İ

İçkin(lik)

 [İng.  immanent/immanence- Fr. immanent/immanence, Alm. immanent/immanenz, es.t. mündemiç]

Aşkın’ın, ötesinde ya da dışında olmanın karşıtı; bir şeyin içerisinde olma, bir şeye “içkin” olma, o şeyin kendisi dışındaki bir ilkeye bağlı olmama. Felsefede içkinlik ile aşkınlık üzerine yürütülen tartışmaların kökleri Platon ile Aristoteles’e dek uzanır. Formları nesneler dünyasının üzerinde “doğa üstü” bir dünyaya yerleştiren Platon’a karşı, biçim ile maddenin birbirlerinden ayrılamayacak denli içiçe geçmiş olduklarını savunan Aristoteles, “İlk Devindirici” dışında hiçbir formun (biçimin) bütünüyle maddeden bağımsız ayrı bir varlığı bulunamayacağını, formun her durumda maddelere içkin bir varlık taşımak zorunda olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre bir şeyin “biçim”i o şeyin yöneldiği “içkin erek”tir; başka bir deyişle her varlık, Aristoteles’in içkin neden adım verdiği biçimiyle, kendi varlık sebebini içinde taşır. 

Tanrıbilimde ise klasik tektanrıcılıkta Tanrı yarattığı dünyanın bir parçası olarak değil, onun ötesinde ve ondan bağımsız aşkın bir varlık olarak görülürken, çoktanrıcı geleneklerde, özellikle kimi zaman içkinlik de denilen “tümtanrıcılık”ta Tanrı doğaya içkin bir varlık olarak düşünülür. Bunlardan başka bir yapılan ya da kuramın ona dışsal çerçevelerle karşılaştırılarak eleştirilmesi yerine kendi içindeki öncüllerden yola çıkarak eleştirilmesine de içkin eleştiri denir.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

İçrek

[İng. esoterik, Fr. ésotérique, Alm. Esoterisch, es.t.bâtıni

 “Dışrak” karşıtı olarak kökeni ilkçağ Yunan felsefe okullarına, özellikle de Aristoteles’in Lykeion’una dek uzanan; dışarıya kapalı, yalnızca belli bir insan topluluğuna, belli bir okulun ya da grubun üyelerine açık olan bilgi ya da öğrenen nitelemek için kullanılan terim. Bu anlamda “içrekçilik” (esoterizm) ise bilginin her önüne gelene sunulamayacağını, yalnızca belli bir azınlığa ya da seçkin insanlara iletilebileceğini savunan öğretiye karşılık gelir.

Aslında Aristoteles’in kendi yapıtıyla ilgili olarak yaptığı içrek/dışrak bölümlemesinin, bilgiye erişilebilirlik bağlamında sonradan gidilen seçkinler/sıradan insanlar ayrımıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Aristoteles bu terim ikilisini daha çok teknik olan/teknik olmayan bilgiler ya da öğretiler ayrımıyla “anlaşılabilirlik” bazında temellendirmiştir. Sonraları, sözgelimi Pythagoras gibi filozofların gizli öğretilerini yalnızca kimi seçme tilmizlerine öğretiyor olmasından yola çıkılarak “içrek” terimi anlam kaymasına uğratılmıştır.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

 İdea

 [İng. idea, Fr. idée, Alm. idee, Yun. İdea]

Genel olarak, bilinçli düşüncenin içeriği, düşüncenin yöneldiği nesne. Türkçe’de kimileyin ide kavramıyla da karşılanan  bu anlamıyla Platon’un Idealar Kuramı’ndaki kullanımının dışında düşünce(fikir)  “tasarım” (tasavvur), ‘kavram” (mevhum) gibi sözcüklere karşılık gelen “idea” kavramı, felsefe tarihi boyunca birbirleriyle ilişkili de olsa birçok farklı anlamda kullanılmıştır.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

 İkili karşıtlık(lar) / karşıt ikilik(ler)

[ binay qşssitio Fr. op bi ,ıairn Mm. bind oppoüıionl

Birbirlerini bütünüyle dışlayan terimler ya da kavramlar arasında bulunan, hiçbir koşulda ortadan kaldırılması olanaklı olmayan karşıtlık durumu. Bütün bir Batı felsefesine, Batı dilleri başta olmak üzere pek çok farkla dilin içine işlediği düşünülen, salt birbirlerine karşılıklarıyla birbirlerinden ayırt edilen ikili terimler. Belli bir göstergeler dizgesinde herhangi bir özelliğin varlığı ile yokluğunu ya da birbirine karşıt öğelerle belirlenen kavram karşıtlığına anlatan yapısalcı dilbilimin çözümlerinde sıkça başvurulan temel ilke.

Post-yapısalcılıkta, her bakımdan dil ile düşünceye temel oluşturmasına bağlı olarak, bir an önce çökertilerek kendisinden kurtulunması ya da en azından kendisini bütünüyle erkisiz kılacak yeni bir dil ile düşünme kipine geçilmesi gerektiği savunulan karşıtlıklar düzeni.

İkili karşıtlıklar ilkesinegöre, dil kendi içinde “yin/yang”, “doğru/yanlış”, “siyah/beyaz”, “aydınlık/karanlık”, “eril/ dişil”, “yukarısı/aşağısı” gibi, felsefi bakımdan kimi canalıcı önemde kimi ikincil önemde sayısız ikili karşıtlık barındırmaktadır. Terimin felsefi bir değer kazanması daha çok XX. yüzyılın sonlarıa doğru gerçekleşmiş olmakla birlikte, daha yüzyılın ilk yarısının ortalarındayken ikili karşıtlık ilkesinin yapısalcılık ile yapısalcı yönelimli toplum bilimleri çalışmalarında son derece kilit bir konuma geldiği görülmektedir.

Nitekim ilk olarak yapasalcı dilbilimin kurucusu Isviçreli Ferdinand de Saussure, ölümünden sonra yayımlanan Genel Dilbilim Dersleri’nde (1916) ortaya koyduğu kurum çerçevesinde ikilikarşıtlık ilkesini incelemiştir. Öte yanda bir başka önemli yapısalcı Lévi-Strauss, yapısalcı bir kavram olarak tanımladığı ikili karşıtlık düşüncesini insanbilim bağlamına taşıyarak, “doğa/kültür”, “çiğ/pişmiş”, “yenebilir/yenemez” türünden karşıt ikiliklerin söylenbilgisi düşüncesindeki izlerini belirginleştirmeye de ayrı bir özen göstermiştir. Daha sonra bu incelemenin özellikle dilin ilişkisel özellikleri doğrultusundaki vargıları, yalnızca yapısalcılar üzerinde değil post-yapısalclığın gelişimi üzerinde de bir hayli etkili olmuştur.

Saussure’ün dilbilimi bütün dilin ikili karşıtlıklarca düzenlendiğini bildirirken, Derrida’nın yapısökümcü düşüncesi bütün Batı dillerine kök salmış bu tür karşıtlıkların oynaklığı üstünde durmaktadır. Saussure’e göre, göstergeler ve sözcüklerin anlamları bütünüyle kendilerinin karşıt olan göstergeler ve sözcüklerle belirlenmektedir. Bu bağlamda, ikilikler üstüne kurulu olarak işleyen bir dil dizgesinde “siyah ile beyaz” ya da “kadın ile erkek” gibi birbirini kesin çizgilerle dışlayan sayısız karşıt ikili(k)ler bulunmaktadır. Ancak bunlar her durumda ait oldukları dizgenin ayrılmaz bileşenleridirler.

Sözgelimi, siyah ile beyaz sözcüklerinde dile gelen ikili karşıtlık ait olduğu renk dizgesinin, dolayısıyla da tek tek öteki bütün renklerin belirleyici öğesidir. Bu söylemenden de anlaşılacağı üzere, yapısalcı dilbilim çözümlemesi ikili karşıtlk tasarımını yalnızca sözcükler ya da kavramlar düzeyinde değil, ele alınan metnin uzlaşımları ile kodları doğrultusunda da kullanmaktadır.

 Yine Sausıure’ün dil-düşüncesine göre, ikili karşıtlıkların hemen bütünü doğal karşıtlıklar olmayıp kültürel yapıntılardır. Ait oldukları anlamlandırma dizgesinin toplumsal ürünleri oldukları gibi, belli bir dil topluluğunda yaşayan insanların anlam dünyalarının kurulmasında da temel yapıtaşları olma konumundadırlar, öyle ki bütün söylemler, anlatıların bu tür ikili karşıtlıklar üzerinden giderek dillendirmekte, kimi ideolojik kimi ideolojik olmayan işlevlerini onlar aracılığıyla gerçekleştirmektedirler.

Bir başka dilbilimci Roman Jakobson, geliştirdiği sesbilim kuramında ‘karşıt özellikler” kavramını kullanarak aynı konuya bir başka pencereden yaklaşmaktadır. Buna göre herhangi bir sesbirimde (phoneme) sesin” bulunuş”una karşılık gelen sesliler ile sesin “ bulunmayış”ına karşılık gelen sessizler karşıt ikilikler oluştur maktadırlar.

Öte yanda, ikili karşıtlık kavramı üstüne büyük tartışmaların yaşandığı post yapısalcılık ile yapısökümcülük çerçevelerinde, “buradalık” ve “şimdilik” tasarımlarına dayalı bir “bulunuş metafiziği üstüne kurulu olması nedeniyle, her türden kavramsal karşıtlıklar büyük eleştirilere maruz kalmakta, çoğunlukla da dolaysız aşkın bir kendilik uzamına duyulan yersiz bir özlemin doğal bir uzantısı olarak  görülmektedirler. Tam bu noktada Derrida, Insan Bilimlerinin Söyleminde Yapı, Gösterge, Oyun (1966) başlıklı yapıtında, Lévi-Strauss’un söylen yorumunda önü alınmaz bir istekle öz arayışında olmasını eleştirerek, ikili karşıtlıkların her durumda değişmez, sağlam, şaşmaz bir kesinlikte olduğu düşünülen belli bir anlamlandırma düzeninin bulunduğu varsayımı üstüne kurulduklarını belirtmektedir. Açıkça görüleceği üzere, yapısalcılıkta dilin ikili karşıtlıklar mantığının dengeli ve dizgeli bir yapı sergilediği düşünülürken, genelde post-yapısalcı, daha özeldeyse yapısökümcü yaklaşıma göre ikili karşıtlıklar dengesiz ve oynak olmaları bir yana, Arşimet noktası işlevi görecek belli bir aşkın merkezden ya da dolaysız varlık alanından da yoksundurlar. Nitekim bu bağlamda Derrida, dilin içine işlemiş bu oynaklığı kavramsal karşıtlıklardaki oyun öğesiyle tanıtlama yoluna girmektedir.

Derrida’ya göre, genelde dil, daha özeldeyse metinler dünya üzerine yapılan düşünmeyle oluşmazlar. Konuşulan dil, yazılan metin her koşulda dünyayı anlayışımızı, olayları yorumlayışımızı, şeylere bakışımızı yapılandırmaktadır. Bu bağlamda Heidegger’ın izinden yürüyen Derrida, insanın dili konuşmadığını dilin insanı konuştuğunu, dolayısıyla da bizim dili biçimlendirmediğimizi tam tersine konuştuğumuz dilin bizi biçimlendirdiğini düşünmektedir.

Buna göre, Batı felsefesi tarihinin “iyi/kötü”, “madde/zihin”, “konuşma/yazı” gibi kilit konumdaki karşıtlıklar üstüne yapılandığını ileri süren Derrida, söz konusu karşıtlıkların oldum olası sıradüzenli bir yolla tanımlandıklarını, karşıtlıkta yer alan ikinci terimlerin ya da kavramların birincinin bozulmuş hali olarak tasarlandıklarını, buna bağlı olarak da hiçbir zaman için bu kavram ikiliklerinin “eşit karşıtlar” olarak alımlanmadıklarını vurgulamaktadır. Varolan bütün metinlerin, doğrulukları baştan sorgulanmaksızın genelgeçer biçimde kabul edilmiş bu tür karşıtlıklarla ağzına dek dolu olduğunu, bu yüzden eldeki bütün metinlerin, dillerinde örtük biçimde yer alan kavramsal sıradüzenlere yönelik bir farkındalıkla yeni baştan yorumlanabileceklerinin altını çizmektedir. Böyle bir durum karşısında yorumlama sürecine en son noktanın konmasını olanaklı kılacak, şaşmaz kesinlikte doğru diye bir dayanak olmadığı gibi, bu dayanağa yaslanan doğru yorum diye birşeyin varlığından da söz etmek olanaksızdır.

Nitekim bütün metinler de doğaları gereği bir “ayrım” sergilemektedirler; alabildiğine değişik yorumlara, olanca çokluklarıyla farklı anlamalara açıktırlar Anlam metne yerleşmiş ya da yerleştirilmiş bir şey değil, bütünüyle metinden saçılıp yayılan bir şeydir. Adına “metinsellik” denen olanaklı anlamlar örgüsü dışında, metnin metinselliğinin dışında nesnellik diye ayak basılabilecek ayrıca bir anlam alanı yoktur. Derrida’nın bu görüşlerinin en önemli sonuçlarından birisi, “metinsel çözümleme” diye adlandırılan kesin anlamlara ya da doğru anlamalara varma uğraşısının, ulaşması olanaksız bir ülküselleştirme olmaktan öte bir değerinin bulunmayışını tanıtlamasıdır. Öyle ki birbiriyle çelişen, yarışan, çatışan yorumların olmasından daha doğal bir şey yoktur; dolayısıyla da çeşitli biçimlerde karşı karşıya ya da yan yana gelen yorumların geçerliliklerinin saptanıp değerlendirilebileceği yorumdışı, her anlamda yorumlamadan bağımsız metin olanaklarının varlığından da söz edilemez. 

Yapısökümcülüğün gözünde ikili karşıtlıklarla düşünme, kategorilerin kesin çizgilerle birbirlerinden ayrıldığı, bulanıklığa ya da belirsizliğe hiçbir yaşam hakkının tanınmadığı, her şeyin siyah ya da beyaz olduğu ve gri diye üçüncü bir ara rengin renk olarak görülmediği bir düşünmedir.  O nedenle yapısökümcü adımlar, her türden karşıt ikiliklerin temellerini güçsüzleştirip altlarını oymak gibi son derece güç bir amacı gerçekleştirebilmek için kılı kırk yaran bir özenle atılmaktadırlar. Bu bağlamda yapısökümcü okuma Batı felsefesinin üstünü örten karşıt ikilikler çatısını çökertmek için önce ele aldığı metnin ikili karşıtlıklar düzenini ortaya sermekte, sonra metnin kendisine karşı işleyen açmazları ile çelişkilerini göstermekte, derken karşıt ikiliklerin gerisinde yatan varsayımları tersyüz ederek başta ikili karşıtlıklar yapısı olmak üzere metnin bütün bir yapısını sökmektedir. 
Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

İktidar-bilgi

Fransız post-yapısalcı düşünür Michel Foucault’nun, bilimsel araştırmaların her durumda yansız, nesnel, en önemlisi de “siyasetüstü” bir konumda olduklarını ileri süren “bilimcilik” ya da “olguculuk” anlayışlarına karşı geliştirdiği, her betimlemenin zorunlu olarak betimlediğini düzenlediği gerçeğini dile getiren felsefe ilişkilendirmesi ya da savunusu.

Bu bağlamda Marxçı öğretide yer alan özgürleşimci bilgi tasarımına da bütünüyle karşı çıkan Foucault, bilgide içerimlenen doğruluk rejimlerinin iktidar rejimlerinden ayrılamaz olduğunu ileri sürmektedir. Foucault’nun iktidar-bilgi ikiliğine ilişkin verdiği çözümlemede, iktidar her durumda bilgiye gerek duyarken, buna karşı bilgi iktidara yaptığı katkılarla kendi varlık nedeni olan siyasal iktidarı koruma altına alır. Foucault iktidar-bilgi tasarımını “bütün bilgi isteklerinin temelinde hep daha güçlü olma isteği yatmaktadır” biçiminde özetlenebilecek Nietzsche’nin erk istenci tasarımından esinlenerek temellendirmiştir.

 Bilgi, daha açık bir deyişle insanların davranışlarının nasıl ve hangi yollarla etkilenebileceğinin bilgisi, her durumda iktidar ilişkileri ağını denetleyip düzene koymanın başkoşuludur. Foucault’nun gözünde, günümüzde birbirinden ayrılamayacak denli iç içe geçmiş olan iktidar ile bilgi arasındaki ilişkiyi görmenin en iyi yolu, toplum mühendisliği ile ruhbilim başta olmak üzere toplum bilimlerinin değişik alanlarında geliştirilmiş yeni tekniklere bakmaktan geçmektedir. Buna göre, her bilimsel betimleme ister istemez bu yanıltılı bakışla yapılanmakta, betimlemede kullanılan terimlerin kendileri de iktidar ilişkilerini yansıtmaktadır. Bu bağlamda söylemler yalnız, nesnel, bilimsel konumda bulunduklarını, konunun uzmanı olduklarını vurgulayarak hep kendi iktidarlarını pekiştiren hukukçu, profesör, bilimadamı gibi kimliklerce kullanılarak, modern devlet aygıtının gereksinim duyduğu belli türden iktidar ilişkilerini destekleyip güçlendirmektedir. Bir başka deyişle, Foucault için bilmek olanca karmaşıklığıyla devinen iktidar ağına şurasından ya da burasından katılıyor olmak anlamına gelmektedir.

 İlinekçik

Evrendeki olayların rastlantısal olduğunu, bu yüzden olayların akışının önceden bilinemeyeceğini ya da nedensel olarak açıklanamayacağını savunan görüş: “rastlantıcılık”. Batı felsefesinde kökleri Epikurosçuluğa kadar uzanan rastlantıcılığa iyi bir örnek oluşturan Doğu’dan bir felsefe öğretisi için bkz. Carvaka Okulu.

2. Bireyleşim kuramlarında ise ilinekçilik, bireyleri/tekilleri birbirinden ayırt etme de ilineksel niteliklerin kullanılabileceğini savunan görüşlere verilen ortak addır. Felsefe tarihinde kökleri ortaçağdaki tümeller tartışmasına dek uzanan bu yön deki ilinekçiliğe iyi bir örnek oluşturan Champeauxlu Guillaume, adcılığa karşı ortaya koyduğu aşırı gerçekçi anlayışta, bir insan ya da bir türün kendisi altında toplanan üyelerle aynı şey olduğunu, aynı türün bireylerinin birbirlerinden ilineksel nitelikleriyle, aynı cins altındaki türlerin de birbirlerinden o cinse eklenen ilineksel formlarla ayrıldıklarını öne sürer. Buna göre belli bir türün bireylerini birbirinden ayıran karşılıklı farklılıkları o türe; belli bir einsin altındaki türleri yaratan birbirlerine karşıt farklılıklar da n cinse ilinekseldir. Guillaume’m oğrencisi ve görüşlerinin en büyük eleştiricisi olan Petrus Abelardus’a göreyse bu görüş, birbirleriyle bütünüyle karşıtlık içindeki iki niteliğin aynı anda bir ve aynı şey içinde yer alamayacakları yollu ilkeyi çiğnediğinden mantıksal olarak geçersidir.

İmgelem
[Alm. Einbildungskraft]
[Fr., İng. imagination]
[Lat. imaginatio]
[Yun. phantasia ]
[es. t. muhayyile]:

1- Bir nesneyi, o nesne (karşımızda) olmaksızın tasarımlama yetisi. //

İmgelem:
a. Yaratıcı olabilir, tasarımı kendisi yaratır.
b. Yansıtıcı olabilir, anlakta önceden bulunan tasarımları anımsar.

2- (Kant'ta) Görü ile düşünme, duyarlık ile anlık arasındaki gerçek aracı; görüdeki çokluğu bir tasarım durumuna getiren, böylelikle de her bilgiyi olanaklı kılan önsel koşul.


İnsanbiçimcilik

 [İng. anthropomorphism; Fr. anthropomorphism,  Alm. anthropomorphismus-, es’ t. müşebbihe]

Eski Yunancada “insan” anlamına gelen anthropos ile <‘biçim”, “şekil” anlamındaki morphe'den türetilmiş terim. İnsana özgü niteliklerin, insanı insan yapan ayırıcı özelliklerin, insan dışındaki varlıklara, özellikle de Tanrı’ya ya da tanrısal varlıklara yüklenmesi; insanın kendi dışındaki “başka” bir varlığı tanımlama, açıklama ve yorumlama sürecinde, bir başka deyişle onu anlamlandırma işleminde yalnızca insana özgü kavramlarla iş görmesi.

Yunan tragedyalarında kullanıldığı biçimiyle dinsel insanbiçimciliğe, tanrıların “insan şekline bürünmüş, her şeye gücü yeren varlıklar” olarak betimlenmesine Karşı ilk kayde değer eleştiriyi Elea Okulu filozoflarından Ksenophanes yapmıştır.

 İnsanbilim

 ( anthropology; Fr. anthropologie Am. anthrspologie; es.t. ilm-ül-beşer, beşeriyyat)
Yunanca’da ‘insan” anlamına gelen anthropos ile “bilim’ anlamındaki logos’tan türetilmiş terim. En geniş anlamıyla, insanın doğal tarihini inceleyen; insanın fiziksel, toplumsal, kül türel ve dilsel gelişim çizgisini araştıran bilim dalı.

İnsanbilim bir yandan insanın kökenini, evrimini konu edindiğinden doğa bilimleriyle işbirliğine giderken, bir yan dan da insanın toplumsal ve kültürel yönlerini incelediğinden insan bilimleri ile toplum bilimlerine sıkı sıkıya bağlıdır.

Felsefenin bir kolu olarak insanbilim felsefesi ise insanbilimin ortaya koyduğu tanımları, ürettiği kavramları gözden geçirir; öne sürdüğü savların nesnelliğini, sunduğu açıklamaların doğruluğunu sorgular.

İnsan-ı, kamil (Ar.)

Arapça’da “yetkin insan” anlamına gelen bu terim İslam felsefesinde mutasavvıfların ortaya koyduğu “Tanrı’da yok olma” (fena-fi-llah) tasarımında insanın varacağı son aşamayı nitelemek için kullanılmıştır. Vahdet-i vücüd (“varlığın birliği’) öğretisine dayalı fena (“yok olma”) tasarımına göre insanın amacı Tanrı’yla “bir olmak”, beşeri varlığını Tanrı’nın aşkın varlığında eritmektir.

 Bu üç aşamalı sürecin birinci aşamasında Tanrı’nın mutlak iradesi karşısında kendi istencini yitiren insan ikinci aşamaya geçtiğinde Tanrı ile arasında hiçbir engel kalmaz. Son aşamada ise inanmış kişi Tanrı sevgisiyle kendinden geçer ve içinde yaşadığı gerçekliği başka bir gözle görür. Bu aşamada ortaya çıkan insan-ı, Kamil kendi istencinden sıyrılmış, istek ve arzularından arınarak tinsel olgunluğa erişmiş insanı ifade eder. Saltık Tanrı’nın insanda ortaya çıkarak yeniden kendine dönmesi olarak da değerlendirilen insan-ı kamil  bu bakımdan tanrısal nitelikleri de kendinde taşımaktadır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder