Croce
’ye
bakılırsa, Estetiğin tarihinde üç ana dönem vardır: Kant
öncesi dönem, Kant sonrası dönem ve metafiziğe karşı neredeyse
“İlahi bir Nefret”in duyulduğu Pozitif Dönem.
Bunların
da öncesinde iki bin yılı aşan bir tarihöncesi yaşanmıştır. Bu
dönemleri toplum bilimlerinin gelişiminden ve Kant’ın
eleştirel çalışmalarını metafizik zihniyetin tüm kalıntılarını
yokederek yüceltme çabası içindeki mantıkbilimsel
felsefelerden etkilenen günümüz estetiği
izler.
Kant’ın
ölümünden günümüze, 1804’den beri yaklaşık iki yüzyıldan beri
süren bu dönemi, kronolojik olmaktan ziyade mantıksal açıdan
bölmek istiyoruz. Felsefi sınıflandırmaların geleneksel ve
indirgeyici yapılarına rağmen dört önemli estetik akım
saptanabilir: Bunlardan biri “Pozitivist”, bir diğeri “İdealist”, bir üçüncüsü “Eleştirel” (kritik) ve
sonuncusu da “Salt Erkinlik Yanlısı
(liberter)” akımdır. Tabii bunların her biri kendi
içinde özgünlüğünü korur. Günümüzde estetik, nesnesi sanat
olduğu için, bütün dönemlerden daha yoğun bir biçimde
rijinallik, hatta biçem talepleri içindedir. Önce, bir yandan
19. yüzyılda sanat adına düşünülmüş her şeyi içeren, bir
yandan da yüzyılımızda hâlâ tartışılmakta olan yeni ve
köktenci birtakım hedefleri belirlemiş olan Nietzsche estetiğinden başlamak
istiyoruz.
Bu sanat
felsefesi, bu düşüncenin geleneksel alanının dışına taşmış
olmasıyla ilginçtir. Sadece bütünüyle estetik Trajedinin Doğuşu, Wagner Olayı, İnsanca
Pek İnsanca (Sanatçı Ruhuna Değgin,), Güncel Olmayan Düşünceler
(Wagner Bayreuth’te) v.b. eserleri incelemekle yetinmeliyiz.
Kaldı ki bunlar da sanatsal yaratı hakkında zekice tavsiyeler,
buluşlar ve yeni ufuklarla doludurlar. Dyonizos figürünün
birçok çağdaş sanatsal deneyimde görünmesine karşın, ünlü
Apollon/Dyonizos ayrımıyla yetinmek de bize çok vakit
kaybettirir:
Trajedinin Doğuşu (1872)] (Birbirlerine Jean
Brun ve Henri Lefebvre kadar karşıt iki filozofun konu
hakkında söylediklerine bakınız...). Sonuç olarak Nietzsche,
Schopenhauer ve romantik dindarların kabul ettiği “Sanat
afyondur, irade kararsızlığıdır, kaçıştır” düşüncelerini kabul
eder. Sanat güçsüzlüktür... Çöküş halindeki uygarlıkların
tesellisidir. Nietzsche Avrupa’da edilgen bir nihilizmle
lekelenmiş bir estetiğin yayılmakta olduğunu savunmuş,
Wagner’in buna mükemmel bir örnek olduğunu ileri sürmüştür.
Bu
hastalıklı estetiğin, az-çok belirgin metafizik yerleşimi
özleyen bir “temel duygu”ya gereksinimi vardır. Nietzsche,
yeni bir tür müzik ya da değer dönüşümü dilerken aslında
gerçek bir kültür devrimi yaratmaktaydı. O, iyi ve kötünün,
doğru ve yanlışın felsefi temellerini sarsarak, saf yoğunluk alanı olarak
yaşanan dünyanın çoğul ufuklarını açmıştır. Artık sanat,
sadece aldatıcı bir doğaüstü gerçeği temsil etmek gibi
simgesel işlevinden kurtulmuş olmakla kalmayacak, temelsiz ve
nedensiz bir oyun olarak, uzun duygu hastalığından iyileşmiş
ve yüceliğinden arınmış başka bir uygarlığın nasıl
olabileceğini gösteren bir örnek durumuna gelecektir. Artık
teori sanatı düşünmeyecek, sanat, bir kurgu olarak teoriyi
kapsayacaktır. Böylece Nietzsche’den sonra her modern sanat
kendi özgün dilini, uzlaşımını üretebilecek, özgürlüğünü talep
edebilecek, olasılıkların yani Arzu’nun alanını sonsuza
kadar genişletebilecektir. Estetik kendisine artık “Güzel”in,
“Sanat”ın özü değil de, yaratmaya yeni bir özendirme arayışı
içinde olmanın olanaklarını da sağlayacaktır: Tüm çağdaşlığı
kapsayan ve onu aşan Zerdüşt gülüşü. Nietzsche, romantik bir
kötümserlikten (Wagner figürü), alemin bütünüyle olumlamasına
(Dyonizos-Zerdüşt figürü) doğru
yönelmiştir.
Fakat,
gerçekler dünyasının da görüntüler dünyasının da
yokedilebilmeleri için Nietzsche’nin deyimiyle pozitivizmin
“Gri Şafağı”ndan geçmek gerekmektedir.
Bilim
kadar kesin yöntemler kullandıklarını savunurlar. Onlara göre
bir sanat eseri, somut ölçülerce kavranabilir ve sezgisel
değil de gidimli bir biçem, sanatçı, eseri ve onun yaratıldığı
uygarlık biçimi arasındaki farkı ortadan kaldırabilir. Böylece
biçimler ve onların yaratılış dünyaları aydınlatılabilir ve
sanat bir çağın çeşitli bilimleri gibi
biçimselleşebilir.
Önce Taine ’i analım: Sanat Felsefesi ’nin (1828-
1893) yazarı, dogmatik değil de tarihsel estetik yaptığını
ileri sürmüştü. Nesnel karakterler belirleyerek, kurallar
saptamıştı. Sainte-Beuve’ün klasik sözünü (“Tinlerin Doğal
Tarihi”) yineleyerek “Botanik Gibidir” demişti. Estetik
bitkilere değil de insan eserlerine uygulanan bir tür botanik
gibidir.
Taine,
Güzel Sanatlar Okulu’nda verdiği ünlü derslerinde (Sanat
Felsefesi, 1865), büyük eserlerin nasıl olup da üç gücün
(zaman, mekân ve soy) bileşkesi olduklarını kanıtlamıştı. Bu
bağlamda “Mekan”ın analizi, yazın eleştirisinin derinlemesine
geliştirilmesini sağlamıştı. Ne var ki estetiği pek anlaşılır
değildir.
Deneysel
estetik Taine’den önce de savunulmuştu. 18. yüzyılda Batteux,
deneyler yapıp onların sonuçlarından bir sisteme ulaşan gerçek
fizikçileri taklit etmek istemiş, Victor Cousin, “Fizikçi ya
da Kimyacılar gibi, karmaşık bir cismi analiz edip, basit
bileşkenlerine ayırma” taraftarı olmuştu. “Geçerli olan sadece
deney ve doğrudan tümevarımdır”.
Fizyolojik
Estetik ’e
gelince o, Grant Allen ’in
(Londra, 1877) önemli bir eserine ad olmuş, Helmholtz ’a, Bruck ’a,
Stumpf ’a (1860-1880 yılları arasında) pek çok fikir
vermiştir. Wundt’un 1878’de Leipzig’de kurduğu ilk Psikoloji
Laboratuvarı, deneysel estetik tarihinde önemli bir adım
olmuştur Fakat konunun daha başka öncüleri de olmuştur.
Biyolojik ya da sosyolojik türde bir estetiğin doğumuna
Spencer’in de katkısı vardır. Birçok eseri anılmaya değer:
Biçem Felsefesi 1852, Yararlı ve Güzel 1854, Müziğin Kökeni ve
işlevi 1857, gibi...
Fakat deneysel estetiğin
babası Gustave Theodore Feschner ’dir
(1807-1887). Estetiğe Giriş adlı eserinde
ilk kez eski, metafizik, sonuca von oben (‘yukarıdan ) varan
estetiğe karşı von unten (aşağıdan’) tümevarımcı estetik
kavramını ortaya atmıştır “Güzelin nesnel özünün kavramsal
saptaması.
Laboratuvar
estetiğinin bilinmeyen alanlarını ilk keşfeden (renklerin
eşzamanlı zıtlığının incelenmesi) Fransız Chevreuil olmuştur.
Fakat bu tür çalışmalar metodik olarak Almanya’da
kullanılmıştır. Fechner metodu, Almanya’da, İngiltere’de,
Amerika Birleşik Devletleri’nde, İtalya’da yayılmış, ilgi
görmüş, çeşitli uygulama alanları bulmuştur. Önceleri birkaç
Amerikalı teknisyen tarafından uygulanmış olan Sanayi Estetiği
de aynı kaynaktan doğmuştur.
Fechner’e
göre, fizik için kozmoloji neyse estetik için de metafizik
odur. Sistemler çağı artık aşılmıştır. Artık “Aşağıdan
Estetik”, tümevarımlar yoluyla, Estetik Eşik , Gelişme ,
Çeşitlilik İçinde Birlik , Çelişki Yokluğu’, Açıklık ,
Birleşme , Zıtlık” gibi yüce ilkeleri seçme, yapma, tıkama
gibi uygun metodlar kullanarak dikkatle keşfetmeye
çalışacaktır. Her şeyden önce deney yapmak gerekmektedir.
Sözkonusu deneylerın en ünlüsü, altın bölüm’ün bilimsel
değerini ortaya çıkarmaya çalışmış olanıdır. Deneklere,
yüzölçümleri aşağı yukarı aynı fakat ölçüleri farklı
dikdörtgenler arasından birini seçmeleri söylenmişti Bu
dönemde çağdaş teknokrasilerimizın test, araştırma ve
istatistikleri ne öncülük etmiş olan pek çok istatistik
yapılmış, bunlar aritmetik ortalama, deneklerin yaş, cinsiyet
vb. verilere göre dağılımını gerçekleştirmişlerdi. Lipp, bu
deneyin geçerliliğini eleştirerek, soyutlanmaya çalışılan
basit “olgu”nun aslında karmaşık olduğunu savunmuştu Schasler
gibi, Fechner yönteminin, ‘rastgele seçilmiş kimselerin
rastgele yargılarının, rastgele toplamının rastgele alınmış
bir ortalaması” olduğunu ileri sürecek kadar ileri gitmesek
dahi, deneysel estetiğın başarısızlığa uğrama nedeninin basit
ve soyutlanabijır olgulara erişebilmenin olanaksızlığı ve
Araştırma
konusu olarak deneyin algılanabilir dış görüntüsü verilmişse,
incelemek istediğimiz nesnel olguya gerçekten erişilmiş ve
onun hakkında pozitif ve tartışma götürmez bir bilgi sahibi
olunmuştur demektir (Etienne Souriau) yanılgısı olduğunu kabul
etmemiz gerekir.
Fechner’ın
Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Almanya’daki
izleyicileri, biyoloji ve sosyolojiden esinlenen bir Bilimsel’
estetik (‘Bilimsel’ sözcüğünü kullanırken dikkatli olalım)
geliştirdiler. Fakat gerçek bir sanat bilimi, birçok bilim
dalıyla birden ilgili olmaya (disiplinlerarası ilişkilere),
katı bir epistemolojiye ve nesnesinin son derece özel
yapısının önceden kabul edilmesine yolaçmayacak
mıydı?
Fransa’da,
Sorbonne Estetik Enstitüsü ’nde Robert Francès ve M.
Imberty’nm çalışmaları, bu küçük olgular estetiğinın, bu mıkro
estetiğin sanat olayları hakkındaki cesurca ve sezgisel
doğrulamaların etki alanını kısıtlamaya yönelik tasarılarını
sürdürmektedir.
Pozitivist
akımın gelişmesi için bır olanak da dilbilim tarafından
sağlanmıştır. Toplum bilimleri içinde “Pilot Bilim” adına
layık görülen dilbilim, özellikle Saussure’den bu yana
biçimleme ve matematikselleşmeden yararlanarak metafizik
dogmalar altındaki estetiğe katı analiz metodları aşılamıştır.
20. yüzyılın en büyük estetikçilerinden biri olan Benedetto Croce (1866-1952),
estetiğin estetiksel-dilbilgisel (estetiko gramatikal)
koşutluk uyarınca bir genel dilbilim, bir “ifade bilimi”
olduğunu ileri sürmüş ve şunu kanıtlamaya çalışmıştır:
“Dilbilimin bir bilim olarak, belirli bir gelişim düzeyine
eriştikten sonra Estetik içinde erimesi gerekir. Gerçekten de
erir ve tortu bırakmaz.” Ne var ki, Vico’nın, Kant’ın,
Hegel’in ve Marx’ın izleyicisi Croce’un seçmeciliği, Mantıklı
bilgi ile sezgisel bilgi ayrımı, dilbilim ile estetiğin
sistematik bireştirilmesine engel
olmuştur.
Her
sanatın bir dil olarak ele alınabileceği ve bu simgeler
sisteminin her oluşum düzeyinde incelenebileceği fikri, Christian Metz’in Sinemada Anlam Etütleri, Louis Marin’in Göstergebilimsel Etütler, Tztevan Todorov’un Edebiyat Kuramı ve Düzyazının Şiirselliği gibi
çağdaş araştırmaların yolunu açmıştır. Bu arada Roland Barthes’ın
göstergebilimsel yaklaşımlarını ve Abraham Moles tarafından pek
güzel irdelenmiş olan sanatsal olaylarda bilgi kuramına girişi
de anmadan geçmeyelim.
İndirgeyici
varsayımlardan etkilenen bir tür mekanist sosyoloji, sanatı
toplumsal şartlanma ve ya ekonomik altyapıyla
açıklayabileceğini öne sürmektedir. Böylece gerçekten bilimsel
bir “Marksist
Estetik” oluşturabileceğini savunmaktadır. Gerçekte ise
bu, haddini aşan ölçüde bir şemalaştırmadan başka bir şey
değildir. Bu alanda aklımıza Jdanov (Yazın, Felsefe ve Müzik
Hakkında) ve genel anlamda Sovyet estetiği geliyor. Estetiği
kullanan bu sosyoloji, toplumsal ideolojik üstyapıların (ki
sanat da bunlardan biridir), teknik-ekonomik üretim
koşullarının birer yansıması olduğunu vurgular. Bu konuda, Jean Paul Sartre ’ın Lukacs ’a ve dogmatik Marksist
Estetiğe getirdiği eleştiri çağdaş estetik düşünce açısından
çok önemlidir. Yalnız burada düşünülmemesi gereken bir yanılgı
vardır. Tüm bu kuramsal farklılıklar aslında uzmanların kendi
aralarındaki çekişmelerden ibaret değildir, işin içinde
ideolojik ve siyasi çıkarlar da vardır.
II. İdealist
Estetikler
Öznelliğin
üstünlüğünü kabul ederler ve sanatta yaratıcılık, ‘seyir’
(kontemplasyon), yorum olgularını anlamak için bilimden ziyade
felsefeden yarar umarlar. Bu estetikçilerin temel özellikleri,
sezgiciliğe başvuru, aslın aranması, yansımacı metod,
anlamların toplumsal bilimlerin çözüm şablonları kullanılmadan
kavranmasıdır.
Geçen
yüzyılı düşünürsek aklımıza edebi düşünürlerle ağzı kalabalık
kuramcılar gelir. 19. yüzyıl Fransa’sında estetik alanında
çekingen bir seçmecilik desteklenmiş, kötü özümsenmiş birkaç
Schelling unsuru Anglosakson etkilere karışmıştı (Quatremère
de Quincy, Ad. Garnier, Jouffroy). Sadece Lamennais farklı bir
yol izlemiş, genelde Güzele Dair adıyla bilinen bir Sanat
Felsefesi tasarısı geliştirerek, sonatın nasıl olup da
“Maddesel ya da duyumsanabilir koşullar çerçevesinde”
tanrısalı yaratma ya çalıştığını göstermek istemiştir.
Bunlardan başka İsviçreli estetikçi (bir önceki yüzyılda
Crousaz gibi), ressam ve düşünür Rodolphe Töpfer, Ravaisson,
Fréderich Paulhan, Gabriel Séailles (Sanatta Deha, Léonard, Sanatın Kökeni ve
Hedefleri) gibilerinden de sözetmek gerekir. 19. yüzyıl
sonlarının çabuk unutulmuş estetikçilerine güzel bir örnek,
Paul Souriau’dur: Eserlerinden İcat Teorisi’ni (1881), aynı
yıl (1889) yayımlanan Hareket Estetiği ve Bilmem Doğrudan
Verilen Hakkında Deneme’yi, Sanatta Telkin’i (1893) ve
başyapıtı olan Rasyonel Güzellik’i (1904)
sayabiliriz.
Ayrıca,
Tolstoy ’un Sanat Nedir? sorusuna ayırdığı
ilginç araştırmasını anmak, Amerikalı Edgar Poe ’nun (1809-1849) (Şiinin
İlkeleri, Bileşim Felsefesi) ve Ingiliz eleştirmen Carlyle ile zengin bir
mektuplaşması olan Emerson’dan (1803-1882) sözetmek
gerekir. İngiltere’de 19. yüzyılın bu bölümü Ruskin’in kişiliğiyle
renklenmiştir. “Güzellik Dini”nin bu peygamberinin tüm
eserlerini saymamız gerekir. Modern Ressamlar’ı (1849),
Mimarlığın Yedi Lambası’nı (1849), Venedik Taşları’nı (1851),
Mimarlık Konferansları’nı (1853), Toz Ahlakı’nı vb.
hatırlatmakla yetinelim. John
Ruskin bir doğa aşığıydı ve sanayi devrim
yüzyılının neredeyse tamamında ya amıştı (1819-1900). Yerli
yerine oturmakta olan yeni toplumu eleştirmekten, onunla
mücadele etmekten hiç vazgeçmedi. Sanat, tehdit altındaki
tinsel yaşamın ilkesidir. Bu yüzden de, esinleyici dehasıyla
Ruskin güzelliğini henüz yitirmemiş bir geçmişin özlemi içinde
olmuştur. Ruskin, ödün vermez bir geçmiş hayranıydı. Güzel’in,
Tanrısal Sezgilerin açığa çıkması “Tanrının, en basitine
varıncaya kadar tüm eserlerinde görülen bir imzası” olduğuna
inanmıştı. Bir sanat eserinden çok doğal bir nesneye
hayranlık duymamızı sağlayan, zeka ve algıdan ziyade özel bir
duygu, “Kuramsal Bir Yetenek” olduğunu savunmuştu. Doğanın
böylesine mistik ve erekçi ele alınmasıyla güzel olan her
şeyın ip so facto iyi olması ve büyüleyici bir dindarlığa
yolaçması gerekir. Sanatın görevi de, olanı aydınlık ve
karanlık yüzleriyle betimlemektir. Öte yandan Ruskin’in “Bulutluluk” (Cloudiness)
kavramı da aklımızda bulunsun. Bulutluluk, sonsuz özgürlük
hareketinin ve doğadaki değişimlerin ana örneğini oluşturur
gibidir. Marcel Proust yaşam
ye sanatında her şeyi Ruskin’e borçludur.
Bergson ’a
(1859-1941) gelince Onun eserlerinde, biri dışında, estetik
yoktur. O tek eser de, gülüncün estetik kategorisinde, genel
felsefesin bir noktasını, mekanik ile canlının zıtlaşmasını
doğrulamaya çalıştığı Gülüş ’tür. Fakat yine de Bergson, tüm
eserlerinde alemi estetik açıdan tanımaya çalışmıştır.
“Eğer
gerçek bilincimizi etkileyebilseydi, nesnelerle ve özümüzle
doğrudan iletişim kurabilseydik, ya sanat gereksiz olurdu, ya
da hepimiz sanatçı olurduk.” demiştir. Ne var ki Bergson
sanatçının doğal olarak, saf ve doğrudan duyular içinde,
dünyanın yücelmesine, nesnelerin yaşamına uygun yaratı
etkinliklerini hiç dikkate almamıştır. Kendi özümüzde, ruh
halimiz “Müziğin kaygan akışkanlığına” benzer. Müziğin
kontrpuanları “ruh hareketinin eşnüfuzunu” çok güzel açıklar.
Gelişmemiş, donmuş olan bizim normal algılamamızdır.
“Sanat,
hiç şüphe yok ki, nesnelerde normal olarak
algıladığımızdan çok daha fazla nitelik ve ayrıntı
görmemizi sağlar. Sanat algımızı
geliştirir.”
|
Bergson’un
görüşleri, Einfühlung ( Bir şeyi kavramak ya da başkasının
düşünceleri ile duygulanımlarını anlamak için o şey ya da kişi ile
duyumdaşlık ya da duygudaşlık kurma durumuna verilen ad.
Felsefe
Sözlüğü) (Lipps,
Volkeit, Bosch) kuramının felsefe açısından geliştirilmesidir.
Nietzsche gibi Bergson da sanatçı fılozoflara mükemmel bir
örnek oluşturur. Felsefe dünyasında bir estetik daha yaratmış
olmaktan çok ileri gitmiş, felsefeyi dahice
estetikleştirmiştir.
Bergson’un
etki alanına girmiş olanlara bakarsak, Vladimir
Jankelevitch’in müzik estetiği alanındaki eserlerini anmadan
geçemeyiz. Miizikte her an, sonsuzluğu barındırır. Debussy’yi,
Ravel’i, Faure’yi
dinsel bir dikkatle dinlemeliyiz.
Felsefi
estetikler arasında Etienne
Souriau ’nunki diğerlerinden farklıdır. Tüm kuramı,
daha ilk eseri olan Yaşayan Düşünce ve Biçimsel Yetkinlik’te
(1925) belirmiştir. Yazar, belirlemiş olduğu çizgide
ilerleyerek Duygusal Soyutlama’da (1925) önce düşünce
biçimlerini açıklamış ve onların özellikle sanatı nasıl
etkilediklerini göstermiştir. Böylece Souriau’nun sistemi
belirlenmiş, sanatın “Skenoşiirsel” yapısı da ortaya
çıkmıştır. Biçimsel niteliklerin varlığıyla düşüncenin
mükemmefliği de aynı bağlamda
belirtilmiştir.
Estetiğin
Geleceği (1929)
ne olabilirdi? Etienne Souriau, öteki toplumsal bilimlerin
tehdidi altında, Stoacı bir sanat eserinin mutlak anlamı kadar
esrarlı bu dalın tanım çalışmalarına çok önem vermiştir. Ona
göre Estetik, “Evrensel türler içinde” bir biçim bilimi
olmalıydı. Sanatı anlamak için felsefeye gereksinim vardı, ama
sanat da felsefi bilginin en üst aşamasıydı. “Belirlenemezi
ancak sanat ifade edebilir”di, fakat sanatla felsefe arasında
da bir özdeşlik vardı. “Aralarındaki yakınlık, felsefenin,
sanat yetersiz kaldığında devreye girmesinden ibaret değildir.
(...) Sanat da felsefe de varlıkları kendiliğinden meşruluk
taşıyan varlıklara değer kazandırmaya çalışır. Ortak noktaları
budur”. Filozof eseriyle, şairin şiiriyle ilgilenmesi gibi
ilgilenir. Biçimlerin yerleştirilmesi üzerinde böylesine duran
Etienne Souriau, sanat eserini doğal olarak “Heterokozmik”
olarak nitelendirmiştir. Sanat da, “Anaforik ilerlemenin
diyalektiği” olarak tanımlanmıştır. “Anaforik ilerleme ne
olursa olsun, eksiksiz varlığı sürecin tamamlanmasını
sağlayan, nesnenin bütünüyle varoluşuna doğru düzenli
yöneliştir”. Bu tanımın iyi yanı, toplumsal bilimlerin sık,
sık baş vurdukları sanatsal oluşumu çeşitli şekillerde
küçültme alışkanlığını aşmış olmasıdır.
Felsefi
estetiğe çok önemli bir yenilik de fenomenoloji ile
getirilmiştir. Estetik Deneyimin Fenomenolojisi’nde Mikel
Dufrenne, her eserin “Bünyesinde estetik nesneyi bulduğu ve
gerçekleştirdiği bir algı” yarattığını belirtmiştir. Sözkonusu
olan, konular ve geçici duygulara kapılmak değil, açığa
anlamlar çıkarmaktır: “Eser bizim içimizde olmamalı, biz
eserin içinde olmalıyız”. Estetik Kategorilerin yöneldiği
‘Özlem sezgisi’ duygusalın ve evrenselin “a priori”sidir,
fakat ancak özgün bir tarihsel deneyim ile
gerçekleştirilebilir: “Estetik nesnenin bir olgu olarak
varlığı bana, içimdeki a priori’yi keşfetme fırsatı tanır” ve
“Tarihte özler anlaşılır. Çünkü tarih onların göründükleri
yerse, görecelik ilkesi olmaktan çıkar, mutlağa hizmet eder
hale gelir’
İdealist
ve felsefi estetiklerin bir bilançosu yapılabilir mi? Bu
akımlar, deyimin bütün belirsizliğiyle sanatı ‘korurlar’: Bir
yandan bazı kavramları olağanüstü yücelterek bazı estetik ve
ahlaksal değerleri savunurlar, bir yandan da onları
değişikliğe uğramaması mümkün olmayan zamandan soyutlanmış bir
öz ya da bir kural içine hapsederler. Aynı sorunlar eleştirel
ve salt liberter estetiklerde de vardır.
III.
Eleştirel Estetikler
“Bireyciliğin
sonu. Ulrich önemli değil. Sadece değeri olanı kurtarmak
gerekir”. Robert Musil’in, “Hiçbir Özelliği Olmayan Adam”
kahramanı hakkındaki bu notları, eleştirel estetiklere giriş
niteliği taşır. Kişi gibi sanat da yokolma tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Yaşamla bir olma hedefine ulaşmış olduğundan
değil, Platon’dan ve daha sonraları Lumière’lerden, Hegel’den,
Comte’dan kaynaklanan ussallık (rasyonalite) tüm yücelikleri
uzaklaştırdıktan, tüm eleştirileri emdikten, tüm seçenekleri
topladıktan sonra yüzyılımızın üzerinde mutlak bir egemenlik
kurmuş olduğu için...
Doğu’da
ve Batı’da ileri sanayi toplumlarının oluşmasıyla bir üretim
totalitarizmi yerleşti. Tarih’i donduran genel anlaşma içinde
sanat artık tek eleştiri tomurcuğudur. Gerçeklikle
özdeşleşmeye çalışan egemen ideoloji onu ne pahasına olursa
olsun saptırmaya, ticarileştirmeye, küçültmeye, kendi
bünyesine katmaya yönelir. Estetikçilerin kurtarmaya
çalıştıkları, sanatın işte bu yadsıyıcı ve ütopik boyutudur.
Bu yüzden de nesneleriyle (varolanın eleştirisi olarak sanat)
özdeşleşerek çağdaşlığın kara iddianamesini
hazırlarlar.
Sanat
eserine tutkun Aura’nın kaybı Walter Benjamin estetiğinin ana
temalarındandır. (Teknik çoğaltılabilirlik dönemindeki sanat
eseri). Kültür ve sanat eserlerinin geleneksel bir bağlamda
bulundukları ve bir inanışa bağlandıkları devirdeki
eşsizlikleri, alışveriş dünyasında hüküm süren basit duygulara
kıyasla o seçkinlik belirtisi, kısaca sanatın o Aura’sı, ticari değerler, sanat
piyasası, özgün eserin yoğun olarak çoğaltılmasıyla
yokedilmiştir.
Çoğaltılabilirlik
bir yandan sanat üzerinde kültürel baskı uygulayan sınıfın
ayrıcalıklarına son verirken, bir yandan da sanat eserinin
ticari mal haline getirilmesini ve birinin yerine bir
başkasının konabilirliğini destekler. Böylece belirlenen
karşıtlar birliği, eleştirel estetikçilerin karşı karşıya
bulundukları çelişkili durumu -bir yandan (liberal toplumun
doğurduğu) teknokrasinin ezdiği bireyselciliğin değerlerini
korumak, bir yandan da sanat hakkındaki bazı ideolojik
söylevlerin baskıcı ve yalancı yapılarını kınamak-
kanıtlar.
Th.
Wb. Adorno
(1903-1969), sosyolog, psikolog, müzikçi ve estetikçiydi.
Estetik hakkındaki eserleri (Yeni Müzik Felsefesi, Wagner Hakkında
Deneme, Estetik Kuramı v.b.), kuramsal önemlerine
ve çağımızla ilgili yankılaşımlara karşın pek tanınmaz. Bunun
nedeni sadece bir çeviri ve yayın sorunu değildir. Zorluk,
eserin bir sisteme oturtulma, niteliksel değişebilirlikleri
giderme girişimlerine karşı gösterdiği dirençtedir. Bu
biçimsel ve özümsenmeye karşı yapı, Adorno’nun asıl çabasının
bir ifadesidir: Doğu’nun bürokratik ve Batı’nın ticari
totalitarizmlerinin giderek artan baskısından yokedilemez bir
bireysellik olan kişi ve sanat eserini korumak. Genel olarak,
Frankfurt Okulu diye de bilinen Eleştirel Kuram’ı, özel olarak
da Adorno’nun Estetiğini, ölüm kamplarının dehşet verici
tarihsel (Bu okulun Yahudi üyeleri katliamdan kıl payı
kurtulmuşlardır) ve dünyanın iki ideolojik kampa
bölünmüşlüğünün siyasal çerçevesi içinde görmede anlamak olası
değildir.
Adorno’ya
göre gerçek modern sanat ideolojik sistemlerin kapalı
mutlakiyetlerini dağıtır. Mutlak bütüne ulaştığı nokta,
Hegel’in öne sürdüğü gibi Ruh’un olgunlaşması değil, ölümdür.
“Dünyaların en iyisi”. (Huxley ve Orwell) aslında
bürokrasiyle, teknisyence bir usçullukla, her şeyin
yönetiminin oluşturulmasıyla, “Gerçek” oluveren ideolojinin
her an hissedilen potansiyel bireyi, özgürlüğü, öznelliği
yoketmiş bir dünyadır. Tüketim toplumunun cenneti, benzeri
görülmemiş bir egemenlik düzenidir. Sanat eserleri kültür
sanayiinin bayağı çarkları içinde putlaştırılmış ve
şeyleştirilmiştir. İçerdikleri tarihsel katmanlar,
mücadeleler, çelişkiler yani bünyelerindeki gerçek ve eleştiri
ise, “Sanat hakkındaki söylevler”in ustaca çekilmiş cilası (ya
da verniği) ile örtülmüştür. Halihazırdaki gerçeğin olabilecek
tek gerçek olduğu inancını pekiştirmek, içerdiği ütopik ve
bozguncu gücü yadsımak için sanat, “sahte” ve “yanılgı”
düzeylerine indirgenir. Buna rağmen bazı eserler saf dışı
olmaya ve beyini yıkamalarına karşı hâlâ direnmektedir. Bunlar
gerçeklerden daha gerçektirler ve yine de yollarından
çevrilemezler. Bu olumsuzluk örnekleri (Adorno özellikle
Kafka, Beckett ve Schönberg’in eserleri üzerinde durmuştur),
uyumsuz özellikleri ile sahte bütünlüğün senfonik
bağdaşıklığını çürütmeye yeterlidir. “Bu sanat eserlerinin
varoluşları, varolmayanların da varolabilecek olduklarını
göstermektedir”: Sanat gerçeği, başka bir olasılığın daha
bulunduğuna tanıklık eder Adorno estetiği Kant bağnazlığının
etkisi altındadır. Talep eder ve uzlaşmaz. Köktenciliği ise
belirsizdir: Bir yandan eleştirel yükü olduğu gibi korumakta,
bir yandan da onu her türlü somut siyasal etkinlikten uzak
tutmaktadır. En azından “Başyapıt”, “Çağdaşlık”,
“Özgünlük” kavramlarının her açıdan tehdit
altındaki siyasal ve düşsel değerlerini korumaya ve sanatı
“aynı”nın evreninde “Bütünüyle başka”nın ağır yüküyle
onurlandırmaya yarar ki bu da az şey
değildir.
Herbert
Marcuse ’ün
(1898-1979) estetik düşünceleri üç ana tema çerçevesinde
incelenebilir. Bunlardan birincisi genel otomasyona yönelik
teknolojik bir atılım sayesinde maddesel olarak mümkün hale
gelmiş, baskıcı olmayan bir uygarlık düşüdür. Bu uygarlığın
etosu rasyonalite değil, güzellik olacak, çalışma (iş) oyuna
dönüşecek, yaşam itkisi eros, “Verimlilik ilkesi” ve “Yarar
Kuralı”nın aşırı ve haksız baskılarından kurtulmuş olarak,
cinselliği Özgür yaratılarda yüceltecektir. Bu, Freud’ün iç
karartıcı Uygarlığın Huzursuzlukları ikilemine, Schiller’den
esinlenmiş çekici bir estetik yanıttır. Sonra Marcuse’ün,
gençliğin belli bir kesiminde (Azınlıklar, öğrenciler,
marjinaller) ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki belirli
sanatsal akımlarda 70’li yıllarda algılamış olduğu “Yeni
Duyarlılık” çağrısı gelir. Marcuse algı ve eylem biçimlerinde
böylesine yapısal, neredeyse biyolojik bu başkalaşımın önemini
ve gerekliliğini vurgulamış olan tek düşünürdür. Bu başkalaşım
olmadan hiçbir toplumsal değişiklik gerçekleşemez, gerçekleşse
de sürekli olamaz. Son temada, siyasal eylemler, ahlâki
ülküler, değerler gerilediklerinde son yüceliği sanata bırakan
(Marksistler buna idealizm diyorlar) Marksist estetiğin
Estetik Boyut eleştirisidir. Herbert Marcuse, ölümünden kısa
bir süre önce P. Michel de Certeau’ya şöyle demişti: “Lessing,
son çığlığın sanatça canlandırılamayacağını savunuyordu.
Haklıydı. Auschwitz sanatça canlandırılamaz. Bunu ifade
edebilecek sözcük yoktur. Aslında sanat eserinde o çığlık hep
vardır, ama yokluğuyla vardır. Buna, sanatın sessızlikle,
söylemediğiyle yırtılabıleceğini ‘ de ekleyebiliriz... Önemli
olan günümüzde sıkça yapılan kışkırtıcı gösteriler değil,
sanat eserinin kendisidir...” Bu, 68 Mayıs hareketinin
dayandığını savunduğu düşününün tinsel vasiyeti
gibidir.
Acaba,
tümü de Frankfurt okulunda doğmuş ve çağdaş sanatın tasa,
kapalılık, olumsuzluk gibi belirli hareketlerini etkilemiş
olan bu eleştirel estetiklere Jean Baudrillard ’ın eserinden
anlaşılanı da ekleyebilir miyiz? Tüketim Toplumu’nun sanatı da
yutan totaliterliğini, bir tür ayrıntısal farklar düzeni
içinde tüm özgürlükleri yokeden Nesneler Dizgesi’ni, ölümün ve
karşıtlar birliğinin (ambivalans) simgelerarası
genelleştirilmiş ve eşitleyici alışverişle bastırılmasını
(buna karşılık Simgesel alışveriş ve Ölüm de ortaya şiddetli
ve yıkıcı bir estetik koyar), ya da daha somut olarak
Beaubourg Etkisi, çağdaş kültürel politikanın böylesine
ihtirasla gerçekleştirdiği yaratının yolaçtığı iç patlama ve
gizli çöküşün sonuçlarını ondan daha iyi değerlendirebilmiş
kimse yoktur.
Tüm bu
eleştirel estetikler bütünüyle olumsuzluk doludur diye bir
itirazda bulunulabilir. Böylesine acımasızca dışarıda ve ıız
durmayı ne pahasına sürdürüyorlar? Kendilerini kuramsal bir
sırça köşke mahkum etmiyorlar mı? Bunlar hakkında Peguy’un
Kant hakkında söyledikleri (Kant’a ne çok şey borçlu
olduklarını unutmadan) yinelenebilir: “Kantçılığın elleri
lekesizdir çünkı ne yazık ki elleri yoktur”. Bu hareketsizliğe
karşı çıkan, gurur dolu bir umutsuzluk mudur? Bu sorunun
cevabını Walter Benjamin vermişti: “Umut bize, sadece
umutsuzlar varolduğu için verilmiştir”
V. Mutlak
Özgürlükçü Estetikler
Eleştirel
estetikler Red mesafesini koruyarak özne-nesne, Kantçılık’ın
düşünülebilirleştirdiği ülküsel-gerçek ayrımlarını gündemde
tutmak için ne denli özenli iseler, Mutlak Özgürlükçü
estetikler (Bu terim, yararlı bir uzlaşıdan başka bir şey
değildir) de o denli onaylayıcıdırlar. Arzuyu özgürlüğüne
kavuşturarak öznelliğin boyunduruğunu kırarlar ve içkinlikteki
sonsuz olasılıkların dansını açarlar. Yaratıcılığın bu
“Kısıtlamasız Estetikler”i genellikle Spinozacılık’tan
etkilenmişlerdir ve günümüz estetiğinin güçlü bir kolunu
oluştururlar.
Mikel
Dufrenne, evrimde
her dem gerçek, gücünden taşan Doğa kavramını ve
insanoğlunun
onunla
iletişim kurabildiği yabanıl algı fikirlerini önererek,
kendini doğal olarak Arzu’nun onaylayıcı estetiğini, hür
düşsel’i destekleme durumunda bulmuştur. Doğa, Esin, İçtenlik,
yani sanat kurumunun yaratıcılık hazcılığının, ütopyacı
uygulamaların yeniden tartışmaya açılması. Modern Sanat bize
şu dersi vermek durumundadır: “Bayram: Bu, hiç kuşkusuz çağdaş
sanata çekicilik kazandıran kutuplardan birisidir... Halk
oyuna girmek, şölene katılmak ister.” Olay, günlük hayatın
içinde ona mutluluk, düşlem (fantezi), biraz da çılgınlık
katmak için esere yeğlenir. Sanat da giderek
kurumsallaşmışlığıyla kendi kendine karşı çıkma eğilimindedir.
Happening’, Şölen, Hareketli Sanat, Lirik Soyutlama, Pop
Konserleri, Body Art gibi tüm etkinlikler sanatın kendini
gösterme geleneğine sahip olduğu kuramsal ve uzaysal mekanı
sürekli değiştirdikleri bağlamda
ütopiktirler.
Nesnelerin
birer mimesis’i gibi, estetikler de yerlerinden olmaktadır.
Sanat hakkında yazılmış, türlerin bölmelerini kaldıran,
estetiğe can veren ve yaşamı güzelleştiren, orada burada
yaratıcılık ateşlerini yakan, ufuklara yer değiştirten,
zihinsel alışkanlıklara kısa devre yaptırtan, yeni sanatsal
mekanlar öneren sayısız eseri bir
düşününüz.
Ne var ki
kimileri yine de “Sanat Hakkında Kuram”ın böylelikle bir biçim
bilimi, bir müsbet bilim haline dönüştürülemeyeceğini öne
sürebilirler. Gerçekten de sözkonusu olan canlandırma
sistemlerinden çok yaratıcılık matrisleridir. ‘Sanat
kavramının tanımından çok, gelişimidir. Sanatsal öz ve
ideallerinin korunmasından çok, (Marcuse’un ifadesiyle)
yücelmeden mutluca bir arınmadır.
Bu
hareket ancak sanat hakkında bir “gerçek” açıkladığını ve
sistematik bır estetik oluşturduğunu ileri süren geleneksel
kuramsal etkinliğin reddi ile mümkündür. Özellikle Erk’ın
devamlılığını sağlayan biçim olarak kuramsallığın bu şekilde
terk edilmesi, J. F. Lyotard tarafından
önerilmiştir. Ona göre “Gerçek ve belki de Doğru bile, komik
ve üzücü gibi, lafla sağlanan düyguların nesneleridirler ve
güçlerini buluşa borçludurlar”. Bu fikir Nietzsche’de de
vardır: “Gerçekler Dünyası”, dilsel malzemeyle yaratılmış bir
kurgudur ve müsbet bilimler, “Yetenekli diller”in başarılı
kandırmacalarıdır. Buna göre kuramsal etkinliğin sanatsal
etkinlikten farkı, bir estetik kategorinin bir diğer estetik
kategoriden farkı kadar olmak durumundadır. Düşüncenin kendisi
bir sanat türü olduğuna göre, sanat nasıl
düşünülebilir?
Duyguyu,
kendisini taşımak durumunda olan mükemmel sanatın, edebiyatın
içinde aramaya dahi artık gerek yoktur. Gilles Deleuze ile Felix Guattari, Anti Oedipus’da şöyle
yazmışlardı:
“
Biçem, daha doğrusu biçemsızlik, dizimsizlik,
gramersızlik işte budur. Dilin söyledikleriyle ve
kendisini anlaşılır kılanlarla değil de akar, çağlar,
patlar kılanlarla tanımlandığı an – Arzu…” Çünkü
edebiyat tam tamına şizofreniye benzer. Bir amaç değil
bir süreçtir. Bir ifade değil bir üretimdir.”
|
Bu konuda
aynı yazarların özellikle Bin tepsi gibi yeni eserlerinin, tam
anlamıyla bir estetik oluşturmasalar da, günümüzde her düzeyde
yaratıcılığın nasıl yaşandığını birçok başka eserden daha iyi
belirttiklerini de kaydedelim. Tarih’in sürat kazanması,
üretici güçlerdeki patlama, imgelerdeki kırılma: Duygu
zamandan soyutlanmıştır, zaman artık duygudan
yoksundur.
Yarının
estetiğini tahmin etmeye çalışmak boşuna olur. Gerçekte yan
yana gelişen estetiklerden sözetmek daha doğrudur, çünkü her
biri belirli bir akımı, çağının bir olanağını temsil
etmektedir ve her biri kendi geleceğine gebedir.
Estetik
bilimden giderek daha fazla yararlanırsa, yarın bilimin
statüsü ve işlevi ne olacaktır?
İdealizme
ya da eleştirel konumlara sığınırsa hangi yabanlıktan
kurtulmaya çalışacaktır?
Bin
parçaya bölünüp bin yöne dağılarak mutlak özgürlükçü bir
biçimde kendini her türlü kısıtlamadan uzak arzu ederse yarın
sokak “Sanat”ı, “günlük” güzellikler ve fanteziler nasıl
yaşanacaktır?
Öte
yandan eğer “ değişken ve kararsız” yapısıyla estetik her yöne
aynı anda akmayı sürdürürse, hatta bunu bile aşarsa bu,
Tarih’i sürdürebilmek, dünyanın habersiz oyununun
oynanabilmesini sağlamak ve böylece kendi öz nesnesine, sanata
daha sadık kalmak için olmayacak mıdır?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder