Gadamer ve Hermeneutik
Nazile Kalaycı
1-
Genel Giriş: Hermeneutiğin Tarihçesi
“Hermeneutik” bildirme, haber verme, çeviri yapma,
açıklama ve açımlama (hermeneuein) sanatıdır (tekhne).
Adını Yunan mitolojisindeki tanrı
Hermes’ten alır. Hermes, tanrısal buyrukları ölümlülerin diline çeviren
tanrıdır. Hermes’in bu işi, hermeneutik etkinliğin doğasını belirler
niteliktedir: “Hermeneutik etkinlik, bir
başka dünyaya ait anlam bağlamını, o an içinde yaşanılan dünyaya aktarma
etkinliğidir” (Gadamer 1995: 11). Hermeneutik ilk kez Sofistler tarafından
ünlü ozanların deyişlerini yorumlama yöntemi olarak kullanılmıştır. Sofistlerin
kullandığı bu yöntem, henüz belirgin bir anlam ya da anlama teorisi olmaktan
uzak olsa da, uzaktaki bir şeyin yakına getirilerek yabancılığın aşılması,
yani, ‘bir zamanlar’ ile ‘şimdi’ arasında bir köprü kurulması
probleminin doğuşuna işaret ettiği için bir hermeneutik formudur (Gadamer
2002d: 1). Platon
ise Devlet’te hermeneutiği bir sanat türü olarak ele almıştır. Ona göre bu
sanat düşüncelerin ifade edilmesiyle değil, bir kral buyruğunun ya da tanrısal
iradenin açımlanmasıyla ilgilenir. Daha sonraları Aristoteles, önermeleri
nicelikleri, nitelikleri ve tarzları bakımından inceleyerek bir şeyi dile
getirmenin olanaklı bütün çeşitlerini ele aldığı Yorum Üzerine’yi (Peri Hermeneias)
yazmış, ancak bu eser hermeneutik tarihine yalnızca adı dolayısıyla girmiştir.
Hermeneutiğin felsefi yöntem olarak ele
alınması, 19. yy.’ ın sonlarına doğru gerçekleşmiştir. O zamana varasıya
“teolojik”, “filolojik” ve “hukuksal” bir yöntem olarak kullanılan hermeneutik,
Kutsal Kitapları, klasik metinleri ve Roma Hukukunu anlamaya yönelmiştir.(1)
Teolojik hermeneutik kutsal yazıların doğru açımlanması
sanatıdır. Bu sanat Ortaçağ’ın Patristik Dönemi’nde, Augustinus’un De doktrina Christiana adlı
eseriyle birlikte Kutsal Kitapları incelemenin yöntemi olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Augustinus’un başlıca işi, Eski Ahit’le Yeni Ahit arasındaki
uyuşmazlığı gidermeye çalışmaktır. Augustinus bunu yaparken Yeni Platoncu düşünceden
etkilenmiş, inancı akılla temellendirmeye çalışarak düşüncenin kutsal
metinlerdeki sözel ve sıradan anlamdan tinsel anlama yükseltilmesi gerektiğini
dile getirmiştir. Amaç sözel ve sıradan anlamın ardında veya üstünde bulunduğu
varsayılan ‘art-anlamı’ ortaya çıkarmaktır. Ancak, teolojik hermeneutik
Reformasyon’da kutsal yazıların kendilerine dönme hareketi olarak yeni bir ivme
kazanmıştır. Reformcular, temelleri Augustinus tarafından atılmış olan kilise
öğretisi geleneğiyle polemiğe girmişler, her türlü art-anlamın yerine
‘esas-anlamı’ ortaya çıkarmaya çalışmışlardır (Gadamer 1995: 13).
Filolojik bir yöntem olarak hermeneutik, klasik metinleri genel
dilbilim kuralları içinde inceleme ve hermeneutiği dilbilim çerçevesinde
temellendirme çabası olmuştur.
Hukuksal hermeneutik ise normatif bir disiplindir. Konulmuş
yasaların genelliği ile tekil durumların somutluğu arasında köprü kurma
görevini üstlenmiştir. Hukuksal hermeneutiğin tarihine bakıldığında, açımlama
ya da açıklama probleminin ‘uygulama’ problemine dönüştüğü görülür. Çünkü, amaç
yalnızca bir zamanların Romalı hukukçularını anlamak değil, aynı zamanda Roma
Hukukunu içinde yaşanan çağın kültür dünyasına uygulamaktır. Bu bakımdan,
hukuksal hermeneutik “yasaları, adaleti en yüksek düzeyde gerçekleştirecek
şekilde nasıl uygulayabiliriz?” sorusuyla ilgilenir. Hermeneutiğin hukuktaki
önemi, hiçbir genel yasanın tekil durumların tümünü kuşatamayacağının farkına
varılmasına dayanmaktadır: Özel bir durumu genel bir yasa kapsamına
yerleştirmek her durumda bir yorumlama işidir. Böylece hukukçuların görevi,
yasayı yorumlayarak hukuki probleme en iyi çözümü bulmaktır (Gadamer 2002b:
151).
Hermeneutiği felsefi alana taşıyan ise Schleiermacher
olmuştur. Ancak onun yaptığı, “felsefi hermeneutik”ten çok felsefi hermeneutiğin
bir önbiçimi olan “tarihsel hermeneutik”tir. Hermeneutiğin tarihi ele almada
kullanılmaya başlanmasının gerekçesi ise tarihte her zaman köprü kurulması
gereken bir gediğin söz konusu olmasıdır. Tarihsel hermeneutiğe
Schleiermacher’in özel katkısı, hermeneutiği insani deneyimi anlamada merkeze
koymasıdır. Böylece, tarihsel metinler yalnızca geçmişin dokümanları olarak
değil, aynı zamanda öteki kişinin iç dünyasının gizemini anlamak için
kullanılmaya başlanmıştır. Kişilerin bireyselliklerine olan bu ilgi, onların
genel kurallar ve yasalar çerçevesinde ele alımp haklarında çıkarımlar da
bulunulamayacağının anlaşılmasına yol açmıştır. Onları doğru anlamayı sağlayan,
sahip oldukları ‘ortak yapı’dır. Schleiermacher ‘öteki’ni doğru anlamanın,
sahip olunan ortak yapıdan dolayı olanaklı olduğu yollu düşünceye “bilinç” ile
“nesne” arasında ortak bir rasyonalite olduğunu varsayarak ulaşmış, bu yüzden
19. yy.’ın “romantik-idealistleri” arasına konulmuştur.
Bu sırada deneysel bilimlerde olan gelişme
hermeneutik alanında ilgi romantizme karşı düşecek şekilde epistemolojiye
yöneltmiştir.
Schleiermacher ve ardıllarının bilinç ile
nesne arasında varsaydıkları özdeşlikten kuşku duyulmuş, bunun yerine bilimsel
yöntem ve prosedürlerin geçerliliği araştırılmıştır. Bu bilimsel yöntem
merakının kökleri 17. yy.’a dayanmaktadır. Avrupa’da doğa bilimleri açısından
çok önemli gelişmelerin olduğu 17. yy.’da matematik ve fizik alanında olan
ilerlemeler 18. yy. Aydınlanma düşüncesini hazırlamış, doğa bilimlerindeki
yasalı açıklama modeline benzer şekilde insanın davranışlarını belirleyen
yasaları ortaya çıkararak geleceği önceden görme ve toplumu düzenleme
düşüncesini oluşturmuştur. Doğadaki olayların doğa yasalarına bağlı oluşu gibi
insanın yapıp etmeleri de keşfedilebilir evrensel yasalara bağlı kabul edilmiş,
bu alanda etkinlik gösterecek bilime de “insan
doğasının bilimi” adı verilmiştir. Genel olarak 18. ve 19. yy.’lar,
toplumsal ve tarihsel olguların birtakım yasalara - bu yasalar ister Alman
idealistlerinin varsaydığı gibi varlığın gelişme ilkesi olan diyalektik olsun,
ister pozitivistlerde olduğu gibi tarih ile toplumun kendine özgü yasaları
olsun - bağlı olduğu, bundan dolayı doğa bilimlerinde yapılan türden bir
incelemeye konu olabileceği düşüncesinin hakim olduğu yüzyıllar olmuştur.
J.S. Mill,
toplumsal olayları açıklamak için toplumun temel oluşturucusu sayılan bireyin
psikolojisini anlamanın gerekliliğini vurgulamış, deneysel bilimlerin temelini
oluşturan tümevarımcı yöntemin ahlak bilimleri alanında da tek geçerli yöntem
olduğunu göstermeye çalışmıştır. Bu, en güçlü ifadesini’un (A Treatise of Human
Nature) (İnsan
Doğa sı Üzerine Bir Deneme) adlı kitabının önsözünde bulan köklü
İngiliz geleneğinin yinelenmesidir. Hume’a göre ahlak felsefesinde yapılacak
şey, “istenç hayatının psikolojik bağlantısını kavramaya çalışmaktır... Bunun
için duyguların, tutkuların ve istençli kararların esaslı olarak araştırılması
gerekir. Bunlar da hep izlenim ve idea’lara bağlanmış olan, ama yine de
onlardan ayrı, başka olan şeylerdir; [çünkü] bunlar deneyin başka alanıdırlar.
Bu alanda da [ bilgide olduğu gibi] son öğelere kadar geri gitmeyi denemeli,
bileşik olanları bu son öğelerden türetmeye çalışmalıdır” (Gökberk 1990: 376).
Mill de Hume’un bu düşüncelerinden yola çıkarak ahlak bilimlerinin doğa bilimleri
karşısında bir istisna olmadığını düşünmüş, bu yüzden, doğa bilimlerinin
yöntemi olan tümevarımın ahlak bilimleri alanında da kullanılabileceğini
vurgulamıştır. Toplumsal- tarihsel olgular, bireysel insan psikolojisinin temel
yasalarıyla bağlantı kurularak açıklanabilirler. Bu durumda toplum bilimlerinin
işi belli bir toplumsal durumdan hangi etkilerin çıkacağını araştırmak ve bu
toplumsal durumları belirleyen yasaları tümevarım yöntemiyle bulmaya
çalışmaktır.
Sonraları Herman Helmholtz, insan
bilimlerinin yapısını kavramaya çalışırken doğa bilimlerinin yöntem tutkusunun
etkisinde kalmıştır. Ancak Helmholtz hem doğa bilimleri hem de insan bilimleri
alanında tümevarım yönteminin kullanılması gerektiğini vurgulasa da, alanlara
göre kullanılacak olan tümevarımlar arasında bir ayrım yaparak tümevarımı ikiye
ayırmıştır: “Mantıksal
tümevarım” ve “içgüdüsel-artistik tümevarım”. Helmholtz’a
göre her iki bilim de tümevarıma dayalı akıl yürütmeyi kullanır, ancak bu
yöntem insan bilimleri alanında doğa bilimlerinde olduğu gibi açık seçik ve
bilinçli olarak değil, bilinçsizce kullanılmaktadır.
Alman
Tarih Okulu
ise genel özellikleri bütün bilimlerde tek ve aynı yöntemin kullanılmasını
gerekli gören, doğa bilimlerini öteki bilimler için bir arketip olarak belirleyen
ve bilimsel açıklamayı tek tek durumların yasalar altına konmasından başka bir
şey olmayan nedensel açıklama olarak ilan eden 19. yy. pozitivizmine tepkidir.
Bu tepki, iki bilimin ilgilendiği nesnelerin bütünüyle birbirinden farklı türde
olmaları düşüncesinden temelini almaktadır. Nesneler farklı olduğuna göre
onları ele almanın yöntemi de farklı olmalıdır; doğa bilimlerinin konusu olan
nesneler arasında ‘nedensellik yasası’ hüküm sürmekteyken, tin bilimlerinin
konusu olan nesneler birbirlerini ‘amaç-eylem bağlantısı ‘yla izlemektedirler.
Bu dünya, insanın kendisi için kurduğu ve içinde yaşadığı tinsel dünyadır. Bu
dünyayı ele alacak bilim ise hermeneutiktir. Hermeneutik tinsel dünyanın yazılı
ürünlerini ele alır, onları anlayarak yorumlamaya çalışır. Doğa bilimlerinin
olgularını genel yasalar altında incelemesine karşı düşecek şekilde, tin
bilimleri, nesnelerini tekilliği içinde ele alır.
Alman Tarih Okulunun filozoflarından Dilthey,
insan bilimlerinin psikolojik bir temele dayalı hermeneutik yönteme gereksinim
duyduğu görüşünü geliştirmiştir (Gadamer 2002b: 152). Tin bilimleri alanında
genel yasalı açıklamalar yapılamayacağını, bu alanın açıklanmayı bekleyen
deneysel olgular alanı değil, anlaşılmayı bekleyen imler, simgeler, düşünceler,
tasarımlar, normiar, kurallar alanı —bir tinsel alan— olduğunu ileri sürmüştür.
Dilthey “açıklama” ile “anlama”
arasında bir ayrım yapmış, ilkini doğa bilimlerinin ikincisini ise tin
bilimlerinin yöntemi olarak belirlemiştir (Dinçer
1991: 5). Dilthey’a göre Alman Tarih Okulu’nun
eksiği, tarihsel fenomenleri bilinç olgularının çözümlenmesiyle bağ kurmadan
ele almış olmalarındadır. Onlar psikoloji ve bilgi kuramıyla bağ kuramadıkları
için tin bilimlerinin bağımsızlığını ilan edememişlerdir. Kendisiyse anlamadaki
duygudaşlık
(Einflihlung) boyutunu vurgulamıştır. Anlamadaki bu psikolojik
boyutun açıklamada bulunmuyor oluşunun keşfini, tin bilimlerinin bağımsızlığını
ilan etmek için büyük bir başarı olarak kabul etmiştir Dilthey. Tin bilimlerinin
işi bilinç olgularını çözümlemektir.
Alman Tarih Okulu ve Dilthey’ın hermeneutik
kavramını insan bilimleri metodolojisine bağlı olarak ele almalarından sonra,
onu felsefenin merkezine yerleştiren kişi Heidegger olmuştur. Heidegger, yorumu, insanların
izole edilmiş aktiviteleri değil, yaşam deneyimlerinin temel yapısı olarak ele
alarak hermeneutiği varlık analizinin merkezine yerleştirmiştir. Heidegger ‘le
birlikte hermeneutik epistemolojik ilgisinden kurtulmuş, bunun yerini ontolojik
ilgi almıştır.
Ancak, Dilthey’la Heidegger arasında
Husserl’in fenomenolojisinin hermeneutiğin gelişimi için bir ara aşama olarak
durduğunu belirtmek gerekir. Husserl’in başlattığı fenomenolojik araştırmalar,
bilimlerin yöneldiği konulara göre yöntem bulma sorununu sarsmıştır. Husserl,
tam anlamıyla evrensel bir araştırma biçimi gündeme getirerek insan bilimlerinin
yöntem sorununu aşmıştır. Deneyimin temelini oluşturan şeyin ortak bir biçimde
kurulduğunu gösteren Husserl, tin bilimlerine epistemolojik bir temel sağlamak
için iki farklı gerçeklik alanı olduğunu vurgulayan Dilthey’ın bu ikiye bölme
işinin gereksizliğini göstermiş, onun “psişik yaşamın yapısallığı” kavramı
yerine “bilincin yönelimselliği” görüşünü koymuştur (Gadamer 1960: 211).
Felsefeye kesin bir bilim olma statüsünü sağlayacak olan fenomenolojik yöntem,
‘şeylerin kendisi ‘ne (zuden Sachen selbst) varasıya bilinçte bulunan her şeyi
indirgemeye tabi tutacaktır. Bu fenomenolojik indirgemeden sonra bilinçte kalan
fenomenolojik kalıntı ise “transendental bilinç”tir. Transendental bilincin
özelliği yönelimsel (intentional) oluşudur. Bilincin yönelimselliği psikolojik
bir edim değil, bilincin öz-belirlenimidir. Bu bilinç “doğal tavır almanın
genel savı”nın dışarıda bırakılmasıyla ulaşıldığı için nesnel bilginin de
koşuludur.
Kısaca yukarıdaki gibi dile getirilebilecek
olan fenomenolojik yöntemiyle bilincin önceliğini vurgulayan Husserl, daha sonraları hem Heidegger hem de Gadamer
tarafından eleştirilecektir. Onlara göre bilinç ancak nesnelerle ilişki içinde
gerçekleşebilir, Husserl’in sandığı gibi onları öncelemez. Husseri ‘in sözünü
ettiği “zuden Sachen selbst” ancak bir bilinçle verili hale gelebilir, yani
şeylerin kendilerini yorum incelemektedir. Pragmatizm de aynı noktadan, “biz
bakarken bir şeyi ararız, görülebilir her şeyi yansıtan fotoğraflar değiliz” diyerek
Husserl ‘i eleştirecek, bakışımızın daha önceden koşullanmış olduğuna vurgu
yapacaklardır. Daha açık söylemek gerekirse, yorum verili olanı, yani şeylerin
kendilerini öncelemektedir; hatta onların verilmesinin koşuludur, yoksa
Husserl’in sandığı gibi ikinci bir etkinlik değil.
Heidegger Husseri ‘in epistemolojik olarak
başlattığı fenomenolojik işi varoluş sorunu altında incelemeye girişerek, başka
bir ifadeyle Husserl ‘in “transendental bilinç analizi” yerine “transendental
varlık analizi”ni koyarak radikal bir adım atar. “Varlığın
unutulmuşluğu”nu vurgulayan bir filozof olarak Heidegger, sanki keşfedilmesi
gereken bir “logos” varmış gibi varlığın anlamı sorusu sorulduğunda tuzağına
düşülen metafizik geleneği aşmanın gerekliliğini dile getirir. Kendisinden önce
yapılagelen metafizik tarihini “varlığın unutulmuşluğunun tarihi” olarak
niteleyen Heidegger, merkeze yeniden varlığı oturtacaktır. Buna bağlı olarak anlama
kavramı da epistemolojik bir ilgiyle değil, ontolojik bir ilgiyle ele alınmaya
başlanacaktır. Anlama Heidegger için ne Dilthey’daki gibi bir bilgi idealidir,
ne de Husseri ‘deki gibi felsefenin metodolojik ideali (Gadamer 1990: 95).
Anlama, insan varoluşunun (Dasein) dünya-içindeki-varlık (in der-Weit-sein)
olarak gerçekleştirdiği başarı yani, Dasein’ın varoluş biçimidir (Heidegger
1993: 148, 151). Bu yüzden, felsefenin bütün problemlerinin en derin temelini
varlıkta aramak gerekmektedir. Heidegger’in varoluş diye adlandırdığını, ya da
“insanın dünya içine fırlatılmışlığını” (Geworfenheit) yansıtan şey ise bilinç
değil kaygıdır. Bilinçle kaygı arasındaki temel fark ise, bilincin kendisine
sunulan şeyin temsilcisi ya da tasarımcısı olmasına karşılık, kaygının
geleceğin önceden yaşanmasına hizmet etmesidir. Heidegger, “geleceğe yönelik insan
varoluşu”na dayandırılan bir tarih bilincinin yapısı sorununu ontolojik bir
değerlendirmeyle ele alarak insan bilimleri için önemli bir açılım sağlamıştır.
Geleceğe fırlatılmışlığın varoluşsal yapısı insan bilimlerinde gündelik
anlamanın temelinde yatmaktadır. ‘Fırlatılmışlık’ kavramının önemi, gelecekteki
ken di varolma olanağına uzanmaya çalışan Dasein’ın şimdi-burada-olan-bir
varlık olma özelliğini göstermesi yüzündendir (Gadamer 1990: 9’7).
Heidegger’in hermeneutiğe katkısı, anlama
kavramını ontolojik olarak ele almak olmuştur. Anlama varoluşsal bir olaydır.
Bütün anlamalar (teorik anlama, bir şeyi bilmeye; pratik anlama ise bir işi
pratik düzeyde halletmek için sahip olunan bir beceriye, bir yetiye işaret
eder) “ne yapılması gerektiğini biliyorum” gibi ortak bir düzeye
indirgenebilirler, yani bir başka şeyle ilgili olarak bir “kendini anlama”ya.
Buna göre varlık ken dini anlar ve kendini olanaklar alanına atılmışlığı içinde
yorumlar. Varolmak anlamak demektir. Varlık kendini ve çevresini nasılsa öyle
an lar, ya da nasıl anlıyorsa öyle olur. Anlama artık insani düşünmenin sahip
olduğu diğer düşünme tavırları arasında bir tavır değildir, aksine insan ya
roluşunun temel hareketliliğidir. Böylece Heidegger Dilthey ‘ın hermeneutiği
tarihsel bakışla çözümleme çalışmasının girdiği çıkmazı, ona ontolojik bir
boyut kazandırarak aşmaya çalışmıştır.
Heidegger’e göre, tarih hakkında konuşabilmemizi
sağlayan, kendimizin tarihsel bir varlık olmasıdır, yani geçmişi canlandırma
yeteneğinin önkoşulu Dasein’ın tarihselliğidir, yoksa Dilthey’ın sandığı gibi
geçmişle kurulan duygudaşlık aracılığıyla bilinçli amaçların çıkarılması değil.
Heidegger ‘e göre, tarihteki bir nesne basit bir “somut varlık” ya da mekanik
olarak ölçülebilir, belirlenebilir bir şey değildir. Hem nesnenin hem de
Dasein’ın varoluş biçimleri tarihselliktir. Dasein’ın varoluş biçimi tarihsellik
olduğu için, o, tarih hakkında konuşabilmektedir. Bu düşüncesiyle Heidegger
kendinden önceki düşünürlerin nesneyi ele alış şekillerini eleştirmektedir.
Onlar epistemolojik bir kalkış noktasından hareket ettikleri için özne ile
nesne arasında bir uçurumun açılmasına neden olmuşlardır. Kendisi ise ontolojik
kavrayışıyla onları yeniden birbirine bağlamıştır. Heidegger’in transendental
Dasein analizinin hedefi, özne-nesne ayrımının aşılmasına yönelmiştir. Tıpkı
insanın kullandığı aleti, onunla çalışmasına rağmen, bir nesneyi gördüğü gibi
görememesi gibi, Dasein da kendisini belirli bir bilgi nesnesini ele alma tarzı
gibi ele alamaz, daha çok, kendini bu-dünya-içinde-varlık olarak
gerçekleştirir.
Heidegger’in hermeneutiğe bir başka
katkısı, onun “önanlama” kavramındadır. Heidegger bize egemen olan önyargıların
çoğu kez tarihsel geçmişi tam anlamamıza engel olduğuna karşı çıkmamakla
birlikte, önanlama olmaksızın tarih bilincinin olanaklı olmadığını dile
getirmiştir. Ancak başkaları yoluyla —ya da devraldığımız gelenek yoluyla-.
kendimiz hakkında doğru bilgi edinebiliriz. Tarihsel bilgi, içinde bulunduğumuz
geleneğin çözülmesine değil, zenginleşmesine yol açar; geleneği geliştirir,
doğrular, kendi kimliğimizi keşfetmemize katkıda bulunur (Gadamer 1990: 81).
Özetle söylenecek olursa Heidegger ‘in
hermeneutiğe katkısı fenomenolojik yöntemi epistemolojik değil ontolojik bir
ilgiyle kullanarak ilkinin “doğal tavır almanın genel savını dışarıda
bırakabilen saf öznesi”ne karşın kendisinin “tarihsel özne”ye vurgu
yapmasındadır. Bu tavır değişikliği, tarihsel özne ile nesnesi arasında tam bir
birlik sağlayabilmiş, ilkinin vardığı özne-nesne parçalanmasını, vurguladığı
tarihsel anlama boyutuyla aşabilmiştir.
Gadamer ise Heidegger’den yola çıkarak,
onun varlığın ontolojik boyutlarını inceleme girişimini, tarihsel bilincin
ontolojik boyutlarını inceleme doğrultusunda geliştirecektir.
(1)
P.Ricoeur, “Yorum Üzerine”yi hermeneutik için önemli bir eser olarak
belirlemiş ve kendisinin “metin analizi” kavramını oluştururken bu eserden çok
faydalandığını dile getirmiştir.
(2) Daha sonraları Collingwood, Dilthey’ı,
tin bilimlerinin nesnelliğini psikolojiye dayandırdığı için eleştirecek, onun bu
tutumuyla eleştirdiği pozitivizmle aynı tarafa düştüğünü söyleyecektir: Çünkü,
psikoloji tarih değil doğal ilkeler üzerine kurulu bir bilimdir. Tarihin ancak
psikoloji aracılığıyla du şünüldüğü zaman anlaşılır hale geldiğini söylemek,
tarih bilgisinin olanaksız olduğunu ve tek bilgi türünün bilimsel biıgi
olduğunu söylemektir (Dinçer 1991: 52).
(3) Gadamer buradan yola çıkarak “geleneğe”
ilişkin düşüncelerini temellendirir.
KAYNAKÇA
ARİSTOTELES. Yorum Üzerine, (Çev. Saffet Babür), Ankara: İmge Kitabevi, 1996
DİNÇER, Kurtuluş. “Tarihte Açıklama Sorunu.”, (Yayımlanmamış Doktora tezi),
Ankara:Hacettepe Üniversitesi, 1991
GADAMER, H. Georg. Wahrheit und Methode: Grundzüge einer philosophischen
Hermeneutik, Tübingen: J:C:B: Mohr (Paul Siebeck) Verlag, 1960
GADAMER, H. Georg. “Tarih Bilinci Sorunu.”, Toplum Bilimlerinde Yorumcu
Yaklaşım, (Çev.Taha Parla, Der. P. Robinow, W. Sullivan), İstanbul: Doğan
Kitapçılık, 1990: 79-106.
GADAMER, H. Georg. Hermeneutik, (Hermeneutik -Yorumbilgisi- Üzerine Yazılar
içinde), (Çev. Ve Der. Doğan Özlem), Ankara: Ark Yayınları, 1995: 11-28.
GADAMER, H. Georg. “Hermeneutik Pır Evıği.”, Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler,
(Çev. ve Der. Hüsamettin Arslan), İstanbul: ParadigmaYayınları, 2002a 61-73.
GADAMER, H. Georg. “Kuşkucu Hermeneutik.”, Hermeneutik ve Hümaniter
Disiplinler, (Çev. ve Der. Hüsamettin Arslan), İstanbul: Paradigma Yayınlan,
2002b: 149-161.
GADAMER,H. Georg. “Metin ve Yorum.”, Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler, (Çev. ve
Der. Hüsamettin Arslan), İstanbul: Paradigma Yayınları, 2002c: 284-321.
GADAMER, H. Georg. “Hermeneutik Refleksiyonun Kapsamı ve Fonksiyonu.”,
Retorik, Hermeneutik ve Sosyal Bilimler, (Çev. Ve Der. Hüsamettin Arslan),
İstanbul: Paradigma Yayınları, 2002d: 1-23.
GÖKBERK, Macit. Felsefe Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1990
HEIDEGGER, Martin. Sein und Zeit, Tübingen: Max NiemeyerVerlag, 1993
Kaynak: Nazile
Kalaycı, Gadamer ve Hermeneutik, Yeditepe’de Felsefe Dergisi, Sayı: 10,
Yeditepe Üniversitesi Yayınları
Felsefi Hermeneutik
"Anlayan Tarih" in Dil Tarih Tezi ve Kültür Dünyamıza İlişkin Açıklamalar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder