Spinoza






Spinoza, Benedictas (Baruch) (1632-1677) Bir yanda Batı felsefesinin başya­pıtları arasında gösterilen Etika adlı ki­tabında "geometrik düzenlenim" uyarın­ca en ince noktasına dek tanıtlayıp temellendirerek kurduğu felsefe dizgesiyle, öbür yanda birçok filozof tarafından örnek olarak gösterilen yaşamıyla kendin­den çok söz ettiren Portekiz kökenli Hollandalı filozof.

Yahudi olarak doğup büyümesine karşın Yahudilik öğretisiyle çeliştiği düşünülen görüşleri nedeniyle, Yahudiliğin temel yaşam pratikleri ile dinsel inançlarının gereklerini yerine getirmediği gerekçe gösterilerek 1656 yı­lında bağlı olduğu Yahudi Sinagogu'nun oybirliğiyle aldığı karar uyarınca aforoz edilmiştir. Kendisine itibarının geri ve­rildiği XX. yüzyılın sonlarına gelinene dek Yahudi cemaati bu konudaki sessiz­liğini öyle ya da böyle bozma yoluna gitmemiştir. Yahudilikten çıkarılmasıyla birlikte adının büyük bir hayranlık duy­duğu Latince'deki karşılığını kullanmaya başlayan Spinoza, bütün bir yaşamını Yahudi olmanın getirdiği sınırlamalardan bağımsız bir biçimde kendini bütünüyle felsefeye adayarak geçirmiştir.

 Daha ço­cuk yaştayken aldığı geleneksel Talmud eğitimi (Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat üzerine daha iyi anlaşılması amacıyla ya­pılan yorumlamalar ve açımlamalar öğre­tisi) sırasında, kimi hocalarınca dindışı konular üzerine de eğilmeye yönlendiri­len Spinoza, çok geçmeden Latince öğ­renmesi yanında kendi döneminin belli başlı felsefe düşüncelerini de bir hayli yakından tanıma olanağı bulmuştur. Fel­sefe tarihinde bilinen pek çok büyük fi­lozofun tersine yaşamı yoksulluk içinde geçen Spinoza, bir yandan geçimini gözlük merceği bileyerek sağlarken öbür yandan bütün bir insanlık adına "en yük­sek iyi" ya da "en yüce iyi" diye adlan­dırdığına ulaşma yolunda felsefesini oluşturma arayışı içinde olmuştur. Spino­za geliştirdiği felsefe dizgesinde, evren­deki bütün sonlu varlıkların kendisinin sonlu bir kipi olarak varolduğu tanrı ya da doğa olarak sonsuz tek bir töz anla­yışı temelinde birci evren tasarımını or­taya koymuştur. Töz olarak düşündüğü1 Tanrı ya da Doğa'nın, dolayısıyla evren­de olan her şeyin hep mantıksal bir zo­runluluk uyarınca varolduğunu, buna . karşı öteden beri filozofları uğraştıran felsefedeki olanaklılık kategorisinin özünde zorunluluk bilgisi eksikliğinden kaynaklandığını savunmuştur.

Etika'nın  bütün kapsamı hiç kuşku­suz başlığında belirtilenden hem çok da­ha geniştir hem de özetlenemeyecek de­recede sağlam bir iç kurgu bütünlüğü sergilemektedir. Bildik töz anlayışları ile Tanrı tasarımlarına aykırı bir düşünce te­melinde, Tanrı ile özdeş olduğu savlanan kavraması oldukça güç bir töz tanımıyla başlayan yapıt, varlık olarak insanın doğasını, çeşitli yetilerini, insanın evrendeki değergesini çözümledikten sonra, insana gerçek mutluluğu getirecek en temel ko­şulların neler olduğunun açıklanmasıyla son bulmaktadır.
Geometrik bir düzenle yazılan yapıtı oluşturan beş ayrı bölü­mün her birinde çeşitli kanıtsavlar, ta­nımlar ve önermeler ortaya konulmakta, bunların her biri için çeşitli tanıtlamalar sunulmakta, gerekli görülen durumlarda açıklayıcı çıkmalar verilmektedir. Yapıt derin felsefi içeriği bir yana biçemsel özellikleriyle de felsefe tarihinin en bü­yükleri arasında anılmaya değer bir yara­tıcılık örneği sunmaktadır.

Döneminin pek çok önde gelen dü­şünürü gibi, Spinoza'nın da düşüncesi­nin en belirleyici özelliği, her konuya yaklaşımında kendisini açıklıkla gösteren tek bir ödün olsun vermeden savunulan usçuluk anlayışıdır.
 Bu bağlamda 


 Ancak Spinoza' nın usçuluk anlayışını öteki usçuluklar­dan farklı kılan şey, doğanın ilk bakışta gizliymiş izlenimi uyandıracak denli ken­di iç amaçları doğrultusunda eyliyor olmasına karşın, yaratma eylemi dışında doğanın kendisinden başka ayrıca bir Tanrı tasarımı koyutlanmıyor oluşudur. Bunun yerine Spinoza Tanrı'yı Doğa ile özdeşleştirerek "tümtanrıcı" bir Tanrı tasarımını savunmaktadır. Ancak bura­daki Doğa yani Tanrı salt içinde varolan kendiliklerin toplamı olarak değil, taşı­dığı zorunlu ussal düzenle, bu düzenin içinde birbirleriyle yine ussal bakımdan örülü ilişkilerle birlikte anlaşılmaktadır. Spinoza'nın felsefesi bu bağlamda Tanrı ile Doğa'yı özdeşleştirirken sergilediği usçuluk yanında baştan sona hem "do­ğalcılık"! hem de "belirlenimcilik"! ile dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, özü gereği sonlu ve bengisel olan doğa kendi içinde varolan bütün her şeyi kapsadığı, dolayısıyla da doğada güç adına varolan her şeyi de kaçınılmaz olarak kendi içinde taşıdığı için, varolan hiçbir şeyin doğadan ayrı olarak bağımsız bir biçim­de kavranması düşünülemez.
Spinoza' nın doğa tasarımına göre, her şey ama her şey, insan eylemleri ile duyguları da dahil buna, doğanın evrensel ve zorunlu yasaları doğrultusunda anlaşılmak zorun­dadır. Tanrı ile Doğa arasındaki bu öz­deşlik ilişkisi göz önünde bulunduruldu­ğunda, söz konusu zorunlu ve evrensel yasalar aracılığıyla işleyen doğanın düze­nine ilişkin bilginin Tanrı'nın bilgisi an­lamına geldiği açıktır. Bu anlamda, gerek Yahudi gerek Hıristiyan gerekse de İs­lâm dini geleneklerinin Tanrı anlayışla­rına taban tabana zıt bir biçimde Spi­noza, insan zihninin doğası gereği Tanrı' nın yetkin bilgisine ulaşma yetisi taşıdı­ğını ileri sürmektedir. Ne var ki Spinoza için böylesine önemli bir bilginin edinil­mesi ancak doğru düşünme yönteminin doğru bir biçimde uygulanıp yaşama ge­çirilmesiyle olanaklıdır.
Yöntem konusu bağlamında pek çok noktada kendi düşünceleri üstünde bü­yük etkilerde bulunmuş modern döne­min iki büyük filozofu Descartes ile Hobbes'un düşüncelerini paylaşan Spi­noza, dönemin bilimsel devrim ruhun­dan da etkilenerek her durumda kilit değerde önemi olanın matematik olduğun­dan en küçük bir kuşku bile duymamış­tır. Spinoza'nın matematiğe duyduğu bu sarsılmaz güven kuşkusuz kendisini en iyi Etika'nın geometrik düzenleniminde açığa vurmaktadır. Nitekim Spinoza, sah­te sanılara karşı gerçek bilgi olarak neyin ya da nelerin görülmesi gerektiğini be­lirlerken, tıpkı geometrik bir şeklin nite­liklerinin anlaşılmasının o şeklin baştan verili tanımının mantıksal sonucu oldu­ğunun görülmesinden geçiyor olması gi­bi, her türden şeyin yetkin bir biçimde anlaşılmasının da o şeyin kendisine ne­den olanın mantıksal sonucu olduğunun görülmesinden geçtiğini söylemektedir.

 Spinoza'nın bu söyledikleri doğrudan doğruya, doğadaki şeylerin ya da bir bütün olarak doğanın hep belli bir amaç, belli bir son için var olduklarını, bir şeyi anlamanın onun ne için varoldu­ğunu anlamak olduğunu söyleyen Aristotelesçi "sonul nedenler" düşüncesini bütünüyle reddediyor olduğunu göster­mesi bakımından son derece önemlidir. Bu bağlamda Spinoza döneminde ortaya çıkan yeni bilim anlayışının savunucularına karşı, doğruluğundan kuşku duyul­mayan sonul nedenler düşüncesini red­detmekle kalmayıp, söz konusu düşüncenin felsefi düşünceye aykırı pek çok hurafenin doğmasına yol açtığına, dola­yısıyla da gerçek bilgiye ulaşma sürecinin önüne büyük bir engel çıkardığına dikkat çekmektedir.

Bu aynı hava, insan doğası ile davranışlarının son derece büyük bir soğukkanlılıkla incelendiği Spinoza'nın pratik felsefesine de egemendir, ister din­sel yönelimli ister laik yönelimli olsunlar geleneksel ahlâkçıların hemen bütününe karşı Spinoza, insan istencinden ya da arzularından bağımsız bir dizi saltık de­ğere başvurarak insan eylemlerinin açık­lanmaya çalışılmasının ümitsiz bir çaba olduğunun bütünüyle ayırdında olundu­ğu bir felsefe çizgisi uyarınca yürümenin gereğini savunmaktadır. 

Bu noktada bü­tün varlıkların temel arzusunun kendi varlığını sürdürme (conatus) olduğunu dü­şünen Spinoza, erdemli olmayı kişinin kendi varlığını sürdürebilme kapasitesiyle tanımlayarak, "iyi olan" ile doğada­ki canlıların kendi varlıklarını sürdürme arzularını doyuma kavuşturmaya yararlı olanı anlarken, buna karşı "kötü olan"ı canlıların kendi varaklarını sürdürme ar­zularına bütünüyle zararlı olanla açıklamaktadır. Kayıtsız koşulsuz her durum­da yaşamsal değerde olan bu temel ar­zuyu doyuma kavuşturması bakımından insana gerçekten yararlı olan tek şey ise bilgidir; "erdemli olmak" bu bilginin el­de edilmesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla Spinoza'ya göre, gerçek bilgi hem mutsuzluğun ana kaynağı tutkulara karşı kullanılacak en etkili silahtır hem de Tanrı'ya yani Doğa'nın zorunlu dü­zenine yönelmesi koşuluyla en yüksek doyumun başlıca kaynağıdır.

Yalnızca kendisinin değil bütün bir felsefe tarihinin başyapıtları arasında gös­terilen ve çoğunlukla Etika olarak anılan Ethica Ordine Geometrico Demonstrata (Ge­ometrik Yolla Tanımlanmış Etik, 1677) başlıklı kitabında Spinoza, geometrik yöntemi kullanmasına karşın, geometrik yöntemden tam olarak ne anladığını açıklama gereği duymadığı gibi, geomet­rik yöntemin felsefece ne gibi bir değer taşıdığını da temellendirmemiştir. Bu du­rum kimilerinin gözünde Etika da ortaya konan temel uslamlamaların büyüleyici bir us yürütme zinciriyle birbirlerine ke­netli olmalarına karşın, keyfi öncüllerden yola çıkılarak kurulmuş olmaları nede­niyle söz konusu uslamlamaların gerçek­likle bir ilişkilerinin bulunmadığı yönün­de daha Spinoza yaşarken dillendirilen genel bir eleştirinin doğmasına yol aç­mıştır.

Baştan beri bu sorunun çok iyi ayırdında olan Spinoza, Etika’yı yazmaya başlamazdan hemen önce, hem sonunu getirmeden bıraktığı Tractatus de Intellectus Emendatione (Anlama Yetisinin İyileştirimi Üzerine, 1658-61) adlı, bir anlamda Etika için yol gösterici olduğu söylene­bilecek, felsefede izlenmesi gereken yön­tem üstüne kısa bir metin yazmıştır hem de yazışmalarında sıkça bu yöntembilgisel sorunun aşılmasına yönelik açım­lamalarda bulunmuştur.

Hiç kuşkusuz söz konusu sorunun kökeninde, Spino­za'nın Etika’nın önermelerinin kendile­rine dayanarak tanıtlamaya çalıştığı ta­nımların doğasına ilişkin belirsizlik yat­maktadır. 1663 tarihli bir mektubunda kendisine oldukça yakın genç bir arka­daşı Simon de Vries'in tam da bu soruna parmak basması üzerine, Spinoza "say­maca" (nominal) ile "gerçek" (reel) ta­nımlar arasında yapılan geleneksel ayrımı kendi düşüncelerine uyarladığı biçimiyle daha bir öne çıkarma gereği duymuştur. Buna göre saymaca tanımlar bir kavram­da bir sözcükle ya da bir düşünceyle denmek istenenin kendisini doğrudan doğruya koşul olarak ileri sürmektedirler. Bu tür tanımlar Spinoza'ya göre, kavranabilirler de kavranamayabilirler de; açık seçik olabilecekleri gibi anlamak için fazlasıyla bulanık da olabilirler; ama her durumda keyfi bir biçimde icat edilmiş olduklarından kesinlikle doğru ya da yanlış olamazlar. Bunların tam tersine gerçek tanımlar, salt bir terim olmaktan çok anlama yetisinin dışında varolan belli bir şeyi açıklamak amacıyla o şeyi tanımlıyorlardır. Dolayısıyla doğru ola­bilecekleri gibi yanlış da olabilmektedir­ler.

Kuşkusuz Etika'nın tanımlarının ço­ğunlukla "bununla demek istediğim..." ya da "...diye adlandırılır" türünden an­latma kipleri ya da söyleyişler üstüne ku­rulmuş olmaları bu bağlamda en azından belli ölçülerde keyfilik taşıyan saymaca tanımlar olarak görülmelerinin başlıca nedenidir. Ne var ki Spinoza'nın kulla­nımlarından bu tanımların onun tarafından gerçek tanımlar olarak düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Nitekim aynı Eukleides' in (Öklid) geometri şekillerini tanımlar­ken kullandığı gerçek tanımlar gibi, Spi­noza'nın tanımları da ilkece yalnızca kul­lanılan adları değil adların adı olduğu nesneleri de tanımlamaktadırlar. Bu bağlamda doğan doğru bir tanıma varılıp varılmadığının nasıl bilineceği sorusuna karşı Spinoza'nın verdiği yanıt ise doğ­rudan geometrik düşünme biçemine de­rinden bağlığını, özellikle de Descartes tarafından geliştirilmiş analitik geometri yöntemine duyduğu düşünsel yakınlığı sergilemektedir. Nitekim bu noktada Spinoza matematikçi örneğini vererek, bir matematikçi geometrik bir şekli oluşturabildiği vakit onun tanımını da verebili­yor demektedir. Dolayısıyla şeklin tanımı çoğunlukla "yapıcı tanım" diye adlandırılan, onun nasıl oluşturulduğunu açıkla­yan oluşturulma kuralı anlamına gelmek­tedir.

Etika'nın ilk on dört önermesi "Tanrı dışında hiçbir tözün bulunmadığı ya da kavranabilir olmadığı" (Etika I, önerme 14) düşüncesini temellendirmek amacıyla yürütülen bir dizi uslamlamadan oluşmaktadır. Bu uslamlamaların üs­tüne kurulduğu töz kavramı için verdiği çözümlemesinde Spinoza, varolan bir şeyin kendisi töz değilse zorunlu olarak tözün bir kipliği olduğunu ileri sürmek­tedir. Spinoza bu savını temellendirirken bütünüyle başta verdiği töz tanımından yola koyulmaktadır. "Varolmak için ken­dinden başka bir şeye gerek duymayan, salt kendisiyle kavranan" diye tözü ta­nımlayan Spinoza, töz kavramının ken­disinin oluşturulabilmesi için bir başka kavrama ya da bir başka şeyin kavramına gitmenin gerekmediğini belirtmektedir. İlk bakışta Spinoza'nın verdiği töz tanı­mının Descartes tarafından "kendi başı­na bir başka şey olmadan bağımsız bi­çimde varolma yetisi" olarak verilen töz tanımına oldukça yakın olduğu söylene­bilecekse de Spinoza'nın aynı töz tanı­mından taban tabana zıt sonuçlar çıkar­dığı açıktır. Nitekim Descartes Tanrı'nın enson anlamda töz olduğunu açıklıkla belirtmiş olmasına karşın, ilki düşünen şeylere karşılık gelen "zihin" ikincisi uzamlı şeylerden oluşan "madde" olmak üzere birbirinden bütünüyle ayrı iki "ya­ratılmış töz" bulunduğunu öne sürmek­tedir. Descartes'ın anlayışında her iki töz de varolmak için Tanrı'ya gerek duyuyor olsalar da, varoluşları için birbirlerini ge­rektirmemektedirler. Oysa Spinoza'nın töz metafiziğiyle bakıldığında, yalnızca tek bir tözün varolması söz konusudur. Düşünce ile uzam töz olmaktan çok tö­zün "öznitelik'leridirler. Buna göre, va­rolan her şey ya Tanrı'dır ya da Tanrı' dadır bunun dışında hiçbir şey varolamaz ya da Tanrı olmadan varlığı kavranamaz. Spinoza bütün bu söyledikleriyle, evrende yalnızca tek bir töz bulunduğu, bu tözün de son çözümlemede Tanrı ile özdeş olduğu, varolan her şeyin şöyle ya da böyle tözün ayrı kipleri olarak Tanrı' da içerimlendiği anlamına gelen "töz bir­ciliği" anlayışına yeni bir temel kazandır­mış olmaktadır.

Spinoza'nın töz birciliği anlayışının en önemli yönlerinden birisini hiç kuşkusuz "bütünlükçülük" (wholism) diye ad­landırılan felsefe yaklaşımı oluşturmak­tadır. En genel anlamda "her şeyin her şeyle ilişkili olması olarak" tanımlanan bütünlükçülük anlayışında varlıklara on­ları ilişkilerinden soyutlayarak birer var­lık teki olarak yaklaşmak yerine, her varlığın dünyanın bütünüyle girdiği ilişkiler ağı temelinde kavranmaya çalışılması söz konusudur. Baştan sona bütünlükçülük düşüncesi uyarınca bina edilmiş töz tasa­rımı dışında, Spinoza'nın bütünlükçülük anlayışının en iyi görülebileceği yerlerden birisi doğada bulunan varlıklar arasın­daki etkileme ile etkilenme edimleri doğ­rultusunda çözümlemesi yapılan etkilenim varlıkbilgisidir. Buna göre doğada varolan bütün varlıkların birbirlerini çok çeşitli biçimlerde etkiliyor oldukları ger­çeğine dikkat çeken Spinoza, bu etkileme ile etkilenme ilişkisiyle olmakta olan varlıkların kimileyin kendi doğalarına ay­kırı olan şeylerle karşılaşmalarından ötürü güç kaybına uğradıklarını, kimileyin de kendi doğalarına uygun olan şeylerle karşılaşmalarından dolayı güçlerinin ço­ğaldığını söylemektedir. Spinoza'ya göre en yüce iyi yolunda yürümeye koyulmuş us yaşamının önemli bir ilkesi, kişinin kendi doğasına aykırı olan varlık ve ey­lemlerden kendini uzak tutabileceği bir­takım korunaklar geliştirmesinin gereği­dir.

Geleneksel tanrıbilimsel savların ter­sine Spinoza, Tanrı'nın doğanın akışını, bir başka deyişle kendi olmaktalığını her şeyi yapma yetisi taşıyan istenciyle yö­netmesinin söz konusu olmadığını dü­şünmektedir. Bu düşüncesini temellendirmek amacıyla öncelikle tek tek insanların özgür bir biçimde eylemde bulun­madıklarına, insanların sanki özgür eyleyenlermiş gibi görülmelerinin yanılsa­madan öte bir değeri olmadığına dikkat çeken Spinoza, insan olarak şeylerin ger­çek nedenlerinin neler oldukları konu­sunda bütünüyle bilgisiz olduğumuzu, ancak bize yararlı olanın peşinden git­memizi olanaklı kılan arzularımızın farkında olduğumuzu belirtmektedir. Bu durum doğal olarak hem özgür olduğu­muzu, hem de eylemlerimizin bize ya­rarlı olanlarca yönetildiklerini düşünme­mize yol açmaktadır. Spinoza'ya göre, söz konusu temel insan eğilimi uyarınca insan davranışlarını istençli ve amaçlı olarak gördüğümüzden, bizim dışımız­daki olaylara istencimize dayalı amaçlar yüklemeyi sürdürmekte, buna bağlı ola­rak da Tanrı'nın kendi iyi istenciyle bi­zim yararımız için dışımızdaki olayları yönettiği sonucuna varmaktayızdır. Bu bağlamda dinsel hurafelerin pek çoğu­nun insanların yürünmesi gereken ger­çek yolun Tanrı'ya ibadet etmekten geç­tiğine duydukları inançtan baş gösterdi­ğini ileri süren Spinoza, pek çok tutarsızlığın doğadaki her şeyin Tanrı tarafından belli bir amaçla yaratıldığına inanıl­masından doğduğunu dile getirmektedir. Nitekim, sözgelimi insanlığa onarılmaz zararlar veren doğal felaketlerin Tanrı' nın her şeyi iyi istençle hep belli bir amaç gözeterek yarattığı düşüncesiyle çatışkıya düşmesini, Tanrı'nın insanın an­lama yetisini aşan birtakım yargılara da­yanarak dünyadaki olayları yönlendirdi­ğini söyleyerek çözme girişiminde bu­lunmak, Spinoza'ya göre ortadaki so­runu çözmek yerine daha da bir ağırlaş­tırmaktadır. Bu sorun karşısında Spinoza Tanrı'nın hep bir amaç uyarınca eylemde bulunduğu savını çürüten geometri kay­naklı bir doğruluk ölçütü önermektedir. Daha sonra Tanrı'nın doğayı kendi is­tenciyle yönettiği inananın iyilik, kötü­lük, düzen, güzel gibi yanlış değer yargı­larının başlıca sorumlusu olduğunu be­lirterek, bu tür soyut değer yargılarının Tanrı tarafından bizim yararımıza do­ğaya yüklenmesinin olanaksız olduğunun altını çizmektedir. Bunlar bütünüyle çe­şitli gerekçelerle insan eliyle yapılmış, doğanın kendisinde bulunmayan, bu yüz­den de pek çok sorunlu etik tasarımın doğmasına olanak tanıyan yapıntılardır.

Zihin ile beden ayrımının temelsizliği nedeniyle çürütülmesi gerektiğini açıklıkla tanıtlayan Spinoza'nın birciliği kuş­kusuz bütün ikiliklerin sonu anlamına gelmemektedir. Nitekim, Tanrı'nın Do­ğa ile özdeşleştirilmesi doğrudan doğ­ruya Spinoza'nın ""natura naturalis ("etkin yaratıcı doğa") ile natura naturata ("edil­gen yaratılmış doğa") arasında yaptığı ayrıma götürmektedir. Bunlardan ilki olan "etkin yaratıcı doğa", kendisini yine ken­disi yoluyla kavrayan sonsuz yüklemleriyle töze, yani Tanrı'ya gönderirken; öte yanda edilgen yaratılmış doğa ise bu yüklemler aracılığıyla kavranan doğadaki tek tek şeylerin toplamını içeren ama bu toplamla özdeş olmayan doğa dizgesine karşılık gelmektedir. 




Bu noktada Spinoza'ya göre üstesinden gelinmesi gereken başlıca ödev, doğanın bu iki ayrı görü­nümü arasındaki özsel bağlantıyı açıklamaktır. Spinoza öncesi felsefe diliyle söylenecek olursa, burada söz konusu olan ödevin Tanrı ile yaratma arasındaki ilişki sorununun açıklığa kavuşturulması olduğu söylenebilir. Kendinden önceki tanrıbiümcilerin izledikleri yolu izlemek­le birlikte, onların ileri sürdükleri savları çoğu durumda baş aşağı çevirerek ilerle­yen Spinoza, söz konusu sorunu açık kılmak amacıyla sunduğu çözümlemesini iki ana bolüme ayırarak ortaya koymak­tadır: (i) kendinde olduğu biçimiyle tanrısal nedensellik düşüncesi ya da etkin yaratıcı doğa; (ii) doğa dizgesinde açığa vurulduğu biçimiyle tanrısal nedensellik düşüncesi ya da edilgen yaratılmış doğa. Bu ayrımın özellikle birinci kesimi ol­dukça şaşırtıcı düşünceler içermektedir. "Tanrısal doğanın zorunluluğundan son­suz sayıda şeyin sonsuz sayıda yolla doğ­ması gerekir" (Etika I, önerme 16) öner­mesinde de görülebileceği üzere, Spi­noza hem doğayı hem de tanrısal neden­selliğin kapsamını sonsuz anlığın gücü kavramıyla açıklama yoluna gitmektedir. Spinoza söz konusu gücü, yaratıcı istenç olarak görmek yerine tanrısal doğanın zorunluluğuna yerleştirmekte, buna bağlı olarak da bu sonsuz gücün kapsamını sonsuz anlığın altında yer alan kavranabilir şeyler alanıyla özdeşleştirmektedir. Spinoza bu düşünceleriyle geçmiş felse­felerin doğruluğundan en küçük bir kuş­ku duymadan neliğini araştırdıkları öz­gürlük kavramını da özgür seçim tasarı­mını da bütünüyle yadsımış olmaktadır. Bu yadsıma temelinde Spinoza'nın ver­diği yeni özgürlük anlayışında özgürlük belirlenmişlik içermeden asla düşünüle­meyecek bir kavramdır. Bir başka deyişle Spinoza'ya göre özgür olmak demek bü­tünüyle kendi içinde kendisiyle belirlenmiş olmak yani sonuna dek etkin bir halde bulunmak demektir. Enson an­lamda böylesi bir özgürlük içinde olan da kuşkusuz salt kendi doğasının zorunluluğuyla eyleyen, bütünüyle kendi kendisiyle belirlenmiş Tanrı'dır. Spinoza özgürlük üzerine bu düşüncelerine da­yanarak, doğada olumsal olan hiçbir şe­yin varolmadığını, varolan her şeyin tan­rısal doğanın zorunluluğunca belirlenmiş olduğunu, her varlığın ancak bu evrensel belirlenmişlik doğrultusunda çeşitli ey­lem ve etkiler ortaya koyma yetisi taşıdı­ğını belirtmektedir.

Spinoza'nın usçuluk ile doğalcılığı kaynaştırımı başka hiçbir yerde, Etika' nın üçüncü bölümünde duygulara ilişkin verdiği açıklamalarda olduğundan daha açık değildir. Zihin kavramına beden ta­sarımı olarak yaklaşan Spinoza, duyguları ya da etkilenimleri en genel anlamda hem bedenin eyleme gücünün hem de bedenin eyleme gücüne ilişkin tasarımın çoğalması ya da azalması, önünün açıl­ması ya da sınırlanması olarak tanımla­maktadır. Duygular bu yüzden doğrudan doğruya bedenin eyleme yetisiyle ya da canlılık düzeyiyle bağlamındır. Zihin ile bedenin bir ve aynı şey olarak birbirle­riyle özdeş oldukları göz önünde tutul­duğunda bunların aslında aynı şeyin de­ğişik dışavurumları oldukları açıktır. Spi­noza bu anlamda belli bir nesneye duyu­lan arzunun bilincinde olmak ile buna karşılık gelen bedensel şehveti düşünce­nin yüklemleri altında aynı durum olarak değerlendirmektedir. İnsan duygularına yönelik olarak verdiği ayrıntılı tanımla­malarında, korkudan umuda, kıskançlık­tan gurura, sevgiden nefrete dek bütün duyguların ilkece hep dışarda bulunan bir şeyden kaynaklandıklarından ötürü insanı her durumda edilgenlik konumu­na düşürdüklerini vurgulamaktadır. Bu anlamda kaynağını kişinin kendisinden almayan her türden duygulanım, Spinoza'ya göre, gerek bedenin eyleme gücünü gerekse anlığın kavrama yetisini azaltmaktadır. Kaynağı dışarda bulunan bü­tün duyguların tinin "en yüce iyi" yo­lunda yürüyüşünde güçten düşürücü et­kileri nedeniyle bir an önce bırakılmaları gerektiğini öne süren Spinoza, bütün duygular arasında kaynağı kişinin kendi olduğundan ötürü tam bir dinsel etkinlik hali olarak gördüğü "neşe" ya da "se­vinç" duygusunu ayrı bir yere yerleştir­mektedir. Nitekim gerek bedenin gerek­se zihnin en yüksek yeri ve yetenekleriyle en yüce iyiye katılması ancak süreklilik kazanmış bir neşe halinde kalmakla olanaklıdır. Kaynağı dışarda olan bütün edilgen duyguları bir yana, kaynağı içerde olan tek etkin duygu neşeyi bir yana ayırmasıyla Spinoza, Etika'da ortaya koy­duğu düşünceleriyle edilgen bütün duy­guların hangi biçimlerle tinin en üstün bir etkinlik konumuna ulaşmasını engel­lediklerini ayrıntılı bir biçimde tanımla­maktadır. Bu bağlamda Spinoza sevgi duygusu özelinde ilginç bir uslamlamada bulunmaktadır. Sonlu olan bir şeye du­yulan sevginin kendisi de zorunlu olarak sonlu olacağı için, aranması ya da yerle­şilmesi gereken gerçek sevgi evinin son­suz olan bir şeyin sevgisi, dolayısıyla da sonsuz olan bir şeye duyulan sonsuz sevme hali olduğunu dile getirmektedir. Spinoza böylesi sonsuz bir sevgi evinin en son adresinin gerçek ya da "en yüksek iyi" (summum bonum) diye adlandırdığı "Tanrı sevgisi" olduğu sonucuna var­maktadır.

Etik alanındaki görüşlerinden başka Spinoza özellikle kutsal kitap yorumları ile liberal siyaset kuramına yaptığı önemli katkılarla da anılmaktadır. Kutsal kitap yorumları bağlamındaki temel dü­şüncelerinin çok büyük bir bölümünü dinsel hoşgörü ile özgür düşüncenin sa­vunulduğu 1670 tarihli Tractatus Theologico-politicus (Tanrıbilimsel-Siyasal İncele­me) adlı yapıtında bulmak olanaklıdır. Öte yanda Spinoza, siyaset felsefesinin belli başlı sorunları karşısında kendi öz­gün yaklaşımlarını hem Tractatus Theologico-politicus adk yapıtında hem de ta­mamlamadan bıraktığı 1677 tarihli Trac­tatus Politcus'ta (Siyaset İncelemesi) ayrıntılarıyla ortaya koymuştur.

Bu kitap­lardan ilki daha çok polemikçi bir ka­rakter sergilerken, ikinci kitap siyaset fel­sefesinin temel sorularının yanıtlanmaya çalışıldığı tam anlamıyla tutkulu bir araş­tırmanın ürünüdür. Spinoza'nın siyaset felsefesinin kökleri toplumsal hayvanlar olarak gördüğü insanların bir devlette, dolayısıyla da bir yasalar dizgesi altında yaşamak zorunda oldukları düşüncesin­de yatmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Spinoza'nın siyaset felsefesine yaklaşma­nın en iyi yollarından biri hiç kuşkusuz Hobbes'un görüşleriyle taşıdığı ortaklık­lar üzerine yoğunlaşmaktan geçmektedir. Nitekim her iki düşünür de doğanın içinde yaşayan insanı, doğanın bir parçası olarak görmekte, insan varlığının her du­rumda doğa tarafından belirlenmiş oldu­ğunu düşünmektedirler. Hem Hobbes hem de Spinoza insanın doğasına bütü­nüyle egemen olan en temel dürtünün kendi varlığını koruyup sürdürme dür­tüsü olduğunu ileri sürerek, kişinin kendi varlığını sürdürme arzusunun doğal bir hak olduğunu, bu hakka gözdağı veren her şeye karşı savaşmanın da en az onun kadar bir "doğal hak" olduğunu savun­maktadırlar. Tıpkı Hobbes gibi Spinoza da siyasal öncesi konumu yani doğal, du­rumu kaçınılmaz çatışkıların yaşandığı bir güvensizlik durumu olarak tanımla­maktadır. Bu anlamda her iki düşünür için de bir toplumda barış ile güvenliğin tam anlamıyla kullanabilmesinin baş ko­şulu, bütün yurttaşların yapılan bir türtoplum sözleşmesi uyarınca bütün hak­larını tek egemen olan bir güce devret­meleridir. Ne var ki Hobbes burada kendi açıklamasına dayanarak saltık anlamda / gücü elinde taşıması gereken en uygun  yönetim biçiminin "monarşi" olduğu sonucuna varırken, Spinoza aynı öncüllerden yola çıkarak devletin enson amacının özgürlük olduğunu belirterek, bunu  en iyi sağlayacak yönetim biçiminin de demokrasi" olduğu sonucunu çıkarmak­tadır. Spinoza bu sonucu çıkarırken kuşkusuz devletin yapıp etmelerine belli öçülerde bir sınır koymanın son derece önemli olduğunu düşünmektedir. Bu bağ­lamda Spinoza'ya göre, saltık gücü elinde tutan yönetimin kişilerin başta yaşama hakkı olmak üzere en temel doğal hakla­rını hiçe saymayacak bir biçimde eyle­mesini sağlamak amacıyla kamusal görü­şün gücüyle devlet yönetiminin uygulamalarının denetim altında tutulması zo­runludur. Ancak bu noktada belirtilmelidir ki Spinoza'nın siyaset üzerine düşü­nen bir filozof olarak temel sorunu, dev­letin neleri yapamayacağı ya da yapma­ması gerektiğini belirlemekten çok, en iyi bir yönetimi gerçekleştirmek için neleri yapması gerektiğini açıklığa kavuştur­maktır. Spinoza, devletin en temel öde­vinin barış ile güvenliği sağlamak olduğu konusunda Hobbes ile aynı düşünmekle birlikte, barış ile güvenlik durumunu çok daha geniş bir anlamda anlamaktadır. Nitekim barış durumunun yalnızca savaş olmaması ya da halkın arasında çıkması olası bir iç savaşa ilişkin korku bulun­maması demek olmadığını söyleyen Spi­noza, barış durumunun insanların doğalarından getirdikleri bütün erdemleri dilediklerince yaşayıp geliştirebilecekleri olumlu bir duruma karşılık geldiğini be­lirtmektedir. Aynı Etikada belirtildiği üzere, devletin enson amacı us yaşamı için zorunlu toplumsal koşulların yerine getirildiği bir barış durumunu yaratıp bu konumu sonuna dek korumaktır. Ancak çok az sayıda insan için geçerli olan us yaşamını olabildiğince çok insanın yaşamasına olanak tanımak iyi bir devlet yö­netiminin yerine getirmekle yükümlü ol­duğu en öncelikli görevidir.



 Spinoza'nın bir bütün olarak felsefesinin tarihin çşitli dönemlerinde yeni bakışlar yoluyla yeni açılımlar kazanmış olması son de­rece doğurgan bir karakter sergilediğinin açık bir kanındır. Nitekim felsefe tari­hinde "Spinozacılık" adıyla anılan bir felsefe geleneği ya da okulunun Spinoza felsefesine derinden bağlı çeşitli izleyici­lerinin ilgileriyle kendiliğinden oluştuğu gözlenmektedir. Hiç kuşkusuz, bu gele­neğin en son uzantısı verdiği derslerde yaptığı özgün yorumlarla Spinoza felse­fesine yeni bir soluk kazandıran Fransız felsefeci Gilles Deleuze'dür. Deleuze'ün Spinoza felsefesine ilişkin anlayışımız üs­tünde çığır açıcı değerde olan söz konu­su yorumlarım Spinoza Üstüne Dersler başlığıyla yayımlanan kitabında bulmak ola­naklıdır.

Felsefe Sözlüğü, A.Baki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, E. Hüsrev Yolsal, Bilim ve Sanat Yayınları

Spinoza: Akıl, Doğa ve Düzen Düşünceleri
Spinozacı akıl, libertenlerden çok daha ileri bir düzeyde olmak üzere, Yahudi-Hıristiyan değerleri yıkar ve yeni düşünceler inşa eder. Descartes'ın en tehlikeli takipçisi ve çağdaşlarının gözünde lanetlenmiş ve skandal bir filozof olan Spinoza akıl üzerine kurulu, doğru bir düşünce sistemine dayanan bir bilgi modeli olan bir öğretinin yaratıcısıdır.

Spinoza'ya göre insan aklını izleyerek kurtuluşa erebilir. Akıl şeylerin ve tamamıyla akılcı hale gelen Tanrı'nın merkezindedir. Böylelikle Spinoza, Descartes'ın koyduğu rezervleri ortadan kaldırır: Yaşadığı ülkenin yasalarına ve geleneklerine uymak, daima dini korumak ve ona saygı duymak (Metot Üzerine Konu§mılnın üçüncü bölümünün başı) . Descartes'ın tutarlı bir takipçisi olarak Spinoza, yöntemsel şüpheciliği din ve ahlak alanlarına kadar taşır.
(....)
Spinoza öğretisinin temel yönlerini Etikada ortaya koyar. "Etik" teriminin Spinoza'daki anlamı konusunda yanlışa düşmemeye dikkat etmek gerekir: Etika aşkın değerlere, iyiye ve kötüye dair bir ahlak  anlayışı veya ödevler üzerine bir inceleme anlamı taşımaz. Etika Tanrı'nın gerçek özünü yani Doğayı ortaya koymaya çalışan bir sistemdir: Deus sive Natura, Tanrı veya Doğa. Spinoza'ya göre Tanrı kavramı dünyayı yarattıktan sonra ona aşkın olan metafizik bir Tanrı'yı ifade etmez. İnsanların dua edip yalvaracağı bireysel bir Tanrı söz konusu değildir. Tanrı ne Kitab-ı Mukaddes'teki ne de İncil'deki Tanrı'dır. Yaratıcı bir özne, Rahman ve Rahim bir İlah -ki Spinoza' ya göre bu basit bir hayal gücünün ürünüdür- olmaktan uzak olan Tanrı tek ve sonsuz Doğayla özdeştir. Buradaki Doğa sonsuz bir tözü ifade etmesi bakımından "doğalaştırıcıdır", Natura naturans, bilimsel olarak incelenmesi gereken gerçeklikler bütününü temsil etmesi bakımından ise "doğalaştırılandır'', Natura naturata. O halde Doğa düşüncesi Spinoza'da iki boyutludur: Bir taraftan belli bir mekanik açıklamalar bütününü ifade ederken, diğer taraftan Tanrı'nın kendi sonsuz ve ezeli-ebedi özünü ifade etme aracı olan sonsuz sayıdaki sıfatları temsil eder.

Bu bağlamda, efsane haline gelmiş bir inanışın aksine, Spinoza Tanrı'yı reddetmez. Tam tersine Tanrı'yı Doğanın her yerinde görür. Sonsuz sıfatlara sahip olan mutlak sonsuz yalnızca tek bir töz vardır; diğer bütün varlıklar bu tözün varolma biçimlerinden başka bir şey değildir. Bu noktadan itibaren, insan "krallık içinde bir krallık" olmaktan çıkar: İnsan Doğanın varolma biçimlerinden yalnızca biridir; olasılıklara bağlı hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir şeyin tesadüflere bırakılmadığı bir Doğada, varlıkların oluşturduğu düzenin bir parçası haline gelir. Tanrısıμ Doğanın tamamlayıcı parçası olan insan, şeylere hükmeden zorunluluğa boyun eğer.

O halde, Doğa düşüncesi merkezi niteliktedir ve insanı doğanın bir parçası olarak görmek gerekir; Etikanın üçüncü bölümünün başı tam olarak bunu dile getirir: İnsanın Duygulanışları ve yaşam biçimi üzerine yazanlar, Doğanın genel yasalarını izleyen doğal şeyleri değil, Doğanın dışındaki şeyleri ele alıyor gibi görünürler genellikle. Aslında, bu kişilerin Doğada yer alan insanı krallık içinde bir krallık gibi tasavvur ettikleri söylenebilir. Onlara göre insan Doğanın düzenine uymaz, insan doğadaki düzeni bozar; kendi eylemleri üzerinde mutlak bir iradeye sahiptir ve bütün kararları yalnızca kendisi verir. Bu nedenle, söz konusu kişiler, insanın güçsüzlüğünün ve değişkenliğinin nedenlerini Doğanın gücü içerisinde değil, insan doğasındaki kusurlarda ararlar. 

İnsanın hiçbir ayrıcalığı olmadığını düşünen Spinoza'nın temel ama cı Doğadan hareketle yola çıkmak ve insanı Doğaya göre açıklamaktır. Spinoza' da insan Doğa düzeni içerisinde, nedenler ve sonuçlar dan oluşan bir sistemde, evrensel determinizmin sınırları dahilinde yer alır, zira Doğa ezeli ve ebedi bir zorunluluğa göre işlemektedir. Akıl ve Doğa düşüncelerinin yanında, Spinoza 'nın evrensel sistemin de düzen düşüncesi açık bir biçimde kendini gösterir; bu düzen her şeye içkin olan nedenler ve sonuçlar zincirini ifade eder. "Görkemli kavramlar abidesi" olan Etika yerleşik Yahudi - Hıristiyan değerleri altüst eder ve insanı Doğa biçiminde kendini göst􀒴ren akılcı Tanrı'ya eklemler. Böylelikle insan evrensel Düzen içerisinde kendini gerçekleştirir. Bunun bir sonucu olarak, mucize düşüncesi de geçerliliğini kaybeder, çünkü Doğa ebedi ve değişmez bir düzeni sürdürür. Etikıl da ve aynı zamanda Teolojik Politik İnceleme de karşımıza çıkan bu temalar çağdaş düşünürler için fazla güçlü bir besin oluştururlar. Descartesçılar için bile Spinoza tehlikeli sayılırdı ve Malebranche, Spinoza'yı "can sıkıcı bir filozof' olarak görürdü. Descartes insanı ego cogitans olarak sunarken, Spinoza insanı doğaya eklemler. Aslında bir natüralist "zincirinden" söz edilebilir: Doğa düşüncesi Yunanlar'da çok önemli bir rol oynar; Bruno'da merkezi bir konum elde eder (tek ve sonsuz bir doğa düşüncesi) ve nihayetinde Spinoza'da, Tanrı veya Doğa olarak adlandırılan sonsuz ve ezeli-ebedi Varlık kavramıyla birlikte yine merkezi bir rol oynar.
Avrupa Düşüncesinin Serüveni, Jaqueline Russ, Doğu Batı Yayınları

Benedictus Spinoza Üzerine











Baruch Spinoza, Ethica ve Ahlaklılığın Temellendirilmesi


Spinoza'yı Yeniden Keşfetmek - 1






Felsefenin Prensi Spinoza



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder