Spinoza, Benedictas (Baruch)
(1632-1677) Bir yanda Batı felsefesinin başyapıtları arasında
gösterilen Etika adlı kitabında
"geometrik düzenlenim"
uyarınca en ince noktasına dek tanıtlayıp temellendirerek kurduğu felsefe dizgesiyle, öbür
yanda birçok
filozof tarafından
örnek olarak gösterilen yaşamıyla kendinden çok söz
ettiren Portekiz kökenli
Hollandalı
filozof.
Yahudi olarak doğup büyümesine karşın Yahudilik öğretisiyle çeliştiği düşünülen görüşleri nedeniyle, Yahudiliğin temel yaşam pratikleri ile dinsel
inançlarının gereklerini yerine
getirmediği gerekçe gösterilerek 1656 yılında bağlı olduğu Yahudi Sinagogu'nun
oybirliğiyle aldığı karar uyarınca aforoz edilmiştir. Kendisine itibarının geri verildiği XX. yüzyılın sonlarına gelinene dek Yahudi
cemaati bu konudaki sessizliğini öyle ya da böyle bozma yoluna gitmemiştir. Yahudilikten çıkarılmasıyla birlikte adının büyük bir hayranlık duyduğu Latince'deki karşılığını kullanmaya başlayan Spinoza, bütün bir yaşamını Yahudi olmanın getirdiği sınırlamalardan bağımsız bir biçimde kendini bütünüyle felsefeye adayarak
geçirmiştir.
Daha çocuk yaştayken aldığı geleneksel Talmud eğitimi
(Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat üzerine daha iyi anlaşılması amacıyla yapılan
yorumlamalar ve açımlamalar öğretisi) sırasında, kimi hocalarınca dindışı
konular üzerine de eğilmeye yönlendirilen Spinoza, çok geçmeden Latince öğrenmesi
yanında kendi döneminin belli başlı felsefe düşüncelerini de bir hayli yakından
tanıma olanağı bulmuştur. Felsefe tarihinde bilinen pek çok büyük filozofun
tersine yaşamı yoksulluk içinde geçen Spinoza, bir yandan geçimini gözlük
merceği bileyerek sağlarken öbür yandan bütün bir insanlık adına "en yüksek iyi" ya da "en yüce iyi" diye adlandırdığına
ulaşma yolunda felsefesini oluşturma arayışı içinde olmuştur. Spinoza geliştirdiği felsefe dizgesinde, evrendeki
bütün sonlu varlıkların kendisinin sonlu bir kipi olarak varolduğu tanrı ya da
doğa olarak sonsuz tek bir töz anlayışı temelinde birci evren tasarımını ortaya
koymuştur. Töz olarak düşündüğü1 Tanrı ya da Doğa'nın,
dolayısıyla evrende olan her şeyin hep mantıksal bir zorunluluk uyarınca
varolduğunu, buna . karşı öteden beri filozofları uğraştıran felsefedeki
olanaklılık kategorisinin özünde zorunluluk bilgisi eksikliğinden
kaynaklandığını savunmuştur.
Etika'nın bütün kapsamı hiç kuşkusuz başlığında belirtilenden hem çok daha geniştir
hem de özetlenemeyecek derecede sağlam bir iç kurgu bütünlüğü sergilemektedir.
Bildik töz anlayışları ile Tanrı tasarımlarına aykırı bir düşünce temelinde,
Tanrı ile özdeş olduğu savlanan kavraması oldukça güç bir töz tanımıyla
başlayan yapıt, varlık olarak insanın doğasını, çeşitli yetilerini, insanın
evrendeki değergesini çözümledikten sonra, insana gerçek mutluluğu getirecek en
temel koşulların neler olduğunun açıklanmasıyla son bulmaktadır.
Geometrik bir düzenle yazılan yapıtı oluşturan beş
ayrı bölümün her birinde çeşitli kanıtsavlar, tanımlar ve önermeler ortaya
konulmakta, bunların her biri için çeşitli tanıtlamalar sunulmakta, gerekli
görülen durumlarda açıklayıcı çıkmalar verilmektedir. Yapıt derin felsefi
içeriği bir yana biçemsel özellikleriyle de felsefe tarihinin en büyükleri
arasında anılmaya değer bir yaratıcılık örneği sunmaktadır.
Döneminin pek çok önde gelen düşünürü gibi, Spinoza'nın da düşüncesinin
en belirleyici özelliği, her konuya yaklaşımında kendisini açıklıkla gösteren
tek bir ödün olsun vermeden savunulan usçuluk anlayışıdır.
Bu bağlamda
Ancak Spinoza' nın usçuluk anlayışını öteki
usçuluklardan farklı kılan şey, doğanın ilk bakışta gizliymiş izlenimi uyandıracak
denli kendi iç amaçları doğrultusunda
eyliyor olmasına karşın, yaratma eylemi dışında doğanın kendisinden başka
ayrıca bir Tanrı tasarımı koyutlanmıyor oluşudur. Bunun yerine Spinoza Tanrı'yı
Doğa ile özdeşleştirerek "tümtanrıcı" bir Tanrı tasarımını savunmaktadır.
Ancak buradaki Doğa yani Tanrı salt içinde varolan kendiliklerin toplamı
olarak değil, taşıdığı zorunlu ussal düzenle, bu düzenin içinde birbirleriyle
yine ussal bakımdan örülü ilişkilerle birlikte anlaşılmaktadır. Spinoza'nın
felsefesi bu bağlamda Tanrı ile Doğa'yı
özdeşleştirirken sergilediği usçuluk yanında baştan sona hem "doğalcılık"!
hem de "belirlenimcilik"! ile dikkat çekmektedir. Bu bağlamda,
özü gereği sonlu ve bengisel olan doğa kendi içinde varolan bütün her şeyi
kapsadığı, dolayısıyla da doğada güç adına varolan her şeyi de kaçınılmaz
olarak kendi içinde
taşıdığı için, varolan hiçbir şeyin
doğadan ayrı
olarak bağımsız bir biçimde
kavranması düşünülemez.
Spinoza'
nın doğa
tasarımına
göre, her şey
ama her şey, insan eylemleri ile duyguları da dahil buna, doğanın
evrensel ve zorunlu yasaları doğrultusunda anlaşılmak zorundadır. Tanrı
ile Doğa arasındaki
bu özdeşlik
ilişkisi göz önünde
bulundurulduğunda,
söz konusu zorunlu ve evrensel yasalar aracılığıyla
işleyen doğanın düzenine
ilişkin bilginin Tanrı'nın
bilgisi anlamına
geldiği açıktır. Bu anlamda, gerek Yahudi gerek Hıristiyan gerekse de İslâm
dini geleneklerinin Tanrı anlayışlarına
taban tabana zıt
bir biçimde Spinoza, insan zihninin doğası
gereği Tanrı' nın yetkin bilgisine ulaşma yetisi taşıdığını ileri sürmektedir.
Ne var ki Spinoza için
böylesine önemli
bir bilginin edinilmesi ancak doğru
düşünme yönteminin
doğru bir biçimde
uygulanıp yaşama
geçirilmesiyle olanaklıdır.
Yöntem
konusu bağlamında pek çok
noktada kendi düşünceleri
üstünde
büyük
etkilerde bulunmuş
modern dönemin iki büyük filozofu Descartes ile Hobbes'un düşüncelerini paylaşan Spinoza, dönemin bilimsel devrim ruhundan da etkilenerek
her durumda kilit değerde
önemi olanın
matematik olduğundan
en küçük bir kuşku
bile duymamıştır. Spinoza'nın
matematiğe duyduğu
bu sarsılmaz güven
kuşkusuz kendisini en iyi Etika'nın geometrik
düzenleniminde açığa vurmaktadır.
Nitekim Spinoza, sahte sanılara
karşı gerçek
bilgi olarak neyin ya da nelerin görülmesi gerektiğini belirlerken, tıpkı
geometrik bir şeklin
niteliklerinin anlaşılmasının o
şeklin baştan
verili tanımının
mantıksal sonucu olduğunun görülmesinden geçiyor
olması gibi, her türden şeyin
yetkin bir biçimde
anlaşılmasının da o şeyin
kendisine neden olanın
mantıksal sonucu olduğunun görülmesinden geçtiğini söylemektedir.
Spinoza'nın
bu söyledikleri doğrudan doğruya,
doğadaki şeylerin
—ya da bir bütün olarak doğanın—
hep belli bir amaç,
belli bir son için
var olduklarını, bir şeyi
anlamanın onun ne için
varolduğunu anlamak olduğunu söyleyen
Aristotelesçi
"sonul nedenler" düşüncesini
bütünüyle reddediyor olduğunu göstermesi
bakımından
son derece önemlidir.
Bu bağlamda Spinoza döneminde ortaya çıkan yeni bilim anlayışının
savunucularına
karşı, doğruluğundan kuşku
duyulmayan sonul nedenler düşüncesini
reddetmekle kalmayıp,
söz konusu düşüncenin
felsefi düşünceye
aykırı
pek çok hurafenin doğmasına
yol açtığına,
dolayısıyla
da gerçek bilgiye ulaşma sürecinin
önüne
büyük
bir engel çıkardığına dikkat çekmektedir.
Bu aynı hava, insan doğası ile davranışlarının son derece büyük bir soğukkanlılıkla incelendiği Spinoza'nın pratik felsefesine de
egemendir, ister dinsel yönelimli ister laik yönelimli olsunlar
geleneksel ahlâkçıların hemen bütününe karşı Spinoza, insan istencinden ya da arzularından bağımsız bir dizi saltık değere başvurarak insan eylemlerinin açıklanmaya çalışılmasının ümitsiz bir çaba olduğunun bütünüyle ayırdında olunduğu bir felsefe çizgisi uyarınca yürümenin gereğini savunmaktadır.
Bu noktada bütün varlıkların temel arzusunun kendi
varlığını sürdürme (conatus) olduğunu düşünen Spinoza, erdemli
olmayı kişinin kendi varlığını sürdürebilme kapasitesiyle
tanımlayarak, "iyi olan" ile doğadaki canlıların kendi varlıklarını sürdürme arzularını doyuma kavuşturmaya yararlı olanı anlarken, buna karşı "kötü olan"ı canlıların kendi varaklarını sürdürme arzularına bütünüyle zararlı olanla açıklamaktadır. Kayıtsız koşulsuz her durumda yaşamsal değerde olan bu temel arzuyu doyuma kavuşturması bakımından insana gerçekten yararlı olan tek şey ise bilgidir; "erdemli
olmak" bu bilginin elde edilmesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla Spinoza'ya göre, gerçek bilgi hem mutsuzluğun ana kaynağı tutkulara karşı kullanılacak en etkili silahtır hem de Tanrı'ya yani Doğa'nın zorunlu düzenine yönelmesi koşuluyla en yüksek doyumun başlıca kaynağıdır.
Yalnızca kendisinin değil bütün bir felsefe tarihinin
başyapıtları arasında gösterilen ve çoğunlukla Etika olarak anılan Ethica
Ordine Geometrico Demonstrata (Geometrik Yolla Tanımlanmış Etik, 1677) başlıklı kitabında Spinoza, geometrik yöntemi
kullanmasına karşın, geometrik yöntemden tam olarak ne anladığını açıklama
gereği duymadığı gibi, geometrik yöntemin felsefece ne gibi bir değer
taşıdığını da temellendirmemiştir. Bu durum kimilerinin gözünde Etika da ortaya
konan temel uslamlamaların büyüleyici bir us yürütme zinciriyle birbirlerine kenetli
olmalarına karşın, keyfi öncüllerden yola çıkılarak kurulmuş olmaları nedeniyle
söz konusu uslamlamaların gerçeklikle bir ilişkilerinin bulunmadığı yönünde
daha Spinoza yaşarken dillendirilen genel bir eleştirinin doğmasına yol açmıştır.
Baştan beri bu sorunun çok iyi ayırdında olan Spinoza,
Etika’yı yazmaya başlamazdan hemen önce, hem sonunu getirmeden bıraktığı
Tractatus de Intellectus Emendatione (Anlama Yetisinin İyileştirimi Üzerine, 1658-61) adlı, bir anlamda Etika için yol
gösterici olduğu söylenebilecek, felsefede izlenmesi gereken yöntem üstüne
kısa bir metin yazmıştır hem de yazışmalarında sıkça bu yöntembilgisel sorunun
aşılmasına yönelik açımlamalarda bulunmuştur.
Hiç kuşkusuz söz konusu sorunun kökeninde, Spinoza'nın
Etika’nın önermelerinin kendilerine dayanarak tanıtlamaya çalıştığı tanımların
doğasına ilişkin belirsizlik yatmaktadır. 1663 tarihli bir mektubunda
kendisine oldukça yakın genç bir arkadaşı Simon de Vries'in tam da bu soruna
parmak basması üzerine, Spinoza "saymaca" (nominal) ile
"gerçek" (reel) tanımlar arasında yapılan geleneksel ayrımı kendi
düşüncelerine uyarladığı biçimiyle daha bir öne çıkarma gereği duymuştur. Buna
göre saymaca tanımlar bir kavramda bir sözcükle ya da bir düşünceyle denmek
istenenin kendisini doğrudan doğruya koşul olarak ileri sürmektedirler. Bu tür
tanımlar Spinoza'ya göre, kavranabilirler de kavranamayabilirler de; açık seçik
olabilecekleri gibi anlamak için fazlasıyla bulanık da olabilirler; ama her
durumda keyfi bir biçimde icat edilmiş olduklarından kesinlikle doğru ya da
yanlış olamazlar. Bunların tam tersine gerçek tanımlar, salt bir terim olmaktan
çok anlama yetisinin dışında varolan belli bir şeyi açıklamak amacıyla o şeyi
tanımlıyorlardır. Dolayısıyla doğru olabilecekleri gibi yanlış da
olabilmektedirler.
Kuşkusuz Etika'nın tanımlarının çoğunlukla
"bununla demek istediğim..." ya da "...diye adlandırılır"
türünden anlatma kipleri ya da söyleyişler üstüne kurulmuş olmaları bu bağlamda
en azından belli ölçülerde keyfilik taşıyan saymaca tanımlar olarak
görülmelerinin başlıca nedenidir. Ne var ki Spinoza'nın kullanımlarından bu
tanımların onun tarafından gerçek tanımlar olarak düşünüldüğü anlaşılmaktadır.
Nitekim aynı Eukleides' in (Öklid) geometri şekillerini tanımlarken kullandığı
gerçek tanımlar gibi, Spinoza'nın tanımları da ilkece yalnızca kullanılan
adları değil adların adı olduğu nesneleri de tanımlamaktadırlar. Bu bağlamda
doğan doğru bir tanıma varılıp varılmadığının nasıl bilineceği sorusuna karşı
Spinoza'nın verdiği yanıt ise doğrudan
geometrik düşünme biçemine derinden bağlığını, özellikle de Descartes
tarafından geliştirilmiş analitik geometri yöntemine duyduğu düşünsel yakınlığı
sergilemektedir. Nitekim bu noktada Spinoza matematikçi örneğini vererek, bir
matematikçi geometrik bir şekli oluşturabildiği vakit onun tanımını da verebiliyor
demektedir. Dolayısıyla şeklin tanımı çoğunlukla "yapıcı tanım" diye
adlandırılan, onun nasıl oluşturulduğunu açıklayan oluşturulma kuralı anlamına
gelmektedir.
Etika'nın ilk
on dört önermesi "Tanrı dışında hiçbir tözün bulunmadığı ya da
kavranabilir olmadığı" (Etika I, önerme 14) düşüncesini
temellendirmek amacıyla yürütülen bir dizi uslamlamadan oluşmaktadır. Bu
uslamlamaların üstüne kurulduğu töz
kavramı için verdiği çözümlemesinde Spinoza, varolan bir şeyin kendisi töz
değilse zorunlu olarak tözün bir kipliği olduğunu ileri sürmektedir. Spinoza
bu savını temellendirirken bütünüyle başta verdiği töz tanımından yola koyulmaktadır.
"Varolmak için kendinden başka bir
şeye gerek duymayan, salt kendisiyle kavranan" diye tözü tanımlayan
Spinoza, töz kavramının kendisinin oluşturulabilmesi için bir başka kavrama ya
da bir başka şeyin kavramına gitmenin gerekmediğini belirtmektedir. İlk bakışta
Spinoza'nın verdiği töz tanımının Descartes tarafından "kendi başına bir
başka şey olmadan bağımsız biçimde varolma yetisi" olarak verilen töz
tanımına oldukça yakın olduğu söylenebilecekse de Spinoza'nın aynı töz tanımından
taban tabana zıt sonuçlar çıkardığı açıktır. Nitekim Descartes Tanrı'nın enson
anlamda töz olduğunu açıklıkla belirtmiş olmasına karşın, ilki düşünen şeylere
karşılık gelen "zihin" ikincisi uzamlı şeylerden oluşan
"madde" olmak üzere birbirinden bütünüyle ayrı iki "yaratılmış
töz" bulunduğunu öne sürmektedir. Descartes'ın anlayışında her iki töz de
varolmak için Tanrı'ya gerek duyuyor olsalar da, varoluşları için birbirlerini
gerektirmemektedirler. Oysa Spinoza'nın töz metafiziğiyle bakıldığında,
yalnızca tek bir tözün varolması söz konusudur. Düşünce ile uzam töz olmaktan
çok tözün "öznitelik'leridirler. Buna göre, varolan her şey ya Tanrı'dır
ya da Tanrı' dadır bunun dışında hiçbir şey varolamaz ya da Tanrı olmadan
varlığı kavranamaz. Spinoza bütün bu söyledikleriyle, evrende yalnızca tek bir
töz bulunduğu, bu tözün de son çözümlemede Tanrı ile özdeş olduğu, varolan her
şeyin şöyle ya da böyle tözün ayrı kipleri olarak Tanrı' da içerimlendiği
anlamına gelen "töz birciliği" anlayışına yeni bir temel kazandırmış
olmaktadır.
Spinoza'nın töz birciliği anlayışının en önemli
yönlerinden birisini hiç kuşkusuz "bütünlükçülük" (wholism) diye adlandırılan felsefe
yaklaşımı oluşturmaktadır. En genel anlamda "her şeyin her şeyle ilişkili
olması olarak" tanımlanan bütünlükçülük anlayışında varlıklara onları
ilişkilerinden soyutlayarak birer varlık teki olarak yaklaşmak yerine, her varlığın
dünyanın bütünüyle girdiği ilişkiler ağı temelinde kavranmaya çalışılması söz
konusudur. Baştan sona bütünlükçülük düşüncesi uyarınca bina edilmiş töz tasarımı
dışında, Spinoza'nın bütünlükçülük
anlayışının en iyi görülebileceği yerlerden birisi doğada bulunan varlıklar
arasındaki etkileme ile etkilenme edimleri doğrultusunda çözümlemesi yapılan
etkilenim varlıkbilgisidir. Buna göre doğada varolan bütün varlıkların
birbirlerini çok çeşitli biçimlerde etkiliyor oldukları gerçeğine dikkat çeken
Spinoza, bu etkileme ile etkilenme ilişkisiyle olmakta olan varlıkların kimileyin
kendi doğalarına aykırı olan şeylerle karşılaşmalarından ötürü güç kaybına
uğradıklarını, kimileyin de kendi doğalarına uygun olan şeylerle
karşılaşmalarından dolayı güçlerinin çoğaldığını söylemektedir. Spinoza'ya göre
en yüce iyi yolunda yürümeye koyulmuş us yaşamının önemli bir ilkesi, kişinin
kendi doğasına aykırı olan varlık ve eylemlerden kendini uzak tutabileceği birtakım
korunaklar geliştirmesinin gereğidir.
Geleneksel tanrıbilimsel savların tersine Spinoza,
Tanrı'nın doğanın akışını, bir başka deyişle kendi olmaktalığını her şeyi yapma
yetisi taşıyan istenciyle yönetmesinin söz konusu olmadığını düşünmektedir.
Bu düşüncesini temellendirmek amacıyla öncelikle tek tek insanların özgür bir
biçimde eylemde bulunmadıklarına, insanların sanki özgür eyleyenlermiş gibi
görülmelerinin yanılsamadan öte bir değeri olmadığına dikkat çeken Spinoza,
insan olarak şeylerin gerçek nedenlerinin neler oldukları konusunda bütünüyle
bilgisiz olduğumuzu, ancak bize yararlı olanın peşinden gitmemizi olanaklı
kılan arzularımızın farkında olduğumuzu belirtmektedir. Bu
durum doğal olarak hem özgür olduğumuzu, hem de eylemlerimizin bize yararlı
olanlarca yönetildiklerini düşünmemize yol açmaktadır. Spinoza'ya göre, söz
konusu temel insan eğilimi uyarınca insan davranışlarını istençli ve amaçlı
olarak gördüğümüzden, bizim dışımızdaki olaylara istencimize dayalı amaçlar
yüklemeyi sürdürmekte, buna bağlı olarak da Tanrı'nın kendi iyi istenciyle bizim
yararımız için dışımızdaki olayları yönettiği sonucuna varmaktayızdır. Bu
bağlamda dinsel hurafelerin pek çoğunun insanların yürünmesi gereken gerçek
yolun Tanrı'ya ibadet etmekten geçtiğine duydukları inançtan baş gösterdiğini
ileri süren Spinoza, pek çok tutarsızlığın doğadaki her şeyin Tanrı tarafından
belli bir amaçla yaratıldığına inanılmasından doğduğunu dile getirmektedir.
Nitekim, sözgelimi insanlığa onarılmaz zararlar veren doğal felaketlerin Tanrı'
nın her şeyi iyi istençle hep belli bir amaç gözeterek yarattığı düşüncesiyle
çatışkıya düşmesini, Tanrı'nın insanın anlama yetisini aşan birtakım yargılara
dayanarak dünyadaki olayları yönlendirdiğini söyleyerek çözme girişiminde bulunmak,
Spinoza'ya göre ortadaki sorunu çözmek yerine daha da bir ağırlaştırmaktadır.
Bu sorun karşısında Spinoza Tanrı'nın
hep bir amaç uyarınca eylemde bulunduğu savını çürüten geometri kaynaklı bir
doğruluk ölçütü önermektedir. Daha sonra Tanrı'nın doğayı kendi istenciyle
yönettiği inananın iyilik, kötülük, düzen, güzel gibi yanlış değer yargılarının
başlıca sorumlusu olduğunu belirterek, bu tür soyut değer yargılarının Tanrı
tarafından bizim yararımıza doğaya yüklenmesinin olanaksız olduğunun altını
çizmektedir. Bunlar bütünüyle çeşitli gerekçelerle insan eliyle yapılmış,
doğanın kendisinde bulunmayan, bu yüzden de pek çok sorunlu etik tasarımın
doğmasına olanak tanıyan yapıntılardır.
Zihin ile beden ayrımının temelsizliği nedeniyle
çürütülmesi gerektiğini açıklıkla tanıtlayan Spinoza'nın birciliği kuşkusuz bütün ikiliklerin sonu anlamına gelmemektedir.
Nitekim, Tanrı'nın Doğa ile özdeşleştirilmesi doğrudan doğruya Spinoza'nın ""natura naturalis ("etkin yaratıcı doğa") ile natura naturata ("edilgen yaratılmış doğa") arasında yaptığı ayrıma götürmektedir. Bunlardan
ilki olan "etkin yaratıcı doğa", kendisini yine
kendisi yoluyla kavrayan sonsuz yüklemleriyle töze, yani Tanrı'ya gönderirken; öte yanda edilgen yaratılmış doğa ise bu yüklemler aracılığıyla kavranan doğadaki tek tek şeylerin toplamını içeren ama bu toplamla özdeş olmayan doğa dizgesine karşılık gelmektedir.
Bu
noktada Spinoza'ya göre üstesinden gelinmesi
gereken başlıca ödev, doğanın bu iki ayrı görünümü arasındaki özsel bağlantıyı açıklamaktır. Spinoza
öncesi felsefe diliyle söylenecek olursa, burada
söz konusu olan ödevin Tanrı ile yaratma arasındaki ilişki sorununun açıklığa kavuşturulması olduğu söylenebilir. Kendinden önceki tanrıbiümcilerin izledikleri
yolu izlemekle birlikte, onların ileri sürdükleri savları çoğu durumda baş aşağı çevirerek ilerleyen Spinoza, söz konusu sorunu açık kılmak amacıyla sunduğu çözümlemesini iki ana bolüme ayırarak ortaya koymaktadır: (i) kendinde olduğu biçimiyle tanrısal nedensellik düşüncesi ya da etkin yaratıcı doğa; (ii) doğa dizgesinde açığa vurulduğu biçimiyle tanrısal nedensellik düşüncesi ya da edilgen
yaratılmış doğa. Bu ayrımın özellikle birinci kesimi
oldukça şaşırtıcı düşünceler içermektedir. "Tanrısal doğanın zorunluluğundan sonsuz sayıda şeyin sonsuz sayıda yolla doğması gerekir" (Etika
I, önerme 16) önermesinde de görülebileceği üzere, Spinoza hem doğayı hem de tanrısal nedenselliğin kapsamını sonsuz anlığın gücü kavramıyla açıklama yoluna
gitmektedir. Spinoza söz konusu gücü, yaratıcı istenç olarak görmek yerine tanrısal doğanın zorunluluğuna yerleştirmekte, buna bağlı olarak da bu sonsuz gücün kapsamını sonsuz anlığın altında yer alan kavranabilir şeyler alanıyla özdeşleştirmektedir. Spinoza bu
düşünceleriyle geçmiş felsefelerin doğruluğundan en küçük bir kuşku duymadan
neliğini araştırdıkları özgürlük kavramını da özgür seçim tasarımını da
bütünüyle yadsımış olmaktadır. Bu yadsıma temelinde Spinoza'nın verdiği yeni
özgürlük anlayışında özgürlük belirlenmişlik içermeden asla düşünülemeyecek
bir kavramdır. Bir başka deyişle Spinoza'ya göre özgür olmak demek bütünüyle kendi
içinde kendisiyle belirlenmiş olmak yani sonuna dek etkin bir halde bulunmak
demektir. Enson anlamda böylesi bir özgürlük içinde olan da kuşkusuz salt
kendi doğasının zorunluluğuyla eyleyen, bütünüyle kendi kendisiyle belirlenmiş
Tanrı'dır. Spinoza özgürlük üzerine bu düşüncelerine dayanarak, doğada olumsal olan hiçbir şeyin
varolmadığını, varolan her şeyin tanrısal doğanın zorunluluğunca belirlenmiş
olduğunu, her varlığın ancak bu evrensel belirlenmişlik doğrultusunda
çeşitli eylem ve etkiler ortaya koyma yetisi taşıdığını belirtmektedir.
Spinoza'nın usçuluk ile doğalcılığı kaynaştırımı başka
hiçbir yerde, Etika' nın üçüncü bölümünde duygulara ilişkin verdiği
açıklamalarda olduğundan daha açık değildir. Zihin kavramına beden tasarımı
olarak yaklaşan Spinoza, duyguları ya da etkilenimleri en genel anlamda hem
bedenin eyleme gücünün hem de bedenin eyleme gücüne ilişkin tasarımın çoğalması
ya da azalması, önünün açılması ya da sınırlanması olarak tanımlamaktadır.
Duygular bu yüzden doğrudan doğruya bedenin eyleme yetisiyle ya da canlılık
düzeyiyle bağlamındır. Zihin ile bedenin bir ve aynı şey olarak birbirleriyle
özdeş oldukları göz önünde tutulduğunda bunların aslında aynı şeyin değişik
dışavurumları oldukları açıktır. Spinoza bu anlamda belli bir nesneye duyulan
arzunun bilincinde olmak ile buna karşılık gelen bedensel şehveti düşüncenin
yüklemleri altında aynı durum olarak değerlendirmektedir. İnsan duygularına
yönelik olarak verdiği ayrıntılı tanımlamalarında, korkudan umuda, kıskançlıktan
gurura, sevgiden nefrete dek bütün duyguların ilkece hep dışarda bulunan bir
şeyden kaynaklandıklarından ötürü insanı her durumda edilgenlik konumuna
düşürdüklerini vurgulamaktadır. Bu anlamda kaynağını kişinin kendisinden
almayan her türden duygulanım, Spinoza'ya göre, gerek bedenin eyleme gücünü
gerekse anlığın kavrama yetisini azaltmaktadır. Kaynağı dışarda bulunan bütün
duyguların tinin "en yüce iyi"
yolunda yürüyüşünde güçten düşürücü etkileri nedeniyle bir an önce
bırakılmaları gerektiğini öne süren Spinoza, bütün duygular arasında kaynağı
kişinin kendi olduğundan ötürü tam bir dinsel etkinlik hali olarak gördüğü
"neşe" ya da "sevinç" duygusunu ayrı bir yere yerleştirmektedir.
Nitekim gerek bedenin gerekse zihnin en
yüksek yeri ve yetenekleriyle en yüce iyiye katılması ancak süreklilik kazanmış
bir neşe halinde kalmakla olanaklıdır. Kaynağı dışarda olan bütün edilgen
duyguları bir yana, kaynağı içerde olan tek etkin duygu neşeyi bir yana
ayırmasıyla Spinoza, Etika'da ortaya koyduğu düşünceleriyle edilgen
bütün duyguların hangi biçimlerle tinin en üstün bir etkinlik konumuna
ulaşmasını engellediklerini ayrıntılı bir biçimde tanımlamaktadır. Bu
bağlamda Spinoza sevgi duygusu özelinde ilginç bir uslamlamada bulunmaktadır.
Sonlu olan bir şeye duyulan sevginin kendisi de zorunlu olarak sonlu olacağı
için, aranması ya da yerleşilmesi gereken gerçek sevgi evinin sonsuz olan bir
şeyin sevgisi, dolayısıyla da sonsuz olan bir şeye duyulan sonsuz sevme hali
olduğunu dile getirmektedir. Spinoza böylesi sonsuz bir sevgi evinin en son
adresinin gerçek ya da "en yüksek iyi" (summum bonum) diye
adlandırdığı "Tanrı sevgisi" olduğu sonucuna varmaktadır.
Etik alanındaki görüşlerinden başka Spinoza özellikle kutsal
kitap yorumları ile liberal siyaset kuramına yaptığı önemli katkılarla da anılmaktadır. Kutsal kitap yorumları bağlamındaki temel düşüncelerinin çok büyük bir bölümünü dinsel hoşgörü ile özgür düşüncenin savunulduğu 1670 tarihli Tractatus Theologico-politicus (Tanrıbilimsel-Siyasal İnceleme) adlı yapıtında bulmak olanaklıdır. Öte yanda Spinoza,
siyaset felsefesinin belli başlı sorunları karşısında kendi özgün yaklaşımlarını hem Tractatus Theologico-politicus
adk yapıtında hem de tamamlamadan
bıraktığı 1677 tarihli Tractatus Politcus'ta (Siyaset İncelemesi) ayrıntılarıyla ortaya koymuştur.
Bu kitaplardan ilki
daha çok polemikçi bir karakter
sergilerken, ikinci kitap siyaset felsefesinin temel sorularının yanıtlanmaya çalışıldığı tam anlamıyla tutkulu bir araştırmanın ürünüdür. Spinoza'nın siyaset felsefesinin kökleri toplumsal
hayvanlar olarak gördüğü insanların bir devlette, dolayısıyla da bir yasalar
dizgesi altında yaşamak zorunda oldukları düşüncesinde yatmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Spinoza'nın siyaset felsefesine
yaklaşmanın en iyi yollarından biri hiç kuşkusuz Hobbes'un görüşleriyle taşıdığı ortaklıklar üzerine yoğunlaşmaktan geçmektedir. Nitekim her
iki düşünür de doğanın içinde yaşayan insanı, doğanın bir parçası olarak görmekte, insan varlığının her durumda doğa tarafından belirlenmiş olduğunu düşünmektedirler. Hem Hobbes
hem de Spinoza insanın doğasına bütünüyle egemen olan en temel
dürtünün kendi varlığını koruyup sürdürme dürtüsü olduğunu ileri sürerek, kişinin kendi varlığını sürdürme arzusunun doğal bir hak olduğunu, bu hakka gözdağı veren her şeye karşı savaşmanın da en az onun kadar bir "doğal hak" olduğunu savunmaktadırlar. Tıpkı Hobbes gibi Spinoza da
siyasal öncesi konumu yani doğal, durumu kaçınılmaz çatışkıların yaşandığı bir güvensizlik durumu olarak
tanımlamaktadır. Bu anlamda her iki düşünür için de bir toplumda barış ile güvenliğin tam anlamıyla kullanabilmesinin baş koşulu, bütün yurttaşların yapılan bir türtoplum sözleşmesi uyarınca bütün haklarını tek egemen olan bir güce devretmeleridir. Ne
var ki Hobbes burada kendi açıklamasına dayanarak saltık anlamda / gücü elinde taşıması gereken en uygun yönetim biçiminin "monarşi" olduğu sonucuna varırken, Spinoza aynı öncüllerden yola çıkarak devletin enson amacının özgürlük olduğunu belirterek, bunu en iyi sağlayacak yönetim biçiminin de “demokrasi" olduğu sonucunu çıkarmaktadır. Spinoza bu sonucu çıkarırken kuşkusuz devletin yapıp etmelerine belli ölçülerde bir sınır koymanın son derece önemli olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda Spinoza'ya göre, saltık gücü elinde tutan yönetimin kişilerin başta yaşama hakkı olmak üzere en temel doğal haklarını hiçe saymayacak bir biçimde eylemesini sağlamak amacıyla kamusal görüşün gücüyle devlet yönetiminin uygulamalarının denetim altında tutulması zorunludur. Ancak bu
noktada belirtilmelidir ki Spinoza'nın siyaset üzerine düşünen bir filozof olarak
temel sorunu, devletin neleri yapamayacağı ya da yapmaması gerektiğini belirlemekten çok, en iyi bir yönetimi gerçekleştirmek için neleri yapması gerektiğini açıklığa kavuşturmaktır. Spinoza, devletin en
temel ödevinin barış ile güvenliği sağlamak olduğu konusunda Hobbes ile
aynı düşünmekle birlikte, barış ile güvenlik durumunu çok daha geniş bir anlamda anlamaktadır. Nitekim barış durumunun yalnızca savaş olmaması ya da halkın arasında çıkması olası bir iç savaşa ilişkin korku bulunmaması demek olmadığını söyleyen Spinoza, barış durumunun insanların doğalarından getirdikleri bütün erdemleri dilediklerince yaşayıp geliştirebilecekleri olumlu
bir duruma karşılık geldiğini belirtmektedir. Aynı Etika’da belirtildiği üzere, devletin enson
amacı us yaşamı için zorunlu toplumsal koşulların yerine getirildiği bir barış durumunu yaratıp bu konumu sonuna dek korumaktır. Ancak çok az sayıda insan için geçerli olan us yaşamını olabildiğince çok insanın yaşamasına olanak tanımak iyi bir devlet yönetiminin yerine getirmekle yükümlü olduğu en öncelikli görevidir.
Spinoza'nın bir bütün olarak felsefesinin
tarihin çeşitli dönemlerinde yeni bakışlar yoluyla yeni açılımlar kazanmış olması son derece doğurgan bir karakter
sergilediğinin açık bir kanındır. Nitekim felsefe tarihinde
"Spinozacılık" adıyla anılan bir felsefe geleneği ya da okulunun Spinoza
felsefesine derinden bağlı çeşitli izleyicilerinin
ilgileriyle kendiliğinden oluştuğu gözlenmektedir. Hiç kuşkusuz, bu geleneğin en son uzantısı verdiği derslerde yaptığı özgün yorumlarla Spinoza
felsefesine yeni bir soluk kazandıran Fransız felsefeci Gilles Deleuze'dür. Deleuze'ün Spinoza felsefesine
ilişkin anlayışımız üstünde çığır açıcı değerde olan söz konusu yorumlarım Spinoza Üstüne Dersler başlığıyla yayımlanan kitabında bulmak olanaklıdır.
Felsefe Sözlüğü, A.Baki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, E. Hüsrev Yolsal, Bilim ve Sanat Yayınları
Spinoza: Akıl, Doğa ve Düzen Düşünceleri
Spinozacı akıl, libertenlerden çok daha ileri bir düzeyde olmak üzere, Yahudi-Hıristiyan değerleri yıkar ve yeni düşünceler inşa eder. Descartes'ın en tehlikeli takipçisi ve çağdaşlarının gözünde lanetlenmiş ve skandal bir filozof olan Spinoza akıl üzerine kurulu, doğru bir düşünce sistemine dayanan bir bilgi modeli olan bir öğretinin yaratıcısıdır.
Spinoza'ya göre insan aklını izleyerek kurtuluşa erebilir. Akıl şeylerin ve tamamıyla akılcı hale gelen Tanrı'nın merkezindedir. Böylelikle Spinoza, Descartes'ın koyduğu rezervleri ortadan kaldırır: Yaşadığı ülkenin yasalarına ve geleneklerine uymak, daima dini korumak ve ona saygı duymak (Metot Üzerine Konu§mılnın üçüncü bölümünün başı) . Descartes'ın tutarlı bir takipçisi olarak Spinoza, yöntemsel şüpheciliği din ve ahlak alanlarına kadar taşır.
(....)
Spinoza öğretisinin temel yönlerini Etikada ortaya koyar. "Etik" teriminin Spinoza'daki anlamı konusunda yanlışa düşmemeye dikkat etmek gerekir: Etika aşkın değerlere, iyiye ve kötüye dair bir ahlak anlayışı veya ödevler üzerine bir inceleme anlamı taşımaz. Etika Tanrı'nın gerçek özünü yani Doğayı ortaya koymaya çalışan bir sistemdir: Deus sive Natura, Tanrı veya Doğa. Spinoza'ya göre Tanrı kavramı dünyayı yarattıktan sonra ona aşkın olan metafizik bir Tanrı'yı ifade etmez. İnsanların dua edip yalvaracağı bireysel bir Tanrı söz konusu değildir. Tanrı ne Kitab-ı Mukaddes'teki ne de İncil'deki Tanrı'dır. Yaratıcı bir özne, Rahman ve Rahim bir İlah -ki Spinoza' ya göre bu basit bir hayal gücünün ürünüdür- olmaktan uzak olan Tanrı tek ve sonsuz Doğayla özdeştir. Buradaki Doğa sonsuz bir tözü ifade etmesi bakımından "doğalaştırıcıdır", Natura naturans, bilimsel olarak incelenmesi gereken gerçeklikler bütününü temsil etmesi bakımından ise "doğalaştırılandır'', Natura naturata. O halde Doğa düşüncesi Spinoza'da iki boyutludur: Bir taraftan belli bir mekanik açıklamalar bütününü ifade ederken, diğer taraftan Tanrı'nın kendi sonsuz ve ezeli-ebedi özünü ifade etme aracı olan sonsuz sayıdaki sıfatları temsil eder.
Bu bağlamda, efsane haline gelmiş bir inanışın aksine, Spinoza Tanrı'yı reddetmez. Tam tersine Tanrı'yı Doğanın her yerinde görür. Sonsuz sıfatlara sahip olan mutlak sonsuz yalnızca tek bir töz vardır; diğer bütün varlıklar bu tözün varolma biçimlerinden başka bir şey değildir. Bu noktadan itibaren, insan "krallık içinde bir krallık" olmaktan çıkar: İnsan Doğanın varolma biçimlerinden yalnızca biridir; olasılıklara bağlı hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir şeyin tesadüflere bırakılmadığı bir Doğada, varlıkların oluşturduğu düzenin bir parçası haline gelir. Tanrısıμ Doğanın tamamlayıcı parçası olan insan, şeylere hükmeden zorunluluğa boyun eğer.
O halde, Doğa düşüncesi merkezi niteliktedir ve insanı doğanın bir parçası olarak görmek gerekir; Etikanın üçüncü bölümünün başı tam olarak bunu dile getirir: İnsanın Duygulanışları ve yaşam biçimi üzerine yazanlar, Doğanın genel yasalarını izleyen doğal şeyleri değil, Doğanın dışındaki şeyleri ele alıyor gibi görünürler genellikle. Aslında, bu kişilerin Doğada yer alan insanı krallık içinde bir krallık gibi tasavvur ettikleri söylenebilir. Onlara göre insan Doğanın düzenine uymaz, insan doğadaki düzeni bozar; kendi eylemleri üzerinde mutlak bir iradeye sahiptir ve bütün kararları yalnızca kendisi verir. Bu nedenle, söz konusu kişiler, insanın güçsüzlüğünün ve değişkenliğinin nedenlerini Doğanın gücü içerisinde değil, insan doğasındaki kusurlarda ararlar.
İnsanın hiçbir ayrıcalığı olmadığını düşünen Spinoza'nın temel ama cı Doğadan hareketle yola çıkmak ve insanı Doğaya göre açıklamaktır. Spinoza' da insan Doğa düzeni içerisinde, nedenler ve sonuçlar dan oluşan bir sistemde, evrensel determinizmin sınırları dahilinde yer alır, zira Doğa ezeli ve ebedi bir zorunluluğa göre işlemektedir. Akıl ve Doğa düşüncelerinin yanında, Spinoza 'nın evrensel sistemin de düzen düşüncesi açık bir biçimde kendini gösterir; bu düzen her şeye içkin olan nedenler ve sonuçlar zincirini ifade eder. "Görkemli kavramlar abidesi" olan Etika yerleşik Yahudi - Hıristiyan değerleri altüst eder ve insanı Doğa biçiminde kendini göstren akılcı Tanrı'ya eklemler. Böylelikle insan evrensel Düzen içerisinde kendini gerçekleştirir. Bunun bir sonucu olarak, mucize düşüncesi de geçerliliğini kaybeder, çünkü Doğa ebedi ve değişmez bir düzeni sürdürür. Etikıl da ve aynı zamanda Teolojik Politik İnceleme de karşımıza çıkan bu temalar çağdaş düşünürler için fazla güçlü bir besin oluştururlar. Descartesçılar için bile Spinoza tehlikeli sayılırdı ve Malebranche, Spinoza'yı "can sıkıcı bir filozof' olarak görürdü. Descartes insanı ego cogitans olarak sunarken, Spinoza insanı doğaya eklemler. Aslında bir natüralist "zincirinden" söz edilebilir: Doğa düşüncesi Yunanlar'da çok önemli bir rol oynar; Bruno'da merkezi bir konum elde eder (tek ve sonsuz bir doğa düşüncesi) ve nihayetinde Spinoza'da, Tanrı veya Doğa olarak adlandırılan sonsuz ve ezeli-ebedi Varlık kavramıyla birlikte yine merkezi bir rol oynar.
Avrupa Düşüncesinin Serüveni, Jaqueline Russ, Doğu Batı Yayınları
Benedictus Spinoza Üzerine
Spinoza: Akıl, Doğa ve Düzen Düşünceleri
Spinozacı akıl, libertenlerden çok daha ileri bir düzeyde olmak üzere, Yahudi-Hıristiyan değerleri yıkar ve yeni düşünceler inşa eder. Descartes'ın en tehlikeli takipçisi ve çağdaşlarının gözünde lanetlenmiş ve skandal bir filozof olan Spinoza akıl üzerine kurulu, doğru bir düşünce sistemine dayanan bir bilgi modeli olan bir öğretinin yaratıcısıdır.
Spinoza'ya göre insan aklını izleyerek kurtuluşa erebilir. Akıl şeylerin ve tamamıyla akılcı hale gelen Tanrı'nın merkezindedir. Böylelikle Spinoza, Descartes'ın koyduğu rezervleri ortadan kaldırır: Yaşadığı ülkenin yasalarına ve geleneklerine uymak, daima dini korumak ve ona saygı duymak (Metot Üzerine Konu§mılnın üçüncü bölümünün başı) . Descartes'ın tutarlı bir takipçisi olarak Spinoza, yöntemsel şüpheciliği din ve ahlak alanlarına kadar taşır.
(....)
Spinoza öğretisinin temel yönlerini Etikada ortaya koyar. "Etik" teriminin Spinoza'daki anlamı konusunda yanlışa düşmemeye dikkat etmek gerekir: Etika aşkın değerlere, iyiye ve kötüye dair bir ahlak anlayışı veya ödevler üzerine bir inceleme anlamı taşımaz. Etika Tanrı'nın gerçek özünü yani Doğayı ortaya koymaya çalışan bir sistemdir: Deus sive Natura, Tanrı veya Doğa. Spinoza'ya göre Tanrı kavramı dünyayı yarattıktan sonra ona aşkın olan metafizik bir Tanrı'yı ifade etmez. İnsanların dua edip yalvaracağı bireysel bir Tanrı söz konusu değildir. Tanrı ne Kitab-ı Mukaddes'teki ne de İncil'deki Tanrı'dır. Yaratıcı bir özne, Rahman ve Rahim bir İlah -ki Spinoza' ya göre bu basit bir hayal gücünün ürünüdür- olmaktan uzak olan Tanrı tek ve sonsuz Doğayla özdeştir. Buradaki Doğa sonsuz bir tözü ifade etmesi bakımından "doğalaştırıcıdır", Natura naturans, bilimsel olarak incelenmesi gereken gerçeklikler bütününü temsil etmesi bakımından ise "doğalaştırılandır'', Natura naturata. O halde Doğa düşüncesi Spinoza'da iki boyutludur: Bir taraftan belli bir mekanik açıklamalar bütününü ifade ederken, diğer taraftan Tanrı'nın kendi sonsuz ve ezeli-ebedi özünü ifade etme aracı olan sonsuz sayıdaki sıfatları temsil eder.
Bu bağlamda, efsane haline gelmiş bir inanışın aksine, Spinoza Tanrı'yı reddetmez. Tam tersine Tanrı'yı Doğanın her yerinde görür. Sonsuz sıfatlara sahip olan mutlak sonsuz yalnızca tek bir töz vardır; diğer bütün varlıklar bu tözün varolma biçimlerinden başka bir şey değildir. Bu noktadan itibaren, insan "krallık içinde bir krallık" olmaktan çıkar: İnsan Doğanın varolma biçimlerinden yalnızca biridir; olasılıklara bağlı hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir şeyin tesadüflere bırakılmadığı bir Doğada, varlıkların oluşturduğu düzenin bir parçası haline gelir. Tanrısıμ Doğanın tamamlayıcı parçası olan insan, şeylere hükmeden zorunluluğa boyun eğer.
O halde, Doğa düşüncesi merkezi niteliktedir ve insanı doğanın bir parçası olarak görmek gerekir; Etikanın üçüncü bölümünün başı tam olarak bunu dile getirir: İnsanın Duygulanışları ve yaşam biçimi üzerine yazanlar, Doğanın genel yasalarını izleyen doğal şeyleri değil, Doğanın dışındaki şeyleri ele alıyor gibi görünürler genellikle. Aslında, bu kişilerin Doğada yer alan insanı krallık içinde bir krallık gibi tasavvur ettikleri söylenebilir. Onlara göre insan Doğanın düzenine uymaz, insan doğadaki düzeni bozar; kendi eylemleri üzerinde mutlak bir iradeye sahiptir ve bütün kararları yalnızca kendisi verir. Bu nedenle, söz konusu kişiler, insanın güçsüzlüğünün ve değişkenliğinin nedenlerini Doğanın gücü içerisinde değil, insan doğasındaki kusurlarda ararlar.
İnsanın hiçbir ayrıcalığı olmadığını düşünen Spinoza'nın temel ama cı Doğadan hareketle yola çıkmak ve insanı Doğaya göre açıklamaktır. Spinoza' da insan Doğa düzeni içerisinde, nedenler ve sonuçlar dan oluşan bir sistemde, evrensel determinizmin sınırları dahilinde yer alır, zira Doğa ezeli ve ebedi bir zorunluluğa göre işlemektedir. Akıl ve Doğa düşüncelerinin yanında, Spinoza 'nın evrensel sistemin de düzen düşüncesi açık bir biçimde kendini gösterir; bu düzen her şeye içkin olan nedenler ve sonuçlar zincirini ifade eder. "Görkemli kavramlar abidesi" olan Etika yerleşik Yahudi - Hıristiyan değerleri altüst eder ve insanı Doğa biçiminde kendini göstren akılcı Tanrı'ya eklemler. Böylelikle insan evrensel Düzen içerisinde kendini gerçekleştirir. Bunun bir sonucu olarak, mucize düşüncesi de geçerliliğini kaybeder, çünkü Doğa ebedi ve değişmez bir düzeni sürdürür. Etikıl da ve aynı zamanda Teolojik Politik İnceleme de karşımıza çıkan bu temalar çağdaş düşünürler için fazla güçlü bir besin oluştururlar. Descartesçılar için bile Spinoza tehlikeli sayılırdı ve Malebranche, Spinoza'yı "can sıkıcı bir filozof' olarak görürdü. Descartes insanı ego cogitans olarak sunarken, Spinoza insanı doğaya eklemler. Aslında bir natüralist "zincirinden" söz edilebilir: Doğa düşüncesi Yunanlar'da çok önemli bir rol oynar; Bruno'da merkezi bir konum elde eder (tek ve sonsuz bir doğa düşüncesi) ve nihayetinde Spinoza'da, Tanrı veya Doğa olarak adlandırılan sonsuz ve ezeli-ebedi Varlık kavramıyla birlikte yine merkezi bir rol oynar.
Avrupa Düşüncesinin Serüveni, Jaqueline Russ, Doğu Batı Yayınları
Benedictus Spinoza Üzerine
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder