İnsan Felsefesi

İ
n
s
a
n
F
e
l
s
e
f
e
s
i
 Tüten ANĞ
Felsefe Söyleşileri I-II
Maltepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi- Marmara Eğitim Vakfı

19. yüzyılın ikinci yarısında felsefe insana, onun varlık yapısında ortaya çıkan fenomenlere, soru ve sorunlara, insanın dünyadaki yerine, dünya ile olan ilişkilerine ve diğer varlıklarla (canlılarla) kendisi arasındaki farklılığın neliğini ve nasıllığını yeniden sorgulamaya yöneldi. Sanki bir anlamda kendisini unutan insan şimdi yeniden kendisini bulmaya çalışıyor.

İşte insana, kendisiyle birlikte ortaya çıkan fenomenlere, soru ve sorunlara yönelen felsefenin bu dalına “felsefi antropoloji” diyoruz. Felsefi antropolojinin ülkemizdeki en önemli temsilcisi Prof. Dr. Takiyettin Mengüşoğlu bu alanda yaptığı çalışmalarını iki kitapta topladı. İlk kitap Felsefi Antropologi-Insanın Varlık Yapısı ve Nitelikleri adıyla 1971 de yayımlanmıştır. İnsan ve Dünya, Hayvan ve Çevre-Insan ve Hayvanda Ortaya Çıkan Karşıt Fenomenler adını taşıyan ikinci kitabın basım tarihi 1979’dur. Daha sonra bu iki kitap, yazarın insana ilişkin görüşünün bir bütünlük içinde kavranması açısından birleştirilmiş ve İnsan Felsefesi adıyla 1988de ikinci kez yayımlanmıştır.

Mengüşoğlu’nun felsefi antropolojisi daha ilerde göreceğimiz felsefi antropolojik teorilerden iki temel farkla ayrılır. Bu farklardan birisi Mengüşoğlu’ya göre insan somut bir bütünlük olarak algılanmalıdır. Bir başka dile getirişle Mengüşoğlu için insanın düalitesi söz konusu olamaz ve olmamalıdır; çünkü bu bilimsel sonuçlara da ters düşer. İkinci fark ise şurada ortaya çıkar: insan ve diğer canlı varlıklar arasındaki yapısal, niteliksel fark, insanı oluşturan ve aynı zamanda insan tarafından gerçekleştirilen varlık koşullarında ve varlık koşullarıyla kavranılmalıdır.

Mengüşoğlu’nun felsefi antropolojisini diğer antropolojilerden ayıran bir başka önemli nokta da felsefi antropolojinin ontolojik temellere dayanmasıdır. Bu konuda şunları söylüyor: “Ontolojik temellere dayanan Felsefi Antropoloji, artık insanın biyolojik özelliklerinden, iç  hayatından, ruh ve beden arasındaki ilişkiden, süje ve bilinç alanlarından değil, insanın somut varlık bütününden, bu varlık bütününde temelini bulan varlık koşullarından, fenomenlerden hareket edecektir.” (Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988, s.13)

Varlık koşullarıyla anlatılmak istenen insanın olmazsa olmaz niteliklerini ortaya koyan fenomenlerdir. Nerede ve hangi zaman diliminde olursa olsun, insanın olduğu her durum ve yerde insanın yapısal nitelikleri olarak varlık koşulları şunlardır:
İnsanın;
bilen,
yapıp eden,
değerlerin sesini duyan ve eylemlerinde değerleri gerçekleştiren,
tavır takınan, 
önceden gören ve buna bağlı olarak önceden belirleyen,
isteyen,
özgün olan,
tarihsel olan, 
ideleştiren,
kendisini bir şeye veren,
yani hasreden,
seven,
çalışan, 
eğiten ve eğitilen,
inanan,
sanatın ve tekniğin yaratıcısı olan,
konuşan,
devlet kuran bir varlık olması.

Bu saydıklarımız onun varlık koşullarıdır. Mengüşoğlu insana ilişkin görüşlerinde insanın varlık koşulları arasında kopmayan bir bağın olduğunun da altını çiziyor.

İnsanı özel ve bağımsız bir araştırma alanı olarak ele alan felsefi antropoloji gerçi 19. yüzyılın ikinci yarısının bir ürünü; ama insanın felsefenin konusu olmasının tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Bu bağlamda insana ilişkin felsefe soru ve sorunlarının tarihini Sofistlerle başlatmak sanırım yanlış olmaz.

İnsanın bu dünyadaki yerini, anlamını ve Tanrıyla olan ilişkilerini ele alan Ortaçağ, daha sonraki dönemlerde Rönesans, Reformasyon, Hümanizma bütün bu zaman dilimleri içinde insan ve ona ilişkin fenomenler soru ve sorunlar hep felsefenin konuları içinde var oldular.

Pascal, Descartes, Kant, Montaigne, Rousseau, Hegel, Schopenhauer, Nietzsche, David Hume, Marx gibi filozoflar insana ilişkin fenomenleri, soru ve sorunları sistematik açıdan bağımsız bir araştırma alanı olarak ele almasalar da insanla ilgili, onun yapısal farklılığına ilişkin çok önemli tespitlerde bulundular. Eğer bu sayılan kişilerin çalışmaları olmasaydı felsefi antropolojinin bağımsız bir felsefe disiplini olarak ortaya çıkması daha da gecikebilirdi.

Felsefi antropolojinin tarihine baktığımızda çeşitli antropolojik teorilerle karşılaşıyoruz. Tarihsel süreç içinde yer alan bu teoriler gelişme psikolojisine dayanan teori, Max Scheler ’in Geist teorisi, biyolojik teori ile kültür ve onun kavramlarından hareket eden kültür antropolojisidir.
Şimdi çok kısa olarak bu teorilerin ana hatlarına değinelim:

Burada söz konusu olan ²ilk teori, gelişme psikolojisinin teorisidir. Bu teorinin ana savı, insan ve diğer canlılar arasında bir yapı, bir nitelik farkı değil sadece bir derece farkının olmasıdır. Bu teori tek hücreliden çok hücreliye doğru yükselen gelişmeye paralel olarak aynı gelişmenin kesintisizliğini psişik alanda da göstermek istedi. “İnsanı da içine alan bütün canlı varlıklarda alt basamaktan üst basamağa kadar kopmadan sürüp giden, gittikçe yükselen bir psişik yetenekler dizisi vardır; yani en alt basamaktaki yeteneklerden başlayarak en üst basamaktaki yerlere kadar kesintisiz sürüp giden zeka, algı, bellek skalası vardır.” (a.g.y.. s.18)

Bu konuda ilk araştırıcı olan W. Köhler ’e göre ruh ve beden fenomenleri arasında somut bir paralelizm vardır ve bu paralelizm psikolojide de gösterilmelidir. Ortaya çıkan sonuç gerçi insan ve diğer varlıklar, özellikle hayvan arasında büyük bir derece farkını gösteriyordu ama bu bir varlık farkı; bir apayrılık değildi.
İnsan ve diğer canlı varlıklar arasındaki farklılığın sorgulanmasına yönelik  ²ikinci çalışma Max Scheler tarafından yapıldı. İnsan ve diğer canlı varlıklar arasında bir derece farkının değil, bir yapı farkının olduğundan hareket eden Max Scheler bu varlıksal farkın, bu apayrılığın insanın biyo-psişik yapısının dışında aranması gerektiğini ileri sürdü.

1913-1914 yılında yayımlanan ¨Ethik adlı eserinde Scheler şunları söylüyor: “İnsan biyolojik olarak hayvandan ayırt edilemez. Çünkü insan için biyolojinin temeline inen bir varlık kavramı yoktur: canlı varlıklar arasında bulundurulacak biricik değer sınırı, birer canlı varlık olan, genetik ve sistematik bakımdan kesintisiz birinden ötekine geçebilen insanla hayvan arasında değil, ancak kişi ve organizm arasında, Geist varlığı ile canlı varlık arasındadır.” (a.g.y., s.19)

Scheler’in bu konu ile ilgili düşüncelerini ¨İnsanın Kosmosdaki Yeri adlı eserinde daha net ve geniş bir şekilde ele aldığını görüyoruz. Scheler bu eserinde insanı psiko-vital ve Geist alanı olmak üzere ikiye bölmektedir. Vital-tepki, içgüdü, bellek ve zekadan oluşan psiko vital alanda insanla diğer canlı varlıklar arasında sadece bir derece farkı olduğunu belirten Max Scheler, insan ve diğer canlı varlıklardaki varlık farkını Geist alanı ile temellendirmek ister. Aynı zamanda Geist alanı biyolojinin ve psikolojinin müdahale edemeyeceği bir alandır; çünkü onun bir ruh ve bir bedene gereksinimi yoktur.
Max Scheler’e göre Geist şu özellikleri taşımaktadır. “Geist, ruh ve beden birliğine işaret eden psikovital alanla ilgili değildir, bu birliğin somutlaştırılması demek olan hayata karşıt bir ilkedir. Geist akıl kavramını içine alır; fakat aynı zamanda bir ide bilgisine belli bir varlık alanına yönelik belli bir algılama aktına sahiptir. Bu nitelikte olan Geist bir aktlar örgüsüdür. Fakat aktlar kendiliğinden gerçekleşemezler, onların bir gerçekleştiriciye gereksinimleri vardır. Bu gerçekleştiriciye Scheler “kişi” adını verir. Kişi aktların merkezidir. Scheler kişinin karşısına dünyayı koyar. Oysa psikovital olanın karşısında bir “çevre” vardır. Psikovital alan çevreye bağlıdır. Halbuki insan kişi olarak dünyaya açılmıştır. (a.g.e., s. 21)

Max Scheler’e göre Geist’a sahip bir varlık olarak insan ya da başka bir deyişle Geist’ın taşıyıcısı olarak insan psişik ve organik olan her şeyin bağımlılığından, baskısından kurtulmuş, özgür olmuştur. Bu demektir ki Geist’a sahip olmak aynı zamanda özgür olmaktır. Böyle bir varlık bir çevre içinde değil, bir dünya içinde yaşar ve dünyaya açık olan bu varlığın bilgisi dünya bilgisidir.
Her şeyi obje haline getiren ama kendisi asla bir bilgi objesi olmayan Geist ideleştirme
aktı sayesinde essentia’ yı existentia’dan ayırır.

Max Scheler’e göre Geistın taşıyıcısı olan insan hayatın zevklerinden ilkece vazgeçe bilen biricik varlıktır. Tiksindiği ve kaçtığı zaman bile realiteye daima evet diyen hayvanla karşılaştırıldığında insan hayır diyebilen, çıplak realiteyi yadsıyan biricik varlıktır. Görülüyor ki Max Scheler insanı ontik olarak ikiye böldü ama bununla birlikte insana ilişkin çalışmalarda önemli saptamalar da yaptı ve bu nedenle de felsefi antropolojinin kurucusu sayıldı. Ama şurası bir gerçektir ki bu denli spekülatif bir düşünce çok daha fazla ileri gidemezdi.

Gelinen bu noktada insanın varlık farkını göstermek ve temellendirmek açısından ²yeni bir antropolojik teori ile karşılaşıyoruz. Bu teorinin kalkış noktası biyolojiydi. Arnold Gehlen, insanın bu dünyadaki yerini, “özel yerini” temellendirmek için insan biyolojisi ile hayvan biyolojisini morfolojik açıdan karşılaştırmak istedi. Bu karşılaştırmanın sonunda insanın bir eksiklikler varlığı olduğunu ileri süren A. Gehlen’e göre yaşadığı çevreye uyum sağlayan hayvanla karşılaştırıldığında insanın çevresine uyum sağlayamadığı görülmektedir. İnsanın organları belli işler için özelleşmemiştir. Gehlen’e göre insan eksikliğini elleri ve zekasıyla gideriyor. İnsanın çevresine uyamaması sonucu o her yerde yaşayabiliyor ve yaşama koşullarını elleri ve zekasıyla sağlayabiliyordu. İşte bu nedenledir ki Gehlen’e göre insanın kültürü bile onun biyolojisindeki adı geçen özelliklerine dayalıdır. Bir başka deyişle Gehlen insanın özel yerini onun biyolojik özellikleriyle açıklamaya, temellendirmeye çalışıyordu.
  
Antropolojik teorilerin² son örneği Rothacker ve Cassirer’in temsilcileri oldukları
kültür antropolojisidir. Her iki düşünür de antropolojiyle ilgili düşüncelerinin temeline kültür kavramını almışlardır.“Rothacker’e göre kültürel hayat insana stil ve şekil kazandıran bir oluştur. Bu oluşun yasaları, kültürlerin ayakta kalmasını, gelişmesini sağlayan polar yasalardır.” (a.g.y., s.28) Buradan hareketle kültür antropolojisinin amacı Rothacker’e göre bu yasaları bulmak olmalıdır. Bu da ancak tarihsel olmakla, kültürlerin ve kültür dalları arasındaki karşılıklı ilişkilerin anlaşılması, açıklanması ve değerlendirilip yorumlanmasıyla elde edilebilir.

Kültür antropolojisinin bir diğer temsilcisi olan Ernst Cassirer’e göre ise insan şimdiye kadar söylendiği ve kabul edildiği gibi sadece bir animal rationale değil, bir animal symbolicum’dur. Bu bağlamda insan ürettiği, gerçekleştirdiği semboller dünyasında yaşar. Mitos, din, dil, sanat, bilim, felsefe insanın ürettiği ve içinde yaşadığı semboller dünyasını oluşturur.

Cassirer’e göre bu semboller dünyası ile insan, deneyimlerini, yaşantılarını yorumlar, anlar ve başka insanların semboller dünyasıyla ilişki kurar.

Bu konuşmamda bir felsefe disiplini olarak felsefi antropolojinin tarihsel arka planını vermeyi amaçladım. Mengüşoğlu’nun özgün düşüncelerini içeren antropolojisi, bir başka konuşmanın konusunu oluşturacaktır. Ama yine de konuşmamın başlarında onun diğer antropolojilerden farklılığına değinmeden yapamadım.
Kısaca söylemek gerekirse felsefi antropolojinin ana sorulan şunlardır:
sèinsan ve diğer canlı varlıklar arasında farklar var mıdır, varsa bu farklar nasıl temellendirilebilir?
sèİnsanın bu dünyadaki yeri ve anlamı nedir?
bu iki temel soru, bir insan metafiziği yapmadan, insandan ve onun fenomenlerinden kalkarak, sadece fenomenlerin kendilerini konuşturarak insan felsefesi çerçevesinde ele alınıp işlenebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder