaparım» düşüncesi, bu açıdan bakıldıkta, ahlaka uygun değil, hatta ahlaka aykırıdır. Ödev bilinci toplum için gerekli, yerinde bir şey, ama bu ödevi kör itaatle yerine getirmek kötü; insan artık «gözlerimi açar ödevimi öyle yaparım» diyebilmelidir.
Ahlakın içinde tam bir özgürlüğün
sözü edilemez elbette. Ahlak bizden buyruklarına itaati bekliyor. Her birimiz
bir toplum içinde yaşadığımıza, bir toplum varlığı olduğumuza göre, ahlak-dışı
yaşamak da pek olacak şey değil. Öyleyse eğitime düşen: insanları, kör bir
itaate götürmeden, kendileri seçecek bir duruma getirmeye çalışmak; içinde
bulunduğu durumları olduğu gibi kabul eden insanlar değil, verileni olduğu gibi
alan değil, bu verilene karşı tavır alabilen özgür düşünceli kimseler
yetiştirmek, öyle ki sonunda kendi seçsin, gerekli olduğu ve gerekli bulduğu
yerde kendi isteği ile itaat etsin.
Ahlakta bu buyruk karakterini,
gereklilik karakterini, ve bu buyruklara itaatin ödev olduğunu en iyi dile
getiren Kant olmuştur. Kant, bu gereklilik karakterini ahlakın özü olarak kabul
eder. Böylece «ne yapmalıyız? » sorusu Kant’ın ahlak felsefesinin ana sorusu
olmuştur.
Klasik İlkçağ ahlakının —Sokrates
ahlakı, Stoa ahlakı Epikuroscu ahlak— ise problem koyuşu başka türlüdür.
Bunların’ ana-sorusu «benden istenilen nedir, benden beklenilen nedir?» değil
de, «mutlu olmak için nasıl yaşamalıyım? » Bu ahlaklar, bireyin, eyleyenin,
kendisinin isteklerinden hareket eder. Bu ahlakların bir gereklilik, bir buyruk
niteliği yok, bir isteme niteliği var: buyruk biçiminde dışarıdan gelen bir
isteme değil, benden gelen bir isteme. Gereklilik ahlakındaki yaderkliğe
(heteronomi) karşılık, bu ahlaklarda özerklik (autonomi) var. Gerçi Kant da
ahlakını heteronomi olmaktan kurtarmaya çalışmıştır. Kant’ın ahlaki bir ödev ahlakı,
bir gereklilik, bir buyruk ahlakı. Böyle bir ahlakda insanın özgürlüğü ortadan
kalkabilir. Ama Kant Rousseau’dan aldığı autonomi kavramı ile özgürlüğü
kurtarmaya çalışır: «İnsan ancak kendi yasasını kendisi koyabilirse özgür,
dolayısıyle ahlaksal bir kişi olur». Ancak Kant’ta kişi akla dayanan eylemlerde
bulunan insandır Autonomi de aklın ve akla dayanan eylemlerde bulunan kişinin bir
özelliğidir. Böyle olunca autonomi aklın bir özelliği olur Zaten, aklın
birliğine inanan Kant, kişinin autonomisinden çok, aklın autonomisinden söz
eder. Nitekim özgürlük de Kant’da sadece bir ide dir Kant’ın ahlaki daha çok bir
kendini «sınırlama» ahlakıdır. Klasik ilkçağ ahlaki ise kendini sınırlama ahlaki
değil, kendini gerçekleştirme ahlakıdır daha çok kendini geliştirmeye dayanır.
Bu bakımda özgürlük bu ahlakta daha çok bir anlam kazanıyor.
Ancak, kendini sınırlama ahlakı
ile ‘kendini geliştirme, kendini gerçekleştirme ahlak, ödev ahlakı ile
kişisel özgürlük ahlakı uzlaşmaz bir ‘biçimde mi birbirinden ayrıdırlar,
bunlar birbirine yaklaştırılamaz mı?
|
Bir toplum içinde yaşadığımıza
göre, o toplumun yasalarına, ahlak kurallarına uymamız da bir ödev olarak
karşımıza çıkar. Ama bu kurallar, bu buyruklar «kendinde varlıklar», mutlak
varlıklar olarak görülmeyip de, o toplumda yaşayan insanların «ortalama
isteğinden» başka bir şey olmadığı anlaşılırsa, bu ilkelere tavır alabilmede
özgür olacağımız da kendiliğinden kabul edilir. Gelişmiş, bir kişilik kazanmış
insan, o buyrukları, ‘ ilkeleri tartıp biçecek, çağına ve toplumuna göre
değerlendirecek, gerekirse onlarla savaşacak. Hatta onlara uymak kadar onlarla
savaşmayı da ödev bilecek. Kişilerinin özgür yetişmesini istemeyen bir toplum
«ödev bilincini» de uyandıramaz ve üyelerinden sadece kör itaat ister. Bu da
sonunda toplumun ahlakını da, kültürünü de, o toplumun kendisini de yıkıntıya
götürür.
Ahlâk
Öğretileri-Önsöz- Bedia Akarsu-Remzi
Kitabevi-1982
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder