Henry Margenau
Çeviri: Doğan Özlem
Doğa Felsefesi Nedir?
Doğa felsefesi ile doğabilim arasındaki ayrım, hiç de kendiliğinden anlaşılır bir ayırım değildir ve bu ayırım hiçbir zaman açık olmamıştır. Avrupa düşünce tarihine bakıldığında, bu iki kavrama yüklenen anlamların yüzyıllar boyu özdeş kaldıkları kolayca saptanabilir. Bu iki bilgi alanı arasında 17. yüzyıldan önce bir ayırım söz konusu olmamış ve hatta ondan sonra özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde her iki terimin anlamları yine özdeş kalmıştır.
O zamanlar bir doğa felsefecisi profesör, doğal olarak bir fızikçiydi ve fizikçi olarak o, önce ahlak felsefecisi profesörden, sonra da felsefe profesöründen ayrılmıştır.
İşte bu sıralarda Avrupa kıtasında bir ayırıma başvuruldu ve biri spekülatif ve belirsiz, öbürü ise sağın ve olgulara dayalı iki disiplinden söz edilmeye başlandı. Bazı bilim adamları bağımsız bir doğa felsefesinde meydana gelen bu ayrılmada, bilgi açısından mutsuz bir parçalanma görürler. Kendi düşünce yolları içinde sıkı bir empirik sağınlık peşinde koşan öbürleri açısından ise, bu savı (felsefi) bir otoriteye dayanarak doğrulamayı denemek, sağın bilimden sapmak demektir. Bu yoruma göre, doğa felsefesi matematikselleşemeyen, itkelerden yoksun ve karanlık bir bilim, yalnızca Ortaçağ insanının kabul ettiği anlamda bir bilimdir. Kuşkusuz böyle bir yorum yanılgı içerir.
Doğabilimi ile doğa felsefesi arasındaki ayırım, tarihsel bir rastlantı sonucu ortaya çıkmış bir ayırım da değildir. Bu ayrımın nedeni, daha çok doğabiliminin modern konumundan dolayıdır. Galileo ve Newton ’dan önce fizik, tanrının inayetine ya da insanın derinliğine düşünmesine ya da rastlantıya bağlı olarak bulgulanan ve bulanık tasarımlar ya da çok genel kategori sistemleri içinde biraraya toplanan olguların derme çatma bir kompleksiydi. Bilimsel doğruluk öylesine sıradan olabilirdi ki, örneğin Nicolaus Cusanus ’un sözcükleriyle “her parçasından bütünün fışkırdığı’ bir şeydi (ex omnibus paıtibus relucet lotum). En sağın bulgu bile bir kosmoloji içermekteydi. Bir bilimsel olgudan genel bir yasaya geçme, bu olgu ne kadar büyük önem taşırsa taşısın, disiplinsizce ve rastlantısaldı. Bilimsel olgular üzerine yapılan mantıksal tartışmalar, etik ve dinsel problemler. üzerine yapılan tartışmalarla aynı stile sahipti ve son ikisi felsefeye ait konular sayıldıklarından, bilim de onların bir parçası sayılıyordu.
Ama Galileo ve Newton’la birlikte bilime yeni bir öğe girmiş oldu: Yöntem. Böylece olgular, şimdi yalnızca bir buluş konusu değil, aynı zamanda, bir kanıtlama konusu oluyorlardı.Yani mantıksal düşünceler ve matematiksel dedüksiyonlar(tümdengelim), dikkatli gözlem ve deneylere bağlanıyor ve mantık, empirik bilimin içine sokulmuş oluyordu. Bu yenilik, modern bilimin doğuşunda kosmolojik spekülasyonların keyfiliğine bir son vermek konusunda çok etkili bir aracı temsil eden Bacon’ın indüksiyon(tümevarım) kurallarına başvurulmuş olmakla da sınırlı değildi.Galileo ve Newton’un yöntemleri, hatta, Bacon’ın indüksiyon kurallarından oldukça uzaklaşarak, deney ve gözleme, kanıtlanamaz türden tasarımlardan kalkarak doğrulanabilir olgulara, geçmek için başvuruyordu,
O ana kadar bir olgular kataloğu halinde spekülasyonlara karışmış olan bilim, bu kez, dikkatle gözlemlenen olguların örgün bir bütünü olarak, gözlemlenmiş fenomenlerin rasyonel şekilde açıklanmasını sağlayan yöntemlerce desteklenmiş oluyordu. Ama hemen aynı zamanda, oldukça önemli yeni bir problemler dizisi ortaya çıkmış oldu.
Bu yöntemler nedir ve onlar neden dolayı başarı ile kullanılabiliyorlar ?
Kant , bu problemin farkındaydı ve Galileo döneminden önce tümüyle anlamsız sayılan şu sorunun üstüne gitti:
Salt mantıksal ve matematiksel düşünmeyi doğa hakkında neye dayanarak kullanabiliyoruz ?
Gerçekten de modern fiziğin başlangıçlarında, bilimsel olguları örgün bir bütün içinde ele almayı sağlayan yöntemlerin kesinlikle olguların kendilerinden bağımsız oldukları anlaşılmıştır. İşte bu durumun farkında olmak ve onun üzerine ciddiyetle eğilmek ve nedenini sormak, doğa felsefecisi olmak demektir. Günümüzün fizikçisi, yapmış olduğu gözlemleri biraraya toplar ve bu gözlemler hakkında, önceden öğrenmiş olduğu ve pek ender olarak sorguladığı bir düşünme tarzı içinde sonuç çıkarır.
O, kanıtlamalarında başvurduğu prensipleri, kendisinden önce ortaya konmuş, yeterli ve verimli bir birikim düzlemi olarak kabul eder. O, kendi bilim alanında öylesine gelişmeler gerçekleştirebilir ki, kullandığı yöntemlerin açık-seçikliğinden kuşkuya düşmeyi düşünmez. Gerçi o, kullandığı yöntemlere uymayan ve o ana kadar güvenilir saydığı bu yöntemlerin denetlenmesini gerektirecek ilkesel güçlüklerle karşılaşabilir. İşte, bu açıdan soruna bakan bir bilim adamı, doğa felsefecisi olmaya başlamış demektir. O, dahice bir sezişle, böyle bir durumda kullandığı yöntemlerin bazı öğelerini değiştirebilir ve önüne dikilen güçlükleri giderebilir de. Hatta bu sayede ünlü bir bilim adamı da olabilir ve giderek yöntemlerinde yapmış olduğu değişikliği bile unutabilir.
Doğa felsefecisi ise, işte tam da bu türlü değişiklikleri gündeme getiren, bilimsel yöntemleri betimleyip çözümleyen bir uyarıcıdır. Bu uyarıcı, bu yöntemlerle öteki insansal etkinlikler arasındaki bağlılıklara da işaret eder ve bunlar hakkında bazı yargılara varır, bilimsel süreci çözümler ve bu süreci yalın kavramlara indirgemeyi dener. Bilimsel bilginin bizzat güvenilir bilgiyi temsil ettiği kabul edilirse, doğa felsefecisi, öyleyse’bilgi sürecinin önemli bir bölümü ile uğraşıyor demektir. Bu nedenle de, doğa felsefecisinin bilgisel amacı, sağın anlamıyla doğabilimsel bilgi amacından ayrılır ve doğa felsefesi bilgi kuramının (epistemoloji) önemli bir parçası olur.
Bilgi kuramı, zaman zaman, felsefenin bir başka bölümüyle, yani ontoloji ya da varlık kuramı denen bölümüyle karşıtlık içindedir. Ontoloji, bilimin yöntemlerinden bağımsız olarak bilinebilecek kesin ilkeler olduğunu, bu ilkelerden yola çıkıldığında varlığın sınırlarının a priori olarak belirlenebileceğini kabul eder..
Ontolojik literatür, çoğunlukla, bir sezgi formu, aracısız bir özgörü (vizyon, Wesenschau) ve sağlıklı insan anlığına dayanır ve oluş ile zorunluluk arasındaki kutuplaşmanın önemi üzerinde durur. Ontoloji, deneye dayanmayan inançlarla ilgili olduğundan, çoğu kez, doğrulanmaları olanaksız metafiziksel spekülasyonlarla çalışır ya da hatta tümüyle spekülasyona dönüşür. Gerçekliği betimlediğini savunmasına rağmen, ontoloji, zaman zaman bilime belli bir düşmanlık güder ve bilimi temel varlık prensiplerini zedelemekle suçlar. Bu türlü düşmanca bir tavır, özellikle, bilimin yeni, bilinmeyen bir yönelim içinde olduğu sıralarda yoğunlaşır. Çünkü böyle bir yönelim sırasında bilim de kaçınılmaz olarak sezgi ve sağlıklı insan anlığının yönlendiriciliğjne muhtaçtır. Ama bilimde böyle bir yönelimin dayandığı zemin, yine de geçmişteki deneylerdir.
Böyle bir yönelimin ürünü olarak görelilik kuramına karşı (on yıl öncesine göre bugünlerde giderek azaldığı sevinilerek görülen) itirazlar, zaman aralığı ile uzunluk ölçüsünün (zaman ile uzunluğun) gözlem koşullarında birbirlerine bağlı olduklarını yadsıyan ontolojik bir ön-kabule dayanıyordu. Kuantum kuramı, gerçekten de, alışılagelmiş bir kaç “varlık prensibi”ni zedelemişti. Bu kuram, ortadan kaldırılamaz ve kaçınılmaz olan bir belirlenemezlikten söz ediyordu. Ontolojinin bazı bağnaz yandaşlarınca bu kuram bu yüzden yadsınmıştır. Ne var ki, ontologlar, alışılagelmiş olanı zorunlu olana dönüştürme hatasını işlemektedirler ve bu nedenle de, onların zorunlu saydıkları şey, alışılmamış herşeyi mantık-dışı ve anlamsız kılan kendi alışkanlıklarıdır. Bilimin gösterdiği gelişme, onların haksızlığını kanıtlamıştır. Bilim bize, sağlam bilginin kökenini deneyde aramamız gerektiğini öğretir.
Bilimin otoritesi ile uğraşan felsefe dalı, onun yöntemlerini olduğu kadar, olgu dediği şeyi de çözümler. Doğa felsefesi denen bu felsefe dalı, bizim burada konumladığımız tarzdan bir başka tarz içinde de konumlanabilir. Örneğin Yeni Kantçı bir terminoloji kullanarak, doğa felsefesinin ana konumunu şöyle betimlemek de olanaklıdır: Doğa verili (gegeben) değildir; veri kılınmıştır (aufgegeben). Gerçekten de bu konuma dayalı bir doğa felsefesi tipi tüm problemleri kapsayıcı bir niteliktedir ve doğa felsefesi ile bilimin doğa karşısındaki tutumlarını iyi bir şekilde belirtir
EMPİRİZME (deneycilik) KARŞI RASYONALİZM (usçuluk)
Tarihi boyunca doğa felsefesi, yüzyıllarca iki felsefe akımı arasında kalmıştır: empirizm ve rasyonalizm.
Hiç kuşkusuz doğayı anlama, pratikte, iki işlevi, yani algı ve düşünmeyi içeren bir bilgi edimi ile olur. Ama algı ve düşünme sözcükleriyle, burada, açık seçik tanımlanabilir olan iki insansal etkinlikten sözedilmiş olmuyor.
Psikologlar, her zaman, algı ile düşünmenin birbirlerinden ayrılamayacaklarına inanırlar. Buna rağmen, deneylerimizin kısmen duyusal, kısmen de rasyonel bir doğası olduğu açıktır. Bunun gibi, duyuların bize tek tek olgular, yani kendi başlarına bir örgünlük ve derlenmişlik göstermeyen veriler hakkında bir bilgi (tanı) sağladıkları, bunlara bakılarak, akıl yoluyla genel kuram ve yasalara geçildiği açıktır. Öyle ki bizim evren hakkındaki bilgimiz, her iki bilme ediminin bir karışımıdır.
Doğa, tek tek renkler, sesler, duyusal algılanımlar, nesneler, v.b. topluluğudur. Ama biz bunları genel yasalar altında düzenlemekte hiç de tereddüt göstermeyiz. Örneğin biz tüm nesnelerin kütlesi olduğunu ya da tüm nesnelerin yerçekimine bağlı olduklarını, ancak bu yolla söyleyebiliriz.
Akıl işe karışmadığı sürece, duyusal deney, bize “tüm” deyiminin geçtiği ifadeler yapma, olguları somut ve zamansal bağlamları içinde topluca kavrama olanağı vermez.
Duyum ve akıl bilgimizin iki kaynağı iseler, biri öbürüne göre bir öncelik taşımakta mıdır?
Böyle bir öncelik sorunu varsa, ikisinden hangisini dikkate almamız gerekiyor ?
Rasyonalizm, aklı , bilgimizin ilksel ve vazgeçilmez tek kaynağı olarak görür. Buna karşılık [brown] empirizm önceliği duyusal algıya ya da doğrudan gözlenebilir olan şeye verir. Rasyonalizm ve empirizm kavramları hiç de sağlam kavramlar değillerdir. Benim burada dikkatleri çekmek istediğim nokta, birbirlerini dışta bırakmak isteyen bu iki eğilimin felsefe öğretilerinde her zaman çeşitli adlar altında temsil edilmiş olmasıdır. Zaman zaman başka adlarla da bezenmiş olsalar, rasyonalizm ve empirizme dayalı büyük felsefe akımlarını tanımak kolaydır.
Platon ’un felsefesi rasyonalizmin bir tarzıdır. Platon, çağının bir çok düşünürü ile birlikte, duyumların hiçbir doğruluğa götüremeyeceğine inanır. Doğruluk, kaynağını, duyusal deneyden asla çıkmayan idelerde bulur. Duyumlar bilgiye götürmüyorlarsa, ideleri nasıl bilebileceğimiz konusundaki paradoksa, Platon ünlü anımsama kuramı ile yanıt verir. Ona göre, bizim ruhumuz ideleri anımsar, çünkü o daha önceki varoluşunda onları görülemiştir. Bu şiirsel açıklama, ne var ki problemin çözümünde geçerli olamaz. Ama problem, doğa felsefesinde karşımıza hep çıkan problemlerden biriyle ilgilidir ve bu yüzden önemini hep korumuştur.
Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi filozoflar, rasyonalizmin bir başka tarzını ortaya atarlar. Onların rasyonalist tutumları bugün de yaşamaktadır. Öyle ki, bu tutum, Planck, Schrödinger, Einstein ve en çok da Arthur Eddington ’un yazılarında etkili bir biçimde dile getirilir. Burada geçmişin metafiziksel çizgisine dönüşe rastlanır ve akıl yetilerine doğuştan sahip olduğumuz söylenerek evrenin aslında basit ve rasyonel bir yapısı olduğuna inanılır. Örneğin Eddington, doğanın salt matematiksel yolla kesin bir betimini yapmayı ödev edinir; öbür bilim adamları deneye ağırlık verirlerken, o, doğayla ilgili evrensel olguların anlaşılabilir olduklarını ve bu anlaşılabilir olmanın, evrene tek biçimli bir nitelik verdiğini, herşeyin akıl ve onun doğal aracı olan matematikle kavranabileceğini söyler.
Öbür yandan empirizm de değişik adlar altında karşımıza çıkabilir. Locke ve Hume , aynı bayrağı taşırlar; Berkeley ’in felsefesi ise idealist bir kılık içindedir. Esse est pervipi, dindar papazın temel inancıdır. O, herşeyi duyusal algıya dayandırdığını söyler. Newton’un ölçülü rasyonalizmine de saldırır ve Newton ve Leibniz’in sonsuz küçüklerin hesaplanmasını keşfederlerken dayandıkları rasyonel inançlara etkili argümanlarla karşı çıkar. Berkeley’e göre sonsuz küçükler anlamsızdır, çünkü onlar duyusal yoldan algılanamazlar.
Bir 19. yüzyıl hareketi olan pozitivizm, duyusal yoldan algılanabilir olan şeyden yola çıkarsa da, esas üzerinde durduğu, insansal deneyde pozitif olarak doğrulanabilir olandır. Pozitivizm de, tüm bilginin esas olarak gözlemden çıktığına inanır. Ne var ki günümüzün pozitivizmi bu konuda mantığa öncelik verir ve böylece aslında kendisini rasyonalizm çizgisine oturtmuş olur. Buna rağmen o, bu durumu yadsır ve mantıksal ve matematiksel olmayan her türlü rasyonalist inanca karşı çıkıp, bu türlü inançları “metafizik çöplüğü” ne atar; çünkü mantıkçı pozitivizmin dilinde metafizik korku uyandıran bir sözcüktür. Mach , Berkeley’in izleyicisidir. Çünkü o da duyumları bilgimizin biricik kaynağı sayar. Ne var ki, fizikçi olarak o, bilimsel yöntemlerin ne anlam ifade ettiklerini değerlendirme sırasında rasyonel inançlara sınırlı bir alan da ayırır. Mach, rasyonel inançları, olguların ele alınması sırasında değer taşıyan bir ekonomi sağlamaları bakımından ikincil bulur. Ama rasyonel inançlar, olguları nasılsa öyle betimleyemezler.
Kuramlar, olgular hakkındaki kavrayışı kolaylaştırırlar, ama onlar gelip geçici, değişebilir yardımcı malzemelerdir ve zaman içinde yerlerini hep başkalarına bırakırlar. Onlar, bir ağacın yaprakları gibi giderek solarlar ve artık verimsiz hale geldiklerinde de ağaçtan kopup düşerler. Mach, duyuma dayalı bilgi üzerinde durduktan sonra, kendi mekanik biliminde aklın rolünü aşağıdaki konum içinde betimler: “Bilimin görevi, olguları, yeniden-kurma (Rekonstruktion) ve geçici öntasarımlar aracılığıyla düşüncede ele almak ve doğrulamaktır. Anımsama, bu bakımdan deneyden daha sağlamdır ve bu amaca hizmet eder. Bilimin tüm yaşantısını çizgileyen bu ekonomik işlev, daha ilk bakışta tanınır ve bilimin böyle bir niteliği olduğunun herkesce tam olarak kabul edilmesi ile bilimde her türlü mistisizm ortadan kalkar”.
BİLİMİN YÖNTEMİ
Rasyonalizm ve empirizm arasındaki tartışma dolayında kümelenen çeşitli felsefi formlar üzerine bu kısa bakış bizi şu soruya götürür: Bize duyular yoluyla açık olan olgularla mantıksal düşünme sürecini bir uyum içine sokmak için bilim ne türden sistematik yollar, yani yöntemler geliştirmiştir?
İnsansal birikim alanı, algı, akıl, düşünme, anımsama, hissetme, eyleme, isteme ve daha bir çok adla gösterilen süreçlerin çokluğunu içerir. Bugün artık bizler, bu adların, insan tininin açıkça tanımlanabilir ve birbirlerinden ayrılabilir olan belirli kapasitelerine işaret ettiklerine inanmıyoruz. Deney, hiç de kendi başına bağımsız bir bölüm değildir. O, bazı kategorilerin oluşturduğu bir barikatten süzülerek bize gelir ve bu yüzden aynı zamanda hem duyusal hem de düşünsel bir şeydir ve bu haliyle bir beklenti ya da duyusal algı olur.
Bu kavramların tanımlanması son derece güçtür. Örneğin renk olarak kırmızının ya da aracısız algılanan bir başka şeyin tanımında olduğu gibi. Doğabilimi, bu deney akışından, bu akışı bir sıra içinde düzenleyen özel ve egemen bir form bulup çıkarmaya çalışır ve bu formlara objektif, real ya da varoluşsal formlar adını verir. Öncelik sırasına göre bu formlar şunlardır:
Duyumlar, özgürce üretilen ve kurgulanan kavramlara bağlı bir form içinde düşünme, tüm bu öğeleri bilinçte birarada tutan bir bağlayıcı olarak bellek anımsama..
Uygulamada, bilimin yöntemleri, aracısız duyumları kavramlarla bağlantıya sokan son derece etkili ve bu yüzden de mutlu bir yol olarak betimlenir ve kavramlarla olgular arasında bu homojenlik ve tutarlılık olduğu kabul edilerek, bu kabule bağlı bir örgün sistem içinde açıklamalar yapılır. Şimdi bu duruma daha yakından bakmak gerekecektir.
Bir duyusal algı nedir? Algı bir deney öğesidir, ama tek deney ögesi değildir. O, öbür deney ögelerinden kendiliğindenliği (Spontanite) ve göreli bağımsızlığı ve başka bir şeye indirgenemezliği ile ayrılır. Kant’ın “algılar rapsodisi”nden kastettiği de budur. Algı, en gerideki şey, tortudur. (Residuum) Algı, bir ağaca baktığımda, tüm rasyonel ögeleri ve tüm belleksel çağrışımları paranteze aldığımda geriye kalan şeydir. Bu tortu, olduğu gibi kopya edilemez. O, düşünme ve anımsama yoluyla objeleşır ki böylece bır tasarım altına sokulmuş olur. O, deneyın indirgenemez tortusu olarak rasyonel işlemlere henüz tabı tutulmamış bir kendiliğindenliğe sahiptir
Göğün maviliği ya da bir yazı masasının görünümü türünden salt duyusal algıların bu halleriyle bilimsel kavramlara taşınamamalarının nedeni de budur. Bunlar, örneğin dalga uzunluklarına, kimyasal bağlantılara ya da geometrik figürlere çevrilmek zorundadırlar Yanı, onlar, bilimsel olarak ele alınmazdan önce “rasyonelleştirilmek” zorundadırlar Başka bir deyişle, algılar hakkında topluca söz edebilmek için, bunların önce rasyonelleştirilmeleri gerekir. Rasyonelleştirme işlemi öncesinde onlar gerçekten de kendi başınadırlar ve deneyin bir çözümlemeye tabi tutulamaz çekirdeğini oluştururlar.
Bu durum, bir başka tarzda da ifade edilebilir. Henüz bir yoruma tabi tutulmamış bir duyusal algı, bu haliyle deneyin edilgin bölümünü oluşturur. Ama duyu verileri, bize bir rasyonel ilişkiler ağı ile gelirler. Böylece, duyu verilerinin edilginliği bize ait bir beklentisel konum içinde bu rasyonel ilişkiler ağı ile bir bağdaşıma (Kombinanon) girerler. Ama bu onların rasyonel şeylerle aynı türden (homojen) olduklarını.da göstermez. Algının bu edilginlik karakterini biz en çok “duyu verisi” sözcüğünde yakalayabiliriz. Biz “etkileniriz”, bize bir şey “verilmiştir”.
Veri (Datum) sözcüğü bizdeki bu etkilenmenin ifadesidir. Ne var ki, bu verinin ardında bir “veren” olduğunu kabul etmek, realistik bir inançtan başka bir şey değildir. Geleneksel realizm, bizim düşüncemizden bağımsız bir şeyin (realite) olduğunu kabul eder. Bu şey, bizim deneylememizden bağımsız olarak, duyu verisinin nedeni olarak vardır. Işte, “veri” sözcüğü ile ilgili dilsel alışkanlıklarımızın kaynağı bu realistik inançlar. Belki de bu nedenle, “veri” sözcüğünü “fenomen” sözcüğüyle değiştirmek, yanlış anlamalara yol açabilen ön kabullerden sakınmamız için gereklidir.
Her ne kadar kendiliğindenlik ve edilginlik özelliklerine sahipse de bu duyu algısını ani bir acıdan, bir düşten, bir halüsinasyondan, optik bir illüzyondan ayırdetmek pek kolay değildir. Sonuncular, duyu algıları gibi öylesine indirgenemez, öylesine net, öylesine yaşantıya geçmiş olabilirler ki, bunları duyu algılarından ayıracak başka bir özellik bulmak gerekir. Ne var ki, bir duyu algısını bunlardan ayırdetmemizi sağlayacak tek özellik, sonuncuların kişisel şeyler olduklarını, oysa gökyüzünde parlayan güneşin böyle olmadığını uzlaşım yoluyla denetleyebilmemizdir. Bu yüzden sonuncular duyu verilen sınıfına sokulmazlar. Bunun anlamının ne olduğu ise, bambaşka bir sorundur.
Çünkü, bizzat “anlam" dediğimiz şey, duyusal algıların tümü için geçerli bir temel özellik (Characteristicum) değildir. Başka bir deyişle, “anlam” duyu yerlerinden kalkılarak belirlenebilecek bir şey değildir.
“Anlam”, duyu verileri ile bu duyu verileri hakkında geliştirilmiş kavramlar arasında belirli bir bağlaşma tarzının ürünüdür. Bu nedenle duyu verilerinin aracısız olarak bize geldiğini söylemek yanlıştır. Duyu verisi deneyin tek öğesi değildir. Her ne kadar duyu verisini karakterize eden şey kendiliğindenlik ve edilginlik ise de, o, bu haliyle deneyin içerdiği öğelerden biridir ve bu yüzden deney, “duyusal algı” denen şeyle sınırlandırılamaz. Tam tersine, deneyi, tüm görünümleri ile ele almak zorundayız Yine bu nedenle, deney, bir ağacın gözlenmesi kadar, dinsel bir veriyi de objektif olarak gözlenmesi gereken bir duyu verisi olarak kapsar. Birinci türden olanlara alışkanlıkla par excellens duyusal algı denmesinin nedeni, bilimin, duyusal algıları rasyonelleştirebilmesi ve genel bır formalizm altında bu olguları doğrulayabilmesindendir. Ikinci tıp duyu algıları ise böyle karşılaştırmacı bır ölçüte sokulamazlar
Sonuç olarak, “veri” sözcüğünü tekil (singular) olarak kullanmak hiç de uygun değildir Bizim salt duyu algısı içinde karşılaştığımız durum, dile getirilemeyecek kadar karmaşık ve çok yüzlüdür. Whitehead, deneyin ancak sınırlı bır alan içinde kalınarak tanımlanabileceğini ve asla kesin özelliklere dayandırılamayacağını biliyordu. O, oldukça uygun bır deyimle, aracısız tanımlanabilen ögeler için “kaplamsal soyutlama” (extensive Abstraktion) sözcüğünü kullanmıştır
Bu, deneyin aracısız öğelerini mantıksal yoldan tanımlamanın olanaksızlığı ile sıkı sıkıya ilgilidır. Bir deney ne kadar kendiliğinden aracısız ise, onu sağlam ve güvenilir biçimde tanımlamak konusundaki güçlükler o kadar artar. Salt bir soyutlama ise, matematiksel sınıf kavramlarında olduğu gibi, kolay bir tanımlama yoludur. Birer soyutlama olarak bu türden tanımlar yetkin ve olgundurlar. Çünkü bu tanımlar, niceliksel dizilerin oluşturduğu sınıflar ıçin hiçbir kuşkuya ver vermezler. Öbür yandan, bır nesnel durumu belirtmek için geliştirilmiş olan kavramlar, matematiğin kesin tanımlarına uymazlar. Bu türden kavramların mantıksal bir sisteme katılmaları gerektiğinde, onlar artık tanımlanamaz öğeler olarak işlev kazandıkları gibi, belirsizliklerine rağmen büyük ölçüde işlerliği olan bir kapsayıcılık da taşırlar
Örneğin, öbür sayısız özellikleri yerine bir köpeği dört ayaklı memeli hayvan diye tanımladığımızda, artık üç ayaklı bir köpek, mantıksal olarak bu tanıma uymaz Bu mantıksal belirsizlik, aracısız verilerin tüm katmanları için söz konusudur ve bunu açıkça bilmek çok önemlidir Yani algı ve kavram, kendiliğinden olan ile rasyonel olan terimlerinden ne anlaşılacağı sağın biçimde belirtilemez.
KAVRAMA VE KAVRAMLAR
Şimdi, yöntemli bilme ve anlama konusunda, deneyin öbür yüzüne, yani deneyin rasyonel ve kavramsal öğelerine eğilmemiz gerekiyor. Bu alanın kapsamına kavramlar, düşünceler, ideler, v.b. diye adlandırılan şeyler girer ve bunlar arasında hiç kuşkusuz mantıksal ilişkiler önde gelir. Felsefe tartışmaları da zaten hep, bunlarla real evren arasındaki bağ sorunu konusunda ortaya çıkar. Bu sorun gerçekten çok önemlidir. Ama önce real evren, ya da “dış dünya” kavramının açıklanması gereklidir.
“Kavramlar”, “düşünceler” ve “ideler”, çoğu kez “sübjektif” ya da “zihinsel” şeyler diye gösterilirler. Bu, kuşkusuz, eski fılozofların beden-ruh ikiliği kabulüne dayalı belirlemeleriyle ilgili değildir. Çünkü, genelde sübjektif ya da zihinsel olmayan bir deney olup olmadığı sorulabilir. Ama, bu sözcüklerle ifade edilmek istenen şey, sadece şu basit durumdur.
Biz yaşamımızda, edilgin algıdan çok, kavram, ide ve düşüncelere angaje oluruz. Kavram kurma işinde ise, belli bir özgürlük ve seçim söz konusudur. İdeler, özgür bir buluş ile bir tasımın kesin çıkarım zinciri arasındaki oyun alanında ortaya çıkarlar.
Sıçrama noktası, bizzat angaje olduğumuz ve kendimize göre daha yakın olarak kavradığımız şeydir. Bu yüzden, bizim etkinliğimiz, daha çok kurgucu bir etkinliktir.
Kurgu, tüm düşünce tarzlarında vardır. Gündelik yaşantımızda bile, karşılaştığımız nesneler üzerine sonradan düşündüğümüzde, bu edime daima kurgucu bir öge katılır. Bir ağacı düşündüğümde, ben sadece bu ağacın tüm olgusal niteliklerini yeniden anımsamış olmam; bu sırada daha fazla bir şey yaparım: algılanan ağaç, benim için, aynı zamanda bir renkler ve formlar grubudur. Böylece, onun belleğimde aldığı şekle ben “dışardan” bir karakter katmış oluyorum, yani onu üç boyutlu bir konum ve sürekli bir varoluş içinde düşünüyorum. Özellikle bu. sonuncular, görüsel izlenimleri kurgusal yönden tamamlayan şeylerdir. Böylece görülmüş olan ağaç, anımsama ve kurguya bağlı bir görüye sahip olmasaydım, benim için artık varolmazdı.
“Özel” olarak görülmüş olan ağacı “genel” yani tüm ağaçlarla ilgili bir objeye dönüştüren bilinç süreci öylesine otomatik bir süreçtir ki, biz, iki ağaç arasındaki farklılığın “özel”mi yoksa”genel mi olduğuna dikkat bile etmeyiz. Nesnelerin az ya da çok algılandıkları gibi olduklarını ileri süren realizm felsefesi, olguların salt algıyı aşan “genel” özellikleri bizzat içlerinde taşıdıklarım söyler; Titiz bir çözümleme, bir duyu algısı ile bu duyu algısı aracılığıyla bize kendini olduğu gibi açtığı ileri sürülen obje arasında farklılık olduğunu gösterir.
Örneğin,, “sıcak” algısı ile fizikçinm “ısı” adını verdiği ve moleküler bir hareket olarak açıkladığı şey arasındaki fark gibi. Bu son durum, bir şeyin yaygın olarak benimsenmiş olması ile yani amiyanelik (Öffendichkeit) ile genellik arasındaki farkı gösterir; Bunun gibi, bizim aracısız-kendiliğinden olarak algıladığımız “ışık” ile fizikçinin ona verdiği adla “elektromanyetik dalga” arasında da böyle bir farklılık vardır Elektromanyetik dalga, ısı, “amiyane” ağaç gibi şeylerin neden dolayı “kavramlar”, “ıdeler, “düşünceler” olarak adlandırıldığı belki de okuyucuya pek açık gelmemektedir. Durumun aydınlatılması için, ben bunlara “kurgular” diyorum (Construct İngılizcede bır şeyden türeyen,ondan çıkan şey, ürün, sonuç, yargı (Resultat), construction ise yapma, kurma, inşa sürecidir. Almanca ‘Konstruktion” sözcüğü ise, ne yazık ki her iki anlamı da içerir. Aşağıda daha çok construct anlamı kastedilmektedir).
Kurgular (ya da yapılar) algıya görelidir, ona “uyarlar” Ama dil, algı ile kurgu arasındaki farkı görmemizi her zaman sağlamaz. Öyle ki dilde, ağaç, ısı, ışık sözcükleriyle kurguların mı yoksa algıların mı dile getirildiği açık değildir.
Bu durum özellikle doğabiliminde göze çarpar Kütle, güç, enerji, canlılık, yaşam (bıos) gibi sözcükler hep bır çıft anlamlılık taşırlar En sık kullanılan kavramlar bile, çoğu kez, aracısız yaşantılarımızdan çıkan deneylerle ilgili kurgulardır.
Aracısız yaşantılarımızı hep sezgisel bir temsil (Represantatıon) yoluyla ifade ederiz. Ama, “vektöryel potansiyel”,“volans”, sayı, grup. olasılık, v b gıbı kolayca betimlenemeyen bilimsel kurgular da vardır Gerçi onlar da aracısız algılarla ilgilidirler ama onlar öylesine soyutturlar ki, şöyle bir bakıldığında verilerle pek az bağlılıkları varmış gibi görünür. Bu nedenledir ki, onların temel özelliğini kurgu olarak nitelemek açıkça anlaşılır bir şeydir. Aynı şekilde, dış dünyaya ait özellikler olarak kullanılan kütle güç, enerji gibi kavramlarda az ya da çok böyledirler
Kurguların verilere “uyduğunu” söyledik. Ama bu uygunluk nedir? Düşünülmüş ağaç ile algılanmış ağaç ya da elektromanyetik dalga ile onun algısal biçimi olan “ışık” arasında nasıl bir bağ vardır?
Bu örnekler, kuşkusuz, bir deney tipinden bir başka tipe bir geçiş olduğunu göstermektedir. Bu geçişi sağlayan şey çoğu kez alışkanlıktır ve bu ‘geçiş sayesinde “algılar rapsodisi” yeterince düzenlenip örgünleşebilir. Ama bu geçiş ne tümüyle veriye bağlıdır, ne de tümüyle keyfidir. O, ne kurgu ne de algı (Perception) dır. Bu nedenle önce buna bir ad bulmak gerekir. Biz buna karşılıklı uyma, tekabül etme ya da kısaca “uyma kuralı” (rule of correspondance) diyoruz. Bununla onun deney içindeki düzenleyici ve bağlayıcı etkinliğine işaret etmiş oluyoruz.
Uyma kuralları (düzenleyici kurallar), yerine göre çeşidi tipler halinde çözümlenebilirler. Örneğin bir duyu verileri topluluğu ile bir “obje” arasında şeyleştirme, “nesnelleştirme” (reifikation) denen otomatik bir bağlantı oluşabilir ki, bu çok sık rastlanan bir durumdur.
Bir başka tarzda, kabaca algılanan bir büyüklük ile onun incelmiş bilimsel kurgusu arasında da böyle bir düzenleyici bağ vardır. Örneğin kaslarımızı gererek kabaca algıladığımız “güç” ile yaylı terazi ya da dinamometre gibi bir araç yardımıyla ölçülen “güç” arasında böyle bir bağ vardır. Bu son örneği gözönünde tutan “uyma kuralı” na çoğu kez “işlemsel tanım” (operauve Definition) denir. Bridgman’ın işlemselci (operationalist) felsefesinin fizikçilerce gittikçe rağbet bulmasının nedenlerinden biri, bu felsefede “uyma kuralları”nın araçsal tiplerden çıkarılması gerektiğinin savunulmuş olmasıdır.
Kuşkusuz burası, olanaklı tüm “uyma” tipleri hakkında kapsayıcı bir bakış konumlama yeri değildir. Burada, bir çok uyma tiplerinin olduğunu ve bu tiplerin titizlikle ele alınmasının, belki de daha çok geleceğe ait bir iş olduğunu belirtmekle yetinmek gerekir.
Buraya kadar belirtilen hususlara göre , doğabilimsel yöntemler konusunda varılan sonuçları şöyle toparlamak olanaklıdır Deney, tamamlanıp, bütünlenen bir şeydir; duyusal ve kendiliğinden olan şeyden, rasyonel-düşünsel olan şeye bir geçiş vardır. Bu geçiş, düşüncenin veriyi kavramasına olanak sağlar. Yani, yalın veriyi kendi başınalığı ve bireyselliği içinde sınıflamayı olanaksız kılan karmaşık bir bağlılaşma oluşur. Yine bu yüzden, veriyi, onun kavramsal konum ve kaplamından başka bir şeyle tanımlama olanağı yoktur.
Yöntemsel bilmenin ne olduğu, önce kurgular hakkında konuşmayı gerektirir. Kurgular, olgusal olana uyması gereken rasyonel malzemelerdir Bu bakımdan nesne, büyük ölçüde, duyu algısının içeriğini gözönünde tutarak oluşturduğumuz basit bır kurgudur
Ama, geometrik formlar, sayılar ve modern fiziğin özel amaçlarla iyice inceltilmiş kavramları türünden kurgular da vardır Bir kurgu, gerçekliğin bir parçası olmak konusunda hiçbir garanti taşımaz Bu nedenle bir kurgunun bilimsel olarak kabul edilebilir olmasını sağlayan bazı koşullar vardır ki, aşağıda bunlar ele alınacaktır
Deney, veriden kurguya doğru, bazı güdücü bağlar, yani “uyma kuralları” üzerinden geçilerek oluşan bır şeydir Bu kurallar -bu bizim tezımızdır- nesnelerın doğasından çıkmaz. Öbür yandan onlar, doğa hakkında. kuram sahibi olmayı, doğayı topluca görmeyi (theoria) sağlayan en önemli şeylerdir ve onların doğa hakkında geçerli olmaları, tutarlılıklarına, kendi içlerinde çelişki taşımamalarına ve açıklayıcı bir şema içinde verimliliklerine bağlıdır
BİLİMSEL AÇIKLAMANIN DOĞRULUĞU
Burada, bilimin hiçbir kuşku duymadığı şeyler, yani deneyin yapıtaşları olan veri, gözlem aracısız deney gibi sözcüklerden ne anlaşıldığı konu edilecektir
Ben veri gözlem, aracı deney gibi sözcüklerle anlatılan bu şeyleri (P)harfi ile göstereceğim. P, birincil olandır ve Viyana Okulunun kullandığı anlamda bir protokol ya da bir algı içinde verilmiş” şey olarak kabul edilebilir.
Bir P deneyinin hakkında hiçbir kuşku duyulmaksızın kavranması demek, onun hiçbir yoruma açık olmaması, yorum konusu yapılamaması demektir Böyle bir P deneyine belli bir bağıntı içinde ilişmiş olan kurgucu öğeler ise son derece yanıltıcı da olabilir
Geceleyin gökyüzünde bir ışık gördüğümde bu kuşkusuz bir deneydir. Ama ben bunu çağrışımsal bir bağıntı içinde kurgusal bir öğe olan “yıldız” kavramıyla ilintiye soktuğumda, onu yorumlamış olurum ki, bu yorum hiç de garantili değildir. Çünkü, benim gördüğüm ışık, ışık saçan başka bir obje ile ilgili olabileceği gibi, düpedüz bir halüsinasyon da olabilir.
Anlatım tarzını basitleştirmek ve daha düzgün hale getirmek için;
kurgucu öğeleri C ve C alanın P deneyi ile bağdaşıma sokan R uyma kuralını da ile göstereceğim.
Buna göre, bir bilimsel açıklama (explication), P ile C arasındaki ilişkiyi R yardımıyla belirli bir bağıntı ya da dizi olarak konumlar.
Ama P ile C arasındaki ilişki herhangi bir biçimde formüle edilebilir, bunlar arasında herhangi bir biçimde köprü kurulabilir. Önemli olan, açıklamanın gereksinime göre kabul edilebilir türden olmasıdır. Örneğin mavi ışığın gözlemine dayanan P-deneyinin açıklanması konusundaki şu iki denemeye bakalım:
a) Newton, açıklamasını C öğesine dayatmıştır “Belirli özelliklere sahip parçacıklar (Corpuscule) uzayda hareket ederler ve gözün ağ tabakasına çarparlar
b) Berkeley ise açıklamasını olgu dışı bir ögeye - bağlar: Işık “tanrısal tinin içindeki düşünce” dir.
Berkeley, tüm insan algılarının belli bir sabitlik ve bağlaşım içinde düzenlenebilir olmalarının, tanrı tarafından bizim ruhumuza yerleştirilmiş kurallar sayesinde gerçekleştiğini kabul eder. Bugün artık ne (a) ne de (b) tarzı açıklamalar geçerlidir. Ama her iki açıklama tarzının da neden geçersiz olduğunu bilmek önemlidir. Aşağıda, kabul edilebilir bir açıklamadan doğru bir açıklama olarak sözederken, çok anlamlı bir sözcük olan açıklamanın yalnızca bir anlamı üzerinde durmakla yetineceğim.
Newton’un,kuramı -kuram bir açıklamadır- doğru değildir; çünkü bu kuram deney yoluyla doğrulanamaz. Böyle bir kuram, aşağıdaki güçlüklere yol açar: Bir fizikçi işe, mavi ışık” yani P-olayı ile başlar; bunu, Rı kuralı yardımıyla Cb ile gösterilen postulat halindeki ışık parçacıklarıyla ilişkiye sokar. Bu parçacıkların bağlı oldukları mekanik yasalar vardır. Çünkü gördüğümüz gibi, C öğeleri zengin bir rasyonel ilişkiler bağlamı. içinde yer alırlar.
Bu nedenle fizikçi, rasyonel bir düşünme ve hesaplama yoluna başvurabilir ve belli yöntemlerle bu parçacıkların su içinde belirli bir hızla hareket etmeleri gerektiği sonucunu çıkarabilir. Bu “öndeyileme”,. P-olayına uygulandığında, P olayının “öndeyi” ye uygunluğu için yine aynı R kuralı na başvurulur. Böylece bizim Pbs (mavi ışığın su içindeki hızının gözlemlenmesi) olarak gerçekleşmesini beklediğimiz P-olayının açıklaması, bir başka sonucun yadsınması yoluyla yapılır
Salt felsefi terminoloji ıle konuşulduğunda, fizikçi işe duyusal izlenimle, yani Pb ile başlar Daha sonra o R1 (yanı Pb’ye uygun düşen parçacık - Corpuscule-) kuralını bir Cb1 kurgusu elde etmek için kullanır
O şimdi Cbl ’den kalkarak en küçük şeyleri bile kapsayıcı olarak değerlendırebileceğı C-alandadır
O, Cb1 ’den kalkarak, öbür sayısız C’lerı hesaplama yoluyla ortaya koyup en sonunda mavi ışığın su içindeki hızını, yanı Cbs de hesaplayabilir
O sık sık, Cbs1 i C alanında P-deneyi ıle ilintiye sokmak için R1 ’i kullanarak Pbs’ye ulaşır. Ama bu ulaştığı şeyi deney yoluyla gözlemlemiş değildir.
Şımdı, R2 ıle gösterebileceğimiz bır başka R olsun ve bu R, aynı Pb ”den bir başka Cb2 kurgusuna (örneğin “belirli dalga uzunlukları hakkındaki elektromanyetık dalga”) geçişi sağlasın ve yine benzer biçimde, P-alanına dönüldüğünde, bir başka Cbs (“su içindeki dal ganın hızı”) üzerinden bır başka Pbs ’ye geçişi sağlasın. Bu Pbs şimdi olgusal olarak gözlenir. Bu nedenle bız, Cb’in yanlış, Cb2 ise, ışığın doğasını açıklama konusunda doğru olduğunu söyleriz.
Aslında fizik tarihinde yapılagelen şey budur. Yukarıda betimlendiği tarzda basit bir doğrulama yoluna hiç de hemen ulaşılamamıştır Çünkü, Newton ve Huygens zamanında ışığın doğası sorununu çözmek için Cbs1 ölçütüne başvurmayı sağlayacak bir araç yoktu. Bunun yerine, -yukarıda gösterildiği gibi- mavi ışık hakkında öndeyili düşünme tarzı, R yardımıyla oluyordu.
Daha sonra, ilk olarak R1, Cr1 e götüren kırmızı ışık üzerine uygulandı Aynı kanıtlama yoluna başvurulmakla, Crs1 ’e, yanı kırmızı ışığın su içindeki hızına ulaşıldı. Buna göre, bu hızlar arasındaki sayısız niceliklerin hesaplanması, Crs1 'in Cbs1 küçük olduğunu gösteriyordu, ama deney bunu yadsıyordu. Buna karşılık biz R2 üzerine açıklamayı Crs2 büyük Cbs2 olduğunda, yanı deneyle doğrulanan bır şeye dayandırırız
Bir empirik doğrulamaya verilecek her örnek, herhangi bır P ıle başlar ve buradan seçime bağlı bir R üzerinden C –alanı na, yanı mantıksal düşünme yollarını ya da hesaplamaları içeren bir alana geçilir. Sonra, herhangi bir başka konumdan kalkılarak C -alanı içinde kalınarak P -alanına yönelinir. P-alanına bu yönelme, bu dönüş sırasında, P-olayı , bu yolla betimlenen duruma uygunsa , kuram, kendisini oluşturan kurgularla doğrulanmış olur.
Bilim adamının çalışmasında, hep böyle bir P-C-P “halka” sının değişik sayıda örneklerine rastlanır. İşe yarar bir “halka”, bilim adamının kendilerine dayanarak işlemler yaptığı kurgulara güvenini pekiştirir. Bilim adamının durumu, normal zekalı bir çocuğun dış dünyanın gerçekliğine kendi yetkin olmayan “duyumları” oranında inanmasına benzer. C-öğelerinden oluşmuş bir olguyu bu “halka” yardımıyla empirik olarak doğrulayabiliyorsak, bu halkada yer alan kurgular, fiziksel “gerçeklik” in real mahiyetinin (entitaet) dayanakları (Status) olarak kabul edilirler.
Kuşkusuz bu düşünce tarzı, Berkeley’in ışığın doğasını açıklama tarzını içermez. Çünkü, Berkeley’in açıklama tarzı, istese de yanılamayacak olan bir insanla ilişkilidir. Bu, tüm empirik doğrulama olanaklarına karşı şu yada bu biçimde kayıtsız kalma demektir. Yaptığım deney tanrısal düşüncenin bir uzantısı ise, doğrulama sorunu diye bır şey yok demektir Öte yandan, böyle bir “kuram”ın bir empirik doğrulama edimi ile yanlışlığı da gösterilemez . Ama hemen şunu da vurgulamak gerekir ki, Berkeley’in görüşü de belli bir ağırlık taşımaktadır. Ne var ki, böyle bir açıklama tarzı, yadsınmasına olanak olmayan açıklama tarzları için iyi bir örnektir.
Uygulamada ve daha çok da felsefede, bu türlü açıklama tarzlarının olanaklı olması, empirik doğrulamanın bilimsel açıklamanın tek ölçütü olmadığını gösterir. Zaman zaman, empirik çıkış noktalarından kalkılarak, gözlemlenen olguların yorumu için uygun düşeceği ileri sürülen kuramlar ortaya atılır. Ama bundan sonra, C-alanında doğru olan şeyi ayırmamızı sağlamak için gerekli olan ve kendileri bizzat empirik olmayan temel ilke gündeme gelir. Çoğu kez yalın bir düşünme ekonomisi isteğine uygun düşen (Avenarius, Mach) ya da Ockhamlı’nın “usturası” gibi olabildiğince en küçük şeyleri bile kapsayabilecek bu türden ilkelerin, şimdiye kadar olduğundan çok daha titiz bir çalışma ile ele alınmaları gerekir. Çünkü, modern bilim, bunlara dayanarak gelişmiştir ve büyük bir güvenle bunlar üzerinde kurulmuştur
Einsteın’ın fizik kuramlarının aslında temel bır basitliği olduğu hakkındaki uyarısı, Dirac’ın matematıksel formülleştirmenin sadeliğine dikkat çekmesi, nedenselcilik, aslında hep empirik doğrulama sorunu ile ilgilidir Bunlara, öbür yandan, sadece düşünme ekonomisi sağlayan araçlar gözüyle de pek bakılamaz. Düşünme ekonomisi açısından bakıldığında, örneğin Berkeley’in görüşü, çok yüksek bir düzenleyici ve kapsayıcı güce sahiptir Buna göre bir, açıklama, kendileri bizzat sorunsal olan ve hiç de empirik olmayan ilkeler yardımıyla oluşturulması gereken bir bakış noktası içerir.
DUZENLEYICİ KURALLAR
Burada, kurguları empirik olgular karşısında tam ve yeterli kılması gereken kapsayıcı, düzenleyici ölçütlere yöneltmemiz gerekiyor Ben buraya kadar, tek tek özelliklerine inmeden bunların işlevlerinin anlaşılmış olduğunu umuyorum.Bilim adamı, herşeyden önce, yöneldiği C-öğelerının mantıksal bir ele alış tarzına elverişli olmasını, mantıksal ya da matematiksel yoldan ifade edilebilir, işaret edilebilir özellikleri içermesini bekler. Burada, nitelikler niceliklerle yer değiştirmek zorundadır Berkeley’ın açıklamasını yanlış bulup onu yadsıyabileceğimiz nokta budur
Kurgular arasındaki çok yönlü ilişkilerin birbirlerine bağlanması,mantıksal çıkarsanabilirliği gerektirir.. Bu yüzden tüm C-öğelerini kaplamsal saymak gereği vardır yanı C-öğelerı P-alanını “dıştan” çevreler
Örneğin, “yer kaplama” fikrine (ide) P-alanında kalmadan ulaşılamaz. Bu yüzden bir deney sırasında “yer kaplama”, deneyin ötesinde bir şey olarak deneye katılır Bunun gibi, belirli C-öğeleri arasında özel bir ilişki olarak nedensellik aslında kanıtlanamaz bır şey olarak karşımıza çıkar. Sonuç olarak, aslında her bilim adamı, C-alanına ait basit ve sade bazı özelliklerden yola çıkmaktadır Bilim tarihinde, zaman zamana basıtlık bir kuramın geçerliliği ya da doğruluğu için örnek sayılmıştır. Örneğin Ptoleme’nin karmaşık sisteminin yerini evren- merkezci sistem almıştır ya da boşluk (eter) kuramının yerini görelilik kuramı almıştır. Bu basite indirgeme nedeniyle, aslında bir kuramın empırık doğrulaması hiçbir şekilde kesinlik taşımaz. Buna, formel ilkeler üzerine yapılan çalışmalar sonunda varılmış ve açıklama denen şeyin, aslında bir basite indirgeme, karmaşık gerçekliği tek-yüzlü bir anlama denemesi olduğu anlaşılmıştır..
Burada ancak kısaca üzerinde durulmakıa olan düzenleyici kurallar, formel ilkeler olarak anlık ve akıl kategorilerine benzerler. Bunlara bir çok felsefe sisteminde işaret edilmiştir, ama esaslı olarak Kant’ın felsefesinde anlık “kategori” leri ve “ideler” olarak, aklın düzenleyici kuralları arasında ele alınmışlardır Kant, bu kuralların insanın “salt aklı”nın değişmez ve toparlayıcı (birleştirici) etkinliğiyle herşeyi önceden belirlediğine inanıyordu. Ne var ki, bu kuralların genetik yapıları farklıdır. Modern bilim bunlara ancak sınırlı bir, kesinlik yüklüyor ve onların değişebilirliğini öne sürüyor. Kuşkusuz bu değişme, fizik kuramlarındaki değişme (met ve cezir) ile karşılaştırıldığında pek yavaştır. Yine kuşkusuz ki,: eski bilim adamlarının düzenleyici kurallar olarak başvurmuş oldukları bu “kategori” ve “ideler” - onlara metafiziksel anlamlar yüklemek olanaklıysa da-, pragmatik maksimler olarak işlevlerini sürdürmektedirler. Bunların bilim tarihinde çok etkin olmalarının nedeni, bilimsel yöntemlerle evrensel açıklamalara olanak sağlamış olmalarındandır. Bunların kesinliğıne duyulan inanç öylesine yaygınlaşmıştır ki, bunların herhangi bır denetleme ve çözümlemeye gereksinimleri olmadığı sanılmıştır. Bilim adamları, onların ciddi bir araştırmayla ne değer ifade ettikleri sorununa pek fazla eğilmemişlerdir.
Kuşkusuz, kurgular ve genel açıklamalar yapmaya olanak sağlayan bu ilkeler, kesinlikle “metafiziksel” ilkelerdir. Çünkü onlar, fiziksel deney olarak adlandırılan şeyle doğrudan ilişkili değillerdir ve fiziksel deneyden çıkmazlar. Bu ilkelerin değişmesi gerçi P-alanını değiştirmez, ama P-alanını yorumlamayı sağlayan kurguların değişmesine yol açar. Karşı açıdan bakıldığında, P-alanına ait bir P-verisi tek başına bir metafıziksel ilkeyi bize telkin edemez. Bu nedenledir ki, bilim adamının kendi kurgularını ve öncelikle de kendi “metafiziksel” ilkelerini seçme özgürlüğü, bilimin salt olgusal bir keşif basamağından daha yüksek bir basamağa, yani yaratıcı-kurgucu bir basamağa yükselmesini sağlar.
Söylediklerimizi yine toparlayalım: Kurguların, bilim açısından kabul edilebilir olmaları için iki talebe uymaları gerekir.
Bunlardan birincisi empirik doğrulamadır. Bir kuramın doğrulanmış ya da onaylanmış olması için çok sayıda onaylanma “halka”sından geçmesi gerekir. Burada işe gözlemle başlanır, buradan uyma kuralları ile C-alanına geçilir ve sonunda yine , elde edilen ifadenin uygunluğunu onaylamak amacıyla deney alanına, P-alanına dönülür. İkinci talep formeldir. Burada, herhangi bir açıklayıcı kuramın, çıkarsanabilirlik, tutarlılık ve mantıksal verimlilik taşıması beklenir ki, bunlar tek başına duyu verilerine başvurularak elde edilemez. Bu talep, değişebilir olan “kategori” ve postulatları, mantıksal yoldan tutarlı bir zincir halinde birbirine iliştirme talebidir. Bu kategori ve postulatlar birbirlerinden ayrılmazlar, tersine onlar, adına “bilim mantığı” ya da metafızik denmesinin pek önemli olmadığı bir sistem içinde birbirlerine bağlanmışlardır.
DOĞRULAYICILARIN GERÇEKLİĞİ
Buraya kadar, bilimsel kuramların hangi koşullar altında “doğru’ olduklarını gördük. Kuşkusuz ki, “doğru”, mevcut gözlem materyalinin saptanmasından çıkan bir şeydir ve yeni bir olgu ortaya çıktığında “yanlış” a dönüşebilir. Aslında da bilimsel “doğruluk” kavramının bundan başka hıçbır önemli anlamı yoktur Bir bilimsel kuram doğrulanmışsa - ki bu çoğu kez, bir varsayımdan kabul edilebilir bir kurama yükselme olarak ifade edilebilir -, bu kuramın içerdiği kurgular, artık öndeyisel, varsayımsal karakterlerini yitirip “doğrulayıcı” (Verifakt) denen şeye dönüşürler.
Doğabilimi dilinde, sık sık doğrulayıcılardan ve bunların gerçekliğinden sözedilir “Gerçek” (real) sözcüğü hiç de açık ve genel olarak kabule değer bir anlam taşımaz “Gerçek” sözcüğü, aslında örneğin atomların gerçek olup olmadığı tarzındaki tartışmalar içindeki anlamından farklı bir bağlam içindedir. Atom, hiçbir zaman gözlemlenememiş olmasına rağmen, “gerçek” kabul edilir. Çünkü o, empirik yoldan verimli ve basitçe doğrulanabilir bir temel kurgu olmuştur. Burada şuna dikkat etmek gerekir: Doğrulayıcıların “gerçek” olarak gözlenmesinin gerekip gerekmediği sorusu ile “gerçek” özelliklerin salt özellikler sayılıp sayılmaması sorusu birbirinden farklıdır Büyüklüğü (hesaplamayla) doğrulanmışsa, atomun “gerçek” olduğunu söylemek olanaklı olabilir. Ne var ki, bir atomun “gerçek” büyüklüğünden sözetmek pek anlamlı ve alışılmış bir şey değildir
Biz, ‘gerçek’ ve “gerçeklik’ sözcüklerinin mevcut çift anlamlığını gözönünde tutarak bu terimleri kullanmakla, aslında, ‘gerçeklik” ı doğrulayıcılara yüklemiş oluruz Bunun yanısıra, “gerçek sözcüğünü mantıksal ya da matematiksel şeyler için de kullandığımız yerler vardır ki, bu tümüyle bır alışkanlık işidir Örneğin “gerçek sayı’ (reel sayı) sözcüğünde olduğu gibi . Yine bunun gibi, genel kavramların gerçekliği, üzerinde durma gereksinimi durmadığımız bir başka örnektir.
Doğrulayıcılar, ya özel, deney yoluyla verilmiş örnekleri izleyen somut şeylerdir, ya da çok sayıda doğrulanmış kurguların kollektif bir ilişkisidirler “Gerçeklik” denen şeyi birincilere göre ele alma olanağı olsaydı, ortaya tek boyutlu bir tablo çıkardı. Oysa, genler, elektronlar ya da nötronların da ikincilerin, yani kurguların doğrulayıcıları olarak “gerçek” oldukları rahatlıkla söylenebilir. -
FİZİKSEL VE TARİHSEL GERÇEKLİK
Ama bir kurgu, P-verisinin “gerçekliği” ile nasıl birarada olmaktadır? Gözlemlerin gerçek olan bir alandan çıktığı, bunların tam doğrulama süreçleri için bir temel oluşturduğunu söylemek, kuşkusuz hiç de akıllıca olmazdı. Bu nedenle örneğin duyu algısına gerçekten çok “aktüel” demek daha doğrudur. Çünkü, P-olayı olarak bir halüsinasyon, bize doğruluk telkin eden bir duyu izlenimi ile ayni karakterdedir.
Halüsinasyonu “hayali” yapan şey, onun bizim “gerçek nesne” dediğimiz şeye göre olan durumudur Halüsinasyonu “yanılgı” yapan şey duyu algısı değil, burada yanlış bir kurguyu izleyen yanıltıcı bir uyma kuralının uygulanmış olmasıdır.
Duyu verilerinin gerçekliği ile kurguların ikincil yoldan kurulmuş doğrulanabilir gerçekliği arasındaki bu açık farklılık terminolojik bir farklılıktır ve biz bu farklılığa dayanarak P ve C alanlarından söz ediyoruz Bu farklılığı belirten başka tipler geliştirmek de olanaklıdır “Gerçek” kavramı, bazen, önceki bölümde üzerinde durulmuş olan koşullara uymayan (örneğin, son ve değişmez gerçeklik) ve bu yüzden bilimsel oldukları söylenemeyecek kurguları denetim altında tutmak için, bulanık da olsa yeterli bir kavramdır.
Zaten doğabilim de P ve C gerçekliklerini tanır. Birincisi, kurgucu bir temsil denemesine girişilmeksizin, gözleme duyulan güven dolayısıyla “tarihsele yakındır ve belki de P-alanına “tarihsel gerçeklik” demek daha uygundur.
İkincisi, yani C-gerçekliği, bizim “ortak” evrenimizdir. Burada dış dünya, yıldızlar, genler ve elektronlar, bizim “ortak” evrenimizin sabit olduğu kabul edilen öğeleri aracılığıyla kavranır ki, bu haliyle onu “fiziksel gerçeklik” olarak adlandırabiliriz. Ama bu iki gerçeklik arasındaki sınır çizgisini sert bir şekilde çizmek olanaksızdır ve böyle iki gerçeklikten söz etmek bir ön-kabuldür. Çünkü henüz gördük ki, salt mantıksal alan, ancak statik ve yine mantıksal olan şeyler için anlamlıdır, dinamik deney dünyası için değil.
Bu yüzden, mantığı deneye taşırken kuşku ve titizlik göstermek gerekir. Bu iki gerçeklik arasındaki sınır çizgisini belirsizleştiren şey anımsama (bellek) dır. Çünkü, anımsanmış bir P-verisi nedir ki? Onun yaşanmış olup olmadığını saptama, belli bir denetim ölçütünü, yani doğrulamayı gerektirir. Aracısız bir tarihselliği bir bölümüyle ortadan kaldıran şey de budur. Anımsama izlenime göre daha zayıftır ve anımsanan şey bize malolmamış ise, biz bir olay karşısında izlenimlerimize göre hareket ederiz. Böylece tarihsel gerçeklik, kurgucu yoldan doğrulanması gereken bir gerçeklik olarak fiziksel gerçekliğe karışır ki, onu kendiliğindenliği içinde tanımak olanaksızlaşır.
KUANTUM FİZİĞİNİN FELSEFİ ANLAMI
Diyagramın sağ yanında P- olguları ve sol yanında C-öğeleri vardır ve bunlar uyma kuralları denilen dikey bir çizgi ile birbirlerine bağlıdırlar. P-olguları koyu çizgi üzerindedirler. Diyagram, olguların insansal bilgi etkinliğinin küçük bir bölümünü oluşturduğunu ve bu etkinliğin sadece bu bölüme dayatılamayacağını anlamamıza yardım etmektedir. C-alanı, buna karşılık mantıksal ilişkileri simgeleyen geniş bir alan olarak görülmektedir.
Geleneksel felsefede, rasyonalizm ya da empirizme bağlı olarak, C alanı ile P- düzlemi arasına kesin çizgiler çekmek denenmiştir. Rasyonalizm, sağ taraftaki materyali önemsememiş, empirizm ise diyagramın sol yanının önemini ya yadsımış ya da zayıflatmıştır.
Sol yandaki C’ler, keyfiliği simgeleyen R çizgisi ile sağ taraftaki P doğrudan doğruya bağlanmış olsaydı ve tersine P den C’ye bir bağlantı olduğu söylenseydi, C ile\ P arasında bir eşbiçimlilik oluşurdu. Öyle ki, birinci durumda rasyonel olanın yetkin bilgisi tüm olanaklı gözlemleri kendi içinde zaten içermiş olurdu. Böyle Pve C alanlarını durağan bir örtüşme içinde olurlardı. Bu bakımdan rasyonalizm ile empirizm arasında tartışılagelen sorun, artık bizi ilgilendirmiyor. Artık, günümüzde rasyonalist ya da empirist eğilimler taşımak, bir beğeni ya da ilgi farklılığı olarak görülmelidir. Kuşkusuz bu durumda C’ye bir öncelik verilebilir. Mach’ın yaptığı gibi.
Bilim adamı kırk yıl öncesine kadar, bu iki alan arasında bir eşbiçimlilik olduğuna inanırdı. Özellikle klasik fizikte amaç bu eşbiçimliliğin sağın olarak temellendirilebilmesiydi. Kuantum mekaniğinin keşfi, bu illüzyonu ortadan kaldırarak, rasyonalizm-empirizrn tartışmasına yeni bir tarzda bakmak gerektiğini göstermiştir. Kuantum mekaniği, bize, bu tartışmanın temelsiz bir dalaşma olarak daha ‘fazla uzatılmaması gerektiğini öğretmiştir. Buna birazdan değineceğiz. Dikey R çizgisi, klasik fizikte, C ile P arasındaki -bağıntıyı tek biçimli olarak sağlayan bir çizgi olarak kabul edilmiştir ve P-olguları tek bır mantıksal kurguya bağlanmıştır. Oysa, C ile P arasındaki ilişki, hiç de bir bire-bir (one-one) ilişkisi değildir; tersine bir bire-çok (one-many) ilişkisidir ve bu iki alan arasında tek-anlamlı bir ilişki yoktur.Bunu aşağıdaki şekilde gösteriyoruz:
Bire-çok ilişkisi, özünü, kuantum kuramının olasılığın anlamı hakkındaki bazı kurgularında bulur. Ne var ki olasılıklar, tek tek olaylar (makrokosmik) hakkında pek az şey ifade ederler. Bu yüzden bire- çok ilişkisini açık bir şemsiye örneği ile belirtmek yerinde olur. Açık bir şemsiyede tel çubuklar (R1, R2 v.b.) P-gerçekliğini C -alanına birleştiren bir bire-çok. ilişkisini temsil ederler Buna göre, P-gerçekliği artık C-gerçekliğinin bir eş-anlamlısı değildir, ya da P-gerçekliği (D gerçekliği ile bir tek-biçimlilik ilişkisi içinde değildir. Başka bir deyişle, C-alanının “varlık” ı, P- düzeyinin “varoluş” unu tek-biçimli kılma gücünü yitirmiştir.
NEDENSELLİK İLKESİ
Bilim kuramının metafiziksel ön koşulları arasında bulduğumuz nedensellik ilkesi, “fiziksel sistemin durum- özellikleri” adı verilen belirli kurguları anlamlı kılan bir ilkedir. Üzerinde çok şey söylenmiş olan bu ilke hakkında özel bir tartışmadan kaçınmak için, biz, bu deyimin anlamını, fiziksel sistem ile ilgi içinde, basit ‘ve belli bir noktadan ele alacağız.
Fiziksel sistemler maddi ya da cisimsel olma gereksiniminde değillerdir. Bu sistemler, elektromanyetik alan ya da.olasılık alanı ile ilgili olabilirler. Ama bunların betimledikleri durum bir parça-durumdur. Bir “parça-durum”, belli bir zamanda eldeki mevcut özelliklerin, örneğin büyüklük, kütle, renk, yer, hız ve benzeri özelliklerin bir dizisidir. Matematiksel olarak ifade edildiğinde, bir t anındaki durum, eldeki özelliklerin tümünü belirten sayısal büyüklüklerin bir toplamıdır. Belirli amaçlara ulaşmak için bu özelliklerin tümünü bilme gereği de yoktur.
İlgimiz hareket öğesine yönelmişse, bizim için örneğin kütle, yer ve bir t1 zamanındaki hızı içine alan bir parça-durum önem taşır ve m,x,y ile kısıtlanan bu değişkenler parçanın mekanik durumunu tanımlarlar.
Bunların t1 anındaki değerleri m1, x1 ve v1 olsun. Buna göre burada S1 ile işaret edilen t1 anındaki mekanik durum, m1, x1, v1 ‘den oluşan bir takımdır (aggregat). Daha sonra bir zaman noktasına ait S2 durumu ,m2, x2, v2 takımı ile oluşur. İşte, aslında mekaniğin temel yasası, Sı hakkındaki bilginin S2 hakkındaki bilgiyi de içerdiğine dayanır.. S ve S2 arasındaki ilişki, Kant ve Laplace kadar modern fizikçiler için de, t1 anındaki parça-durumu (buna neden de denir), t2 anındaki duruma (buna etki denir) bağlayan nedensellik ilişkisine iyi bir örnektir.
Buna göre, bir nedensel açıklama, bir doğa yasasına dayanılarak, bir sistemin gelecekteki bir durum üzerine öndeyilerde bulunulmasına olanak sağlayan bir açıklamadır. Bu açıdan bakıldığında, nedensellik çok açık bir uyma kuralıdır. Yukarıdaki örnekte, kurgusal “durum” (Status) kavramı, kütle, yer ve hız ile ilgili P.gözlemlerini ilişkiye sokan bir uyma kuralına dayanılarak konumlanmaktadır. S(m,x,v), m veya x ya da v’ye dayanılarak tek bir ölçmeye göre gözlenmiş olan şeyi özelleştirir. Ve bunun tersi de doğrudur. Yani ölçmeler durumu geçerli kılarlar (yavaş hareket için hatta durum daha basittir. Çünkü burada zaman içinde m pek değişmez ve değişken olarak x ile v ele alınır).
BELİRSİZLİK İLKESİ
Kuantum fiziğinin belirsizlik ilkesi, bu durumu oldukça değiştirmiştir. Bir elektronun x ve v değişkenlerinin aynı t1 anında ölçüldüğü kabul edilsin. Görülmüştür ki, her ölçmede başka değerler ortaya çıkar Klasik mekaniğin yadsıdığı bu sürpriz tutarsızlık, S1(x1,v1) hakkındaki bilgiye dayanıldığında, t2 anındaki S2(x2,v2) durumuyla ilgili olgusal gözlemlerin uyması gerektiği hakkındaki nedensel öndeyilerin, bu konuda geçersiz olduğunu göstermiştir.
Temel el kitapları, çoğu kez, bu anomaliyi, ölçme sürecinin bizzat sistemi gözlenemez bir tarzda etkileyerek bozduğunu söyleyerek açıklamak isterler. Bu açıklama bazı durumlar için yeterli olsa da, hiç de dayanıklı görülmeyen bir argümana dayanır.
Çünkü onlar, bu bozma (etkileme) nın giderilmesi ya da matematiksel hesaplama yoluyla ortadan kaldırılması konusunda hiçbir yöntem olmadığını vurgularlar. Buna dayanılarak da, ortaya çıkan bu durumun mantıksal çıkarsanabilirliği temel ilkesini zedelediği, yani mantıksal yoldan bu durumun değerlendirilmesinin olanaksızlığı belirtilir.
Oysa burada da bir çıkarım vardır. Bu çıkarımda öncül S1ve S2 durumlarının elektronlar söz konusu olduğunda birbirlerine nedensel olarak bağlanmadıklarıdır.
Bu öncülden kalkılarak, çoğu kez nedensellik yasası yadsınmıştır. Ne var ki, belirsizlik iIkesine vardıran bu çıkarım yolu Heisenberg’in onu ilk keşfettiği günden buyana, gelişmelerin henüz doğrulamadığı aceleci bir çıkarım gibi görülmektedir. Aslında bu ilke, elektronların mekanik durumu hakkında yeni bir tanıma, yani S ile ilgili yeni bir formülleştirmeye işaret etmekte, yani nedenselliği bir başka tarzda konumlamaktadır. Bu yeni formülleştirim de, kendi içinde bir güçlük taşımaktadır.
Belirsizlik ilkesinin matematiksel formülleştirmesi S’yi bir olasılığın kare kökü olarak ele alır ki, burada alışılmadık bir kurgu ortaya çıkar. Bu formülleştirmeyi benimseyip benimsemeyeceğimizin anlamanın tek yolu ise, onun işaret ettiği nedensel şemanın doğrulanmasıdır. Bu şemada S2 artık ‘sadece x’in bir işlevidir ve elektronun x de bulunmuş olması hali, yani olasılık olarak yorumlanmaktadır. Bu yorum bir kez kabul edildi mi, buradan bir doğa yasası, (örneğin Schrödinger’in t1 ve t2 anlarındaki S’ler ile ilgili yasası) oluşturmak olanaklıdır.
RASYONALİZM VE EMPIRIZMİN ÖTESİ
S(x) tam olarak biliniyorsa, örneğin S=l/2 ise, S kare =1/4 olasılığı, hiç bir zaman değişik ölçmelerle elde edilen sonuçları, örneğin elektron durumunu içermez. Bizim bilgimiz, burada P-sonuçlarına bağlı takım (aggregat) ile ilgilidir. Oysa yapılan bin adet ölçme elektronun(x)’e ancak 251’de 1 oranında uyduğunu göstermiştir. Oysa klasik fizikte S’nin ve bağlı olarak S2 nin daima fizik yasalarıyla örtüştüğü kabul edilirdi. Bu bize, S ve P alanları arasında tek bir uyma kuralı olmadığını göstermektedir Tersine bu örnekte uyma kuralı, tek bir gözleme göre değil, gözlemlerin dağınık topluluğu gözönünde tutularak uygulanabilir. Karşıt açıdan ifade edilmek istendiğinde tek bir gözlem pozisyonundan kalkılarak temel ve kökensel önemi olan bir S‘ye varmayı olanaklı kılacak hiçbir kural yoktur.
Bu anlamda, P ve C gerçeklikleri, eşbiçimsel paralelliklerini artık yitirmiş olan ve sadece bir karşılıklı-olma konumu ile bağlanabilen alanlardır. Artık rasyonalizm, empirik yoldan elde edilmiş sonuçların tam bir aynası olmak gibi bir amaca hizmet edemez ve bunun gibi empirizm de, kendini, tek tek gözlemler için hiçbir kurgucu öğeye dayanamayan bir konum içinde bulamaz.
Nedensellik şemasında meydana gelen bu değişiklik, bazı filozoflara temel bir güçlük gibi görünmektedir. Bazıları ise durumdan memnundur. Çünkü bu değişiklik, kuramı daha güçlü kılmış ve bir çok paradoksu ortadan kaldırmıştır. Gerçekten de, sabit S(x,v) konumu ile klasik nedensellik bizim sonsuz bir geriye dönüş içinde olgular hakkında tasarımlar yapma gücümüzü artık engellemektedir. Oysa, yeni nedensellik şemasına göre, bir cismin her noktası ve anı, kendine özel ve kökensel bir kader olarak bir S’dir.
Yani, noktaların son çokluğundan oluşan bir küme olarak sonlu bir cisim, ilke olarak,
içerdiği sonsuz sayıdaki her durum için ayrı bir bilgiyi gerektirir ki, klasik mekanik bu konuda ürkütücü problemlerle ‘karşı karşıyadır. Olasılık durumları, giderek, elektronlar evreninde (mikrokosmos) artık mekanik bir indirgemeciliğin yeterli olmadığını ve bu evren üzerine araştırmaların basit ve katı bir yapıdan kalkılarak yapılmasının akıllıca bir iş olmayacağını iyice göstermiştir.
Ama bu yeni durumu anlamamıza hizmet edecek yeni kavramlara gereksinim vardır. Ne var ki, yeni gelişmelerin felsefi anlamı bugüne kadar henüz yeterince temellendirilememiştir. 1970 ler...
SONUÇ: BİRİNCİL VE İKİNCİL NİTELİKLER Mİ?
Soruna, belirsizlik ilkesinin, bize atomal birlik hakkında konuşma olanağı sağlayıp sağlayamayacağı açısından da bakılabilir. Şunu soralım: Kendisini görebilmek için gönderilen ışığı olduğu gibi yansıtmayan ve bu yüzden de renksiz ve çok küçük olan, ayrıca, uzay içerisinde “herhangi bir yerde olma” özelliği taşımayan bir şey, yani elektron denen şey olabilir mi? Belki de bu durum, çok küçük şeylerin doğası (mikrokosmos) hakkında sabit olmayan özelliklerden başka bir şey değildir ya da Schrödinger’i izleyerek, elektronun sürekli bir özdeşliği olup olmadığı, onun zaman zaman kaybolup zaman zaman ortaya çıkıp çıkmadığı türünden köktenci sorulara yönelinebilir.
Elektronun iki yerde birden aynı anda olabildiğini telkin eden fiziksel deneyler vardır. Bu türlü gözlemler, fızikçileri “gizil gözlem nicelikleri” (latent Observal) ifadesine sürüklemiştir. Dirac’ın ortaya attığı bu deyim bir fiziksel sistemin ölçülebilirlik karakterine işaret eder. Deyim, Aristoteles’in “ilinek” (bir tözle birlikte görülen) kavramının yeni bir versiyonudur ve Batı felsefesi ve bilimi için çok etkili olmuş olan eski bir düşünce modeline işaret etmektedir. Yani töz ile ilinek arasındaki antitez durumuna.
Töz, “gözlem nicelikleri” nin taşıyıcısıdır ama kendisi bizzat gözleme açık değildir. Ama buna rağmen, gözlemle özdeş olan bir geçiş noktasını temsil eder. Bizim dilimiz, bu modeli kendi özne-yüklem yapısı içinde yansıtır. Ne var ki., konuya tarihsel açıdan bakıldığında, aslında Grekçenin özne-yüklem formunun Aristoteles’in töz-ilinek modeline öngeldiği görülür
Bu forma bağlı oIarak daha sonraları felsefe tarihinde ürkütücü sorular sorulmuştur. İlinekler -o zamanlar nitelikler olarak adlandırılıyordu- gerçekten töze mi aittir, yoksa onlar töze eklenmiş, ‘iliştirilmişler midir?
Bugün de soru yeni bir yorumla şöyle soruluyor. Gözlem nicelikleri fiziksel sistemlere mi aittirler? Bu niceliklerin algı süreci içinde oluştukları gibi bir seçenek olabilir. Böylece, birincil ve ikincil nitelikler arasında daima su yüzüne çıkan farklılık burada da kendini gösteriyor.
Birincil nitelikler in tözler olması gerekir ve bu nedenle onlar nesnelerin kendilerine aittirler (kütle, büyüklük, durum, v.b.) İkincil nitelikler ise, sistem ve gözlemci arasındaki karşılıklı etkileşim sırasında ortaya çıkarlar (renkler, tad, güzellik, v.b.),
Bu nedenle de ikincil nitelikler büyük ölçüde sübjektifdirler. Bilim tarihçisi, aslında bilim tarihinde birincil niteliklerin giderek çözümlenemez olduklarının farkına vardığını ve onlar hakkında adım adım araya ikincil niteliklerin konulmasıyla haberdar olduğumuzu söyler. Fiziğin gençlik dönemine ait bir kavram olarak “durum” bir birincil özelliktir. “Durum”un ikincil nitelikler dediğimiz hız, itme, enerji gibi şeylerle bir arada olmasından ne anlamamız gerekir ki?
Ne var ki, nesnelerin hangi özelliklerinin birincil ve ikincil oldukları tartışması, bizim burada formüle etmeye çalıştığımız ilkeler açısından bakıldığında, büyük ilgi çekmelerine rağmen bilimsel değildir. Yine de sorun, az çok üzerinde anlaşmaya varılabilir bir terminoloji ile bir formüle bağlanabilir. Çünkü bizler, temelde yatan surunu henüz çözemedik.
Örneğin psikolojide, insansal “durum” ların betiminde gözlem nicelikleri ile ilgili olarak iki yola başvurulduğu görülür. Bazı gözlem büyüklükleri göreli olarak sabittir. Örneğin,, insanların bedensel büyüklükleri, ağırlıkları, zeka dereceleri, akılsal güçleri ve ahlaksal karakterleri, sabit gözlem nicelikleri olarak ele alınır. Öbür gözlem nicelikleri ise gelip geçicidir ve rastlantısal olarak zaman zaman ortaya çıkarlar; korku, öfke, sevgi, v.b. gibi.Sonuncuların zaman zaman gerçekleşmelerine rağmen, insan, birincilere gizil (potansiyel) olarak sahiptir. Böylece bizler, gerçek ve gizil gözlem nicelikleri arasında bir ayırım yaparız. Hiç kimse de, psikolojide olduğu gibi, öbür yaşam bilimlerinde de , bu türden gizil özelliklerle iş görüldüğü hakkında bir kuşku duymaz. Klasik fizikçiyse, böyle bir dile başvurmayı sağlıksız sayar.
Psikolojide, bazan bu gizli özelliklerin, bazı ölçmeler yoluyla öndeyiler oluşturmaya hizmet ettiklerini gözlemek ilginçtir. İnsan psikolojisini topluca kavramaya yönelik bir araştırmanın, bunları dikkate almakla daha verimli olacağı açıktır. Böylece, “gizil gözlem nicelikleri”, eski ikincil niteliklerin karakteristiklerinden bazılarını ortaya çıkarır.
Fizikçi, nesnelere böyle bir tutumla baktığında, kuantum mekaniğindeki gizil gözlem niceliklerinin nesnelerin tözsel özellikleri olup olmadığı sorusunu soramaz. Bu bakımdan, onun yaptığı bilim, belki de psikolojiye onun sandığından daha yakındır. Belki de, öbür bir çok fiziksel gözlem nicelikleri yanında bizzat “durum”da gizildir ve bunlar tüm zamanlar için özelleştirilemezler. Tersine onlar, ölçülebildikleri oranda bir görünüm kazanırlar. Zor da olsa bunu tasarımlamaya yönelindiğinde, onun herhangi bir inançsal argümana bağlı olmadığı görülür. Çünkü görülebilirlik, fizikte uzun zamandanberi bir olasılık ölçütü olmuştur.
Böylece, yazımızı yanıtsız bir çok soruyla bitiriyoruz. Doğa felsefesinin göreli olarak sağlam olan bölümlerini ele aldıktan sonra, bugünün bilimsel düşüncesinin “ön cephe” sine, yani doğabilimi ile felsefenin daima canlı bir karşılıklı etkileşim içinde oldukları ve giderek yeni yeni problemleri barındıran yere gelip dayandık. Doğa felsefesinin işlevi de budur. Doğa felsefesi, bilimin doğruluk ve anlama peşindeki çabasına eşlik eder; o, bilimi geçmişin bilgeliği önünde saygıya davet eder ve araştırmacının kendilerine dayanarak sonuçlara vardığı yöntemleri üzerinde toplu bir hesap çıkarma işini yüklenir.
Günümüzde Felsefe Disiplinleri-Ara Yayıncılık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder