Arthur Schopenhauer (d. 22 Şubat 1788, Danzig, Prusya [bugün Gdansk, Polonya] -ö. 21 Eylül 1860, Frankfurt am Main)
Gençliği ve eğitimi. Varlıklı bir
tüccar olan babası ile sonradan roman, deneme ve gezi yazılarıyla ünlenen
annesi, Danzig 1793'te Prusya egemenliğine girince özgür Hamburg kentine
taşındı. Orada iyi bir eğitim alan Schopenhauer 1798-1800
arasında Le Havre'da babasının bir iş arkadaşının evinde kalarak Fransızca
öğrendi. Hamburg'a dönünce özel bir ticaret okuluna gitti. 1803'te ailesiyle
birlikte bir yıllığına Belçika, İngiltere, Fransa, İsviçre ve Avusturya'yı
kapsayan bir yolculuğa çıktı. 1805'te babasının ölümünün ardından annesi ve
kız kardeşi Weimar'a gitti, o bir yıl daha Hamburg'ta kaldı ve burada sanat
ve bilimle uğraştı. Sonraki iki yıl boyunca Gotha ve Weimar'da üniversiteye
hazırlandı.
1809 sonbaharında Göttingen Üniversitesi'ne tıp öğrencisi olarak
girdiyse de ikinci dönemde beşeri bilimlere geçerek Platon ve Kant'ın
görüşlerini incelemeye başladı. 1811-13 arasında Berlin Üniversitesi'ne devam
etti. 1813 yazında Rudolstadt'ta tamamladığı Über die Vierfache Wurzel des
Satzes vom zureichenden Grunde (Yeter
Sebep Önermesinin Dört Kökü) adlı tezi Jena Üniversitesi'nce
doktora çalışması olarak kabul edildi.
Olgunluk Dönemi: 1813-1814 kışını Weimar'da Goethe'yle yakın ilişki içinde geçiren Schopenhauer onunla çok çeşitli konulardaki felsefe konuşmalarından büyük ölçüde yararlandı. Aynı kış, Johann Gottfried Herder'in öğrencisi Doğubilimci Friedrich Majer'den eski Hint öğretilerini ve Veda felsefesini öğrendi. Sonraları kendi felsefe sisteminin temelini Upanishad'larla Platon ve Kant'ın görüşlerinin oluşturduğunu belirtti.
İzleyen üç yılını tümüyle Die Welt als Wille und Vorstellung (1819; İstem ve Tasarım Olarak Dünya) adlı temel yapıtına ayırdı. Bu çalışmasında başlıkta özetlediği ana düşünceyi
bilgi kuramı, doğa felsefesi, estetik ve etik konularına ayırdığı dört kitapta
ele aldı. Kant'ın düşüncesine getirdiği yeni yorumu ek bir bölüm olarak
verdiği bu çalışması felsefesinin en olgun ifadesi oldu.
Mart 1820'de ilk İtalya yolculuğunu yapan Schopenhauer Hegel'e karşı girdiği bir tartışmayı kazandıktan
sonra Berlin Üniversitesi'nde ders vermeye başladı. Üniversitede 24 dönem
kaldıysa da, derslerini ısrarla Hegel'inkilerle aynı saate koyduğundan yalnızca
ilk dersine öğrenci bulabildi. Kitabı da az ilgi gördü. İtalya'ya bir yıllık
ikinci yolculuğundan sonra hastalandı ve bir yıl Münih'te kaldı. Mayıs 1825'te
Berlin'e dönmeyi denediyse de bir sonuç alamayınca çeviri yapmaya ağırlık
verdi.
Frankfurt yılları. Geri kalan ömrünü ancak kısa sürelerle uzaklaştığı Frankfurt'ta geçiren Schopenhauer üniversite profesörlüğünden aynldı; kendini araştırma
ve yazılarına vererek münzevi bir yaşam sürdü. Kentin doğa bilimleri
koleksiyonlarından yararlanarak deneysel bilimlerdeki ilerlemeleri izledi.
1836'da, 19 yıllık bir sessizlikten sonra Über den Willen in der Natur'u (Doğadaki
İstem Üzerine) yayımladı. Bu kısa incelemesinde doğa bilimlerinin kendi istem
görüşünü destekleyen bulgularını ele aldı. ilk kez bu çalışmanın önsözünde
"şarlatan" Hegel ve kliği hakkındaki yargısını açıkça dile
getirdi.
Die Welt als Wille und
Vorstellung 1844'te ikinci kez basıldı. Öte yandan üç yayımcının yeni bir
yapıtını geri çevirmeleri Schopenhauer'in adının hâlâ önemsiz sayıldığının
kanıtıydı. Sonunda pek tanınmamış Berlinli bir kitapçının herhangi bir bedel
ödemeksizin yayımlamayı kabul ettiği bu kitap Schopenhauer'in dünya çapında tanınmasına yol açtı. Daha önce
tek tek ele almadığı önemli konulara yöneldiği altı yıllık çalışmasının ürünü
olan bu kitap Parerga und Paralipomena
(1851; Yarım Bırakılanlar ve Geride
Kalanlar) başlığıyla iki cilt halinde yayımlandı. Parerga felsefe
tarihine ilişkin "Über die
Universitäts-Philosophie" (Üniversite
Felsefesi Üzerine), "Transzendente Spekulation über die anscheinende Absichtlichkeit im
Schicksale des Einzelnen" (Bireyin
Yazgısında Görünür Bir Amaç Olması Üzerine Aşkın Düşünce), parapsikoloji konusunda
ilk sorgulama, sınıflandırma ve eleştirel düşünme örneği olan "Versuch über das
Geistersehn und was damit Zusammenhängt" (Hayalet Görme ve İlişkili Yönleri Üzerine Deneme) ve uzun yaşamından
yola çıkarak yazdığı "Aphorismen zur Lebensweisheit" (Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, 1998) gibi parçalan içeriyordu. Paralipomena'da ise
yazı ve üslup, kadınlar, eğitim, gürültü ve ses ile başka konulardaki denemeler
yer alıyordu.
(...)
Ana Britannica, Ana Yayıncılık, 2000
Schopenhauer,
düşüncelerine, "Âlem (Dünya-evren) benim tasarımımdır" önermesiyle
başlar ve şöyle devam eder: "... bunda, her bilen ve yaşayan varlığa uyan
bir gerçeklik vardır. Bununla birlikte yalnız, insan bu gerçeği soyut düşünülmüş bilgi alanına nakledebilir; bunu yaptığı
gün, kendisinde felsefesel ruh doğmuş demektir; o zaman kesin olarak anlar ki,
ne bir güneşi ne bir yeryüzünü tanımaktadır; yalnız bir güneşi gören gözle
yeryüzüne dokunan bir eli tanıyabilmektedir ve kendini kuşatan âlemin, bir
tasarımından başka şey olmadığını, yani ancak başka bir şeyle tasarlanmış
özneyle —ki bu kendisidir— ilişkisi sayesinde var olduğunu anlar...
Hiç
bir gerçek, tüm diğer gerçeklerden, bunun kadar doğru ve bağımsız değildir ve
gerçek, kendini bilgimize sunan şeylerin hepsi, yani tüm bir âlem özneye oranla nesneldir; algılanan bir şeye göre
algıdır; özet olarak tasarımdır; gerçeklikleri kadar kanıta muhtaç
değildir. Bu, şimdiki için olduğu kadar da, tüm geçmişte, gelecekte, uzakta ve
yakında olan her şey için doğrudur. Zira, bu içlerinde yalnız tüm tikel
tasarımların birbirinden ayırt edildiği zaman ve uzay için de doğrudur. Âlemin
kapsadığı ve kapsayabileceği her şey, özne karşısında bu bağımsızlık içindedir
ve ancak özne için vardır. Âlem, tasarımdır". Öyleyse âlem, bir yanılsamadan ibarettir. Bilimi kuran kanunlar da,
düşüncenin kanunlarından başka bir şey değildi. Bilgin, girilecek kapısını
bulmak için bir şatonun çevresinde dolaşan ve bunu bulamayınca cephesinin
resmini yapmayı yeğ tutan birine benzer.
Âlem,
bizim için bir nesne midir? Bu sıfatla o, bir algıdan başka şey midir? Özneye
oranla algıdan başka bir varlığa sahip midir? Göz yok edilirse, renge benzeyen
bir şey kalır mı? Sinir sisteminden bir iz bırakılmazsa, cisimden bir nitelik
kalır mı? Organların başka türlü yapıldığı, beynin başka bir planda oluştuğu
varsayılırsa, dış âlemin de başkalaştığı görülür. Bu sahne, yalnız seyirciyle
birlikte değişmez; aynı zamanda onu hiç kimse seyretmemiş olsa bile, yine
kendini gösterir. Zira, onun özü ve
gerçekliği görülmüş olmaktır. Bu dış sahnenin sahip olduğu hiç bir şey
yoktur; hatta ne kusurları —ki, bunlar ruhumuzun kanunlarıdır—, ne de güzelliği
vardır. Zira, güzellik de bizim serbest kalışımızın duygusudur.
Tüm
bunlar, "bu organın içinde bir büyük meyve kadar kocamanlaşır" ve
"bu çeşitli nesneler, mantarlar gibi aralıksız olarak kaynaşıp
çoğalmazlarsa" mahvolurlar. Nasıl ki, Fichte, "Ben'siz Ben - olmayan
yok" demişse, Schopenhauer da, "öznesiz
nesne yoktur" der ve bundan âlem, "nesne olmak dolayısıyle"
ruhumuzun yalın bir tasarımıdır, sonucunu çıkarır.
Acaba
zihnimizin ötesinde Kant'ın "kendinden
şeyler" adını verdiği ve nüfuz
edemeyeceğimiz başka ve esrarlı gerçeklikler var mıdır? Buna biraz sonra cevap
vereceğiz. Yalnız şimdi, diyebiliriz ki, ona göre zihin, sonsuz bir güce sahip
olduğu zaman, âlemde asla böyle imgesel bir mutlak'ı bulamayacaktır. Biz, ancak
bilgi konularından kurtulduğumuz takdirde eşyanın içkin özünü keşfedeceğiz;
deneyüstü özüne gelince, metafizik, ona ulaşamayacaktır. O, zihnin üstünde ve
belki de her zihnin dışındadır.
Âlem,
sadece bizim tasarımlarımızdan mı ibarettir? Bundan başka bir şey değil midir?
Akılcıların dediği gibi, düşünce, tek başına bir gerçek ya da başlıca gerçek
değil midir? Hayır. Düşünce de ikinci bir olaydır; kendi koşullarıyle, yani
sonsuz ilişkiler serisi içinde, beyin hareketleriyle birlikte başgösteren olaydır.
Onun arkasında daha sürekli bir şey vardır; zamanın, uzayın nedenlilik ya da
hepsini birden anlatan yeter nedenin öznel kurumları dışında nasıl
düşünülebilir? Zaman, uzay ve nedenlilikten kurtulmak suretiyle nasıl öğrenebiliriz?
Bu kaderden kurtulmak için yapılacak her çaba, yararsızdır. Özne, kendi kendinden çıkamaz ve eşya ile
özdeş bir hale gelemez. Kant, bu bilinmediğin var olduğunu ve aklın onu
yakalama yeteneğinde olmadığını söylemek yanılgısına düşmüştü. Zaten o, bilinmedikçe,
akıl onu nasıl tanıyor? Ya da hiç olmazsa böyle bir şeyin var olduğunu nasıl
biliyor?
Düşüncenin, düşünceden başka konusu yoktur ve kendini
bütün iddia ettiği şeylerin hepsinden başka şey olarak bulur ve gerçeklik
adına süslediği soyutlamalarını dağıtır; bu yıkıcı esasa dayanan metafizik, bir
mantıktan ve "sorunları baş aşağı vaz'eden ve duyulur âlemin varoluşunu
zihinsel algılardan çıkaran" Hegel felsefesinden başka bir şey olamaz.
Bu, bizde, bir ilkeleri, bir de edimleri içinde olmak
üzere oluşan hareket ve üreten kuvvet gibi iki tarzda görünür. Neden'le sonuç
gibi dememelidir. Bedenin hareketi, iradenin sonucu değildir; onun dolaysız
edimidir; bu aynı zamanda kendi kendinden bir şeydir; nesnelleşen, kendini
gösteren, bilinmiş hale gelen, tüm bilgilerin koşulu içine giren ve olay
şeklini alan iradedir. Bedenimiz bir hareketler toplamıdır; yani, irade
olaylarının toplamıdır; beden ve irade,
iki ayrı tarzda verilmiş olan bir tek ve aynı şeydir. Bizzat yerine getirilen
irade olmasaydı, bedenimizin bir hareketi ne olabilirdi?.. Sonra, edimsiz bir
irade ne olacaktır?.. Bedenin eylemi, nesnelleşmiş olan, yani algı içinden
geçen iradenin ediminden başka bir şey değildir. Şu halde, bedenin bilgisi,
algının şekilleri arasında iradenin algısıdır. Bilginin öznel ilkelerinin araya
konmasıyle bozulmuş olan bu kuvvetin görülmesidir —bu ilkeler, bu kuvvete, yani
iradeye her cins ilişkileri sokmuş olurlar— ve aynı zamanda da uzay ve zamanın
ürünü olan bireyliğin şeklidir. Bu, saf irade değildir. Şurada burada, şu ya
da bu tarzda hareket eden veya hareket eder gibi görünen, filan ya da falan
iradedir. Tekrar edelim ki;
Esasta
bunun ikisi de, bir taraftan mutlak, diğer taraftan bağıntılı (relatif) olan
bir tek ve aynı şeyin iki cephesidir. Demek ki, zihinden üstün bir şey vardır
ki, o da duygudur ve olaydan üstün de bir şey vardır ki, o da mutlaktır;
bilimden de üstün bir şey vardır ki, bu da metafiziktir. Burada birbirine karşıt görünen bu
terimler, birbirinden ayrı değildirler; duygu
ve zihin, niteliklerine göre bir aynı şeyi yakalarlar. Olay, tasarımlanmış
mutlak demektir ve metafizik, ilkesine yükselmek bilimi demektir. Bu suretle
Kant'ın tüm zihinsel edimlerimize kendi damgalarını basan her ilişkinin
üstünde ve her kategorinin başında varoluş ilkesini bulmuş oluruz. Fakat, beden
ve ruhu ile insan, iradedir denebiliyorsa, evren nasıl hesap verecek, insandan
doğaya nasıl geçilecektir?
Doğa, biri kanunları, diğeri hareketleri
içinde olmak üzere iki tarzda karşılaştırılabilir. Doğaya kanunları, bilgimiz
yüklemektedir. Bunlar, zihnin ve bu itibarla da bilinen gerçekliğin
kanunlarıdır. Fakat olaylar da iradenin bir görünüşü müdürler? Neden olmasın?
Edimleri içinde yakaladığımız irade, kişisel bir irade değildir; bireylik ilkesi,
zaman ve uzaydır; bunların dışında kalan evrenseldir. Hissettiğim, kendi
varlığım ve iradem değildir. Bilinç, ilkel duygunun
ikinci ilineğidir (accident). Her şeyden önce var olmak ve istemek
denklemini vaz'ediyorum: Her var olan iradedir; sonra kendi hakkımda bildiğimi,
benzerlerime yükletirim; zira, onlar benim için bazı tarzlarda, ben kendim için
ne isem odur; yani, nesnelerdir. Nesnelleşmiş bir irade olan bedenimden, bu
beden aracılığıyle algıladığım ve aynı kanunlara bağımlı olan tüm diğer
bedenlere geçiş zor değildir. Şu halde âlem, nesnelleşmiş bir iradedir. Bu
yorumun güvenilirliğinden kuşkulanırsak, saçmalığa düşmüş olur ve kuramsal bir
bencilik olan tekbenciliğe (solipcisme) doğru kaymak zorunda oluruz. Bu ise,
kendi varoluşundan başkasını kabul etmeyen bir bireyin inancıdır. Bu da,
"Bir tımarhanede ciddiye alınabilecek olan kuşkucu bir sofizmdir".
Özet
olarak Schopenhauer'a göre, zihin olayları, tasarımlama ve tasarımları
nedenlilik kanununa bağlama fakültesidir; olaylar âlemi de ancak zihinde ve
zihin için vardır; madde de ancak zihne
göre ve zihne oranla var olabilir. Aynı zamanda, "hiç bir özne (sujet), uygulanmış olduğu bir nesne var olmadığı halde,
kendisine bir madde ve şekil veren olaylar da bulunmadan zihin var
olabilir". Bundan, soyut ülkücülüğün ve her şeyi zihnin düşüncelerine
dönüştürmek isteyen saf zihinciliğin (intellectualisme) boş ve
yanlış olduğu tanıtlanmış olur. Mademki bilincimiz, zamanı oluşturmak için vardır,
öyleyse, zihnimiz art ardınadır (mütevali). Bu birinci yanılmadır. İkinci
yanılma da, zihnin bu sıfatı dolayısıyle parçalı (fragmantaire) olmasıdır.
Üçüncü yanılma, yalnız zaman gibi bir
boyuta dönüştürüldüğü için unutmaya mahkûm olmasıdır. Bu suretle herhangi bir şey
hakkındaki bilgi, anî ve geçici olacaktır. Bu itibarla zihin, gerçeksel olarak
ilkel değildir ve kendi tasarımım olan âlemin maddesel görünüşlerinden başka
hiç bir ilkel ilke sırasında yer almaya lâyık değildir.
Düşünüp
akıl yürütmeden önce, yaşarız ve yaşamaya eğilim gösteririz; hayat için
hareket ederiz. Bu edime doğru eğilim göstermekten, daha doğrusu bu sürekli
edimden ebedî bir duyguya sahip oluruz. Bu eğilim, bir yandan güdüsüz ve
kendiliğinden bir arzu, diğer yandan da güdülü ve düşünmeli bir iradedir. Fakat
arzunun güdüsü, esasında kaybolsa bile iradeyle çatışmaz; eğilim göstermek =
hareket etmek ve hareket etmek = yapmak; yapmak = istemektir. Ancak düşünme için
yapmakla istemekte fark vardır, yoksa gerçeklikte ikisi de birdir. "İrade, bizim özümüzdür; doğa düşünülmedikçe
var olamaz. Biz daima doğayı kendi aracılığımızla incelemek zorunda oluruz,
kendimizi doğa aracılığıyle değil".
Acaba
bu iradeyle fizikteki kuvvet kavramı aynı şey midir? Hayır. Schopenhauer,
"İrade, kuvvet değildir, der ve ben doğa kuvvetleri kavramını, bir irade
gibi inceledim; fakat, kuvvet ve irade bir sözcük oyunu değildir; kuvvet,
esas itibariyle tüm diğer şeyler gibi nesnel (objectif) âlemi bilmekten, yani olaylar ve tasarımlardan doğar.
O, olguların koşulu ve determinizmin egemen olduğu alanda soyuttur".
Zira,, orada bilenle bilinen şey, birbirine intibak etmiştir. Bununla birlikte
kuvvet kavramını, istemek kavramına yaklaştıracak olursak, bir bilinmediği,
pek bilinen bir şeye, yani dolaysız olarak bildiğimiz bir şeye yaklaştırmış
oluruz. Tersine olarak, istemek kavramını kuvvet kavramına yaklaştıracak
olursak, âlemde sahip olduğumuz biricik dolaysız bilgiyi terk etmiş oluruz; onu
olaylardan çıkarılmış ve olayların daha ilerisine gitmemize izin vermeyen soyut
bir tasarım içinde yitirmiş oluruz. "Zihin, bir ilke -değil, bir alettir
ve irade için olduğu kadar da irade tarafından yapılmıştır. Her şeyi oluşturan
irade, her şeyi koruma aracılarını da hazırlar. Madenlerde bir çeşit, bulanık
eğilim ve kendiliğinden hareket suretiyle, bitkilerde
saf veya ilkel bir irade derecesi olan bir çeşit irkilme ve içgüdüyle, daha
yüksek bir basamakta hayvan, hareketlilik ve duyarlık gibi sayıca daha çok
aracılarla kendilerini korurlar. Hayvan
var olmak ister; varoluşunun tüm koşullarını ister ki, bunlar arasında zihnin
ilk ve bulanık bir taslağı bulunur, insana
gelince, onu iğreti hayatı, tüm diğerlerinin yerini alan bir güç (puissance)
sayesinde, yani kendi yaşama iradesinde, aracıların amaçta gizli oldukları
gibi içerik olarak var olan düşünme yardımıyle tutunabilir. Bu noktada dilin
pek anlamlı ifadeleri vardır: Cisimlerin, iten ve çeken, terk etmek istemeyen
eğilimleri, çekme ve itmeleri vardır, deriz".
İstemek sözcüğünü, her organlaşmış doğaya
uygularız: Çiftçi, "buğdayını sürmek istemediğini" ve "atının
kendine itaat etmek istemediğini" söyler; doğacı filozof, organlaşmanın
hayat cinsine taalluk ettiğini ve eğilimlere uygun bir duruma girdiğinden, bu
itibarla her varlığın kendi iradesi sayesinde belirlenmiş olduğunu, nihayet
aslanın avını parçalamak istediği için pençelere ve kuşun uçmak istediği için
kanatlara sahip olduğunu bilir. Anlaşılıyor
ki, istemek kadar evrensel bilmeceyi çözecek başka bir sözcük konulamaz.
Şu halde bireyler, evrensel iradenin tikel belirlemeleridir (determinations);
fakat bunların türleri vardır; tiplere uygundurlar ve kanunlarla yönetilirler.
Eflatun'un diliyle söylenirse, onlar, yani bireyler, "düşünceleri taklit
ederler"; ya da düşüncelere katılırlar. Bu itibarla iradeyi kendi değişik
şekillerinden ayırır gibi olan uçsuz bucaksız aralığı dolduran ve iradeyle
bireyler arasında aracı olan düşünceler vardır. Düşünceler, iradenin birinci nesnelleşmesidir; varoluşun olabilirliğini
gerçeklendiren ilk var olma isteğinin şeklidir. Düşünceler bir çeşit
hiyerarşiye sahiptirler: En aşağı derecesinde
irade, nesnelleşerek ağırlık ve sokulamazlık (impénétrabilité) gibi kör ve cansız olan tüm doğal etkenlerin (ajan)
şekillerini oluşturur; ya da bunlar .arasında esneklik, katılık, sıvılık (fluidité), elektriklilik ve kimyasal özellikler gibi bazı
nitelikleri oluşturur. Bu ölçeğin derecelerinden yukarı çıktıkça, derece derece
daha çok artan şekil ve bireyliklere yükselinir; fakat bunlardan her biri,
varoluş koşulları kendinden aşağı olanlarla savaşarak devam edebilir. Her
organizma, daha aşağı düşüncelere hükmetmek koşuluyle kendi tasarımı olan düşünceyi
anlatır. Bu itibarla sürekli bir çatışkı, hayat için gerçek bir savaş vardır.
Bu savaşta en çok başarı gösteren varlık, kendi düşüncesinin en tam bir
ifadesi olur; bu, kendi cinsinin içinde güzelliğe taalluk eden ülküye (ideal)
yaklaşır. Bu suretle konu dışında olduğu halde, bu sistemde birdenbire
Eflatunculuğun fışkırdığı görülür. Buna karşın, B. Russell, Schopenhauer'in
Eflatun'a pek de borçlu olmadığını sanır. Zira Schopenhauer, der, Yunan
dönemini zaferden çok barış, ıslahattan çok sessizlik ve hareketsizliğe değer
veren yorgun ve hasta bir dönem sayar (B. Russell, s. 781).
Özet
olarak Schopenhauer'a göre, iradenin üç özelliği vardır:
1.
İrade birdir ve evrenseldir. Doğada
her şey ister ve her şey çalışır; yaşamak ister, hareket eder, yaşar.
Cisimler, bitki ve canlılar görünebilen şey haline gelmeye, yani nesnelleşmeye
çalışan ve nesnelleşen bir iradeden başka bir şey değildir.
2.
İrade yok edilemez. Şekiller
kaybolur, fakat esas' (öz) kaybolmaz; bütün yok olur gibi olan şeyler, bir başka
yerde şekil değiştirerek varlıklarını sürdürürler. Bu itibarla her şeyde kendini gösteren bir yaşamak iradesidir. Kişisel irade mahvolsa bile, evrensel irade
mah-volamaz.
3.
İrade, mutlak özgürlüktür.
Schopenhauer, bu noktada Kant'ın deneyüstü kavramlarına düşer. Evvelce de
gördüğümüz gibi, "Bu âlem, tüm olaylarıyle iradenin nesnelleşmiş bir şeklidir.
İrade, ne bir olay, ne bir düşünce ne de bir nesnedir. O, kendinden şeydir; ne
eşyanın bağımlı olduğu yeter neden ve sonuç altındadır, ne de düşüncelerin
kanunu olan neden ve sonuç ilkesine bağlıdır. İrade, kendisinden önce hiç bir zorunluluk tanımaz; yani, özgürdür"; "Bu
itibarla ahlaksal özgürlüğü doğada değil, doğanın dışında aramalıdır. O;
metafiziktir, fizik âlemde de bulunamaz". Özgürlük, edimlerimizde değil,
varlığın bütünündedir; bu itibarla hiç kimse kendi karakterinden esaslı olarak
bir şey değiştiremez. Demek ki, determinizmden kurtulmak olanaksızdır. (Spinoza (62. mektubunda)
der ki: "Uzaya fırlatılmış olan bir taş, bilinçli olsaydı, özgür iradesi
sayesinde, hareket ettiği imgesine (hayal) kapılacaktı". Schopenhauer
buna karşı: "Ben, diyor, taşın bu inançta haklı olduğunu söyleyeceğim.
Verilmiş olan içtepi (impulsion), benim için ne ise odur ve taşın içindeki bitişiklik,
çekim, katılık gibi görünen şey, içsel doğası itibariyle, kendimde irade olarak
hissettiğim şeyin aynıdır; taş da, bilinçlenebilseydi, o da kendinde bu
iradeyi tanıyacaktı. Fakat, irade taşta da, filozofdakinden daha çok özgür
değildir. İrade, ancak toplamıyle özgürdür. Zira, onun yanında kendisini
sınırlayabilen başka bir irade yoktur".
Yaşamak iradesi: Schopenhauer'ın
eserleri bir aynı tezi, türlü bakımlardan çeşitli konulara uygulamak
suretiyle, sistem haline getirme amacını güderler. Bu itibarla onun iradeye
ne denli geniş bir değer ve anlam vermiş olduğunu anlamak için şu görüşlerini
bilmek gerektir: Hemen tüm filozoflar, düşünme ve bilinci, ruhun özü saymışlar
ve insanı düşünen bir hayvan saymışlardır. Schopenhâuer'a göre, bu, atılması
gereken bir yanılmadır: "Nefsin bilinci, ruhumuzun yalın bir yüzeyinden
(satıh) başka bir şey değildir"'; "... bununla iç'i bilemeyiz;
sadece kabuğu biliriz". Bilinçli entellektin altında, bilinçli ya da bilinçsiz
irade, bir çaba, direnen bir hayatsal kuvvet, bir kendiliğinden faaliyet, bir
hükmeden arzu iradesi vardır. Bazen entellekt, efendisini yöneten bir kılavuz
gibi, iradeyi yönetir gibidir. İrade, "sırtında pek iyi gören kötürümü
taşıyan kör ve güçlü bir adamdır". Biz bazı şeyleri arzu etmeyiz; zira,
bunun nedenlerini bulmuşuzdur; fakat istediğimiz için de nedenler bulmuşuzdur;
arzularımızı maskelemek için felsefeler ve Tanrıbilimler meydana getirmişizdir.
(Freud, bu düşünceden yararlanmıştır). Öteki hayvanlar, metafiziksiz arzu
ederler; insan ise, "metafizik bir hayvandır"; "Birine karşı
nedenler ileri sürerek kanıt vermekten ve hesap sonunda onu anlamak
istemediğine ve ancak onun iradesiyle yapılacak işimiz olduğuna inandırmak
için dünyanın elemlerine katlanmaktan daha sıkıcı bir şey yoktur". Şu halde
mantığın da yararı yoktur.
Mantıkçıların
kendileri bile, mantığı bir gelir kaynağı olarak kullanırlar. Birini kandırmak
için onun kişisel çıkarma, arzularına, iradesine baş vurmalıdır. Zaferlerimizi
uzun zaman hatırladığımız halde, zararlarımızı çarçabuk unuturuz. Bellek, iradenin uşağıdır. "Hesap
ettiğimiz zaman çoğu kez kendimizi zararlarımızdan çok, kârlarımızla aldatırız;
bunda en ufak bir onursuz niyete sahip değiliz"; "Diğer taraftan en
budala bir adamın arzularını yakından ilgileyen şeyler söz konusu olduğu zaman
zekileştiği görülür". Genel olarak zekâ, bir tilkide olduğu gibi,
tehlikede ya da bir canide olduğu gibi, ihtiyaçta gelişir. Hiç bir kimse,
düşünmeden sonra hareket edenden daha çok aldanmaya mahkûm değildir. Kuşkusuz
insanların kendi geçim koşulları, kadınlar ve çocuklar için yaptıkları savaşlar,
yalnız düşünmenin ürünü değildir. Bu savaşın koşulları, yaşamanın ve olabildiği
kadar iyi koşullar içinde yaşamanın yarı bilinçli iradesindedir. "Âdeta
insanlar, önlerinden çekiliyor gibi iseler de, gerçekte arkalarından
itilmektedirler". Zihin, bir dışişleri bakanından başka bir şey değildir.
"Doğa, onu bireysel iradeye hizmet etmek için yaratmıştır. Bu itibarla
onun görevi, iradenin işlemesi için güdüler sunarak eşyayı tanımaktır; eşyanın
derinliğine inmek ve onların gerçeksel özünü yakalamak değil". (Bu
düşünceden Bergson ilham almıştır). "Ruhun
değişmez ve ebedî öğesi iradedir". Nitekim, sürekliliği sayesinde
bilincin birliğini yapan ve onda, "düşüncelerde düşünceleri toplu tutarak
direnen bir ahenk gibi onlara arkadaşlık eden" iradedir. Karakterin yeri
de entellektte değil, iradededir. Karakter, niyetin, tavrın (attitude), yani iradenin
sürekliliğidir. Oysaki, kalbi, baştan daha öne koymakla, iyi niyeti, daha
değerli ve açık bir ruhtan daha görünebilir saymakla asla aldanılmış olmaz.
"Parlak zekâ, nitelikleri hayranlığa davet eder; fakat sevgiyi değil";
"Tüm dinler, irade ve kalp nitelikleri için ödül vaat ettikleri halde,
zihin ve zekâ nitelikleri için hiç bir ödül vaadinde bulunmazlar".
Bedenin
kendisi de iradenin ürünüdür. Kant, bulanık olarak demiştir ki, hayat adını
verdiğimiz iradenin içtepisi altında embriyonun bedeninde çukurlar kazarak
kendi özel kanallarını inşa eder. Bu çizgiler, kendilerini oyar ve kapatırlar;
nihayet kanlar ve atardamarlar haline gelirler. Bilmek iradesi, beyni inşa
eder; tutmak iradesi de eli yaratır; yemek iradesi sindirim aygıtlarını
geliştirir (bu, bir çeşit Lamarck kuramıdır). Gerçekte bu çiftler, (yani, bu
irade şekilleriyle bu et şekilleri) bir tek yolun, bir tek gerçekliğin iki
yüzünden başka bir şey değildir. Bu ilişki, bedenin duygu ve değişmelerinin
karmaşık bir birlik teşkil ettiği heyecanda daha açıkça görülür {Tames-Lange
kuramının kaynağı). "İstemli
(iradesel) edim ve bedenin eylemi, nedenlilik aracılığıyle birbirine bağlanmış
iki farklı nesnel olay değildirler. Bunlar arasında neden ve sonuç ilgisi
yoktur. Bunlar, bir tek ve aynı olgudur. Yalnız bu olgu bize iki farklı
tarzda verilmişlerdir: Bir yandan dolaysız olarak, diğer yandan duyulur
tasarımlar gibi. Bedenin eylemi, nesnelleşmiş irade eyleminden başka bir şey
değildir. Bedenin kısımları, kendileri sayesinde iradenin meydana çıktığı
başlıca iştahlara tekabül etmeye, bu iştahların görülen ifadeleri olmak
zorundadırlar. Dişler, yemek borusu ve bağırsak kanalları nesnelleşmiş açlıktır;
aynı suretle üreme kısımları da, nesnelleşmiş cinsel içgüdüdür. Her sinir
sistemi, bedenin içine ve dışına gerilmiş irade antenleridir. Genel olarak
alınan insan bedeni, genel olarak alınmış olan insel iradeye tekabül eder. Aynı
suretle bireyin fizik yapısı, değişmeleri, bireyin karakterini oluşturan kendi
iradesine tekabül eder".
Entellekt
yorulur; irade ise asla yorulmaz. Entellektin uykuya ihtiyacı vardır; irade, uykuda
bile çalışır. Elem gibi yorgunluğun- da yeri beyindir. Beyinsel
madde ile ilişkisi olmayan kaslar (yürek gibi) hiç yorulmazlar. Uykuda beyin
beslenir; fakat iradenin beyne ihtiyacı yoktur. Bunun içindir ki, kafalarıyle
çalışanların uykuya ihtiyaçları fazladır. Uykuda tinsel hayat, bitkisel hayata düşer ve bu halde,
"irade, dış nüfuzlara maruz kalmadan dayanılması pek ağır olan organik
görevleri (fonction) oluşturur. Beyin faaliyeti ve algının çabasından gelen bir
güç azalmasına uğramaksızın, kaynağının ve özünün doğasına göre çalışır. Bu
itibarla uyku sırasında iradenin tüm gücü, organizmanın iyi halde olması ve
çıkarı için işler; her şifanın, her elverişli bunalımın uykuda oluşması
bundandır". Burada, uykunun kökensel (originel) bir durum olduğunu
söylemek yerinde olur. Embriyon, hemen her zaman, küçük çocuk ise, birçok zaman
uyur; hayat, uykuya karşı bir savaştır; başlangıçta uykuyu yenilgiye uğratırız;
fakat sonra ona yeniliriz. Uyku, gündüz takatsiz kalmış 'olan hayatın bütün'ü
korumak ve onarmak için ödünç alınmış bir ölüm parçasıdır. Uyku, bizim ebedî
düşmanımızdır. Uyanık olduğumuzda bile o, bir parça bize egemendir. Her gece,
en garip ve en bilinçsiz düşlere sahne olan ve uyanınca ruhlarını yaymak
zorunda kalana, hatta en bilge başlardan ne bekleyebiliriz? Şu halde irade,
insanın özüdür ve tüm şekilleri altında hayatın ve hatta cansız maddenin özü
değil midir? Nihayet o denli çok aranmış olan ve bulmakta umutsuzluğa düşülen
içsel gerçekliğin en sonu ve her şeyin gizli özü olan, "kendinden
şey" değil midir?
(…)
Ölüm
Acaba
ölümden korunmak olanaklı mıdır? Schopenhauer'a göre ölüm, bireyler için kaçınılmaz
bir sonuçtur; fakat tür, ebedîdir. Bireysel iradeler ölür; fakat evrensel irade ölümsüzdür. Burada,
Schopenhauer'ın ölmezlik hakkındaki düşünceleri de gizlidir. O, bu konudaki
görüşlerini Aşkın
Metafiziği adlı eserinde açıklar. Ona göre, ölümden
sakınmanın tek çaresi, üremek ve bu yolda şehit olmaktır. Her normal organizma
olgunlaşınca, üreme amacıyle kendisini feda eder; örümcekten başlayarak
çocuklarını giyindirmek, beslemek ve yetiştirmek için kendini harap eden insana
dek tüm canlılar, bu içgüdünün tutsağıdırlar. İrade, ölüme ancak bu tarzda
galip gelir ve bunu sağlamak için üreme iradesi, düşünmenin, algıcın kontrolü
dışında yerleşmiştir. Bir filozofun çocukları olması, bu nedenden ancak bir
rastlantı sonucudur. Bu konuda, "İrade, bilgiden bağımsız ham doğada
olduğu gibi körü körüne çalışır. Tüm güdüler için erkek organlar, zihinseli
oluşturan beynin tam karşıt (zıt) kutbunda bulunan iradenin gerçek oca-ıdır. Bu
organlar, hayatın koruyucu ilkeleridirler ve hayat, zamanın sonsuzluğunu
oluşturur. Bu özelliği içindir ki, ' Yunanlılar ona, Fallus'a (Phallus -
Erkeklik organı), Hintliler Lingam'a taptılar. Hesiod ve Parmenides'in, Aşk
(Eros), yaratıcı ve her şeyin ilkesi olan ilkel gerçekliktir, sözünün derin bir
anlamı vardır". Schopenhauer'a göre, "insan âleminde cinsel
ilişkiler, tüm edim ve olguların (faits) görünmez merkezidir";
"Cinsel içgüdü, savaşın nedeni ve barışın amacıdır. O, her ciddî eylemin
temeli, her eğlencenin konusu, nüktelerin kurumaz kaynağı, her çeşit yanılmaların
anahtarı ve tüm gizli sokulmaların (in-sinuatins) açıklamasıdır".
Aşkın metafiziği,
babanın anneye, ebeveynin çocuklara ve bireyin
türe olan bağımlılığı
etrafında döner. Schopenhauer, bu konu üzerinde fazla durmuş,
evlenmelerin üreme bakımından amaçlarını açıklamıştır. Ona göre, "İnsanda
üretici kuvvetin sönmeye başlaması bireyin artık ölüme doğru yürümesi"
demektir. "Bu kuvveti itidalsiz sarf etmek, her yaşta hayatı kısaltır; bu
husustaki perhizkârlık, tüm kuvvetleri büyütür". Özet olarak,
"bireyin hayatı, esasında türden ödünç alınmıştır". Canlı; bir döl
meydana getirince, türün hayatı sağlanmış olduğu için, kendisi az çok söner ve
yeni kuşak (nesil), türün hayatını sürdürmek üzere aynı yolu tutar. "Tür
için ölüm, birey için uyku gibidir. Doğadaki büyük ölmezlik doktrini burada
gizlidir. Zira, bütün âlem, tüm olaylarıyle birlikte, bu bölünmez iradenin
nesnelleşmesidir".
Eckermann'ın Goethe ile yapmış olduğu Sohbetler'de-,
"büyük ozan, der ki, ruhumuz harap edilemez niteliktedir: Bu, bir
ebedîlikten diğer bir ebedîliğe dayanan bir kuvvettir. Güneş de böyledir; sönmüş gibi görünür; topraksal gözler için
iyi ve saf bir görünüş; gerçeklikte o, asla sönmez; sürekli olarak ışığını
yayar. Goethe bu karşılaştırmayı bana borçludur; bunu ondan ödünç alan ben
değilim!..".
Schopenhauer,
ancak zaman ve uzay içinde tekleşmiş yaratıklara benzemediğimize, zaman ve
uzayın, hayatı, türlü yer ve dönemlerde beliren ayrı ayrı organlar halinde
böldüğüne inanır ve zamanla uzayın, skolastik bir terim olan, bireyleşme
ilkesini oluşturduğunu kabul eder. Zamanla uzay, Maya'nın bir parçasıdır; bu,
bize eşyanın birliğini sunan bir yanılsamadır (illusion). "Bireyin
kendinden şey değil, bir olay olduğunu açıkça anlamak" maddenin sürekli değişmeleri içinde şeklin
sabit sürekliliğini görmek, felsefenin de özünü teşkil eder. Eşya ne kadar
değişikliğe uğrarsa o kadar aynı kalır. Schopenhauer, bu ölmezliğin tarih
yoluyle de doğruluğuna emindir. Tarih felsefesi, "Tüm olayların özdeş
temelini tanımayı, koşulların ve hallerin, âdet ve törelerin türlülüğüne
karşın, her yerde aynı insanlığı keşfetmek zorunda kalır. Her zaman ve her yerde
doğanın gerçek simgesi iradedir. Zira o, bir kayıtım (recurrence) şekil ve
tipidir". Schopenhauer, âdeta
tarihin, bir tekrardan ibaret olduğuna ve insanın değişmezliğine inanır ve bu
inançta ölmezliğin bir kanıtını görür: "Genel olarak tüm zamanların
bilgeleri, daima aynı şeyi söylemişlerdir ve ahmaklar, yani tüm zamanların
ölçülemez çoğunluğu da, daima aynı yani onların söylediklerinin
tersini yapmışlardır ve bu daima böyle olacaktır; zira, Voltaire'in dediği gibi,
biz bu dünyayı, O'na geldiğimiz zamanda bulduğumuz gibi, ahmak ve günahkâr
bırakacağız" (W. Durant, s. 351-355).
(…)
Filozoflar
Ansiklopedisi, Cemil Sena, Remzi Kitabevi
Schopenhauar'da "Sanat"ın Anlamı Üzerine Schopenhauar'da Özgür İrade Sorunu ve Aklın İşlevi Kötülük Probleminden Schopenhauer Kötümserliğine |
Akımlar
- Felsefi "izm"ler
- Sofizm
- Stoacılık
- Kuşkuculuk
- İdealizm
- Yeni Platonculuk
- İnsancılık (Hümanizm)
- Usçuluk
- Deneycilik
- Eleştiricilik (Kritisizm)
- Materyalizm
- Liberalizm
- Hiççilik (Nihilizm)
- Sosyalizm
- Marksizm
- Olguculuk (Pozitivizm)
- Postpozitivizm
- Pragmatizm
- Fenomenoloji (Görüngübilim)
- Yeni Kantçılık
- Mantıkçı Pozitivizm
- Yeni Hegelcilik
- Yapısalcılık
- Çözümleyici Felsefe
- Varoluşçuluk
- Yorumbilgisi (Hermeneutik)
- Frankfurt Okulu
- Feminizm
- Postyapısalcılık
A. Schopenhauer
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder