b
|
i
|
h
|
e
|
v
|
y
|
o
|
r
|
i
|
z
|
m
|
d
|
a
|
v
|
r
|
a
|
n
|
ı
|
ş
|
ç
|
ı
|
lık
|
Watson bihevyorizmin kurucusu olarak bilinir. Watson (1878-1958) Amerikalı bir psikologdur.
Watson, aslında, aşırı bir monist materyalisttir. İçe bakışı ve içe bakışla elde edildiği söylenen ifadeleri kesinlikle
reddeder. Yani, zihnin temel kavramları olan düşünce, duygu ve inanış
gibi kavramlar gerçekte davranışa indirgenebilen kavramlardır. Ona
göre düşünce dediğimiz şey, aslında, bir başlangıç (incipient)
hareketidir. Duygular, içsel vücut halleridir.
Watson deneylerini fareler üzerinde yaptı. Ancak, sonunda bir zihin
teorisine ulaştı.
Davranış canlıların bilinçli hareketleri değildir. Aksiyona karşı yapılan
bir reaksiyon olarak düşünülebilir.
Davranış, belki de, tüm varlıkların hareketleri, değişmeleri ile ilgilidir.
Bu olguya, asitler, metaller de dahildir. Aynı şekil de, hücreler, volkanlar,
bilgisayarlar, arabalar da davranış kavramının alanı içine girerler.
Ancak, bihevyorizmin konu aldığı davranış, insan davranışlarıdır. Buna,
hayvan davranışları da dahil edilebilir.
Watson, zihni olayların varlığını inkar eder.
Bihevyoristler iradeli ve şuurlu davranışları, kavramın çağrıştırdığı
biçimde, dikkate almazlar
B.F. Skinner ’e
göre, “şuurlu davranış”la, “reflex” arasındaki fark, reflex’in evrim sonucu,
şuurlu davranışların çevre sonucu oluşmasıdır. Yani, aralarındaki farkın,
içsel zihin halleriyle bir ilgisi yoktur. “içsel zihin ifadeler”i (internal
mental states) birer fiksiyon (uydurma)dırlar
Skinner,
Watson’dan etkilenmiş radikal bir bihevyoristtir. O da Watson gibi deneyci
bir psikologdur. O, “subjektif yaşantıya” karşıdır. Sanki, demek istiyor ki,
düşünce ve inanışlar yoktur. Ona göre laboratuardaki bir farenin davranışları
onun duygularına ve inanışlarına başvurmadan açıklanabilir. Farenin
davranışları bir tür refleks davranışlarıdır. Bu da genetik bir teori ile
açıklanabilir. Aslında, farenin davranışlarını yöneten ödül ve cezadır
Benzeri
bir durum insan için de söylenebilir. İnsan davranışlarına da etki eden ödül
ve cezadır. Ödül ve ceza sosyal boyutta da olabilır.
Diyebiliriz
ki, fare yiyecek “ister” ve acıdan “korkar”. İste mek ve korkmak birer zihni
olay değil midir?
Skinner’e
göre bunlar zihni değil, vücut halleridir. “Yönelim”, “amaç” gibi kavramlar
bizim icatlarımızdır. İnsan davranışları ile çevre şartları arasında bir
ilişki vardır. Yönelim (intention), amaç
(purpose), duygu (emotion) gibi kavramlar, Eski Yunanlıların
gök gürültüsünü açıklamak için Zeus kavramını icat etmelerine benzer
[.....]
Skinner’e
göre zihni kavramlar pre-scientjfic (bilim öncesi)dir. Ona göre Newton’dan
önceki tüm düşünceler pre scientifictir.
Skinner’e göre
sadece bilimsel düşünce geçerlidir. Hatta “bilimsel” kavramı bile analiz
etmeye gerek duymaz. Ona göre “person” (kişi) kavramı da bilimsel değildir.
Skinner temel görüşlerini Beyond Freedom and Dignity adlı eserinde ortaya
koymuştur
Ona göre,
tüm gerçek açıklamalar kendisinden önceki şartlara işaret etmelidir, bunların
dışındakilere değil. Bu durumda,bihevyorist olmayan bir psikoloji mümkün
değildir.
|
Watson ve Skinner’e göre tüm insan davranışları uyaran tepki ilişkisi
olarak açıklanabilir. İnsan davranışlarının nedenini bilmek, onları açıklamak
için yeterlidir. Watson’a göre “şuur” gerçeğe tekabül eden bir kavram değildir,
bir yanılsamadır. İnsan davranışlarını belirleyen içsel olgular değil, çevre
şartlarıdır.
Watson ve Skinner’e göre davranış ifadeleri dışındaki ifadeleri psikolojiye
sokmak bilimsel değildir. Çünkü, bunları gözlemlemek mümkün değildir .
Bihevyorizmin felsefedeki yansıması “mantıksal bihevyorizm” (Logical Behaviourism)dir. Bunlara
göre de “bir zihni ifade içinde olmak bir davranış ifadesi içinde olmaktır.” Düşünmek,
ummak, algılamak, hatırlamak gibi zihni kavramlar bir davranış veya bir
davranışa kabiliyetli olmaktır. Davranışın ötesinde bir zihin yoktur.
Mantıksal davranışçılara göre, zihne ait tüm önermeler, anlam kaybetmeden,
davranış önermelerine tercüme edilebilirler. Mantıksal da özü budur. Davranışa
indirgenemeyen bir zihinsel önerme varsa bu önerme anlamsızdır.
Mantıksal davranışçıların da aralarında yaklaşım farklılıkları vardır.
Bazılarına göre, davranışsal ifadeye dönüştürülmediği sürece, zihinsel
ifadelerin doğru veya yanlışlığına karar verilemez. Diğerleri, psikolojik
ifadelerin dilde belki bir rol oynadığını kabul ederler. Ancak, hepsi
hemfikirdirler ki, psikolojik ifadeler davranış ile ilgili olmadığı sürece
anlamsızdırlar.
19. yy mantıksal davranışçılarından önemli ikisi Amerikalı Carl Hempel ve İngiliz Gilbert
Ryle ’ dir.
Hempel, mantıkçı pozitivist, Ryle ise “dil felsefecisidir.”
Hempel’ in pozitivist yaklaşımına göre,
prensipte, herhangi bir fenomen, doğa bilimlerinin tekniğini kullanarak
açıklanabilir. Viyana çevresi, ki bunlar 1930’da Viyana’da buluştular,
filozofları da aynı fikirdedirler. Bunlara göre de, felsefenin problemleri
bilimsel metodla çözülebilir. Bunlar “anlamlılık” kriterini öne
sürdüler. Anlamlı cümleleri anlamsız cümlelerden ayıran “doğrulama prensibi”dir. Bir cümlenin
anlamlılığı onun doğrulanabilir veya doğrulanamaz oluşuna bağlıdır. Bu
prensibe göre, metafizik önermeler anlamını yitirmektedir.
Mantıkçı
pozitivistlere göre, “doğrulama prensibi” uygulanarak, felsefenin problemleri
çözülebilir.
Hempel’e
göre, psikoloji ile doğa bilimleri arasında bir fark yoktur. Psikoloji fiziki
bilimlere indirgenebilir ve indirgenmelidir. Bunun için, psikolojinin önermeleri,
anlamlarını kaybetmeden, fiziki bilimlerin önermelerine indirgenebilmelidir.
Aslında, pozitivistlerin görüşüne göre, tüm bilimler, fiziğe indirgenebilir.
Hempel’e
göre eğer psikoloji fiziğe indirgenirse felsefedeki, “diğer zihinler” (other minds) problemi
de çözülebilir.
Diğer
zihinler problemi şudur: Eğer
zihni alan tamamen subjektif bir alan ise, biz, hiçbir zaman bir başkasının
gerçekten bir zihne sahip olup olmadığını bilemeyiz. Çünkü, böyle bir alanla
temasa gelmemiz mümkün değildir.
Hempel’e göre,
zihni ifadeler davranış ifadelerine dönüştürülmediği sürece, biz başka bir
insanın, neyi nasıl düşündüğünü bilemeyiz.
Bu
dönüştürmeyle, psikolojide bilimsel bir muhteva kazanacaktır. Önermeleri,
gözlemle, kabul veya reddedilecektir.
Ancak,
Hempel, insanda içe bakışla elde edilebilen, gözleme indirgenemeyen,
subjektif yönü de farkındadır. Aynı şekilde, zihnin kültürle bağlantı içinde
olduğunu bilmektedir. Ona göre, bireyin ait olduğu kültürü bilmeden, bireyi
anlamak imkansızdır.
Hempel
için bir cümlenin anlamı onun test edilebilirliğidir. Örneğin, “Hasan’ın diş
ağrısı vardır” gibi bir psikolojik ifadeyi anlamak için onun
doğrulanabilirlik şartlarına bakmak lazım. Bu önermenin doğrulanabilirliği
davranışa dönüştürülebilmesidir. Bu demektir ki Hasan, belirli acı
davranışları sergiler, kan basıncı düşer, sinir sisteminde değişmeler olur.
Acı dediğimiz şey bizzat acı davranışının kendisidir. Yani, acı davranışı,
acı denen şeyin sembolü değildir. Acı bizzat davranıştır. Bu şekil de, bu tür
psikolojik ifadeler, fiziki ifadelere dönüştürülebilir. Bu nedenle psikoloji
deneysel bir bilimdir. Psikolojik ifadeler sadece gözlemle doğrulanabilir. Bu
nedenle, psikoloji fiziğe indirgenebilir. Çünkü, bizim vücut davranışlarımız,
fiziki dün yanın bir parçasıdır. Vücudumuz fiziğin kanunlarına tabidir.
“Düşünce”, “acı”, “duygu” gibi kavramlar fiziki ifadelere dönüştürülebildiği
sürece anlamlıdırlar.
Hempel’e
göre, zihin-beden problemi sahte bir problemdir, anlamsızdır.
Anlaşılabileceği gibi, I4empel, materyalizme çok yakındır. İnsan fiziki
objeden başka bir şey değildir. Problem, psikolojik ifadelerin anlamını
kavrayamamaktan kaynaklan maktadır. Bir kez psikolojik ifadelerin gerçek
anlamı ortaya çıkarıldığında zihin-beden problemi ortadan kalkacaktır.
“Zihin”
vücut davranışlarının kısaca söylenmiş şeklidir. “Zihin var mıdır?” diye bir
soru sormak saçmadır. “Zihin var dır” demek “saat çalıyor” demek gibidir.
Saat çalışıyor demek, saatin bütün parçaları ilgili fonksiyonu gösteriyor
demektir. Saatin çalışması, onu meydana getiren parçaların yaptığından farklı
bir şey değildir.
Bu
durumda, zihin de vücudun çalışmasının üstünde bir şey değildir. Vücudun
çalışması zihin diye bir şeyin varlığının simgesi değildir.
Fiziki ifadeler zihni ifadeler midir?
Fiziki olanla, zihni olan iki ayrı şey midir?
Fiziki olanla, zihni olan arasında bir ilişki var mıdır?
Bu tür
sorular, Hempel için anlamsızdır.
|
Kendisi
bizzat “ben bihevyoristim” demeyen fakat bihevyorist olarak yorumlanan
filozoflardan biri de Ryle’dir
(Biri de dedim, çünkü Wittgenstein da aynı konumdadır).
Ryle
felsefi bihevyorizmin bir temsilcisi olarak kabul edilmektedir. O bir Oxford
filozofudur. Ünlü eseri ¨The Concept of
Mind 1949’da yayınlandı. Aslında, Ryle, bu eserinde,
bihevyorizmi savunmadığını söyler. Ona göre bihevyorizm deneysel psikolojide
bir metoddur, felsefi bir doktrin değildir. Bu beyana rağmen, açıklamaları
nedeniyle, Ryle bihevyorist olarak kabul edilir.
Aslında
Ryle linguistik bir filozoftur. Felsefi problemlerin dil analizleri ile
çözülebileceğine inanır. Ryle’yi felsefi bihevyorizme yaklaştıran görüşü
onun zihin-beden düalizmine karşı olmasıdır. Bu anlamda, felsefi
bihevyorizm, düalizmin karşısındadır.
Felsefı
bihevyorizm daha çok semantikle ilgilidir. Özellikle zihni kavramları analiz
eder.
Aslında,
felsefi bihevyoristler, zihni kavramları tamamiyle elemezler. Zihin
olaylarının, zihin içinde, davranışlara etki eden bir faktör olduğu görüşünü
reddederler.
Şu açıktır
ki, felsefi bihevyorizm, mantıksal pozıtivizimden büyük etki alır.
Pozitivistlerin amacı, birleşik bir bilim kavramı yaratmaktır
Teichman’e
göre Ryle’nin temel amacı, felsefi problemleri dil analizi yoluyla çözmekti.
Ancak çözümleri onu bihevyorizme doğru itmiştir
Ryle’nin
eserinin büyük bir bölümü “Kartezyen Düalizmi”nin eleştirisine ayrılmıştır.
Ryle, düalizmı “iki dünyanın hikayesi” olarak görür, Ona göre düalist teori
bir “makinenin içindeki ruh” (the ghost in the machine)
teorisi, bir “kategori hatası” (category mistake)dır.
Kategori
hatası ne demektir? Örneğin, Ali ve Murat iki erkektir ve erkekler
kategorisine aittir. Fakat, “Ortalama insan” kavramı üçüncü bir erkek
değildir. “Ortalama insan” diye bir şey yoktur ve bir başka kategoriye
aittir. Bir futbol takımında birtakım kavramlar vardır ve belli kategorilere
aittir. Ancak, “takım ruhu” burada ayrı bir şey değildir. Yani, futbol
takımında farklı bir şey değildir. “Takım Ruhu”, penaltı ile aynı kategoriye
ait değildir
Aynı
kategori hatası, Ryle’a göre, zihin-beden probleminde de yapılmaktadır. Biz
sanıyoruz ki zihin de, madde gibi substanz kategorisine aittir. Kartezyen
düalizmi zihin ve madde diye iki sübstanzı(töz) kabul etmekteydi.
Ryle’a
göre bir zihin kabul edip onun içinde özel zihinsel olayların olduğunu farz
etmek “şanssız dilsel bir gelenek”tir. Bir bakış, geleneksel, iki dünya
hikâyesine aittir
Ona göre
zihni kavramlar ne substanzdır ne de olay. Psikolojik olaylar tamamen farklı
bir kategori içinde ele alınmalıdır. Ryle, bunun için “Disposition” kavramını
kullanır. Bu kavramın tam bir Türkçe karşılığı yok, ancak, muhtevasını
verebiliriz. Kavram, eğilimleri, yetenekleri, kapasiteleri ve alışkanlıkları
içine alır. Disposition davranıştan farklıdır. Sanki, davranışa muktedir olmak
gibi bir şeydir. Davranış özel bir zamanda olabilir. Örneğin, bir bardak çay
içmek, gibi. Ancak, ‘disposition’lar belli bir zamanda değildir.
Ryle’ye
göre ‘bilmek’, ‘inanmak’, ‘ummak’, ‘istemek’, ‘korkmak’ gibi kavramlar birer
disposition ‘dur. Bunlar zamanla ilgili değildir. Tanrıya inanmak ne kadar
zaman alır? diyemeyiz. Aynı şekilde, 2+2=4’tür dediğimiz de, ortada bir zaman
var mıdır?
Psikolojik
ifadeler fiziksel davranış için yatkınlıklardır. Ayrı bir dünyanın unsurları
değildir.
Ryle,
Kartezyen düalizmini eleştirmek için “makinenin içindeki ruh dogması” (Dogma
of the ghost in the machine) deyimini kullanır. Bazen de, Descartes
yaklaşımına, “resmi doktrin” (Offical Doktrine) der.
Kartezyen
düalizmine göre, beden uzay ve zaman içindedir ve mekanik yasalara tabidir.
Zihin sadece zamandadır ve mekanik kanunlarla açıklanamaz. Bu yaklaşımdaki
problemleri daha önce söylemiştik. İki temel problem vardı:
-s Bir zihin, diğer zihinde ne olduğunu, nasıl bilebilir?
- sZihin-beden ilişkisi nasıldır?
Ryle’nin
çözümü “zihni” mantıksal bir kategori olmaktan çıkarmaktır. Zihin-beden
probleminin temelinde dil vardır, dilden kaynaklanan hatalar vardır.
Ryle,
hatayı şöyle örneklendirir: Bir yabancının Oxford’a davet edildiğini
düşünelim. Yabancı üniversiteyi merak etmektedir. Yabancıya üniversiteyi
göstermek için fakülteler, kütüphaneler ve yönetim binaları
gösterilecektir. Turun sonunda yabancı soracaktır: Peki, üniversite nerededir?
Ona göre, pek çok şey görmüştür ama üniversiteyi henüz görmemiştir. Yabancı
için, “Üniversite”, gördüklerinden farklı bir şeydir. Elbette, “üniversite”,
yabancının gördüklerinin üstünde, onlardan farklı, bir şey değildir.
Üniversite, fakültelerden, kütüphanelerden, öğrenci ve öğretim elemanlarından
oluşmaktadır. Ziyaretçi, aslında, çoktan Üniversiteyi görmüştür. Ancak, bunu
farkında değildir. Artık, görülecek bir şey kalmamıştır. O ziyaretçinin
farketmediği, üniversite ile gördüklerinin aynı kategoride olmadığıdır.
Ryle’ye
göre, bu kategori hatasının nedeni, insanların kavramların doğru kullanımını
bilmeyişleridir. Bazı insanlar “üniversite”, “takım ruhu” gibi kavramların
kullanımını bilmemektedirler. Bu insanlar, bu kavramlara, içeriklerinin
üstünde bir anlam atfetmektedirler.
Felsefede
dilden kaynaklanan ontolojik hatalar bulunmaktadır. Bazen, varolmayan kavramları, varmış gibi,
kullanmaktayız. Örneğin, felsefedeki “zihin” kavramı gerçekte, fiziki olmayan
bir şeye işaret etmemektedir. “Zihin”, bilme,
düşünme, algılama, problem çözme vb gibi olguları içine alan bir
kavramdır. Bunların üstünde, bunlardan farklı, fiziki olmayan bir şey
değildir.
Ryle,
bizim psikolojik hayatımızı inkar etmemektedir. Hepimiz, haz duyarız, acı
çekeriz, duygu, düşünce ve isteklerimiz vardır. Ryle diyor ki, bu olguların
varlığı bizi, zorunlu olarak, Kartezyen düalizmine götürmez.
Ryle’nin
“inanış” analizini ele alalım. Bazıları, inanışların, özel zihni ifadeler
(private mental states) olduğunu düşünür. Bunlar, doğrudan sahipleri tarafından
bilinebilir. Aynı zaman da, inanışlar, fiziki olmayan “zihin” içinde meydana
gelmekte Ryle, bu yaklaşımı reddeder. Ryle’a göre, bir inanışa sahip olmak,
belli bir yönde hareket etme eğilimine (disposition) sahip olmaktır.
İnanışlar birer disposition’dır. Bir kişinin belli bir yönde hareket etme
eğilimi varsa, o kişi bir disposition ‘a sahiptir. Örneğin, bir kişiye zeki
diyorsak, onun problem çözme yeteneği vardır, demek istiyoruz.
Ryle’ a
göre “irade” de fiziki olmayan, mistik bir unsur değildir. Onda disposition
‘lar dışında bir de “occurance”lar var dır. Occurance disposition’lardan
farklıdır. Occurance bir yatkınlık değil bir tür olaydır.
Örneğin,
“şu adam sigara içicisidir” önermesiyle “şu adam sigara içiyor” önermesi
arasında ciddi bir fark vardır. Birinci önerme bir dispositionı gösterir.
Ortada bir eğilim vardır. İkinci önerme kişiye bir disposition atfetmez, bir
occurance’dan, bir olaydan bahseder.
Ancak,
occurance’ların varlığı da bizi Kartezyen bir zihne götürmez.
Ryle, içebakışı (introspecıion) da ele alır.
Denir ki, içebakış, bir zihnin kendi zihni operasyonlarını takip etmesidir.
Bu takip, fiziki olmayan bir algıdır. Dolayısıyla, içebakış, davranış cin
sinden açıklanamaz.
Ryle’a
göre içebakış denen bir şey yoktur. İçebakış vardır demek, şuurun şuuru
vardır demektir. Bu durumda, iki paralel mental aktivite ortaya çıkar.
Orneğin, sabah erken kalkmak istiyorsunuz. İçe bakış yöntemine göre, önce
erken kalkmak istiyorsunuz, sonra, ikinci bir işlemle bu isteğinize
yöneliyorsunuz.
Ryle’a
göre düşüncede, bu şekilde, iki işlem yer almaz. Ryle sorar: İçebakış
yaptığınızı nasıl bilirsiniz? İçebakış yaptığınızı içebakışla biliyorsanız,
bunun için 3 tane zihni aktivite gereklidir:
*Orijinal
eylem
*Orijinal
eyleme içebakışla yönelme
*İçebakışa,
içebakışla yönelme.
Bu şekilde
üçlü bir aktivite imkansızdır. Öyleyse, içebakış gereksizdir, diyebiliriz.
Ryle için,
hiçbir “zihni hal” özel (private) ya da subjektif değildir. Tüm zihni olgular
ya “disposition” ya da “occurance”lardır. Duygularımız fiziki olmayan bir
dünyada yer almaz, vücudumuzla ilgilidirler. 0 halde, zihin-beden düalizmi
doğru değildir.
Görüldüğü
gibi Ryle mantıksal bihevyorizme oldukça yakındır.
|
Wittgenstein’ın temel çalışması ¨Philosophical Investigations zihin felsefesi,
anlam sorunu ve dil ile ilgilidir.
Wittgenstein’ın
bir zihin teorisine sahip olduğu söylenemez.Ancak, genel felsefi anlayışından
bir sonu
Wittgenstein’da
3 temel soru vardır:
1. Felsefi problemler nasıl doğar?
2. Felsefi problemler nasıl çözülebilir?
3. Felsefi problemlerin çözümünde nasıl bir metod kullanılabilir?
Bu
soruların cevapları bir şekilde dil ile ilgilendirilmiştir. Aslında,
Wittgenstein’ın zihin felsefesi ile olan ilişkisi de dil aracılığı
iledir.
Konumuzla
ilgisi açısından öncelikle “özel dil tartışması”na (private language
argument) bakmak lazım.
Wittgenstein
özel dile karşıdır. Zihin felsefesinin büyük bir kısmı da “özel dil” üzerine
oluşturulmuştur. Özellikle, Descartes için bu sonuç daha doğrudur. Eğer
kişilerin kendilerine özgü özel bir dilleri yoksa, özellikle, düalizmin
tartışmaları yanlıştır. Descartes’ta bir kişi zihin kavramına kendi özel
durumlarında ulaşabilir. Zihni olan özel bir alandır ve sadece o zihne sahip
olan bilebilir. Örneğin, benim acımın ne demek olduğunu sadece ben
bilebilirim. Çünkü, sadece ben, bu duygu ile doğrudan bağ kurabilirim.
Wittgenstein
için özel dil, öyle bir dildir
ki onun kelimeleri sadece onunla ilgili duyguları yaşayanlar tarafından
bilinebilir. Böyle bir dilin mümkün olup olmadığı felsefe açısından,
özellikle zihin felsefesi açısından büyük önem arzeder. Konunun epistemoloji
ile de doğrudan ilgisi vardır.
Özel dili
kabul ettiği için Descartes’ta diğer insanların bir zihne sahip olup
olmadıkları tartışma konusudur.
Descartes’ta
;1. kişinin (duyguyu bizzat yaşayan) psikolojik olguları doğrulanamaz. Bu
sonuç solipsizme yakındır. Solipsizme göre de bir kişi sadece kendi zihnini
bilebilir. 1. kişi için diğer insanlar sadece fiziki varlıklardır.
Eğer
Wittgenstein’ın özel dile olan itirazı doğru ise solipsizim yanlıştir. Solipsizme göre, à ben, benim
zihnimi benim özel dilimle bilebilirim. Bu dili başkasının bilmesi
imkansızdır.
Solipsizm
idealizmin aşırı ucudur. Eğer Wittgenstein haklıysa idealizm de yanlıştır.
Fenomenoloji’de
de şuurun muhtevası subjektif bir yolla bulunur. Bu nedenle, Wittgenstein
fenomenolojiyi de reddetmiş olur.
Fenomenalizm’de fiziki
objeler hakkındaki cümleler, duyusal yaşantının cümlelerinin muhtevası
açısından analiz edilebilir. Fiziki objeler hakkındaki cümleler, anlam
kaybetmeden, duyum cümlelerine dönüştürülebilir. Fenomenalizm, fenomenolojik
bir dile refere eder. Fenomenolojik dil ise “fenomen”e refere eder. Fenomen
objelerin özel görünümüdür. Bu görünüm kendini sujeye verir.
Fenomenalizm,
sosyal (public) dili, özel dile tercüme ediyormuş gibi görünmektedir.
Wittgenstein’ın
özel dil tartışması sadece düalizmi, idealizmi, solipsizmi, fenomenalizmi
reddetmez, aynı zamanda, bazı septik soruları da gündemden düşürür. Örneğin,
başka insanların özel dünyalarını bilip bilmeyeceğimiz; bir kelimenin
anlamının tekabül ettiği, içsel, özel idea ile ilgili olup olmadıği gibi.
Empirizme
göre de bizim doğrudan bilebileceğimiz tek gerçek kendi yaşantımızdır. Başka
insanlar hakkındaki bilgimiz, kendi zihin prosesimize oturtulmuştur. Kendi
zihin prosesimi kendi seçtiğim kelimelerle anlamlandırabilirim. Bu
kelimelerin anlamlarının kökleri kendi özel yaşantımdadır.
Bu durumda
Wittgenstein; Locke, Berkeley, Hume, Schopenhauer, Husserl, Russell ve Ayer
felsefesine de zarar vermiştir.
Wittgenstein’a
göre, bir anlamda, özel dil mümkündür. Örneğin, siz kendinize göre, özel bir
günlük tutabilirsiniz. Çocuklar kendi aralarında, kendi anlayabilecekleri bir
dil geliştirebilirler. Wittgenstein bunlara karşı değildir. 0, felsefi
anlamda özel bir dile karşıdır. Yani, herhangi bir kişinin, kendi içsel
yaşantısını, sadece kendisinin anlayabileceği bir dile dönüştürmesi mümkün
değildir. Bu dili bir başkasının anlaması mümkün değildir. Bu durumu biz
kendi üzerimizde deneyebiliriz. Değişik zamanlarda başımız ağrımıştır. Şiddet
olarak bu ağrıların birbirine eşit olması beklenemez. Acaba biz, her
şiddetten baş ağrımızı belirleyip bir kelime verebilir miyiz? Uç yıl önceki
ağrımızı tanıyıp, “bak bu X ağrısıdır” diyebilir miyiz?
Buradan
Wittgenstein’ın diğer tartışmasına geçebiliriz. s“Yaşantı
özel midir?” (Is experience private?). Acı
içinde olduğumu sadece ben mi bilirim?
Wittgenstein’a
göre yaşantımın sadece bana özel olduğu doğru değildir. Ben acı içindeysem,
başka insanlar da bilir.
Wittgenstein’a
göre, “acı içindeyim” ve “acı içinde olduğumu biliyorum” cümleleri arasında
fark yoktur. Bilgi, içinde hataya yer olduğu zaman mümkündür, Bir kimsenin
acı içinde olduğundan şüphe etmesi mümkün değildir. Yani, hata payı yoktur.
Bu durumda, “acı içinde olduğumu biliyorum” cümle sindeki “bilmek”
anlamsızdır. “bilmek” şüphe ihtimalinin olduğu yerde vardır. Kesinliğin
olduğu yerde değil.
Wittgenstein,
bazen “duygular özeldir” sözüne müsaade eder, ancak buradan kalkıp, metafizik
bir sonuca gitmez. Duyguların anlamı dildeki kullanımları ile ilgilidir.
Peki, anlam özel midir? (Is meaning private?)
Wittgenstein
“özel anlama” üç yönden karşı çıkar.
1. Duygu
kavramları nasıl öğrenilir?
2. Özel
açık (ostesive) tanımlama imkânsızdır.
3.
Psikolojik kavramların kullanımının kriteri.
“Acı” gibi
bir duygu kavramı dilde, içsel ve özel bir şeye refere etmez. “Acı” kavrami,
ilkel “acı ifadeleri”nin yerini alır. Çocuk, acı çektiğinde basitçe ağlar,
sonra yetişkin ona acı kavramını öğretir. Çocuklarda bu öğrendiği kavramı acı
yerine kullanır. Yetişkin, çocuğa yeni bir acı davranışı öğretmiş olur. Bu
yaklaşımda “acı”, “acının ifade edilişidir”. Acı, acının ismi değildir.
Burada
Wittgenstein demek istemiyor ki “acı” ağlamadır. Acı, dilsel olmayan
davranışlara da çevrilebilir, demiyor. Ona göre, acı, acı kavramının
kullanımı ile ilgilidir.
Wittgenstein’a
göre eğer acı “duyumların doğal ifadesi” ise, acının içinde şekillendiği dil
özel değil genel (public) dir. çünkü bunlar dışarıdan gözlenebilir
davranışlardır.
Acının,
acının toplumsal ifadesinden çıkarılması, Wittgenstein’ın özel açık
(ostensive) tanımlamaya karşı olmasının nedenidir. (Ostensive belirleme ‘şu’
diye işaret ederek belirlemedir). Ostensive belirleme dilsel belirlemeden
farklıdır. Dilsel belirleme de bir kelimenin anlamı diğer bir kelimeyle
açıklanır. Örneğin, sözlükler dilsel belirleme verirler.
Tersine,
ostensive belirlemede, bir kelime, bir örnek gösterilerek tanımlanır.
Örneğin, ‘kare’ kelimesini belirlerken, basitçe, bir kareyi gösteririz.
Wittgenstein,
kelimelerin anlamını ostensive belirlemeden aldığını söylemez. Kelimelerin
birçok kullanımı vardır. Emir vermek, rica etmek, soru sormak gibi. Nasıl
herhangi bir eşyanın kullanımı varsa, kelimelerin de kullanımı vardır. Bir
kelime, dilsel ve davranışsal context’in dışına alınırsa anlamını kaybeder.
Bir kavram dil oyunu (language game) içinde
değerlendirilebilir ve yine dil oyunu içinde anlam kazanır. Anlam içsel,
mistik, özel ve psikolojik değildir.
Anlam,
dışsal, kanıtlanabilir, sosyal ve davranışsaldır.
Ostensive
belirleme mümkündür, ancak, özel ostensive belirleme mümkün değildir.
Kişiler
kendi duyumlarına özel alarak işaret edemezler. Adlandırma, doğru veya yanlış
adlandırmayı gerektirir. Bu ihtimal sadece sosyal dilde vardır. Tersi bir
durum, yani özel dilin doğrulanması, bir gazete haberini doğrulamak için aynı
gazetenin birkaç nüshasını almaya benzer.
Psikolojik
kavramlar kişinin kendi durumundan doğrulanamaz. Kullanım doğruluğu için üçüncü
bir kişinin “kriterine” ihtiyaç vardır.
Eğer,
herkes acı çeker ve hiç kimse birbirine söylemez ise “acı” kavramının sosyal
dilde yeri yoktur. Terimin kullanımı için davranış kriteri de gereklidir.
Dil özel
olarak değil “intersubjektif” olarak kullanılır.
Bizim
içimizde kabul ettiğimiz hiçbir olay özel değildir.
Dilin
doğru kullanımının kriteri sosyaldir.
Felsefi
bihevyoristler, zihni kavramlarla davranış arasındaki “nedenselliğe” de karşı
çıkarlar. Zihni kavramlar dispositionlardır. Disposition ise özel zihni bir
hal değildir. Orneğin, “bardak kırılabilir” dediğimizde, demek istemiyoruz ki
“o kırılabilir bir hal içindedir”. Sadece, demek istiyoruz ki, o kırılabi
Aynı şekilde biz, bir insana, bir inanış atfettiğimiz zaman,
biz o
kişiye bir içsel ifade atfetmiyoruz. Sadece, belli durum larda ne
yapabileceğini söylüyoruz. Örneğin, bir kişi yağmurun yağacağına inanıyorsa,
o gün pikniğe gitmez.
Felsefı
bihevyorizm içsel ifadeleri kabul etmediği için, davranışları bir proses
modeliyle
açıklayan
cognitive bilimcilerle bağdaşmaz.
Wittgenstein
için deneysel psikolojiyi deneysel bir bilim yapma çalışmaları doğru
değildir. Psikolojiyi anlamak için dil çalışmak gerekir
|
Görüldüğü gibi bihevyorizm içsel ifadeleri ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Acaba içsel ifadeler bilimdeki teorik terimler (elektron, manyetizma vb) gibi
kabul edilemez mi? Çünkü bunlar bizim gözlem gücümüzün ötesindedirler.
Böyle bir sonuç “instrümentalizm”dir. Instrümentalizm, gözlenemez entitiler
konusunda bir tür idealizmdir. Gözlenemez entitiler, gözlenebilir olanları
açıklamak için kullanılır. Bilim, gözlenebilir alandaki düzenlilikleri ve
istatistikleri ortaya çıkarmaktır. Bu amaçla, gözlenemez entitilere
başvurulabir.
Ancak, burada, gözlemci önemlidir. Gözlemci, bir tür, Locke’un “karanlık
odası” (dark room) içindedir.
Son zamanlarda, felsefi bihevyorizm çekiciliğini kaybetmiştir. Çünkü, zihni
kavramları, anlam kaybı olmadan, davranış kavramlarına dönüştürmek oldukça
zordur. Her inanış, her zaman, kendini, davranışta ortaya koymayabilir. Buna
“mükemmel aktör tartışması” da denir. Yani, bir kimse pekala inanmadığı bir
şekilde davranabilir.
Diğer yandan, hiçbir zihni kavrama yer vermeden, davranışları açıklamak pek
mümkün görünmüyor.
Bihevyorizmin ilgilendirildiği “doğrulamacı anlam teorisi” (verificationist
theory of meaning) de son yıllarda eleştirildi.
Quine (1953-1961) bu yaklaşımı bir “dogma” olarak adlandırdı. Çünkü,
dediğimiz gibi, bilimde de gözlem ve deneye indirgenemeyen terimler vardır. Tüm
bilimsel terminoloji gözlem terimlerine indirgenemez. Öyleyse, zihni
kavramları, davranış kavramlarına indirgemeyi istemek haksızlık olur (Fodor
1968).
Bihevyorizm, köpek salgılamasını, farenin labirentteki davranışlarını
açıklayabilir ancak her davranış bu kadar basit değildir.
Her şey çevre ve uyaran cinsinden açıklanabilir mi?
Bireyde, subjektif bir organizasyon yok mudur?
Süjenin, diğer zihni hallerinin davranışı üzerinde rolü yok mudur?
Wittgenstein (1953) ve Malcom (1984) da Ryle ile aynı yolu takip ederler.
Bunlar da zihnin özel bir entiti olduğu görüşüne karşıdırlar. Zihne atfedilen
nitelikler dilden kaynaklanan hatalardır.
Jerry Fodor bir
anti-bihevyoristtir. Der ki, “konuşmak” sadece bir “uyaran” olsaydı, yabancı
bir dille kendi dilimiz arasında bir fark olmaması gerekirdi. Dil, sadece bir
dış uyaran meselesi değil, bir de onun gramer organizasyonu vardır. Burada,
Fodor, “anlam” sorununa dikkat çekiyor.
Anlamak,
bir zihni gerektirir. Fodor’a göre, “anlama” için, içsel bir proses
gereklidir.
“Gözlenebilir
davranışları açıklamak için, içsel psikolojik yapılara bakmak lazım” diyen
görüşe Mentalizm denir.
Mentalizm, algı ve
dil gibi olgularla oldukça yakından ilgilendi. Fodor’un bir mentalist
olduğunu söyleyebiliriz.
Bihevyoristler,
psikoloji, immateral bir ruhun çalışılması değildir, diyorlar. Zihinde, içsel
diyebileceğimiz her prosese karşıdırlar.
Descartes’ta
idealar bilincin fenomenolojik objeleridir. Yani, idealar, kendilerini sadece
şuur’a verirler.
Fodor
diyor ki, “dil kullanımımızın altında, şuurunda olmadığımız psikolojik bir
yapı vardır.” Yani, bizdeki her zihinsel faaliyet şuurlu değildir. Fodor
yaklaşımı doğru ise Descartes “şuur”u çok ön plana çıkarmıştır diyebiliriz.
Son zamanlarda “Folk Psikoloji” diye bir kavram var.
Geleneksel psikolojiye “folk psikoloji” denmektedir. Bu psikoloji
davranışları zihin ve irade ile açıklar. Bunun karşısına “bilimsel
psikoloji”yi koyarlar. Bu psikoloji insan davranışlarını istek ve arzular ile
açıklamaz. İstek ve arzu dediğimiz kavramlar birer “fıksiyon” (uydurma) dur.
Mentalizm
daha çok bilimsel psikolojiye yakındır. Yani, zihinde gizli bir proses
yoktur. Wittgenstein der ki: “İnsan bedeni insan zihninin en iyi aynasıdır.”
Wittgenstein de zihinde gizli bir proses kabul etmez. Aslında Wittgenstein,
“folk psikoloji”, “bilimsel psikoloji” kavramlarını kullanmamıştır. Ancak,
Wittgenstein’ın Descartes’cı bir zihne karşı olduğu açıktır.
Mentalizmde,
özellikle Fodor’da bir “düşüncenin dili”
(Language of Thought) kavramı vardır. Bu kavram zihinde,
kendini şuura(bilince) vermeyen bir prosese işaret etmektedir. Mentalistler
beyin ve bilgisayar arasında benzerlik ararlar. Mentalistler kendilerinin
bilimsel psikolojiyi savunduklarını iddia ederler.
|
İnanış ve davranış arasında zorunlu bir ilişki var mıdır? Farzedin,
yağmurun yağacağına inanıp dışarıdaki çamaşırları topladınız. Burada
davranışınızı yöneten inanışınızdır. Ancak inanış ve davranış aynı şeyler
midir? Yağmurun yağacağına inandığınız halde, çamaşırları toplamayabilirsiniz
de.
Bihevyoristler diyor ki, inanış ve davranış özdeş iki şey değildir. Sizde
bir inanış varsa, o yönde davranmak için de bir eğilim (disposition) vardır.
O zaman, inanış davranış değil, davranışa bir eğilimdir. Bu
anlamda inanışlarımız davranışlarımızı yönetmektedir. Yağmurun yağacağına
inanıyorsak, şemsiyemizi alırız. Bu teoriyi Ryle, The Concept of Mind adlı
eserinde savundu.
Disposition’u daha iyi anlamak için, “kırılabilirlik” ve “çözülebilirlik”
gibi iki niteliği alalım.
Bardak kırılabilir dediğimizde, düşürürsek parçalanabilir, demek istiyoruz.
Şeker çözülebilir dediğimizde de suya atınca erir demek istiyoruz.
Demek ki. dispositionlar “eğer”li (if’li) cümleleri gerektirir. Şeker
çözülebilir eğer suyun içine konursa” gibi.
Dispositional bir cümlenin doğruluğu “eğer”li cümlenin doğruluğuna
bağlıdır.
Ryle’a göre şekerin “kübik” oluş niteliği ile “kırılabilir” oluş niteliği
farklıdır. Kırılabilirlik, küp şeklinde olmaklık gibi özel bir hal değildir.
O zaman, eğer bir inanış bir dispositional niteliğe sahip olmaksa, o
inanış, o davranışın nedeni değildir.
Bir kimsenin inanışının olması “eğerli” bir cümleye sahip olmasıdır. Yoksa,
inanış, içsel bir ifade (internal state) değildir. (Ryle için).
Ali’nin yağmurun yağacağına inanması şu demektir:
Eğer, A durumu olursa, çamaşırları içeri alacak.
Eğer, B durumu olursa, şemsiye alacak.
Eğer, C durumu olursa, bahçeyi sulamayacak.
Ryle’nin “inanış teorisinde”, “içsel ifadeler”
yoktur. “Eğer”li durumlara dayalı, potansiyel davranış kalıpları vardır.
Kartezyenizmdeki gizemli içsel ifadeler reddedilmiştir.
Bu teoriye “inanışın dispositional teorisi” (dispositional theory of belief) denmektedir. Bu teoride inanışlar
birer eğilimdir.
Bihevyorizm, bu anlamda, inanış ve arzuların “eğerli” davranış ifadelerine
dönüştürülmesidir.
İnanış hakkında konuşmak, içsel ifadeler hakkında konuşmayı gerektirmez.
Sadece, davranış kalıplarından söz etmeyi gerektirir.
Bu yaklaşımın, sert ve yumuşak şekilleri vardır. Sert bir yoruma
göre, tüm vücut hareketleri bilimsel kavramlarla ifade edilebilir. Örneğin,
elimi kaldırmamın açıklaması tamamen fizyolojiktir. Buna sert bihevyorizm de
diyebiliriz. Zaten, bunlar, istek ve inanış psikolojisini “folk psikoloji”
olarak adlandrıp kendilerinin bilimsel bir ji savunduklarını iddia ederler.
Yumuşak bihevyoristler, vücut hareketlerini açıklamak için günlük
kavramları kullanırlar. Örneğin, elini, bardağı almak için uzattı, gibi.
Ryle’nin pozisyonu “yumuşak bihevyorizme” yakındır. Davranışları, günlük
dildeki vokabüleri (kelimeler) ile açıklar. Davranış eğilimlerinden söz eder.
Sert bihevyoristler, zihinsel kavramlar kullanmazlar. Fiziki davranışlar,
bilimsel kavramlarla açıklanır. Böyle bakıldığında Ryle’nin ne kadar
bihevyorist olduğu da tartışılabilir. Ancak, Ryle’nin bir bihevyorist olarak
görüldüğü gerçektir.
Yumuşak bihevyorizim, davranışları zihinsel terimlerden tamamen arındırmaz.
Zaten, günlük davranışlarımızın tümünü karşılayabilecek, bilimsel terimler de
yoktur. “Çamaşırları toplamak ”, sadece iskeletteki değişmeler değildir.
Ryle’nin teorisi ile ilgili bazı problemler vardır. Bir inanış genellikle
bir davranışla sonuçlanır. Ancak, davranışla ilgili birçok “eğer” vardır. Böyle
olunca, “eğerler” davranışın nedeni olamaz.
Ryle’nin bihevyorizmindeki problem, Descartes’ın problemine benzemektedir.
Descartes’ta inanışlar, zihni ifadelerdir ve fiziki olandan tamamen farklıdır.
Bu durumda, zihni ifadeler, davranışa nasıl etki ederler?
Ryle’de zihni ifadeler, karmaşık davranış kalıplarıdır.
Ryle’ye göre, “Eğer A durumu olursa, Ali çamaşırları içeri alacak. Çünkü,
Ali inanıyor ki, yağmur yağacak.”
Kendi inanışlarımızı bilebilir miyiz? Hatalı olsam bile, kendi inanışlarımı
bilebilecek en iyi kişi benim. Ancak, ben kendi inanışlarımı, kendi
davranışlarımı gözleyerek, ulaşamam. Türkiye’nin bütçe açığının çok olduğuna
inanıyorsam, bu inanışımı doğrulamak için, ilgili davranışımı bekleyemem. Diğer
insanların inanışlarını bilme durumu daha da farklıdır.
Bu duruma first-person (ben), third-person (başkaları) tartışması denir.
Ryle’de bu konu pek açık değildir.
Hume’u hatırlayalım. Hume’a göre “ben kendi inanışlarımı, içe bakışla,
zihnimdeki idealara yönelerek, bilebilirim”. Diğer insanların davranışlarını,
onların davranışlarından içsel ifadelerine ulaşarak bilebilirim. Yani, en
azından, diğer insanların, içsel ifadelerine ulaşabilirim.
Ryle’de bir içsel ifade yoktur. Disposition vardır. Eğerli davranış
olasılıkları vardır. Benim inanışlarım, bana olduğu kadar, başkaları için de,
elde edilebilirdir. Bizim kendimize ait, içsel bir bilgimiz yoktur.
Ama vardır. Öyleyse, Ryle yanlışlanabilir.
Dedik ki, Ali’nin yağmurun yapacağına inanması, A durumunda, çamaşırları
toplaması, B durumunda, şemsiyesini almasıdır.
Acaba hangi durumlarda Ali yağmurun yağacağına inanır ve çamaşırları
toplar?
Ali’nin başka inanışları da olmalı. Örneğin, çamaşırlar dışarıdadır, ıslak
çamaşır giyilmez vb gibi.
Yani, çamaşırların toplanması birçok diğer inanış ve arzular la ilgilidir.
Şu andaki inanışım, bir şekilde, geçmişteki arzu ve inanışlarımla ilgilidir.
Bu durumda, Ryle, diğer inanış ve arzuların önemini göz ardı edemez. İnanışlar,
sadece “eğerler”e bağlanamaz.
Diğer
yandan, inanışlardan bahsederken, arzulardan da bahsetmeliyiz.
Arzular (desires) nelerdir? Biliyoruz ki, Ryle’de inanışlar, Hume’da olduğu gibi içsel zihni
ifadeler (internal mental states) değildir. Bu durumu arzulara da
uygulayabiliriz. Yani, eğer, Ryle’nin ir teorisi doğru ise, aynı şekilde,
arzular için de doğrudur. Bu durumda, arzular, “içsel ifadeler” değildir. Daha
çok, davranışlarımıza etki eden, bir grup “eğerli” durum Ryle için, “Ayşe
çamaşırların kurumasını istiyor” demek,uygun davranış eğilimlerinin olması
demektir. Örneğin, Ayşe böyle istiyorsa, çamaşırları dışarı asar (A durumu),
çamaşırları kurutucuya koyar (B durumu) vb.
Şu sorulabilir, Ayşe hangi durumda çamaşırları dışarı asar, hangi durumda
kurutucuya koyar.
Cevap için, tekrar Ayşe’nin arzu ve inanışlarına geri dönmek gerekir.
Örneğin, eğer Ayşe yağmurun yağacağına inanıyorsa çamaşırları dışarı
asmayacaktır. O zarnan, Ryle’de arzuları inanışlarla, inanışlar arzularla
ilgilidir. Ama burada bir kısır döngü ortaya çıkar. Örneğin, Ayşe yağmurun
yağacağına inanıyorsa ve çamaşırların ıslanmasını istemiyorsa, çamaşırları
dışarıya asmayacaktır.
Bihevyorist bir inanış teorisinde, özellikle Ryle’de kısırdöngüden
kurtulmak pek mümkün görünmüyor.
Önümüzdeki analizlerde başka arayışlara yer vereceğiz. Bu noktada, Ryle çok
önce ortaya konan ve kısmen bahsettiğimiz Hume’un inanış teorisi üzerinde biraz daha durmak
istiyoruz.
Dini inanış, politik inanış gibi kavramlar kullanırız. Burada ki, “inanış”
kavramı “şuurlu zihni ifadelere” işaret etmektedir. Çünkü, inandığımız bir
şeyin farkında olmamamız yaygın bir durum değildir. Ancak, “inanış” kavramı her
zaman “şuurlu inanış” kavramı ile aynı olmayabilir.
Bir de deniyor ki “P ye inanmak, P yi bir cümle olarak ifade edebilmektir.”
Örneğin, homeopatic (Tanrısal tedavi) tıbba inanmak, birçok önermeye inanmayı
gerektirir.
Aynı şekilde, arzular (desire) da cümlelere dönüştürülebilir.
Örneğin, “Ali sinemaya gitmek istiyor” cümlesi, “Doğrudur ki Ali sinemaya
gitmeyi arzuluyor” cümlesine dönüştürülebilir.
Bu cümleler, doğru veya yanlış olabilen önermelerdir.
Bu noktalardan hareketle, hem inanışların hem de arzuların “önermesel
davranışlar” (propositional attitudes) olduğu söylenmektedir. Buna göre, bir
inanışa sahip olmak, “doğru olduğunu düşündüğünüz bir önermeye sahip olmaktır.”
Aynı şey, arzular için de geçerlidir.
İnanışa
ilişkin klasik bir teori David Hume tarafından
ortaya konmuştur. Bu teoriye yukarıda kısaca değindik ancak, üzerinde biraz
daha durmak istiyoruz. Hume “imgeci” bir teori savunur. Ona göre bir inanışa
sahip olmak, zihinde belli idealara sahip olmaktır. Bir başka deyişle,
ideaları bir önerme içinde düşünmektir. Örneğin, kedinin siyah olduğuna
inanmak, zihinde bir “kedi” ve bir “siyahlık” ideası gerektirir. Daha sonra
zihin, bu iki idea arasında ilişki kurmak için bir proses yürütür.
Hume’a
göre, insanın tüm algısı iki şeye indirgenebilir. Bunlar “impression”(izlenim)lar ve “idea” lardır. Aralarındaki fark
parlaklıklarından kaynaklanır. Bu parlaklık zihin ve şuurda oynadıkları rolü
belirler.
“Impression”lar
en güçlü olanlardır. Bunlar aynı zamanda ruhumuzun da ilk nitelikleridir.
Duygu ve duyumlar bunlara örnek verilebilir. İdealar, impression’
ların (izlenimlerin) düşüncedeki soluk imgeleridir. Hume daha sonra
der ki, “benim impression’dan anladığım algının bizzat kendisidir”.
Hume’a
göre algının sonunda, zihinde, oluşan şey “impression”dur. Bu içsel, zihinsel
bir objedir. İdea ise impression’un soluk bir imgesidir. Bunlar zihin gözü
ile görülebilmektedirler. Bu açıdan Hume’da, idealar imge benzeri şeylerdir.
Bu
açıklamaların ışığında, Hume’un inanış teorisine “imgeci bir teori”
denmektedir. Çünkü, bir inanışa sahip olmak, zihinde bir ideaya sahip
olmaktır. Aslında onda inanış bu sonuçtan da fazla bir şeydir. İdeaları bir
önerme içinde kullanmaktır.
Hume için,
inanmakla inanmamak arasındaki fark ideaların canlılığı ile ilgilidir. Hume
diyor ki, aynı kitabı okuyan iki kişi düşünün, bu kitap birisi için bir roman
olurken birisi için gerçek bir hikaye olabilir. Aralarındaki fark
ideleştirilen kavramların canlılığı ile ilgilidir (Treatise: 1. iii. 7).
Ancak,
bizim önce inanıp sonra terkettiğimiz görüşler olduğunu düşünürsek, Hume’un
pek de haklı olmadığı söylenebilir. Çünkü, önceden doğru dediğimiz bir şeye
sonradan yanlış demekteyiz. Hume’da inanışların bir başka özelliği, davranışlara
yön veriyor olmalarıdır.
Düalizme
getirilen karşı koymalar (objections) Hume’a da getirilmiştir. Çünkü idea,
fiziksel olmayan bir objedir. Bunların fiziki dünya ile ilgilendirildiği
tartışma konusudur.
Hume’da
zihnimizdeki inanışların her zaman şuurunda olup olmadığımız tartışma
konusudur. Biz gece uyurken, bir başka işle ilgilenirken, “kar beyazdır”
inanışını terk etmeyiz.
Benzeri
şekilde, her zaman, zihnimizdeki pek çok inanışın şuurunda değiliz. Siz, şu
anda, bu paragrafı okurken, “zebralar çizgilidir” diye bir inanışa sahip
misiniz? Şu anda, bu önermeyi şuurlu olarak düşünmediğiniz açıktır. Şu anda,
siz de, zebraların soluk bir imgesi dahi yoktur.
Hume’un
teorisi bu noktayı tam açıklamıyor. Ancak, Hume diyebilir ki “bir inanışa
sahip olmak, her zaman, onun şuurunda olmayı gerektirmez.” Konu biraz da
hafıza ile, yani bilgilerin depolanma şekli ile ilgilidir.
Daha önce
de dediğimiz gibi, Hume’un “inanışlarımızın davranışlarımızı yönettiği tezi”
bihevyoristler tarafindan eleştirilmiştir. Hume’un teorisine “imgeci inanış teorisi” (imagist theory of belief) denir.
Elbette,
bihevyoristlerin ulaştığı sonucun, Hume ‘unkinden ne kadar daha açıklama
gücüne sahip olduğu ciddi bir tartışma konusudur.
|
Bihevyorizm, çoğu
felsefeciler tarafından, materyalizmin bir çeşidi olarak ele alınmaktadır.
Bizim bu yaklaşıma bir itirazımız yoktur. Materyalizmi ayrı bir bölüm olarak
ele almamızın nedeni sadece yöntemle ilgilidir. Bununla birlikte, materyalizm
ve bihevyorizm özdeş kavramlar değildir.
Zihin
Felsefesi –Şeref Günday-Asa Yayınları – 2002.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder