Fizikselcilik
Birleşik bilim dilinin yalnızca maddi, fiziksel şeylere göndermede bulunması ve bütün temel yüklemlerinin fiziksel olması gerektiğini savunan görüş; zihinsel ve kültürel görüngülere ilişkin önermeler de dahil olmak üzere bütün anlamlı önemelerin ilkece doğrulanabilir fiziksel nesne ve süreçletden oluşan fızik diline aktarılabileceğini savunan öğreti.
Mantıkçı olgucuların bütün bilimlerin fiziğe indirgenebileceği, yani herhangi bir bilim dalının yasalarının fıziğin yasalarından uygun bir biçimde türetilebileceği görüşüne dayali olarak 1930'larda ortaya attığı "fızikselcilik" , bütün bilimsel önermelerin fıziksel nesnelere ilişkin önermelere dönüştürülebilir olması gerektiğini savunur.
Maddecilik bağlamında da fizikselcilik, her şeyin fizik biliminin temel kabul ettiği kendiliklerden oluştuğu ve temel fıziksel kendilikleri yönetenlerden bağımsız düzenlilikler ve yasalar bulunmadığı varsayımı üzerine kurulu modern bir maddecilik uyarlamasıdır.
Otto Neutath gibi Viyana Çevresi düşünürleri tarafından geliştirilen fızikselcilik görüşü, zihin felsefesinde de "zihin-beyin özdeşliği" olarak bilinen ve Herbert Feigl ile J J. C. Smart tarafından geliştirilen zihinsel durumlarla olayları sinirsel-fıziksel durumlar ve olaylarla özdeşleştiren "zihinsel şeyler gerçekte fızikseldir" yollu öğretinin dayanak noktasını oluşturur.
Viyana Çevresi'nin kurucularından Otto Neurath, "radikal fızikselcilik" olarak anılan görüşünü, Aydınlanma'dan beri güdülen "bilimin birliği" ülküsü çerçevesinde, tek bir bilimsel dil oluşturarak kişilerarası anlaşma olanağını en üst düzeye çıkarmak amacıyla ortaya atmıştır. Bu bağlamda Neurath'ın fızikselciliği farklı bilimlerin dillerinin arzu edilir bir bireşimini vaat eden dilsel bir öğretidir..
Bu görüş, Viyana Çevresi düşünürlerinin bilginin temellerini yalin ve yorumlanmamış duyu deneyimlerinde aramak yerine fızikselci ve bütüncü bir bilgikuramına yönelmelerini sağlamıştır. Bütün bilimsel önermelerin -fızik alanıyla sınırh kalmadan- zaman ve uzam bağlamında yer alan maddi şeyler üzerinden ifade edilmesi gerektiğini savunan bu fızikselcifik anlayışı, birleşik bilim ülküsüne dayalı bu yöntemin yeterli bilimsel ölçüleri sağlayan her türden araştırmada kullanılabileceğini savlar.
Bu biçimde ifade edilen bilimsel önermelerse, "gerçeklik"le değil, ancak kendileri gibi önermelerle karşılaştırılarak doğrulanabilir. Bu bağlamda sıkı bir "dilsel deneycilik" anlayışım savunan Neutath'a göre, dilin dışına çıkılarak Popper gibi gerçekliğe ya da Carnap gibi kişisel/öznel (görüngüsel) deneyimlere başvurmak olanaksızdır.
Başlarda indirgemeci bir arılayış olan fizikselciliğe yöneltilen eleştiriler karşısında 1970'lerden itibaren fızikselciliğin indirgemeci olmayan uyarlamaları geliştirilmeye başlanmıştır.
Bunlara göre varolan her şeyin fiziksel olduğunu iddia etmek, tüm anlamli önermeleri fıziksel dile dönüştürmenin olanaklı olduğunu iddia etmek değildir. Bu görüşün zihin felsefesindeki karşıliğı zihinsel özellikler fıziksel özellikler tarafından belirlenseler de onlara indirgenemezler görüşüdür.
Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları
1930-31 yıllarında, Erkenntis (Bilgi) dergisinin ilk cildi yayınlandı. Editörlüğünü R. Carnap ve H. Reichenbach ’ın üstlendikleri dergi bizim akımımızın başlıca sözcüsü oldu. Derginin ilk sayısı Schlick'in kaleme aldığı «Felsefede Dönüm Noktası» ile başlıyordu: Bu yeni akımdaki iyimserliğin derginin de anahtarı haline geldiğini söylemek için oradan şu satırları aktarıyorum. Schlick şöyle diyordu:
“Felsefede her yönüyle keskin bir dönemecin ortasında bulunduğumuz kanısındayım. Sistemler arasındaki kısır çekişmelere sonu gelmiş gözüyle bakabilirim. Bizim çağımız artık bu tür çekişmeleri gereksiz kılan yöntemlere sahiptir. İş artık bu yöntemleri kararlılıkla uygulamaya kalıyor.”
Schlick aynı yıl (1930) yayınladığı “Kişisel Yaşantı, Bilgi, Metafizik” adlı makalesinde şöyle diyordu:
“Varlıkların bilgisi ilk olarak özel bilimlerin kendi yöntemleriyle elde edilmektedir. Varlığın bunun dışındaki her hangi bir yöntemle bilgisini edinmek boşuna laftır. Metafiziğin hiç bir olanağı yoktur, çünkü metafiziğin amaçları kendi aralarında birbiriyle çelişmektedir.
Eğer metafizikçilerin kişisel yaşantıya özlemleri varsa bunu şiirle, sanatla yapabilirler. Bu özlemlerini yaşamın kendisiyle giderebilirler. Ama transandant(aşkın) olan şeyleri kişisel olarak yaşamaya, denemeye girişmek istediklerinde yaşamla bilgiyi birbirine karıştırırlar, yaptıkları iş hayâlet kovalamaktır.”
Schlick'e göre, Bilgi, dünyadaki olguları birebir olarak gösteren bir simgeler sistemi inşa etmektir, kişisel yaşantıdan temelden farklı oluşu da bu nedenledir. .
Bu pek iyimser tutum ruhbilimsel açıdan ancak bir dönemeçte yaşanabilen bir duygudur. Bir arabayı çok hızlı sürebilirsiniz hızını değiştirmediğiniz sürece hiç bir şey fark etmeziniz. Ama bir dönemece girdiğinizde ya da ivme değiştiği zaman büyük bir tepkiyle karşılaşırsınız.
Mantıksal Pozitivist Akım bugün artık o kadar göze batmıyor. Ama felsefede bir dönüm noktası oluşturduğu bellidir. Bu felsefe sonraları yeni, üstelik düz bir yol tutturdu. Burada, mantıksal pozitivizm diye anılan akımın yandaşı sayamayacağımız bir filozofun C.West Churchman 'den şu alıntıyı yapmak isterim.
“Pozitivist akımın. sorgulama biçimlerini sağlıklı biçimde ele aldığına hemen hcmen kimsenin kuşkusu yok, düşünce akımlarını birbirinden kesin çizgilerle ayırdı. Ve de- neysel yöntem yandaşlarının reaksiyoner akımlara karşı mücadele verebilecekleri bir zemin yarattı. Bugün pozitivizm öncesi görüşlere geri dönmek artık bilim-öncesi görüşlere dönmek demek oluyor. Demokrat görüşlü birinin gözünde tanrının tartışılmaz gücünü savunan bir reaksiyoner anlamına geliyor bu tutum.”
Metafiziği bir anlamda temize çıkarmaya çalışan F S. C. Northrop 'un son kitabında da buna benzer bir tutumla karşı karşıyayız. Kendisi, bütün yazılarında daima en bağımsız çizgiyi tutturmuş, bilimin temellerine olduğu kadar bilim felsefesi ile kültürel ortam arasındaki karşılıklı bağımlılığa da dikkatleri çekmiş bir yazardır ve şöyle yazmaktadır:
Gerçekten de, mantıksal pozitivizmin tarihçesine bakarsak, «bilimsel dünya anlayışı»nın bu durumu hep koruduğunu görürüz. Hele Schlick 'in «Uzay ve Zaman»da yakındığı tutumu düşünürsek bu daha iyi belli oluyor. Bilimsel kavramları, onların tümdengelim yoluyla özgül biçimde formüllendirilmiş`bir teorinin postülatlarında bilim adamlarınca verilmiş tanımlarını bir yana bıraksak bile, mantıksal pozitivizm ana amacına ulaşmış. gözüküyor. Mantıksal pozitivistler'in amaçladıkları «operasyonlarla sınama veya doğrulama hedefine her şeye rağmen varılabiliyor. Çağdaş mantıksal pozitivistlerin artık bu duruma geldiklerini gösteren bir çok kanıt var.
Mantıkçı pozitivizmin çizdiği dönemecin ne kadar keskin olduğunu kestirmek içiıı onu, gelenekçi felsefe görüşleri arasında gerek espri gerekse zaman bakımından kendine en yakın düşeni karşılaştırmak yararlı olur. Bu karşılaştırma için H.Vaihinger’in «Sanki Felsefe»sini seçiyorum Zamanında geniş yankılar uyandıran bu kitap, Geleneksel felsefe’nin veni-Kantçılar tarafından parçalanması diyebileceğim akımın tipik bir örneğidir. Vaihinger, fizikte (noktasal kitle ile özdeş tuttuğu) atom kavramının, mantıksal bakımdan kendisiyle çelişse bile, aslında yararlı bir uyduruk kavram olduğunu göstermeye çalışıyor ve diyor ki:
Hem uzaygenliği (uzayda-yayılabilirliği Y.Ö.] olmayacak. hem de kuvvet sahibi bir töz olacak... Böyle bir şey' kendisine bir anlam yüklemenin olanağı olmayan tözcüklerin kombinasyonundan başka ne olabilir ki... Ancak «basit atomlar»ın maddesel bir şey olması gerektiği halde bunlar yine fiilî birer nesne değildir. Buna rağmen, fıziksel kurgular yapabilmesi için fizikçinin atomlara ihtiyacı var. Peki, nasıl çözeceğiz bu çelişkiyi? Bilimi bu ikilemden nasıl kurtaracağız?
Vaihinger, bilimde fiilen kullanılmakta olan yöntem, diyor: Atomlardan, amaç onlara hiç bir anlam yüklemeden konuşmaktan başka bir şey değil... Bu kavrayıştaki bir yöntem hiç kuşkusuz pek rahat bir yöntem, ama yöntemin nesnel dünyada metafizik açıdan
geçerli olup olmadığı sorusu havada kalıyor
Vaihinger'in bu açık seçik söylemi, felsefede mantıkçı pozitivizmin önceki durumu apaçık ortaya seriyor. Arada öylesine bir anlayış farkı var... Bu fark, bir takım gölgeler aracılığıyla betimlenegelen olgular dünyasıyla kesin mantıklı bir çerçevede örtüşen yapısal [kıırgusal Y.Ö.] sistem bir yanda , iki bölgeyi birbirine bağlayan ve birisinin kesinliğini ikincisininse gölgelerini paylaşan operasyonel tanımlar öte yanda, bu iki bölge arasında yer alıyor.
Doğa Bilimlerinde Pozitivizm-Philipp Frank –çev: Yılmaz Öner-Spartaküs Yayınları
BİLİM FELSEFESİ-1 MANTIKÇI POZİTİVİZM
Mantıkçı pozitivizm (ya da mantıkçı
ampirizm) akımının kökeni, 1920'lerde Viyana'da seminerler düzenleyen bir grup
bilim adamı ve filozofun çalışmalarına dayanır. Bunlar arasında, bu
seminerlerin yöneticisi olan Moritz Schlick
(1882-1936) , pozitivistlerin en büyüğü diyebileceğimiz Rudolf Carnap (1891-1970) ve pozitivizmin en
büyük propagandacısı Otto Neurath (1882- 1945)
sayılabilir. Mantıkçı pozitivizm, aslında 1900'lerin daha geniş kapsamlı
bir felsefe akımının bir parçasıdır. Bu yıllarda, çeşitli yerlerde, mantıkçı
pozitivistlerden bağımsız, ama pozitivist görüşlere çok benzer görüşleri olan
düşünce okulları ortaya çıkmıştır. ABD'de pragmacılık ve işlemselcilik
(operationalism) İsveç'te Uppsala okulu, Berlin'de Hans
Reichenbach (1891-1953) ve Carl Gustav
Hempel'in (1905-) de içinde bulunduğu grup, bunlar arasında yer
alır. Pozitivistler, İngiltere'den Bertrand Russell
(1872-1970) ve Ludwig Wittgenstein'ı
(1889-1951) kendi öncüleri olarak görmüşlerdir
Mantıkçı pozitivizmin iki kuramsal çıkış
noktası vardı. Bu akım ilkin felsefi spekülasyona, özellikle Hegelci metafiziğe
bir tepkiydi. Bu pozitivistler, felsefi spekülasyonun herhangi bir bilimsel
işlevi olmadığına inanıyor, bunun karşısına bilimsel dene- yi çıkarıyorlardı.
Onlara göre, Galileo ve Newton'dan bu yana doğa bilimlerindeki sürekli
gelişmeye karşılık, metafizikte böyle bir gelişme görülmemişti. Gelişen ve
deneylerden yararlanan, metafizik değil de bilim olduğuna göre, bunların
arasında önemli bir fark olmalıydı. Bilimselliğin bir ölçütünü bularak, gereği
olmayan metafizikten kurtulunabilirdi.
İkinci olarak bu pozitivizm, belirli bir
bilim dalına, yani fiziğe özgü bazı sorunların çözümüne yöneliyordu.
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında bir çeşit atomları ya da en temel
parçacıkları varsayan bazı kuramlar önemli bir rol oynamıştı. Sorun, bu
parçacıkların gerçekten var olup olmadığıydı. Çünkü bunları gözlemlemek
olanaksızdı. Mantıkçı pozitivizmin babası sayılabilecek olan ve Viyana'da
sırasıyla matematik, fizik ve felsefe profesörlüğü yapan Ernst Mach (1838-1916) , bu soruna kesin bir
çözüm bulmaya çalıştı. Masalar, iskemleler gibi sıradan eşya dahil tüm
nesnelerin görece değişmez nitelikte duyumlar karmaşasından ibaret olduğunu
ileri sürdü.
Mach'a göre, gerçekte nesne diye bir şey
yoktu, yalnızca duyumlar vardı. Hayal görmekle gerçek nesneler görmek
arasındaki fark şu şekilde açıklanabilirdi: Hayal görme halinde, tıpkı gerçek
nesne1eri görme halinde olduğu gibi, art arda gelen bir duyumlar dizisi
sözkonusudur. Ancak, hayal halinde bu dizi bir süre sonra kesilir. Duyumların
kesilmeyip devam etmesi durumunda gerçek nesneleri görme söz konusudur.
Dolayısıyla, hayal görmekle gerçek nesneleri görmek arasın- da «özce» bir fark
yoktur. Yalnızca, duyumlar arasında işlevsel ilişkiler vardır. Benlik duygusu
da böyle bir işlevsel ilişkiden başka şey değildir. Bu, elbette ki, bilimin
varsaydığı tüm diğer şeyler için de geçerlidir. Böylelikle, atomların gerçekten
var olup olmadığı sorusu ortadan kalkar ve yerini işlevsel ilişkileri olan
duyumlar var mıdır sorusuna bırakır. Yani, Mach'a göre, atomların varlığı
duyumlarımızın belirli bir düzeni izlemesinden başka bir anlam taşımaz.
DOĞRULANABİLİRLİK İLKESİ
Mantıkçı pozitivistler, Mach'ın her şeyin
temelinde yer alan, verilmiş, pozitif bir şey bulunduğu görüşünü devraldılar.
Bununla birlikte, mantıkçı pozitivistlerin hepsi, verilmiş olanı Mach'ın
açıkladığı biçimiyle duyumlar olarak kabullenmediler, ama verilmiş-olanın,
deneylerimizden geldiğini genellikle kabul ettiler. Yani, deneylerimizin nasıl
edinildiği konusunda pozitivistler arasında farklı anlayışlar bulunuyordu.
Bir önermenin doğru olup olmadığı, o
önermenin ilişkin olduğu (ve öngördüğü) duyumların ortaya çıkıp çıkmadığına
bağlıdır. Dolayısıyla, bir önerme duyumlara ilişkin değilse, o önermenin doğru
olup olmadığı belirlenemez. Pozitivistlere göre, metafiziği bilimden ayıran
ölçüt budur. Metafizik önermeler duyumlara ilişkin olmayan önermelerdir. Başka
bir deyişle, doğru olup olmadığı belirlenemeyen önermeler, metafizik niteliktedir.
Önermelerin metafizik nitelikte olması, anlamsız olmasıyla aynı şeydir
Metafizik önermeler, duyumlara ilişkin
değildir; ampirik önermeler ise duyumlara ilişkindir. Buraya kadar
özetlediğimiz bu ölçüt, mantıkçı pozitivizmin ünlü doğrulanabilirlik ilkesidir.
Doğrulanabilirlik ilkesi, çözümlemesel
(analitik) ve bireşim- sel (sentetik-ampirik-) önermeler arasında kesin bir
ayrıma, dayanır. Pozitivistlere göre, matematik ve mantık, çözümlemesel
önermelerden oluşur. Doğrulanabilirlik ilkesi, ancak bireşimsel önermelere
uygulanabilir.
Doğrulanabilirlik ilkesi çeşitli
şekillerde tanımlanmıştır:
- “...bir önermenin doğru olup olmadığını
belirleme olanağı yoksa, bu önermenin bir anlamı yoktur.”(Waismann, 1930)'
- “...gerçek [= anlamlı] bir önermenin kesin
olarak doğrulanabilmesi gerekir.”(Schlick, 1931)
- “Deneyin bir önermeyi olası kılması
olanaklıysa [...] o önerme doğrulanabilir [= anlamlı] niteliktedir.(Ayer, 1935)
Görüldüğü gibi, yukarıdaki tanımlardan
ilk ikisinde, bir önermenin doğruluğunun kesin olarak belirlenebilmesi koşulu
aranırken, sonuncu tanımda yalnızca önermenin doğruluğunun olası olması koşulu
aranmaktadır. Bu tanımlar; mantıkçı pozitivizmin genel gelişme çizgisini
yansıtır. Doğrulanabilirlik ilkesini, giderek kesinliği zayıflayan koşullara
bağlamak zorunluğu, zamanla doğmuştur. Bu zorunluğun nedenleri kolayca
anlaşılabilir.
Kesin ölçütler konmaya çalışıldığında,
ölçütün neleri birbirinden ayıracağı konusunda her zaman belirsiz ve sezgiye
dayanan bir anlayıştan hareket edilir. Pozitivistler anlamlı önermeler için bir
ölçüt bulmaya çalıştılar. Bu ölçüte göre, bilimsel öner- melerin 'çoğu anlamlı
olacak, ancak metafizik önermelerin hiç biri anlam taşımayacaktı. ~u önermeyi
ele alalım: “Bütün cisimler Newton'un yerçekimi yasasına, bağlıdır.” Bu
önermenin doğruluğunu kesin olarak belirlemek olanaksızdır; çünkü evrenin
sonsuza değin varolacağını varsaydığımıza göre, tüm cisimlerin bu yasaya bağlı
kalıp kalmadığını araştırmamız olanaksızdır. Ölçütün ilk tanımlarının verdiği
talihsiz sonuç, hem metafizik önermelerin hem de bilimsel kuramların anlamsız
hale gedmesiydi.
Bu durumda mantıkçı pozitivistlerin çoğu,
ölçütü değiştirmek yoluna gittiler. Ancak bazıları (örneğin Schlick) , ölçüte
bağlı kalıp araçsalcılığı (instrumentalism) benimsediler. Bunlara göre,
bilimsel kuramlar gelecekteki olayları kestirmeye yarayan birer araçtı;
araçların da doğru olup olmadıkları değil, uygulanabilir ya da uygulanamaz
olmaları tartışılabilirdi.
Araçsalcı olmayıp, doğrulanabilirlik
ilkesinin daha esnek tanımını seçenler de bazı güçlüklerle karşılaştılar.
Metafizikçilerin çoğu spekülasyonlarını bazı gözlemlere dayandırmıyorlar mıydı?
Doğrulanabilirlik ilkesinin esnek tanımı, bilimsel kuramları anlamsızlıktan
kurtarıyordu, ama tüm metafiziği anlamsız kılmıyordu.
Bu güçlükler zamanla, pozitivistlerin
doğrulanabilirlik ilkesinin kesin bir tanımını aramaktan vazgeçmelerine
yolaçtı. Ayer'in aşağıya aktardığımız şu açıklaması (1946) bu vazgeçişi
belirtir:
“ [...] ve her ne kadar doğrulanabilirlik
ilkesini yöntembilimsel bir ilke olarak savunmaya devam ediyorsam da,
metafiziğin etkili bir şekilde elenebilmesi (tasfiye edilebilmesi) için, bu
ilkenin, metafızik savların ' ayrıntılı ~özümlemeleriyle desteklenmesi
gerektiğini de kabul ediyorum.”
TANIMLARDAN KARŞILANABİLİRLİK KURALLARINA
Mantıkçı pozitivistler, bilime karışan
metafizik öğeleri saptamak ve bilimi bunlardan arındırmak yoluyla bilime
yardımcı olmayı görev edindiler Bu görevin bir bölümü, yerleşmiş bilimsel
kavramların gözlemsel terimler, yani doğrudan deneye ilişkin terimler (ya da
önermeler) ile tanımlanabileceğini göstermekti. Eldeki bilimsel kavramların bu
yeniden-kuruluşu, yeni bilimsel kavramların kuruluşunda yararlanılacak model
olarak da görülmekteydi.
Mantıkçı pozitivizmin öncülerinden biri
olan David Hume (1711-1778), bütün
anlamlı terimlerin (fikirlerin) ya doğrudan doğruya deneylere (izlenimlere)
tekabül ettiğini ya da doğrudan deneylere tekabül eden yalın fikirlere
ayrılabileceğini savunmuştu. Yalın fikirlerden bileşik fikirler oluşturulmasını
Hume, bir psikoloji kuramıyla açıkladı. Mantıkçı' pozitivistlerin Hume'dan
ayrıldıkları temel nokta buradaydı: onlar deneylerle önermeler arasındaki
ilişkiyi açıklâmak için ampirik-psikolojik bir kuram- dan yararlanmak
istemiyorlardı. Sorunsal (problematik) terimler, katışıksız mantık araçlarıyla
ve gözlem terimleriyle tanımlanabilmeliydi. Felsefe, ampirik bilim değil,
mantıksal çözümlemeydi. “Mantıkçı pozitivizm” adındaki “mantıkçı” sıfatı,
ampirizimde , psikolojinin yerine mantığı geçirme isteğini yerine getirir.
Böylece atomların ve diğer kuramsal
birimlerin, gözlemlenebilir olguların mantıksal kurulumları (construction)
olduğu savunuluyordu.
Yukarıda sözü
edilen tanımları yapabilmek için yalnızca belirtik (explicit) tanımlardan, yani
“oğul = erkek çocuk» örneğinde olduğu gibi, tanımlanan terimin eşittir
işaretinin solunda tek başına durduğu cinsten tanımlardan yararlanılamayacağı;
bunun yeterli olamayacağı ortadaydı. Russell ve Whitehead ,
mantık üzerine yazdıkları Principia Mathematica
(1910) adlı ünlü yapıtlarında (kullanım tanımları ya da `bağlamsal
tanımlar' da denilen) örtük (implicit) tanımlar kavramını ortaya atmışlardı.
Matematikteki çıkarma işleminin tanımı “- =>”şeklinde ifade edilemezdi; bunu
“x - y = z, y -~- z = x~ı şeklinde ifade etmek zorunluydu. Tanımlanmak istenen
çıkarma işareti, eşittir işaretinin solunda tek başına duramazdı. Bu örnek,
önermelerin yalın kavramlardan önce geddiğini de gösteriyordu. Bazı kavramları
öğrenmek için, önce bu kavramların içinde yer aldığı önermeleri anlamak gerekirdi.
Oysa Hume'da ve eski ampirizmde, yalın kavramlar önermelerden önce geliyordu.
Russell ve Whitehead'in Principia
Mathematica'da geliştirdikleri simgesel mantık dili, bütün bilim dallarında
kullanılabilecek ideal bir dil olarak görüldü.
Örtük tanımlarla, bazı kavramlar, diğer
bazı kavramlara bağlanabiliyordu. Örneğin yoğunluk kavramında olduğu gibi: ”a
maddesinin yoğunluğu x'dir = a maddesinin ağırlığı bölü a maddesinin hacmi =
x>ı. Ancak. kavramların çoğunda güçlüklerle karşılaşıldı. Manyetik kavramını
şu şekilde tanımlamaya çalışalım: “x manyetiktir = demir yongaları x'e yakınsa
x'e doğru hareket eder. Hemen görüleceği üzere, bu tanım x'in manyetik olduğu
konusunda ne yeterli ne de gerekli bir koşul koyamamaktadır. Demir yongaları,
manyetik güçlerin çekiminden başka nedenlerle de x'e doğru hareket edebilirler.
(Örneğin, rüzgara kapılarak!) Öte yandan demir yongaları ona doğru hareket
etmediği halde, x manyetik olabilir. (Örneğin, demir yongaları x'in manyetik
çekme gücünü aşan bir ağırlıkta olabilir.)
Bu çeşit güçlüklerin yanısıra biçimsel
mantık dilini kullanmaktan ileri gelen başka bir güçlük daha ortaya çıkar.
Gündük dildeki “eğer - o halde kalıbının biçimsel mantıkta tam bir karşılığı
yoktur. Biçimsel mantıkta bu kalıp yerine (....-~... bağlacıyla ifade olunan)
maddesel içerim (material implication) kullanılır. Aradaki fark kendini şöyle
belli eder: Günlük dildeki önerme “eğer”ı ile başlayan cümlenin doğru olması
halini öngörür; oysa maddesel içerimde önerme, “eğer”ı ile başlayan cümlenin
yanlış olması halini de kapsar. “Eğer x'in yanında demir yongaları varsa -.~ o
halde demir yongaları x'e doğru hareket eder”ı önermesi, “eğer” cümlesinin
doğru, “o halde” cümlesinin yanlış olması durumunda yanlıştır. «Eğer~ı ve “”o
halde” cümlelerinin farklı doğruluk değerleri taşıdığı bütün diğer bileşimler;
önermeyi tanımsal olarak doğru kılar. Yani, “eğe” cümlesinin yanlış olduğu her
durumda önerme doğrudur. Bundan tamamen saçma bir sonuç çıkmaktadır: x'in
yanında demir yongaları bulunmasa da (yani, “eğer” cümlesi yanlışsa) x yine
manyetiktir (çünkü tanımın sağında duran maddesel içerim doğrudur)
Pozitivistlerin 'sorunlarından biri,
maddesel içerimleri kapsayan ideal mantık dilinden vazgeçmeksizin, yukarıda
açıkladığımız saçmalıktan kurtulabilmekti. Carnap, “iki-yanlı indirgeme-
önermeleri” adını verdiği bir yapı ile bu sorunu çözmeye çalıştı. Önerilen bu
çözümün sakat yanı, indirgeme önermelerinden tanımlanan kavramı elemenin
olanaksızlığıydı ° Hem belirtik, hem de örtük tanımlarda, tanımlanan kavramın
yer aldığı önermelerin yerine, bunların yer almadığı önermeleri koymak her
bağlamda olanaklıdır. Tanımlamak demek, elemek (tasfiye etmek) demektir (Quine)
. İndirgeme-önermeleri kullanılınca, bilimsel terimleri, gözlem
terimleriyle tanımlama çabasından vazgeçilmiş olur: Manyetik kavramının
yukarıda verilen tanımının karşılaştığı ilk güçlük -yeterli ve gerekli bir
koşul koyamayışı- Carnap 'ı tanımlarda aranan koşullarda başka
değişiklikler de yapmaya götürdü: İndirgenecek her kavram için, .(gizil)
(potansiyel) olarak sonsuz sayıda indirgeme-önermesi kullanmak zorunda kaldı.
İndirgeme-önermelerini bedirli bir sayıyla sınırlamak, sonra da sözkonusu
kavramın en sonda (nihai olarak) indirgenmiş olduğunu söylemek olanaksızdır.
Yalın tanımlardan giderek uzaklaşan bu
(belirtik tanımlar -örtük tanımlar- indirgeme-önermeleri şeklindeki) gelişme,
daha ilerilere gitti ve sonunda şu görüşlere vardı: Her bilimsel dil (bu,
kuram karşılığı olarak düşünülebilir), kendi içinde, iki ayrı dile ayrılabilir:
Kuramsal dil ve gözlem dili. Kuramsal dildeki terimlerin, gözlem dilinin
terimleriyle tanımlanmasına ya da gözlem terimlerine indirgenmesine gerek
yoktur.
Ancak kuramsal terimlerin en azından bir
karşılaşım (tekabül) kuralı (rule of correspondence) ile bir gözlem terimine
bağlanması gerekir. Karşılaşım Kuralları çok basit nitelikte olabilir ve
kuramsal terimlerin içeriğini hiçbir şekilde sınırlamaz. Karşılaşım kuralları,
ku ramsal terimlere biraz olsun ampirik bir anlam verilmesini sağlar yalnızca.
“Kitle” terimi kuramsal dile, “daha ağırdır”ı terimi de gözlem diline aitse, şu
karşılaşım kuralı konabilir: Eğer a, b'- den daha ağır ise, o zaman a'nın
kitlesi b'nin kitlesinden daha büyüktür. Bütün kuramsal terimlerin, böyle
karşıLaşım kuralları olması da gerekmez. Kuramsal terimlerin birkaçI kuramsal
dille birbirine bağlanmış ise, bunlardan birinin karşılaşım kuralı olması
yeter.
Gözlemlenebilir Olan
Yukarıda özetlediğimiz iki gelişme
çizgisi, yani bir yandan doğrulanabilirlik ölçütünün giderek yumuşatılması, öte
yandan tanımlâma ve indirgeme koşullarından vazgeçilmesi, birbirleriyle
yakından ilişkilidir. Son olarak anlatmaya çalıştığımız kuramsal dil ve gözlem
dili ayrımı, doğrulanabilirlik ilkesinin başka bir çeşidi olarak anlaşılabilir.
En azından bir karşılaşım kuralıyla gözlem diline bağlanabilen dil, bilimseldir
(anlamlıdır) . Buraya kadar, mantıkçı pozitivistlerin bütün kuramların
deneylere ya da gözlemlenebilir olgulara dayandırılması gereğini
savunduklarından söz ettik yalnızca; ama gözlemlenebilir olgulardan neyi
kastettiklerini ele almadık. Mantıkçı pozitivist akım içinde, gözlem
terimlerinin neye ilişkin olacağı konusunda iki ana anlayış vardır. Bazıları “doğrudân
tanıma ilkesini” («the principle of direct acquaintance»), diğerleri ise “özneler-arası
doğrulama ilkesini” («the principle of intersubjective verificationı)
savunuyordu.
Birinci ilkeye göre, her an, bunlar
hakkında aldanmamıza olanak bulunmayan, bazı deneylerimiz olur. Bu deneylere
ilişkin kesin güvenilir bilgilerimiz vardır. Bu deneyler, “şimdi kırmızı, bir
leke görüyorum,» şimdi dişim ağrıyor türünden deneylerdir. Bu, temel olarak Mach
'ın görüşüdür. Bu görüşün pozitivistler arasındaki başlıca temsilcisi Schlick'ti.
” Deneylerimizin nasıl edinildiği konusundaki açıklamalarının ayrıntılarına
burada girmeyeceğiz. Önemli olan, deneylerin öznel olması ve deneyler konusunda
güvenilir bilgi edinebileceğimiz düşüncesidir. Pozitivistlerin, tüm bilimsel
kavramları deneye dayandırma çabalarının en geniş-çaplı ve en gelişmiş biçimini
temsil eden Carnap'ın Der logische Aufbau der Welt (1928) adlı yapıtı, birinci
ilkeden hareket eder. Carnap bu kitabında bütün kavramları”temel deneyler”
dediği şeylere dayandırmaya çalıştı. Temel-deneyi de, belirli bir anda bütün
duyulardan toplanan duyumların tümü olarak tanımladı.
İkinci ilkenin savunucuları ise
(öncelikle Neurath, daha sonra da Carnap) bilimin öznel bir dayanağı
olamayacağı ve tüm ampirik bilgilerin bir ölçüde güvenilmez olduğu görüşünden
hareket ediyorlardı. Gözlemsel bir önermenin doğru olup olmadığını kesin olarak
bilmek olanaksızdı. O halde, gözlemlenebilir olan, ama öznel olmayan neydi?
Elbette ki, çoğu insanların gördüklerine inandıkları şeyler. Böylece
gözlemlenebilirlik özneler-arası gözlemlenebilirlik oluyordu ve özneler-arası
gözlemlenebilir şeyler de, genel olarak, nıakro-fiziksel nesneler ve özgüdürler
ve tabiî ki insan davranışlarıydı. Bu görüşlere bazen fizikselcilik
(physicalism) de denir. Ancak fizikselcilik, başka görüşleri de kapsar;
herşeyin bir çeşit fizik nesneye dayandırılabileceğini savunur. Fizikselciler
yalnızca, fiziğin temel parçacıklarına değgin terimleri kabul ederler. Onlara
göre, bütün öteki terimler bunlardan kalkılarak tanımlanmalıdır.
TEK BİR BİLİM
Yukarıda tanıttığımız pozitivist
akımların ikisi de (Carnap'ın temel-deneyleri olsun , ya da Neurath'ın gözlem
terimlerinin betimlediği özneler-arası olgular olsun) , bilimin tüm dallarının
konusunun aynı şey olduğunu savunuyordu. Yani, mantıkçı pozitivizm tek bir
bilim fikrini ortaya atıyordu. Bu düşünce okulunun amacı, aslında böyle tek bir
bilimin kurulmasıydı. 1929 yılında açıklanan “Bilimsel Dünya Görüşü: Viyana
Çevresi başlıklı programda şöyle deniyor:
Amacımız, tek bir bilimin, yani
insanlığın edinebileceği tüm bilgileri; fizik ve psikoloji, doğa bilimleri ve
edebiyat, felsefe ve özel bilimler gibi birbirinden tamamen ayrı disiplinlere
ayırmak- sızın içinde toplayan bir bilimin yaratılmasıdır. Bu amaca ulaşmanın
yolu Peano, Frege, Whitehead ve Russell 'in geliştirmiş oldukları mantıksal
çözümleme yöntemi 'nin kullanılmasıdır. Bu yöntem, bilimi metafizik
sorunlardan ve anlamsız önermelerden arındırmak ve aynı zamanda, doğrudan gözlemlenebilir
içeriklerini; yani `verilmiş olanı' göstermek yoluyla ampirik bilimin anlamını
kavramlarını ve önermelerini açıklığa kavuşturmaktır.
“Neden” Kavramı
Değişik bilimlere özgü kavramların yanısıra,
neden kavramı gibi, bilimlerin birçoğunda ya da tümünde kullanılan kavramlar
vardır. Mantıkçı pozitivistlere göre bu kavramların da. tanımlanması ya da
indirgenmesi gerekiyordu. Böylece, “Hume'un“ neden” kavramına ilişkin
çözümlemesini devraldılar, ancak katışıksız mantıksal kavramlar aygıtına
uydurabilmek için bu çözümlemeyi bir ölçüde değişikliğe uğrattılar. Hume'un
çözümlemesinin en önemli öğeleri şunlardı:
1 . “a, b'ye neden olur önermesi, (bazı koşullar dışında) “a .ve b türü
olaylar arasında evrensel bir bağlılaşım (correlation) vardır önermesiyle
eşanlamlıdır;
"> 2 . a'nın b'ye neden
olması, a'nın zorunlu olarak b'ye yol açması demek değildir; zorunluk, biz
insanların dünyadaki iliş- kilere uyguladığımız öznel bir anlayıştan ibarettir.
Daha önce de söylediğimiz gibi,
pozitivistlerin Hume'dan ayrıldıkları noktalardan biri önermelerin, içerdikleri
kavramlardan önce geldiği görüşüdür. Bu yüzden pozitivistler “neden kavramından
çok “neden-önermeleri”nden söz etmişlerdir.. “Isı yükselmesi, uzunluğun
artmasına neden olur” şeklindeki bir “neden- önermesi”, pozitivist tarzda biraz
basitleştirilmiş haliyle (Vx) (Tx ~ Lx) olur ve “bütün x'ler için geçerlidir:
x'in ısısı yükselirse, x'in uzunluğu artar” şeklinde okunur. Bu çözümlemenin
Hume'un çözümlemesiyle ortak yanı; neden-önermesindeki “zorunluğu” ortadan
kalkması ve önermenin yalnızca genel bir ilişkiyi ifade etmesidir.
“Neden-önermeleri”, evrensel bağlılaşımlar haline gelir. Buradaki “eğer - o
halde” ilişkisi daha önce sözünü ettiğimiz maddesel içerimdir ve bu örnekte de
bazı mantık sorunlarına yol açar. Ancak çözümü için bir hayli çaba harcanmış
olan bu sorunlar üzerinde durmayacağız.
Birçok pozitivist, bu çözümlemenin
vargılarından birini, yani zorunlu ve geçici genellemeler arasında bir ayrım
yapılamayacağını kabul edemedi. İki ayrı türden olan hep birlikte görülmesinin,
bir rastlantıya ya da zorunluğa dayanması arasında kavramsal bir ayrım
yapılamadı. Gündüzün gece nin nedeni olduğu söylenebilir miydi? Mantılcçı
pozitivizmin kullandığı kavram aygıtı çerçevesinde geçici ve zorunlu
genellemeleri birbirinden ayırma denemelerinin hiçbirisi doyurucu olmamıştır.
Bu sorunun şimdilerdeki en yaygın çözümü şudur: zorunlu genellemeler, yalnızca
olguya-karşıt (contrary-to-fact) koşullu önermeleri (yani, “a olsa idi, b de
olurdu şeklindeki önermeleri) desteklemeleri bakımından, geçici
genellemeler.den ayrılırlar. Hempel'den aktaralım:
“`Şu mumu kaynar su dolu bir kaba
koyarsak, eriyecektir” önermesi, parafinin 60°C üzerindeki ısılarda
sıvılaştığına ilişkin yasayla (ve suyun 100°C ısıda kaynaması olgusuyla) desteklenebilir.
Ancak `şu kutudaki bütün taşlarda demir vardır' önermesi, olguya-karşıt bir
önerme olan `şu taşı kutuya . koyarsak, içinde demir bulunacaktır' şeklindeki
önermeyi desteklemek için kullanılamaz. Bir yasa, geçici olarak doğru olan bir
genellemenin tersine, birlikte-evetleyici (conjunctive) koşullu önermeleri,
yani `a olursa, b de olur' şeklindeki, a'nın olup olmayacağı sorusunun açık
bırakıldığı önermeleri destekleyebilir. `şu mumu kaynar su dolu bir kaba
koyarsak, eriyecektir' önermesi buna bir örnektir.
Ancak, olguya-karşıt ve
birlikte-evetleyici önermeler, mantıkçı pozitivizmin başlangıçta savunduğu
ideal mantık diliyle ifade edilemez. Bu yüzden, ya bunun doğurduğu bütün
sonuçlara rağmen, dil kurallarının değişikliğe uğratılması gerekmiş ya da zorunlu
ve geçici genellemeler ayrımından vazgeçmek zorunda kalınmıştır.
NEDENSEL AÇIKLAMALAR
Nedensel açıklama nedir? Pozitivistlere
göre, yalın bir olayın açıklanması, söz konusu olayı betimleyen tekil önermenin
bir veya birkaç yasadan ve başka tekil önermelerden tümdengelim yoluyla
çıkarılmasından ibarettir. En karmaşık olmayan durumda, aşağıdaki örnekteki
gibidir:
Yasa: Bütün x'ler için geçerlidir: Eğer
(x bir bakır parçası ise ve ısıtılırsa) , o halde (x genleşir) .
Tekil önerme: a ısıtılan bir bakır
parçasıdır
Tekil önerme: a genleşir
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, «a
genleşir» önermesinin doğruluğu kabul edilen yasalardan ve tekil önermelerden
tüm dengelim yoluyla çıkarılabileceğinin gösterilmesi halinde, a'nın neden
genleştiği sorusu yanıtlanmış sayılmaktadır. Bu örnek çok ilkel görünmekte ve
neyin açıklandığı da pek anlaşılamamaktadır. Ancak daha karmaşık durumlarda,
örneğin temel bir kavramın diferansiyel denklemlerinden çıkarımlar yapılmasının
sözkonusu olduğu hallerde, bu ilkellik ortadan kalkmaktadır.
Pozitivistlere göre, açıklamalar ve
ön-deyiler (predictions) aşağı yukarı aynı mantık yapısına sahiptir. Ayrıntıya
girmeksizin, yukarıda verilen örnekten, aynı mantık şemasını kullanarak a'nın
genleşeceği konusunda ön-deyide bulunmanın nasıl olanaklı olabileceği
görülebilir. Yukarıdaki karmaşık olmayan örnekte açıklama ile ön-deyi
arasındaki fark, ayrı tekil önermelerden hareket edilmesinden ibarettir.
Açıklama halinde `a genleşir' önermesinden, ön-deyi halinde `a ısıtılır'
önermesinden hareket edilir
Bazen yasaların açıklanmasının, bunların,
daha güçlü yasalardan ya da kuramlardan tümdengelim yoluyla çıkarılmasından
ibaret olduğu da söylenmiştir. Örneğin, Newton'un kuramından Galileo'nun düşen
cisimler yasasının ve Kepler'in gezegenlere değgin yasalarının çıkarılabileceği
söylenmiştir. Kuramsal terimler ve gözlem terimleri ayrımıyla birleşen bu
görüş, pozitivist olarak sınıflandırılması gerekli bazı özgül görüşlerin
doğmasına yol açmıştır. Galileo ve Kepler'in yasaları mesafe, hız ve zaman
arasındaki ilişkilere değgindir; oysa Newton'un teorisi yerçekimi güçlerini
varsayar. Galileo ve Kepler'in yasaları gözlem terimlerinden oluşur; oysa
Newton'un deneysel yasalar ve kuramlar arasında bir ayrım yapılmasını
gerektiren kuramı, kuramsal terimleri kapsar. Galileo ve Kepler'in. “deneysel
yasalar”nın Newton'un kuramından daha önce ' ortaya atıldığı da bir gerçektir.
Pozitivistler bakımından bütün bilim dalları için bir paradigma oluşturan fizik
biliminde bilgi kuramı açısından önce geldiği ka- bul edilen deneysel yasalar,
bu örnekte olduğu gibi, kuramdan ve kuramsal terimlerden önce ortaya çıkmıştı.
Bu yüzden birçok pozitivist, bu örneği bilimsel araştırmaya model olarak
gösterdi: Önce deneysel yasaları koy, sonra bunlardan kuramsal sistemler
kur!
Pozitivistlerin çıkış noktalarından
kalkılarak bu çağrıya varılamayacağını belirtmek isteriz. Mantıkçı pozitivizm
her zaman bir kurama ulaşılması ( “buluş bağlamı”ı : “context of discovery”ı
ile bir kuramın desteklenmesi ( “doğrulama - haklı çıkarma bağlamı” : “context
of justification” ) arasında çok kesin bir ayrım yapmıştır. Pozitivistler
kuramların nasıl desteklenmesi gerektiği sorununun çözümünü; bilim felsefesinin
görevi saymışlar; kuramlara nasıl ulaşıldığı sorununun çözümünün ise, ampirik
psikolojinin alanına girdiğini, psikolojinin de felsefeyle hiçbir ilgisi
olmadığını savunmuşlardır. Bu çıkış noktalarına sıkı sıkıya bağlı kalan bir
bilim felsefecisinin, “önce deneysel yasaları koyuş şeklinde yöntem kuralları
getirmesi olanaksızdır. Yapabileceği tek şey, kuramın bundan önce veya sonra
kurulmasına bakılmaksızın, kuramsal terimlerin gözlem terimlerine
dayandırılması gerektiğini söylemektir.
Mantıkçı pozitivistlerin kuramlarının
belitsel (axiomatic) sistemler olarak kurulması görüşüne verdikleri önem bir
ölçüde bütün açıklamaların ve ön-deyilerin tümdengedimsel çıkarımlardan ibaret
olduğu düşüncesine dayanır. Eğer belitsel biçimde bir kuram varsa, bu kuramdan
neler çıkarılabileceğini görmek çok daha kolaydır.
TÜMEVARIMSAL MANTIK
Tamamen
mantıkçı pozitivist bilim felsefesine özgü olan bir şey, tümevarımsal mantık
denilen bir yöntemin geliştirilme çabasıdır. Tümevarımsal mantığın ön-koşulu,
ilgilenilen kuramı ifade eden önermelerin ve söz konusu kuramın doğrulanması
bakımından geçerli verileri betimleyen önermelerin (kanıt önermelerinin)
verilmiş olmasıdır. Tümevarımsal mantığın, varsayımlara nasıl ulaşıldığı ya da
verilerin nasıl bulunduğu konularıyla ilgisi yoktur; bu mantık, “buluş bağlamı”
ile değil doğrulama “haklı çıkarma- bağlamı” ile ilgilidir. Verilmiş olan kanıt
önermelerinden harekete ve olasılık hesabı yoluyla, farklı kuramların
olasılıkları belirlenmeye çalışılır. Olasılığı en yüksek odan kuram, en güçlü
ampirik desteğe sahip olan kuramdır ve dolayısıyla kabullenilmesi gereken kuram
da budur. Görüldüğü gibi, tümevarımsal mantıkçılar kuramların ampirik
dayanaklarını ölçmeye yarayan bir yöntem geliştirmek istemişlerdir.
Tümevarımsal mantıkçıların
karşılaştıkları bir güçlük şudur: eğer olasılık hesabından yararlanılacaksa
bütün kuramlara, kanıt önermeleri ile bağlantı'ları kurulmadan önce belirli bir
olasılık tanınması gerekir. Kuramların deney öncesi (a priori) olasılıkları
olmalıdır. Ancak bu nasıl belirlenecektir? Bu sorun dışında bir dizi salt
matematik ve biçimsel mantık sorunu da ortaya çıkar. Tümevarımsal mantıkçılar
hemen hemen tümüyle bu sorunların çözümüyle uğraşmışlardır. Bildiğimiz
kadarıyla tümevarımsal mantık, varolan kuramlardan herhangi birine
uygulanabilmiş de değildir.
POZİTİVİZM VE TOPLUMBİLİMLERİ
Doğa ve toplum bilimlerinin birbirlerinden
temelde farklı olup olmadıkları tartışması, mantıkçı pozitivizmin doğduğu
sıralarda da gündemdeydi. Mantıkçı pozitivistlere göre bu sorunun yanıtı
açıktı. Bilim, gözlemlenebilir veriler arasındaki bağlılaşımların belirlenmesi
işidir ve tüm bilimsel açıklamalar da belirlenmiş düzenliliklerden
tümdengelimsel çıkarımlar yapmak demektir. Örneğin, başka bir insanın durumunu
anlamak ( “özdeşleşim” : “Einfühlung” ) gibi bir deneyimin, bilimle hiçbir
ilişkisi yoktur.
Ancak, pozitivizmin doğa ve toplum bilimleri
karşısındaki tutumu konusunda söylenebilecekler bundan ibaret değildir.
Pozitivizmin yerleşmiş ve yerleşmiş-olmayan bilimler konusunda tutumu pratikte
farklı olmuştur. Yerleşmiş ve yerleşmiş-olmayan bilimler ayrımı, 1920'lerde ve
1930'larda, doğa ve toplum bilimleri ayrımını karşılıyordu. Fizik gibi
yerleşmiş bilimlerde, kullanılan (protonlar, elektronlar, vb.) kuramsal
terimlerin gözlem terimlerine dayandırılabileceği kabul ediliyordu. Fizikçiler,
pekâlâ ön-deyilerde bulunabiliyorlardı. Mantıkçı pozitivistler yerleşmiş
bilimler alanındaki görevlerini, kuramsal terimlerin deneye bağlılığın
gösterilmesi olarak gördüler. Psikoloji gibi, tam yer- leşmiş olmayan bilim
dallarında ise, çoğunlukla başka bir tutum takındılar. Psikologların
kavramlarını kurarken önce gözlem terimleriyle işe başlamaları ve ancak bundan
sonra kuramsal terimler geliştirmeleri gerekli görüldü. Yerleşmiş-olmayan
dallardaki bilim adamları, kullandıkları bütün kavramların gözlemlenebilir
verilere dayandırılmasını güvence altına alacak şekilde davranmadıydılar.
Özneler-arası doğrulama ilkesine göre, psikolojide gözlemlenebilir veriler,
diğer kişilerin davranışlarıdır. Dolayısıyla, mantıkçı pozitivizm
“davranışçılık” akımının felsefi dayanağı haline geldi. Ancak bazı
pozitivistler fiziksel kuramlar karşısında takındıkları tutumu, bazı tartışmalı
toplum bilim kuramları karşısında da gösterdiler. Örneğin Neurath şöyle yazar:
“Her ne kadar psikanaliz ve bireysel
psikoloji bugünkü halleriyle bir yığın metafizik ifadeyi içeriyorlarsa da,
davranış ile davranışın bilinçaltı koşulları arasındaki' ilişkiyi vurgulayarak,
davranışçı yaklaşımın ve sosyolojik bir yöntembilimin öncülüğü- nü
yapmışlardır.
Ön-deyilerde bulunmak için kullanılan
Marksçı savların en önemlileri, ya (geleneksel dilin elverdiği ölçüde)
fizikselci bir tarzda ifade edilmişlerdir, ya da özce bir şey yitirmeksizin bu
tarzda ifade edilebilirler.
POZİTİVİZM VE
POLİTİKA
Pozitivistlerin
bilim - politika ilişkisi üzerine görüşlerini yansıtmak için, Carnap'ın
otobiyografisinden bir alıntı yapacağız:
“Çevreye
[Viyana çevresi] dahil olan herkes, toplumsal ve siyasal ilerlemelere büyük bir
ilgi duyuyordu. Ben de dahil çoğumuz sosyalisttik. Ancak felsefi
çalışmalarımızla siyasal amaçları- mızı birbirinden ayrı tutmak istiyorduk.
Bizce, uygulamalı man- tık da dahil olmak üzere mantık, bilim kuramı, dil
çözümlemesi ve bilim yöntembilimi ve bilimin kendisi, bireyin ahlâksal amaçları
olsun, toplumun ~siyasal amaçları olsun tüm pratik amaçlar karşısında
tarafsızdır. Neurath bu yansız tutumu çok sert bir şekilde eleştirdi. Ona göre
bu tutum, toplumsal ilerlemenin karşısında olanlara destek sağlıyordu. Biz ise,
pratik ve özellikle politik görüşlerin işe karışmasına izin verecek olursak,
felsefi yöntemlerin saflığının. bozulacağını savunuyorduk. [...] Biz kendi
payımıza, vardığımız sonuçların başkalarınca kullanılmasına ya da kötüye
kullanılmasına bakmaksızın, bütün olayları ya da var- olduğu iddia edilen
olayları nesnel ve bilimsel olarak araştırma hakkını savunduk.
Mantıkçı
pozitivistlere göre bilim, tanımsal olarak, bir anlamda yansızdır. Bilimsel
kuramlar, gözlemlenebilir verilere ilişkindir; öznel değerleri dile getirmezler
ve öznel değerlerden bağımsız olarak ya doğru ya da yanlıştırlar.
Pozitivistler, bilimin ya da bazı bölümlerinin toplumdaki , işleyişleri
konusunda hiçbir şey söylememişlerdir. Carnap 'ın sözünü ettiği ve Neurath ile
diğerleri arasında çıkmış olan tartışma da, mantıkçı pozitivizmi
etkilememiştir.
MANTIKÇI
POZİTİVZM YAŞIYOR MU?
Mantıkçı
pozitivist bilim felsefesi adını alan akım, bugün de yaşıyor mu, yoksa ölüp
gitmiş midir? Denilebilir ki, eskiden olduğu gibi propagandası yapılan mantıkçı
pozitivist bir düşünce okulu artık yoktur. Ancak mantıkçı-pozitivist sayılması
gereken bilim felsefesi çokça olarak üretmeye devam ediyor. Tümevarımsal
mantık, tümdengelimsel açıklama modeline özgü sorunlar vs kuramların
belitselleştirilmesi, sürekli olarak mantıkçı-pozitivist yapıtların ortaya
çıktığı alanlardır. Pozitivist felsefenin temel taşlarından biri odan
bireşimsel ve çözümlemesel önermeler ayrımı, Willard Van Orman Quine (1908-)
tarafından eleştirilmiş; bu eleştiri, tam anlamıyla bilim felsefesi alanına
girdiği söylenemeyecek geniş bir tartışmaya yol açmıştır. Quine, başka bir
bakımdan da ilginçtir.
Bütün
kavramların gözlemlenebilir verilere dayandırılması koşulunun aranması
konusunda, Hume'dan mantıkçı pozitivistlere, onlardan Quine'e kadar uzanan bir
gelişme çizgisi vardır. Hume'a göre soyutlanan her kavramın deneyle ilişkisi
kurulabilir. Mantıkçı pozitivistlerin çıkış noktası ise, her önermenin deneye
dayandırılabilir olmasıdır. Kavramlardan önermelere uzanan bu gelişme, Quine'le
birlikte önermelerden kuramlara geçer. Quine'e göre, bilimin tümü, diğer bir
deyişle tüm dil, deneye dayandırılmalıdır; kuramsal terimlerle gözlem terimleri,
çözümlemesel önermelerle bireşimsel önermeler arasında kesin bir ayrım
yapılamaz (From a Logical Point o f View adlı eserinin «Two Dogmas of
Empiricismıı bölümüne bakınız) . Bir yanda tüm olarak dil, öte yanda duyumsal
deneyler vardır; bunlar arasında birçok şekilde ilişki kurulabilir, ama . hiç
değilse bir şekilde kurulmâlıdır. Dikkat edileceği üzere, mantıkçı
pozitivistler gibi Quine de, duyumsal deneyleri verilmiş olarak koyutlamaktadır
-postulatlaştırmaktadır-. Eğer Hume ilk gerçek pozitivist ise, Quine de son
büyük pozitivisttir denebilir.
İnovar Johansson – Çev: Şahin Alpay
Yazko Felsefe Yazıları 4. Kitap (1982)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder