Metnin ana kaynağı aksi
belirtilmedikçe Felsefe
Sözlüğü (A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat
Yayınları) olacaktır. Metin içinde, düşünürlerin ve kavramların sayfalarına
ilişim yapılacaktır. Ayrıca olabildiğince
farklı kaynaklardan ara notlar konacaktır.
U
|
S
|
Ç
|
U
|
L
|
U
|
K
|
En
genel anlamda ussal düşüncenin vardığı sonuçlara, usun verdiği yargılara sonuna
dek inanma tutumu; usa aykırı gelen ya da usdışı öğeler içeren her şeyi daha
baştan yadsıma tutumu. Kökence Latince’deki ratio sözcüğünden gelen,
bilginin güvenilir tek kaynağının us
olduğunu savunan felsefe alanı.
Usçuluk
terimi, felsefe tarihinde alabildiğine değişik anlamlarda kullanılan bir
terim olmakla birlikte, yerleşik felsefe dilindeki en yaygın anlamları arasında
şunlar yer almaktadır:
|
Sıralanan
bu en temel anlamlarına bakıldığında açıklıkla görüleceği üzere, usçuluk gerek
bilginin gerekse bilgi edinme sürecinin temeline duyulardan gelen verileri
yerleştiren deneyciliğe taban tabana karşıt bir felsefe duruşudur.
Buna
göre, bir bütün olarak;
- evreni ya da evrenin belli bir bölümünü usa dayalı düşünce yoluyla anlamlandırmayı,
- insan yaşamının gerçekliğini bir biçimde usa dayanarak kurmayı
amaç edinen düşünsel yaklaşımlar
usçuluk başlığı altında toplanmaktadırlar.
Usçuluk,
varolan her şeyin tümdengelimli bir doğa
taşıyan tek bir dizge içinde kalınarak açıklanabileceğine yönelik savunusu
nedeniyle, kimileyin “dizgeci felsefe” ile örtüştürülerek anlaşılmaktadır. Bu
bağlamda sözgelimi, çoğunluk usdışıcı öğeler üstüne kurulmuş varoluşçuluğuyla
tanınan Sartre
dahi, sırf bütün her şeyin tek bir dizge ile açıklanabilir olduğunu ileri
sürmesi nedeniyle usçuluk başlığı altında anılmaktadır.
Bununla
birlikte, felsefe tarihinde örnekleri görece çok daha az olmakla birlikte, usçu
olmasına karşı dizgeli felsefe yapmayan ya da ortaya belli bir felsefe dizgesi
koymamış düşünürler de bulunduğundan, “dizgelilik” tek başına bir felsefe konumunu
usçu diye nitelemek için yeterli değildir.
Tanrıbilim
(İlahiyat, teoloji) çerçevesinde ise usçuluk, gerek Tanrı’nın varlığının
tanıtlanmasında, gerek dinsel inancın temellendirilmesinde, gerekse de dinsel
öğretilerin geçerliliklerinin kesinlenmesinde usun ya da usavurmanın zorunlu
olduğu görüşünü dile getirmektedir. Tanrıbilimdeki bu kullanımıyla usçuluk,
dinsel öğretiler bağlamında insan doğası ile eylemlerine doğalcı bir tutum
içinde yaklaşmayı önermektedir.
Öte
yanda, “Aydınlanma” düşünürleri usçuluk denildiğinde çoğunlukla tanrıbilimsel dogmaların, dinsel
öğretilerin, yerleşik otoritelerin savunularının körü körüne benimsenmesine
karşı, insan usunun gücüne kayıtsız koşulsuz duyulan sarsılmaz güveni
anlamaktadırlar. Bu bağlamda dönemin usçuluk ruhunun en iyi görülebileceği
yerlerin başında Voltaire,
Diderot, Montesquieu,
Rousseau gibi Aydınlanmacı düşünürlerin
yapıtları gelmektedir. Usçuluk bu genel anlamlarıyla tanrıbilimsel kurgular ya
da dinsel vahiylere karşı, doğruluğun tek gerçek ölçütü olarak usu gören her
türden düşünme kipine göndermede bulunmaktadır. Nitekim inancın felsefece
düşünme karşısındaki değerini bütünüyle yadsıyan “Tanrıtanımazlık”, “Tümtanrıcılık”,
“Maddecilik”, “Doğalcılık”, “Kuşkuculuk” gibi felsefe akımları da
çoğunluk usçu dizgeler başlığı altında incelenmektedir. Ayrıca yine bu
bağlamda, en başından beri felsefe tarihinin hemen her döneminde varolan
usçuluk eğilimi, eleştirel felsefe yapma yönelimleriyle dikkat çeken felsefe
okullarında kendisini açıklıkla göstermektedir.
Nasıl
ki sonuna dek götürülmüş deneycilik bütün bilgiyi her koşulda deneye dayandırmaya
çalışıyorsa, bunun tam karşısında yer alan sonuna dek götürülmüş usçuluk biçimleri
de bilgiyi genelde usa, daha özeldeyse birtakım ussal süreçlere dayandırarak
temellendirme arayışı içindedirler. Usçulukta us, zihince sağlanan malzeme
üzerine yine zihnin kendisinin salt düşünce yoluyla yoğunlaşması olarak
kavranmaktadır. Çoğu usçuluk anlayışına göre bu malzeme “doğuştan gelme
düşünceler” diye adlandırıldığından, usçu düşünüşte olanlar için apriori bilgi
en önemli bilgi türüdür. Deneyciliğin savunduğunun tam tersine, bilgi ile
doğruluğu enson anlamda duyulara değil de kayıtsız şartsız usun anlıksal gücüne
bağlayan, buna bağlı olarak da tümdengelimli düşünme yöntemini tek gerçek
bilgi kaynağı olarak gören usçuluk, “usdışıcılık”ın ya da “gizemcilik”in ileri sürdüğü
gibi birtakım usdışı kaynaklara gitmek yerine, ussal olmakla tanımlı olduğunu
düşündüğü insan doğasının kendi içinde taşıdığı olanaklara sonuna dek
güvenmekten yanadır.
Tümdengelimli ya da Sentetik Apriori
Yöntem
Tümevarımlı yöntemin tam karşı ucunda yer alan tümdengelimli yöntem, her durumda genel ilkelerden, daha "yüksek" yasalardan ya da nedenlerden, daha "alçakta" olmakla birlikte çok daha karmaşık ve ayrıntılı ilişki ya da olgulara geçerek izlenen bir felsefe yöntemidir. Nitekim tümdengelimli teriminin türetildiği Latince'deki deducere eylemi "alçala alçala inme" anlamı taşımaktadır. Daha ilk bakışta görülebileceği gibi, tümdengelimci bir düşünürün en büyük düşü, saltık bir dayanak noktasını, en azından enson anlamdaki gerçekliğin sezgisini kendisine başlangıç noktası alarak, böyle bir "Arşimet Noktası"ndan yola çıkıp evrende varolan bütün herşeyin bilgisini metafizik gerçeklik ölçeği ile uyumlu bir biçimde tek tek çıkarsamaktır. Varolan bütün herşeyi, dolayısıyla olası bütün bilgileri olanaklı kılan bu dayanak, "Tektanrıcılar"ın gözünde Tanrı iken `Birciler "in gözünde Tümel Varlık olarak düşünülmektedir. Kuşkusuz felsefe tarihinde tümdengelimli yöntemi uygulayarak geliştiren ilk fılozof Platon 'dur. Nitekim Platon tümdengelimli yöntem uyarınca, genelde "İdealar Dünyası" ndan, daha özeldeyse "İyi İdeası" ndan başlayarak, en sonunda duyular dünyasının gerçekliğinin yalnızca gerçekliğin kopyalarından ibaret birer yanılsama olduğu yollu bilgiyi çıkarsamıştır. Yine aynı biçimde yalnızca Eskiçağ Usçuları değil, Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi Yeniçağ Usçuları da kuşkuya yer bırakmayan bir açıklıkta tümdengelimli felsefe yöntemiyle düşünen filozoflardır. Nitekim bu üç filozof da aynı geometride olduğu gibi en karmaşık belitlerden başlayarak en yalın belitlere doğru ilerleyen bir düşünme çizgisi izlemişlerdir. Tümdengelimli yöntemle düşünme eğilimini, felsefelerini bir biçimde Saltık Varlığın sezgisine dayandıran Alman İdealizm geleneğinde yer alan "varlıkbilgiciler" ile Kant sonrası Fichte, Schelling, Hegel gibi "tümtanrıcılar" arasında da açıklıkla görmek olanaklıdır. Tümdengelimci filozofların hemen bütününde görülen ortak bir özellik, çok büyük ölçüde gözleme dayalı bilimlere, dolayısıyla tümevarımlı düşünme yöntemine pek sıcak bakmayışlarıdır., Hiç kuşkusuz tümdengelimli, sentetik a priori yönteme karşı getirilen eleştirilerin başında, her durumda belli ilkelerin, yasaların ya da temellerin apriori doğru diye alınarak, yeterince eleştirel bir gözle soruşturulmadan benimsenmesine yol açıyor olmasıdır. Bu eksikliğin varlığı Platon 'dan Leibniz 'e gelinene dek tümdengelimli yöntemi izleyerek ortaya belli felsefe düşünceleri koymuş filozofların hemen bütününde açıklıkla görülmektedir |
Usçu
varlıkbilgilerinde zihin ile dünya birbirleriyle tam bir uyum içinde ele alınmakta,
gerçek olanın zihinsel, zihinsel olanın
da gerçek olduğu düşüncesine tartışmasız doğru diye bakılmaktadır. O nedenle,
usçuluk duyu organlarıyla edinilen verilerden çok doğuştan gelen apriori
bilgileri belirleyici olarak görmektedir Platon’un
“idealar”ı,
Descartes’ın “doğuştan düşünceler”i, Kant’ın a priori formları ve daha nicesi hep aynı
usçuluk çerçevesinde temellendirilmiş felsefe kategorileridir.
Descartes’ın
bilim anlayışına göre evrenin doğasının açık ve seçik bilgisi insan zihninin
doğuştan gelen kaynakları üzerinde inşa edilebilir. ¨ Discourse’un
beşinci bölümünde Descartes şöyle yazmaktadır: “Gördüğüm odur ki; Tanrı birtakım yasaları doğada öyle bir şekilde
inşa etmiştir ve bu yasalara ilişkin öyle Kavramları zihnimize
yerleştirmiştir ki, yeterince düşünürsek bu yasaların dünyadaki her şeyde
varolduğu ve ortaya çıktığı konusunda hiçbir şüphe duymayız” (AT VI 41:
CSM I131).
Buradaki
iddia, insan zihninin yalnızca bu yasalarla ilgili bilgileri geliştirmeye
muktedir olduğunu değil, ilgili kavram ve önermelerin doğuştan ruhta
varolduğunu içermektedir “tüm apaçık
doğrular ve Tanrı’nın ideaları bir bebeğin zihninde, biz yetişkinlerin
onlara yönelmediğimiz zamanlarda bulundukları gibi bulunmaktadır; bu idealar
yaş ilerledikçe kazanılacak şeyler değildir; zihin beden hapishanesin den
kurtulduğunda, hiç şüphem yok ki bunları (bu idealari ve doğruları) kendi
içinde bulacaktır” (‘Hyperaspiste’lere Ağustos 1641 tarihli mektup, AT 11
424: CSMK 190).
John Locke
’un bir sonraki yüzyılda doğuştan fikirlere yaptığı bilinen saldırısı şu
sorunu ortaya çıkarmıştır: Şayet ideaların benim zihnime yerleştirilmesinin
bir anlamı olacaksa bebek zihninin onları gerçekten algılaması gereklidir (ki
elbetteki yanlış bir düşüncedir) “çünkü bir ‘Zihin’e ve o’ Zihin’in
algılaması olmaksızın bir şeyin yerleştirilmesi bana pek akla yakın
görünmemektedir” (An Essay Concerning fluman Understanding, 1689, 1. Kitap,
b.ii, 5).
Bu
tür bir itiraza Descartesçı bir yanıt doğuştan biz de varolan ideaların
bebeklikte ve hatta yetişkinlikte, bedensel uyarılarla örtülmüş
olabileceğidir (AT 111 425: CSMK 190; karş. İlkeler, Bölüm 1, madde 47);
ancak çok yoğunlaşmış bir çaba ve dikkat doğuştan gelen doğal ışığın açığa
çıkmasını sağlayabilir. (Conversation with Burman, ATV 150: CSMK 336)
Metafiziksel düşünümün (reflection) amacı da zaten “zihni duyulardan
uzaklaştırmaktır ki, (AT VII 12: CSM 11 9; karş. AT Vii 189: CSM 11133) bu
sayede doğuştan gelen idealar “zihnin hazine dairesinden dışarı
çıkabilsinler” (AT VII 67: CSI” 1146; karş. AT VII 189: CS 11132).
Descartes
Sözlüğü, John Cottingham, Doruk Yayıncılık
|
Bununla birlikte usçuluğun hiçbir biçimi usa
saltık anlamda bir yer vermekten yana değildir; çünkü son çözümlemede tıpkı
saltık gerçekçilik gibi saltık usçuluk da özne ile nesne ayrımını ortadan
kaldıracağından, bilgiyi olanaksız kılmak türünden hiç de istenmeyen bir sonuç
doğuracaktır.
Hemen
bütün usçuluk anlayışlarında birbiriyle uyumlu iki savın kilit önemde bir
değeri bulunmaktadır. Bunlardan ilki, “doğuştan gelme
düşünceler öğretisi” iken, ikincisi “kendinden açık”
öncüllerden yola çıkarak dünyaya ilişkin tümdengelimli düşünme aracılığıyla
mantıksal çıkarımlarda bulunarak enson anlamda doğrulara ulaşılabileceği
savıdır. Öyle ki bu iki sav, usçu yöntembilgisinin oluşumunda da son derece
belirleyici bir konumdadır.
Usçuluğun dünyanın
düşünce yoluyla ilkece kavranabilir olduğu savunusunun gerisinde, hem
dünyanın tartışmasız düzenli bir yapısı bulunduğu, hem de usun ilkece bu
düzeni kavrama yetisi taşıdığı düşünceleri yatmaktadır.
|
Bu
açıdan bakıldığında usçuluk, gerçekliğin olmadığını ya da dünyanın belli bir
anlamdan ya da tutarlı bir bütünlükten yoksun olduğunu ileri süren “usdışıcılık”
yaklaşımına karşı, usun gücüne sonuna dek inanmaktadır. Olanaklı bütün
bilgilerin tek kaynağının us olduğu düşünülen usçulukta, usçu düşünürler
Tanrı’nın varlığı gibi kimi konularda dahi salt usa dayanarak bilgi edinmenin
olanaklı olduğunu dile getirerek, tanrısal esin altında olma ya da Tanrı’dan
vahiy alma koşulunun zorunluluğunu bütünüyle yadsımaktadırlar.
Sözgelimi
bu bağlamda Descartes,
Tanrı’nın Dünyası’nı tanrısal varoluş ile tanrısal iyilik ilksavlarından
türetmiştir. Buna göre, doğa dünyası da içinde olmak üzere varolan her şeyin
bilgisi ilkece usa açık olduğu gibi, hiçbir başka yere gitmeksizin salt us
yoluyla açıklanabilirdir de. Öte yanda, dış dünyaya ilişkin bilgi edinme
bağlamında genel usçuluk konumunun en temel savı, belli başlı birtakım
kavramların deneyden değil de doğuştan getirildikleri yönündedir. Sözgelimi tam
bu bağlamda Descartes’ın düşünceleri üç ana kategoriye ayırarak ele aldığı görülmektedir
Duyular aracılığıyla deneyden elde
edilen “kırmızılık” düşüncesi gibi zorunlu
olmayan düşünceler,
Elimizde bulunan kimi düşüncelerden
meydana getirdiğimiz “uçan at” düşüncesi gibi yapıntı düşünceler,
Yaratılışımızla birlikte Tanrı tarafından
zihnimize yerleştirilen “Tanrı”, “uzamlı madde”, “üçgen” düşünceleri gibi doğuştan gelen düşünceler.,
Felsefe
tarihi boyunca çeşitli us tasarımlarına, bilginin kaynağı sorunu bağlamında usa
verilen farklı yerlere bağlı olarak birbirinden değişik usçuluk anlayışlarının
temellendirilmiş olduğu görülmektedir. Nitekim gerek bilginin doğasından gerekse
ustan tam olarak ne anlaşılması gerektiği konusu pek çok durumda bir filozoftan
diğerine değişiklik gösterdiği için, sanıldığının tersine usçuluk kendi içinde
bütünlüklü tek bir düşünce dizgesi olarak anlaşılamayacak denli büyük bir çeşitliliğe
konudur.
Felsefe
tarihinde ilk usçular olarak çoğunluk Modern Felsefe’nin kurucuları olarak da
gösterilen Descartes, Leibniz ve Spinoza üçlüsü (“XVII. yüzyıl usçuluğu”) kabul
ediliyor olmasına karşın, başta Parmenides, Platon
ve Aristoteles olmak üzere usçuluğun
temellerinin ilkçağ felsefesinde atıldığı üstünden atlanamayacak bir gerçektir.
İlk
Yunan Usçusu Parmenides’e göre, duyular ne
söylerse söylesin bunlar her durumda değişime konudurlar; değişen birşey için
hiçbir zaman değişmeyecek kesinlikte doğru birşey söylenemeyeceği için
değişim kendi içinde bir çelişki içermektedir. Buna dayanarak Parmenides,
usun bütünüyle değişimden bağımsız bir gerçekliğe ilişkin olması gerektiğini
ileri sürmüştür. Daha sonra Parmenides, gerçek olanın varlığını sağlama almak
için değişimin olanaksızlığını tanıtlamak amacıyla geliştirdiği bu
uslamlamayı, gerçekliğin tekparça bir birlik oluşturduğu düşüncesini
temellendirmek adına çokluk kavramının olanaksızlığını göstermek için de
kullanmıştır.
|
Parmenides’in izinden yürüyen Elealı Zenon,
kendi adıyla anılan ünlü Zenon Açmazları’yla hocasının bu görüşlerini oldukça
başarılı bir biçimde desteklemiştir. Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi’nin bu iki
Elealı usçu düşünürü, Platon ile birlikte, usçuluğun temel savunularından biri
olan duyuların güvenilmezliği düşüncesinin
ilk temellendiricileridir. Ancak ilerleyen yüzyıllarla birlikte sonuna dek götürülmüş
usçuluğun duyulara olan düşmanlığının giderek yumuşadığı gözlenmektedir.
Kuşkusuz usçuluğun duyular ile deneye yönelik bu denli keskin karşı çıkışının
körelmesinde, İlkçağ Atomcuları bir yanda XVII. yüzyıl duyumcuları öbür yanda
deneyci savunuların önemli bir etkisi olmuştur.
Öte
yanda, Kant’ın
usçuluk ile deneycilik arasında temellendirdiği eleştirel felsefesi usçuluğun
gelişiminde son derece önemli bir kırılma yaratmış, genelde usçuluğun, daha
özeldeyse belli başlı usçu bakış açılarının felsefi bakımdan güvenilirliklerini
önemli ölçüde yitirmelerine yol açmıştır.
“Klasik
Usçular” ya da “Kıta Usçuları” diye de bilinen, daha çok XVII. ile XVIII. yüzyıllarda
yaşamış modern filozoflar, en başından beri skolastik felsefenin dogmalarına
karşı bilimsel düşüncenin doğruluğunu savunmuşlardır. Bununla birlikte usçuluk
kavramı son derece geniş bir anlamda kullanıldığından, pek çok düşünür de
çeşitli bağlamlarda, çeşitli nedenlerle, çeşitli anlamlandırmalarla usçu
filozoflar arasında anılmaktadır.
Nitekim, Eskiçağ Yunan felsefesindeki usçuluğun
daha ilk biçimlerinde, enson anlamdaki doğruluğa yalnızca us yoluyla
ulaşılabileceği ileri sürülürken, buna karşı usçuluğun yakın dönemlerde
geliştirilmiş biçimlerinde, Chomskyci dilbilimde
görülebileceği üzere, bu denli deney karşıtı bir tutum sergilenmediği, her
durumda deneysel tanıtlamalara dayandırılmamış, deneysel sınamalardan geçirilmemiş
ussal çıkarımların kuşku götürür bir konumda oldukları düşünülmektedir. Bu
bağlamda önceki dönem modern usçu düşünürlerin bilimsel ilgilerinin pek çok
bakımdan dinsel görüşlerin etkisi altında kalmış olduğu gerçeği düşünüldüğünde,
usçuluğun ilerleyen dönemlerle birlikte doğal olarak din ile yeni bilimler
arasındaki uçurumun derinleşmesine ön ayak olduğu söylenebilir.
Dinsel düşüncede ya da tanrıbilimsel felsefede
usçuluk, inanç ile imanın ancak usa baş vurmak yoluyla temellendirilebileceği
düşüncesinden yola koyulan bir dizi yaklaşıma göndermede bulunur. Bu bağlamda inanç ile us
arasındaki ilişki, ortaçağ skolastik felsefesinin temel düşünce konusunu oluşturmuştur.
İnanç sorunu karşısında ortaçağ felsefesinde kökleri atılan bu usçuluk biçimi,
XVIII. Yüzyılda Yaradancılık
http://www.felsefeekibi.com/site/default.asp?PG=389 anlayışının
doğuşunun önünü açmıştır. Nitekim yüzyıla gelindiğin de, din ile bilim alanları
birbirlerinden bütünüyle koparak iki ayrı bağımsız gerçeklik dünyası olarak
algılanır olmuşlardır. Öte yanda Kant, sentetik apriori önermeler olanağına duyduğu
sarsılmaz inanç nedeniyle çoğularının gözünde yanlış olduğu biline biline değme
bir usçu düşünür olarak görülmektedir. Bunun yanında yakın dönemlerin sezgicilik
yönelimli düşünürlerin de usçuluğa ilişkin büyük bir duygudaşlık sergiledikleri
üstünden atlanamayacak bir gerçektir.
……………..
“Kıta
Usçuluğu” ile “İngiliz Deneyciliği” arasındaki amansız savaşımın, genelde bir
bütün olarak felsefe tarihinin kavratılması üzerinde, daha özeldeyse Kant’a
gelinene dek XVII. ile XVIII. yüzyıl modern felsefe döneminin anlaşılmasında
son derece belirleyici bir değeri bulunmaktadır. Söz konusu bu dönem boyunca, sıcaklığından
hiçbir şey yitirmeksizin süren tartışmaya katılan filozoflar, çoğunluk her
birinde üç filozof olmak üzere iki ayrı öbeğe ayrılarak ele alınmaktadırlar.
Tartışmanın bir ucunda Descartes, Spinoza ve Leibniz’den oluşan Kıta Usçuları
bulunurken, tartışmanın öbür ucunda Locke, Berkeley ve Hume’dan oluşan İngiliz Deneycileri
yer almaktadır. Bununla birlikte çoğu durumda felsefe tarihçilerinin yapılan bu
ayrımın kesinliğine ilişkin olarak en azından beş değişik çekince koydukları
görülmektedir.
- Sözü geçen üç kıta usçusunun özellikle doğa bilimleri alanında yazılmış yapıtlarına bakıldığında, bilimsel bilginin elde edilişinde deneye göz ardı edilemeyecek ölçülerde önemli bir yer verildiği açıktır; - Locke’un a priori bilgi açıklaması ile Berkeley’in doğuştan gelme düşüncelerine bakıldığında açıklıkla görüleceği üzere, İngiliz Deneycileri farklı bağlamlarda farklı vurgularla da olsa gerçek bir bilgi kaynağı olarak usa vazgeçilmez bir değer biçmektedirler;
- Söz konusu ayrım karşıt konumlara yerleştirilen filozofların kimi önemli noktalarda aynı şeyleri savunuyor olmaları gerçeğinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır. (örneğin Descartes da Locke da düşüncelerimizin kaynağı üzerine olmasa da doğası üzerine aynı görüşleri savunmaktadırlar);
- Ayrım doğrudan ayrımın kendisiyle ilintili olmayan, doğrudan felsefi nedenlere dayanmayan, daha çok dilsel ve ideolojik kaygılarla yapılmış birtakım sakıncalı başka ayrımlara kaynaklık etmektedir;
- Yapılan bu ayrımın büyük ölçüde bilgikuramsal bir ayrım olması, metafizik bakımdan geçerlilikleri yeterince sorgulanmamış yanlış değerlendirmeler yapılmasına yol açmakta, dolayısıyla da söz konusu filozofların ortaya koydukları düşüncelerde yer alan son derece önemli ayrıntıların ya da inceliklerin kökten budanması sonucunu doğurmaktadır.
Usçuluk
geleneğinde, Descartes’ın hem “ikicilik” anlayışını dayandırdığı bilim savunusu,
hem de ikicilik için sunduğu ana uslamlamalar, özellikle içerdikleri “teknikler”,
“soyutlamalar” ve “tümdengelimli çıkarsamalar” açısından usçuluk anlayışına
model oluşturmaktadır. Öte yanda, usçuluk yaklaşımının felsefe tarihindeki en
üst noktalarından biri olarak gösterilen Spinoza’nın ¨Etika
adlı yapıtı, geleneksel etik düşünme yordamının izinden yürümek yerine,
“Eukleides (Oklid) Geometrisi”nin temel ilkeleri üstüne yapılandırılmıştır.
Usçuluğun
—bu en önemli ilkörneklerinde sergilenen üst düzey soyutlamalara dayalı—
tümdengelimli düşünme yöntemi, gerçekliğin salt kuramsal düzeyde anlaşılması
gereken bir etkinlik olarak kavranması gibi bir sonuç doğurmuştur. Ancak
usçuluk anlayışına yakıştırılan bu nitelik felsefece temellendirilmiş bir
tanımlama olmaktan çok ruhbilimsel bir nitelendirmeye konudur.
Usçuluk,
kimileyin felsefe çevreleri dışında kimileyin de metafizik karşıtı felsefe anlayışlarında
insan yaşamında usa yüklediği birincil değer ve önem nedeniyle değme yanlış
öncüller üstüne bina edilmiş bir gizemcilik biçimi olarak anılmaktadır.
Öte
yanda, genellikle usçuluk anlayışının en büyük kuramcıları arasında gösterilen
Leibniz, usun bütün doğrularının çelişmezlik
yasasınca garanti altına alınmış olduğunu, modern terimceyle söylenirse analitik
doğrular olduklarını ileri sürmektedir. Ne var ki, her doğru önermenin
çelişiğinin kendisiyle de çelişik olduğuna yönelik Leibniz’in uslamlaması,
deneycilik yönelimli pek çok felsefecinin gözünde kendi içinde açmazlı bir doğa
sergilemektedir. Nitekim bu açmazın varlığından yola çıkan kimi deneyci felsefeciler,
usçuluğun deneye dayandırılmamış bilgi savlarının açmaza düşmeksizin salt biçimsel
bir düzeyde bile temellendirilemez oldukları gerçeğine parmak basmaktadırlar.
Ancak yine de bunun tam olarak böyle olup olmadığına yönelik bir tartışmanın
felsefe tarihinde olanca sıcaklığıyla sürdüğü görülmektedir. Sözgelimi Kant bu
bağlamda, sentetik
a priori bilgi olanağını ortaya atmasına karşın, kendi deyişiyle
şeylerin bilgisi bağlamında dogmacı bir tutum sergilemek yerine yalnızca görüngüler
(phainomenon) alanıyla
ilgilendiğinden, usçuluk çerçevesinde değerlendirilebilecek bir filozof
değildir.
Nitekim
Kant, geliştirdiği eleştirel felsefe dizgesinin en değerli erdemini, usçuluktan
da deneycilikten de kaçınmaya büyük özen göstermiş olmasıyla açıklamaktadır.
Hiç kuşkusuz usçuluk felsefe tarihindeki en
üst anlatımlarından birine Hegel ’in idealist dizgesinde ulaşmıştır. Hegel’e göre, enson anlamdaki gerçekliğin
bilgisine deneye hiçbir biçimde başvurmaksızın, salt düşünme alanının sınırları
içinde kalarak varmak olanaklıdır. Hegel, usçuluğun en iyi tanımını felsefe
tarihine mal olacak bir açıklıkta dile getirmiştir: “Gerçek olan ussaldır, ussal olan
gerçektir.” Bu bağlamda Hegelci usçuluk, salt düşünmenin içinde
kalarak, yalnızca kavramın kendi kendine işletilmesine olanak tanınmasıyla
gerçekleştirilen bir yöntem üstüne bina edilmiştir. Hegel’in temellendirdiği diyalektik
yöntem, kaplamı en geniş kavramdan yola koyularak, düşünülür olan bütün herşeyi birbiri
ardına mantıksal yolla türetmekten oluşmaktadır. Hegel’in gözünde diyalektik,
yalnızca düşünmenin değil bütün varlığın ya da gerçekliğin doğal gelişim
biçimiyle özdeş evrensel bir yöntem konumundadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder