David Edmons
John Eidinow
Çeviri: Aslı Biçen
Yapı Kredi Yayınları
(......)
Schlick Viyana’ya şehrin daha aydınlık
zamanlarında gelmişti. Alman aristokrasisinin altlarındaki bir aileden gelen
Schlick, Berlin’de tıp eğitimi almış, Max Planck ’ın öğrencisi olmuştu ve çağının büyük
bilim adamlarını şahsen tanırdı. 1922’de Viyana’da profesör tayin edilmesiyle
birlikte, üniversitenin ününü arttırmakla kalmadığı, nadir ve beklenmedik bir
de becerisi olduğu anlaşılmıştı: adeta bir yetenek mıknatısıydı.
Çok
geçmeden etrafına, felsefi meseleleri tartışmak için Perşembe akşamları bir
araya gelen dikkate değer bir grup topladı. Bu grup Viyana Çevresi olarak tanındı ve
iki savaş arasında asırlık felsefi varsayımları yerle bir etti. Özellikle etik
ve metafiziği bu disiplinden çıkardılar. Modus operandi’leri olan mantıkçı
pozitivizm onlara göre geleceğin dalgasıydı — bu dalga gerçekten Ingilizce
konuşan dünyada yerleşik felsefenin kıyılarını dövdü.
Grubun
üyeleri arasında filozofların yanı sıra iktisatçılar, sosyal bilimciler,
matematikçiler, mantıkçılar ve bilim adamları vardı — Otto Neurath, Herbert Feigl, Rudolf Carnap,
Kurt Gödel, Viktor Kraft, Felix Kaufmann, Phillip Frank, Hans Hahn
ve Hahn’ın Boole cebiri uzmanı, puro içen, kör kızkardeşi Olga çapında
düşünürler. Önce Nazizmin yükselişi sonra da Wittgenstein’ın hoyratlığı
yüzünden geçimini sağlayamaz hale gelen Friedrich Waismann da bu gruba dahildi.
Çevre,
Karl Popper,
Wittgenstein arasındaki ilk felsefi bağlantıyı da
kurmuştu. Wittgenstein üyeliği ve sahiplenilmeyi reddetse de onlar
Wittgenstein’ı şeref üyesi ve kılavuz olarak görüyorlardı. Popper üye olmak
istese de olamamış, muhalefet rolünü üstlenmişti.
Farklı
farklı huyları ve entelektüel ilgi alanları olan bir grup akademisyenden oluşan
Viyana Çevresi, usulca egoları yatıştıran ve nezaketiyle gerilimi dağıtan,
yumuşak huylu Schlick’in ayartıcı ve olumlu teşvikleri olmasa harekete benzer
bir şeye dönüşemezdi. Katılması istenenleri sadece onun davet etmesi işe
yarıyordu. Bu daveti alanlar kendilerini ayrıcalıklı ve minnettar
hissediyorlardı; Popper gibi davet alamayanlarsa değerlerinin bilinmediğini
düşünüyordu.
Grubun
teknik yıldızı, yüce notasyon ve simge büyücüsü, mantıkçı Rudolf Carnap’tı —
Schlick gibi o da Almanya’da doğmuştu. Çevre’nin siyasi tavrı iktisatçı ve
sosyolog Otto Neurath’tan geliyordu; muazzam enerjik, şakacı, hayatı ve kadınları
seven, işçi şapkası, gür ve dağınık kızıl sakalı, devasa cüssesi sayesinde
hemen seçilen bir adamdı — mektuplarını fil resmiyle imzalardı. Genç
akademisyenler arasında entelektüel açıdan en fazla öncülük niteliği olan Kurt
Gödel ’di; bu ince, gözlüklü, sosyal açıdan zayıf adamın tamamlanmamışlık teoremleri,
Russell’ın mantıktan matematik çıkarma teşebbüslerinin boşuna olduğunu göstermek
için kullanılmıştı.
Matematik
ve fizik enstitülerinin bulunduğu Boltzmangasse’de bir binada, zemin kattaki bakımsız
bir okuma odasında toplanırlardı. Sandalyeler tahtanın önünde yarım daire
şeklinde dizilirdi; arkada sigara içenler ya da not almak isteyenler için uzun
bir masa vardı. Sayıları yirmiyi nadiren geçen Viyanalılara zaman zaman
yurtdışından konuklar katılırdı, bunlar arasında Amerika’dan W.V.O. Quine,
Polonya’dan Alfred
Tarski , Britanya’dan A.J. Ayer ve Berlin’den Carl Hempel vardı. Dışarıdan
gelenler, egzotik bir bitkiyi yiyen kuşlar gibi memleketlerine döner ve oraya
bitkinin tohumlarını saçarlardı. Bu şekilde Çevre’nin etkisi hızla yayıldı.
Mesela 1936’da İngiltere’de Ayer, onu bir gecede akademi dünyasının ünlüleri arasına
sokan Dil,
Doğruluk ve Mantık adlı kitabını yayımlamıştı. Hoş ve saldırgan bir
polemik sunan kitap neredeyse tümüyle yazarının Avusturya’da geçirdiği birkaç
ayda içine sindirdiği fikirlere dayanıyordu.
Toplantılar
belli bir düzene göre yapılırdı. Schlick herkesi sessizliğe davet ettikten
sonra (Einstein, Russell, Alman matematikçi David Hilbert ya da Niels Bohr
gibi) seçkin mektup arkadaşlarından gelen, grup içinde tartışma yaratabilecek
mektupları okur; sonra bir hafta önce belirlenmiş olan konu üzerin de tartışmaya
başlanırdı.
İdeolojik
açıdan onları birbirine bağlayan felsefede
bilimsel yöntem uygulanmasının önemine olan inançlarıydı — mantığın
kesinliğinden felsefenin de diğer disiplinler kadar fayda göreceğini
düşünüyorlardı. Bu noktada, dünyanın diğer felsefe başkentinde, bilimin
felsefeden öğrenecek çok şeyi olduğunu düşünen Cambridge’li meslekdaşlarından
ayrılıyorlardı. Gilbert Ryle’ın ifadesiyle, “Felsefe Viyana’da kan emici bir
asalak, İngiltere’deyse tedavi edici sülük gibi görülüyordu.” Ancak gerçek düşman
Cambridge değil Alman idealizmiydi — Fichte, Hegel ve kısmen Kant’ı içine alan
bu gelenekte akıl ve ruh, fizik ve mantıktan üstün tutuluyordu. Avusturyalılar
bu ekolün karanlıkçılık, tevatür ve kafa karışıklığından ibaret olduğunu
düşünüyordu.
Devam edecek
Bu
toplantılar çok ateşli olurdu. Üyeler kendilerini yepyeni ve taze bir şeyin
merkezinde hissederlerdi; felsefenin geçmişindeki ateş saçan ejderleri öldürüyorlardı.
1929’da Schlick kazançlı ve prestijli bir mevki için Almanya’ya dönme fırsatını
reddedince (Kim Viyana’yı bırakıp Bonn’a gitmek isterdi?) grubun birkaç üyesi
onun şerefine, Çevre’nin amaçları ve değerlerini bildiren yarı resmi bir manifesto
yayınladılar. Başlığı şuydu: Wissenschafthiche Weltauffassung: Der Wiener
Kreis, yani Dünyaya
Bilimsel Açıdan Bakmak: Viyana Çevresi. Hareketin entelektüel
babaları olarak üç kişinin adı zikrediliyordu —Albert Einstein, Ludwig
Wittgenstein ve Bertrand Russell.
Einstein
yeni bilimsel aydınlanmanın en parlak yıldızıydı:zamanı ve mekanı çarpıcı bir
biçimde sezgi-karşıtı tanımlaması—en azından öyle sanılıyordu— Kant’ın dünyada,
insanın sadece bir koltuğa oturup başını iki eli arasına alarak düşüncelere daldığında
keşfedilebilecek şeyler olduğu iddiasını yalanlıyordu. Bir örnek, Kant’a ait
“Her olayın bir nedeni vardır” sözüydü; görünüşte bize dünyanın nasıl işlediği
yolunda somut bir şey söylüyordu ama bu sonuca ampirik gözlem sonucu
varılmamıştı. Newton fiziği kanunları da bir diğer örnekti. Ama Einstein bunun
abesliğini göstermişti. Newton kanunlarını sadece düşünerek çıkarsamak şöyle dursun,
bu “yasalar”ın yanlış olduğu ortaya çıkmıştı.
Viyana
Çevresi’nin şeref listesindeki ikinci isim Bertrand Russell’dı. Bu cazibesi hem
amprizmi —dünya hakkındaki bütün
bilgimizin deneyimlerden kaynaklandığı teorisi— şiddetle savunmasından, hem
de mantığı matematik ve dile uygulamakta öncülük etmesinden kaynaklanıyordu.
Rudolf Carnap ve Hans Hahn, Russell’ın 1910-13’te yayımlanan Principia Mathematica’sının
içeriğini sindirdiğini iddia eden üç beş müstesna kişiden ikisiydi. Carnap,
1920’lerin başındaki hiperenflasyon sırasında Almanya’da züğürt bir
öğrenciyken, Russell’a mektup yazmış ve bulamadığı —ya da alamadığı— 1929
sayfalık, üç ciltlik eserinin bir nüshasını rica etmişti; Russell ona bütün ana
kanıtlarını ayrıntısıyla özetleyen otuz beş sayfalık bir mektupla cevap verdi.
Hahn da Viyana Çevresi’nin tümü için benzer bir hizmette bulundu; onlara felsefi
özü, kalabalık “formüller mezarlığı”ndan damıtarak hızlandırılmış bir Russell
mantığı kursu verdi.
Ama
hareket en çok Wittgenstein’a saygı duyuyordu. 1933 Şubatında A.J. Ayer,
arkadaşı Isaiah Berlin’e gruptan edindiği izlenimleri aktarırken şöyle demişti:
“Wittgenstein onlar için bir ilah.” Ayer’e göre Russell sadece “İsa’nın habercisi”
gibi görülüyordu.
Aslında
Ayer 1932 Kasımı’nda yirmi dört yaşındaki bir araştırma görevlisi olarak
Oxford’dan Viyana’ya gittiğinde Wittgenstein tapınmasının en civcivli dönemi
geride kalmıştı. Tractatus Logico-Philosophicus’un Almanca orjinali
Logisch-philosophische Abhandlung 1921’de yazarın doğduğu şehirde yayımlandığında
heyecan dalgasıyla karşılanmıştı. Eserin özgünlüğünü ilk teslim edenlerden biri
Schlick’ti ve 1920’lerin orialannda Tractatus Çevre’de yüksek sesle okunup,
cümle cümle tartışılmıştı — hem de iki kere. Bu meşakkatli iş neredeyse bir yıl
sürüyordu.
Schlick’in
daha sonra yazarla tanışması sürecinde de benzer bir azim vardı.
Wittgenstein’la tanışmak için can atan Schlick ona 1924’te bir mektup yazmıştı.
Wittgenstein’ın temel fikirlerinin hem önemini hem de doğruluğunu açıkladığına
kaniydi.
Wittgenstein
ona resmi bir cevap yazmıştı. O sırada Avusturya’nın güneyindeki bir köy
okulunda öğretmenlik yapıyordu ve Schlick’i oraya davet etmişti. Ne yazık ki
araya başka meseleler girdi ve Schlick nihayet yola çıktığında Wittgenstein’ın
oradan ayrılıp başka yere gittiğini öğrendi.
(...)
Wittgenstein
genelde felsefe tartışmayı reddeder, şiir okumakta ısrar ederdi — o sıralarda
en çok Bengalli şair Rabindranath Tagore’un mısralarını severdi. Tagore’un
şiirinin Wittgenstein’a cazip gelen özellikleri muhtemelen kristal saflığı ve yeterince
vurgulanmamış tinselliğiydi.
Duvara dönerek okumayı tercih ederdi. Esir
aldığı mantıkçılar, sabırsızlıklarını göstermemeye çabalayarak sırtına bakarlarken
belki de mesihlerinin mesajını yanlış anladıklarını fark etmeye başlamışlardı.
Şair
kibrim utançla ölüyor karşında.
Ey
usta şair, kapandım ayaklarına.
Bırak
basit ve sade kılayım hayatımı,
Senin
müzikle dolduracağın kamıştan bir düdük gibi.
Felsefe
dünyasında, Viyana Çevresi’nin önemi, sadece iki tür geçerli önerme olduğu
şeklindeki basit, temel ilkelerinden geliyordu.
Birincisi kendi terimlerinin anlamı sayesinde
doğru ya da yanlış olan önermeler:
mesela “Bütün bekarlar evlenmemiş adamlardır” türünden cümleler, “2+2=4” türünden
denklemler ve “Bütün insanlar ölümlüdür; Socrates insandır; öyleyse Socrates
ölümlüdür” türünden mantıksal çıkarımlar.
İkincisi ampirik olan ve doğrulanmaya açık
önermeler: “Su 100
derece de kaynar,” “Dünya düzdür” (doğrulanmaya açık olduklarından yanlış
olsalar bile anlamlıdırlar.)
Diğer bütün önermeler, Çevre
için, tam anlamıyla manasızdı.
Nitekim, Tanrı’nın var olduğunu doğrulamak imkansız olduğundan, dini beyanlar
kurnazca entelektüel çöp kutusuna gönderiliyordu — yani sonuç itibariyle metafiziğin
de ait olduğu yere.
Estetik,
etik ve hayatın anlamına dair beyanlar da bu “çöpe” atılıyordu. “Adam öldürmek
yanlıştır,” “Insan daima dürüst olmalıdır,” ve “Picasso Monet’den daha üstün
bir sanatçıdır” gibi önermeler gerçekte ancak kişisel yargıların ifadesi olarak
anlaşılabilirdi: “Adam öldürmeyi onaylamıyorum,” “Bence insanlar daima doğruyu
söylemelidir,” “Picasso’yu Monet’ye tercih ederim” gibi. Çevre’nin
manifestosunda “insan her şeyi elde edebilir” deniyordu. “Her şeyin ölçüsü
insandır.”
Felsefenin ana işlevinin
metafizikle oyalanmak değil bilim adamlarının kullandıkları kavramları
kesinleştirip netleştirmek olduğunu düşünüyorlardı. Bilim
adamları sahanın en önemli oyuncusuydu. Filozof sadece oyun taktiklerini analiz
ederek takıma yardımcı oluyordu. Felsefe hep ikincil bir bilim olarak kalacaktı.
Ancak
Çevre’nin kendi bakış açısından bile her şey bu kadar basit olamazdı. Önermeler
doğrulanmaya açık oldukları için anlamlı kabul ediliyorlarsa o zaman doğrulama
neydi? Çevre’nin ilk günlerinde üyeler enerjilerinin çoğunu bunu belirlemeye
vakfetmişlerdi. Mesela “Bir önermenin anlamı, doğrulanmasında kullanılan yöntemdi?’
düsturu “Hastings Muharebesini Fatih William kazandı” türünden tarihi
önermeleri kapsayacak şekilde nasıl uyarlanabilirdi? Viyana Çevresi bilimin sınanabilecek
öngörüler üretmesi gerektiğine inanıyordu. Ama 1066’daki Norman İstilası hakkındaki
bir önermeyle doğrulanabilir bir öngörüde nasıl bulunulacaktı?
Bunun
cevaplarından biri, tarihçinin geleneksel araçlarının—arşivler, yazışmalar,
arkeolojik bulgular, sözlü ifadeler vs.— bilim adamının ispirto ocağı, üçayağı,
test tüpünün muadili oldukları ve bir kuram yerine diğerini desteklemeye
yarayan kanıtları toplamaya yaradıklarıydı. Dahası tarihi önermeler de öngörüde
bulunuyordu; bir önerme doğruysa, ileride ortaya çıkacak yeni kanıtlar da onu
teyit edecekti.
Sonraki
yıllarda, tarihi önermelerin sadece prensipte doğrulanabilir oldukları için
anlamlı sayıldıkları iddiası pek çok kişiye tuhaf gelecekti. Görünüşte anlamlı
olan bütün önermeleri doğrulamacı bir deli gömleğine sokmak yapay görünüyordu.
Mesela başka zihinler hakkındaki önermeleri (“Hennie’nin başı ağrıyor”) sadece
bu önermeyi doğrulayan ya da yalanlayan kanıtlarla (“Hennie aspirin istedi
mi?”) tartmak anlamına geliyordu.
Alternatif, sağduyuya dayanan görüş, “İnsanlar
odadan ne zaman çıksa odanın mobilyaları (insanlar döndüğünde tekrar ortaya
çıkmak üzere) buharlaşıyor” türünden bir iddianın anlamlı olduğu yolundaydı:
doğrulanması mümkün olmadığı halde akla yatkın geliyordu. Çevre içinde bile doğrulama ilkesine karşı artan bir şüphecilik vardı,
zaten 1930’ların ortalarında da neredeyse tümüyle bir kenara bırakıldı.
Daha sonra A.J. Ayer’e hareketin zaafları sorulduğunda, “Bence en önemli kusuru
neredeyse her şeyin yanlış olmasıydı,” diyecekti. Ama bir müddet Batı
dünyasının en moda felsefi doktrini bu oldu.
Anlamlı
önermelerin ya analitik olması (doğruluk ya da yanlışlığının içinde geçen kelime
ya da simgelerin anlamını inceleyerek belirlenebilmesi —“bütün üçgenlerin üç
kenarı vardır”) ya da gözleme açık
olması kuramı “mantıkçı pozitivizm” adıyla anılıyordu ve mantıkçı
pozitivistlerin çoğu Tractatus’u kutsal kitap bellemişti.
Doğrulama
ilkelerini Tractatus’tan almışlar ve Russell gibi onlar da Wittgenstein’ın
temel savlarından birini kabul etmişlerdi: ne kadar karmaşık olursa olsun bütün
matematiksel kanıtlar ve bütün mantıki çıkarsamalar —mesela “Yağmur yağıyorsa
yağmur ya yağıyordur ya da yağmıyordur” veya “Bütün insanlar ölümlüdür; Schlick
insandır; bu yüzden Schlick ölümlüdür”.— sadece totolojidir. Başka bir deyişle
bize gerçek dünya hakkında hiç malumat vermezler; içerikten yoksundurlar:
sadece önermelerin ya da eşitliklerin iç ilişkileri hakkındadırlar. Bize Schlick’in
ölümlü olduğunu, evden çıkarken şemsiye almamız gerektiğini, hatta Schlick’in
insan olduğunu göstermezler.
Viyana
Çevresi’nin Tractatus yorumunun bütünüyle doğru olup olmadığı ise ayrı bir
konu. Wittgenstein önermeleri parsellemiş, söylenebilecek ve söylenemeyecek
önermeler olarak ikiye ayırmıştı. Bilimsel önermeler ilk kategoriye, etik
önermeler ikincisine giriyordu. Ama Çevre’dekilerin çoğu Wittgenstein’in söylenemeyecek
önermeleri manasız kabul etmediğini anlayamamıştı. Tam aksine esas önemli şeyler konuşamadığımız şeylerdi.
Wıttgenstein Tractatus’un asıl derdini, önemli bir avantgard editöre yazdığı
mektupta şöyle telaffuz etmişti: “Kitabın
etik bir derdi vardır... Eserim iki bölümden oluşuyor: burada sunduklarım artı
yazmadığım her şey. Esas önemli olan bu ikinci bölümdür.”
Çevre’de
birkaç kişi —Otto Neurath dahil— Wittgenstein’ı güveni suiistimal eden biri
olarak görüyordu. Rudolf Carnap, Çevre’nin Wittgenstein’ ın metnine getirdiği
yorumla adamın kendisi arasındaki zıtlığa hayret ediyordu. Çevre’de metafizik,
ahlakçılık ve tinselliği elinin tersiyle iten katı bilim adamları vardı — ve
ilk başta Tractatus’un mesajının da böyle bir ret olduğuna inanmışlardı. Ama bu
şiir okuma işinde yarı mistik bir taraf vardı. Carnap’ın ifadesiyle:
Bakış
açısı, insanlara ve sorunlara, hatta teorik sorunlara yaklaşımı bir bilim
adamından ziyade yaratıcı bir sanatçıya benziyordu, hatta daha ileri gidip bir
peygambere ya da kâhine benzediği bile söylenebilir... Bazen uzun ve zorlu gayretten
sonra, nihayet cevabını verdiğinde, sözü önümüzde yeni yaratılmış bir sanat
eseri ya da ilahi bir aydınlanma gibi dururdu.
Belki
de kaçınılmaz olarak Wittgenstein’la Çevre heyeti arasında yanlış anlamalar ve
gerilimler doğdu ve bunlar beraberinde ayrılıkları getirdi. Özellikle de sakin,
kendine hakim Carnap’la ikisinin arasında temel bir kişilik çatışması olmuştu.
İdeal bir dilin arzulanır bir şey olduğuna inanan Carnap yapay dil Esperanto’yu
savunuyordu. Bu zararsız coşku Wıttgenstein’ı öfkeye garketti. Dilin organik
olması gerektiğinde ısrarlıydı.
Carnap, Wittgenstein’a karşı saygıda kusur
etmese de Wittgenstein’ın X ve Y varsayımlarından nasıl Z sonucuna ulaştığı
yolundaki ısrarlı, nazik ve meraklı soruları bilgiçlik taslayan birinin
meşgaleleri olarak kulak ardı edilmişti. “Kokusunu alamıyorsa ona yardım
edemem. Sadece burnu iyi değil.” Kızılca kıyamet Carnap’ın başyapıtı Der
Logische Aufbau der Welt (Dünyanın Mantıksa Yapısı) kitabının yayımlanmasıyla
koptu. Wittgenstein, Carnap’ı intihalle suçladı — zaten böyle bir şeyi bekliyordu,
hem Carnap’ın kitabında Wittgenstein’a çok şey borçlu olduğunu belirtmesi de bu
suçunu onun gözünde iyice ağırlaştırıyordu. Wittgenstein, “Küçük bir çocuğun
elmalarımı çalmasına aldırış etmem ama elmaları ona benim verdiğimi söylemesine
bozulurum,” demişti.
Ama
—Wittgenstein’ın insanları hoyratça bir kenara nasıl attığını gösteren— esas
trajik kopuş, Wittgenstein’a Çevre’deki herkesten daha yakın olan Waismann’la
oldu. Karl Popper özeti haklı görünüyor: “ çok şey borçlu olduğu Waismann’a
insanlığa sığmayan bir şekilde ve zalimce davran
Friedrich
Waismann dünyanın en özgün düşünürlerinden olmasa da anlaşılması güç mefhumlan
sade ve anlaşılır bir dille özetlemek gibi harika bir özelliği vardı. Neredeyse
on yıl bo yunca, genelde Wittgenstein’la ortak çalışarak, bu yeteneğini onun
muğlak ifadelerine uygulamış, onlara bir kalıp ve biçim verebilmek için çok
çalışmıştı. Hafta 1929’da Wittgenstein’la Waismann’ın birlikte bir kitap
yazacakları lafları ortalıkta do laşmıştı. Felsefenin en mühim beyinlerini
sekreter niyetine kul lanmaktan asla imtina etmeyen Wittgenstein, Waismann’a
söylediklerini dikte ettirirdi. Ama sonunda, Wittgeııstein’ın sürekli fikir
değiştirmesinden ve kendi fikirlerini aşırı sahiplenmesin den Waismann’ın
bıkmasıyla ortak kitap planları suya düştü.
1937’nin
sonlarında Waismann’la ailesi göçmen olarak Vi yana’dan ayrıldı; Britanya
Akademik Yardım Konseyi’nin yardımına artık ihtiyacı kalmayan Popper —gerçi
otobiyografisinde bu gerçeği biraz süslemiştir, buna sonra döneceğiz— Wais
mann’ı konseye tavsiye etmişti. Waismann konseyden aldığı küçük bir bağış ve
üniversitede geçici bir öğretmenlikle, karısıyla çocuğunu alıp Cambridge’e
geldi.
Yabancı
bir dilde çalışmasını gerektiren yabancı bir ülkede, geride bıraktığı
arkadaşları ve ailesinin başlarına geleceklerden endişe duyan Waismann’ın maddi
yardımın yanı sıra duygusal ve mesleki desteğe de ihtiyacı vardı. Yeni bir
başlangıç yapma ya çalıştığı bu üniversitenin başat filozofonun Wittgenstein ol
ması onun için iyi bir haber olmalıydı.
Aslında
Waismann geldiğinde Wittgenstein yurtdışında, Norveç’teydi. Cambridge’e
döndüğünde, Viyana’daki eski ça lışma arkadaşının varlığım neredeyse görmezden
geldi. Rich ard Braithwaite ve karısı Margaret Mastermann araya girip Wa ismann
ailesini tam bir umutsuzluktan kurtardılar. Göçmenlere başlarını
sokabilecekleri bir çatı ve hayati önemi olan fazladan bir miktar para temin
ettiler.
Wittgenstein’ın
bu tavrına getirilebilecek en cömert yorum, fikirlerinin, eski Viyanalı
arkadaşlarının yardımma ihtiyaç duy mayacak ve onlara zaman ayıramayacak kadar
hızlı gelişim göstermesi olabilir. Çevre’nin 1929’daki manifestosu onu çok
rahatsız etmiş, Waismann’a kendi kendilerine gelin güvey ol duklannı yazarak
onu azarlamıştı. Ama bu onu haklı çıkarmaz. Wittgenstein’ın hayattaki düsturu,
insanlann yaşamın kendile rine biçtiği rolü azanıi dürüstlükle oynamaları
gerektiği hissi>’ di — mesleki düşmanlıkları unutup yardımına muhtaç birine
elini uzatmaması için olası ama nahoş açıklamalar bunlat Leavis, beklettikleri
bir kayıkçıya bahşiş verdiğinde Wittgenste in’ın gösterdiği tepki geliyor akla:
“Bu adamı ne zaman düşün sem aMıma kayıkhane geliyor.” Belki de Waismann’ı her
dü şündüğünde aklına fakirliği ve Fruchtgasse’de yaşamak zorun da oluşu
geliyordu.
Akademik
açıdan Waismann, Wittgenstein’ın düşmanca gölgesi altında yaşamayı tahammül
edilmez bulmuştu. En va kıf olduğu konularda ders veremiyordu, zira bunlar
Wittgens tein’ın seminerlerinde yer alıyordu. Wittgenstein üniversitede daha
eski olduğundan kimin ilgi alanlanmn galip geleceği baş tan beliiydi. Ama
Wittgenstein’ın öğrencileri Waismann’a git mesinler diye uyardığı bile olmuştu.
Belki de onu hep kütüpha neci olarak düşünüyordu.
Daha
iki yıl dolmadan Waismann Oxford’a geçti, Matematilk Felsefesi alanında Okutman
oldu ve kariyerinin sonuna k- dar orada kaldı. Sürgünde asla mutlu olamadı. Sürekli
kaf ele-rin yokluğundan yakınıyor, herkesten uzak duruyordu, ayrıca melankoli
ve depresyona meyilliydi. Karısı da oğlu da intihar ettiler. Yine de savaştan
sonra Wittgenstein’cı çalışmaların mer kezi olan Oxford’da Wittgenstein’ın yeni
fikirlerini tamtmakta büyük katkıları oldu. Ama Wittgenstein’la ilişkisi asla
düzel medi. Oxfordlu filozof Sir Michael Dummett, Wittgenstein’m 1951’de
ölmesiyle Waismann’ın “bir tirandan kurtulduğunu” söylüyor. 0 zamana kadar
neredeyse tümüyle Wittgenstein fel sefesiyle ilgili olan derslerinde yeni
alanlar keşfetmeye başla mıştı. Waismann da 1959’da öldü.
(......)
Viyana
Çevresi’nin kilit üyelerin çoğu Yahudi, geri kalanlar da sol eğilimliydi. Pek
çok sanatçı, sinemacı, banker, bilim adamı ve doktor için geçerli olduğu gibi
Viyana’nın filozof kaybı Britanya ve Amerika’nın kazancı oldu. Carnap Prag üzerinden Princeton’a, Feigl önce lowa sonra Minnesota’ya, Gödel Princeton’a, Menger
Notre Dame Üniversitesi’ne, Berlin’deki Hempel
de Brüksel üzerinden Chicago’ya, oradan New York’a gitmişti.
Otto Neurath, 1934’te kendisi Rusya’dayken
Avusturya’da gerçekleşen sağcı, dinci-korporatist Dolfuss Darbesinden beri
Viyana’ya dönmemişti: geri dönse grubun siyasi açıdan en etkin elemanı olarak
hayatının tehlikeye gireceği belliydi. Karısıyla birlikte Hollanda’ya geçti ama
1940’ta Nazilerin orayı da işgal etmesiyle, kendini İngiltere’ye kalkan küçük
ve kalabalık bir tekneye attı ve savaşın sonunda orada huzur içinde öldü. Waismann göç eden son Çevre üyelerindendi.
Schlick
cinayetinden sonra Temel Bilimler Felsefesi kürsüsü kaldırıldı: tayin komitesi
bundan böyle fakültedekilerin gerçek görevinin felsefe tarihi öğretmek olduğunu
ilan etti. Viyana Çevresi’nin başlattığı hareket biraz dağınık ve sulandırılmış
da olsa yoluna devam etti ama başka yerlerde — Britanya ve Birleşik
Devletler’de.
Çevre’nin
sesi, adıyla birlikte anılan bazı felsefi kavramlarla halen duyulabilmektedir.
1931’de
Gödel, matematik için mantıksal bir temel oluşturma teşebbüslerinin hepsini
ortada bırakan teoremini yayımladı. Biçimsel bir aritmetik sisteminin
tutarlılığının kendi içinden kanıtlanamayacağını göstermişti. On beş sayfalık
makalesi bazı matematik problemlerinin kanıtlanamadığını kanıtlıyordu —matematikte
hangi aksiyomlar kabul edilirse edilsin, daima doğrulanamayacak bazı gerçekler
olacaktı. Sonra Neurath’ın Gemisi var. Neurath temelcilik karşıtıydı: bilginin
sağlam bir altyapısı olmadığına inanıyordu. Bunu göstermek için denizcilikle
ilgili bir benzetme yapmıştı:
“Gemilerini
kum bir nhtımda söküp en iyi parçalarını bir araya getirmek yerine açık denizde
yeniden inşa etmek zorunda k lan denizciler gibiyiz.”
Ama
Çevre’nin doğrulama ve onaylama takıntısının özü en iyi Hempel Paradoksu’nda
görülür. Bir teorinin doğru olduğu nu gösteren, kanıtlayan şeyler nelerdi?
Hempel Paradoksu şöyleydi: diyelim ki kuş gözlemcisisiniz ve bütün kuzgunların
ka ra olduğu teorinizi kanıtlamak istiyorsunuz. Tabii ki beyaz, kahverengi ya
da yeşil bir kuzgun görürseniz teoriniz yalanlan mış olur. Ama aynı şekilde,
gördüğünüz kara kuzgunlan varsa yımınızın doğru olduğunu kanıtlamak için
kullanmak da akla yatkındır. Hempel’in içgörüsü” Bütün kuzgunlar karadır”
önermesinin mantıken “Kara olmayan her şey kuzgun değil dir” önermesinin
eşdeğeri olduğuydu. Başka bir deyişle: bütün kuzgunlar karaysa ve siz yeşil bir
kuş görürseniz, kesinlikle “Bu kuş kuzgun değildir” diyebilirsiniz. Hempel daha
sonra şunu da görmüştü: hem kara hem de kuzgun olmayan bir şeyi her
gördüğünüzde kara olmayan her şeyin kuzgun olmadığı önermesini ve aynı zamanda
mantıken eşdeğeri olan bütün kuzgunların kara olduğu önermesini doğrulamış
oluyordunuz. Başka bir deyişle, ne zaman sarı güneş, beyaz Rolls-Royce, kızıl
ardıçkuşu, mavi çan çiçeği ya da pembe panter görseniz bu te oriyi doğrulayan
kanıtlar toplamış oluyordunuz.
Bu
teori sağduyuya aykırı görülse de bu işlerin neden o ka dar kolay olmadığını
göstermeye çalışıyor. Ama aynı zamanda, Çevre’nin doğrulanabilir ve
doğrulanamaz önermeler arasına çizdiği sınırın altını oymaya başlayan (sonraları
da bunu sık sık vurgulayacak olan) Karl Popper’in, bu pozitivist projeye saldırdığında
neden yalnız kalmadığını da gösteriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder