Hannah Arendt
Seksenli yılların başlarından beri, dostu
Hans Jonas’ın Hannah Arendt’i adlandırdığı gibi, “coşkulu çapraz düşünür”ün
siyasal felsefesi yeniden doğuşunu yaşıyor. 0, önceleri solcular tarafından
hiç dikkate alınmadı ya da idealist olarak eleştirildi; “yarı anarşist”
Ratedenken’le suçlandı (Hans Morgenhau) (bkz. Kallscheuer 1993, s. 147).
Feministler de başlangıçta Hannah
Arendt’i hiç fark etmediler. Çünkü Arendt, yapıtlarının hiçbir yerinde,
felsefi bakımdan kadın sorunlarıyla ilgili açıkça bir şey söylemedi.
Bu arada Hannah Arendt ABD ve Avrupa’da
yeniden keşfedildi; özellikle totalitarizm teorisi, The Origrns of
Totalitarism “yeniden incelenmeye” alındı.
Yahudi
ve Parya: Çocukluğu ve Almanya’daki öğrenimi
Hannah (Johanna) Arendt 14 Ekim 1906’da
Hannover, Linden’de doğdu. Paul Arendt ve karısı Bayan Martha (Cohn)un
biricik kızlarıydı. Tek çocuk olarak büyüdü; babası 1913’te öldü.
Bilinçli asimile olmuş bir Yahudi olarak
annesi Martha Arendt, kızına olabildiği ölçüde “normal bir gelişim” sağlamaya
çalıştı. Bir süre Yahudi bir din adamı ona din dersi verdiyse de, Hannah’yı
sıkı inançlı bir Yahudi gibi eğitmekten kaçındı: Hannah da erken yaşlarda
Yahudi karşıtı sataşmalara karşı kendisini korumayı öğrendi.
1918-19 devrim yıllarının olayları —o
sırada annesinin evi sosyal demokrat Bernstein çevresinin bir toplanma
merkezi olduğu halde— küçük kıza dokunmadı. 14 yaşındayken felsefeyle
ilgilenmeye, Immanuel Kant, Karl Jaspers ve Sören Kierkegaard okumaya
başladı.
Liseyi bitirdikten sonra, enflasyon
yıllarında, amcası Ernst Aaron’ un parasal yardımıyla teoloji ve Grekçe
okumak üzere Marburg’a gitti. Marburg’da ilk aşkı Heidegger’le karşılaştı
(bkz. Young-Brühl, s. 88).
O sırada otuzbeş yaşındaki Heidegger,
orada “felsefenin gizli kralı” sayılıyordu. Heidegger’in düşüncelerindeki
dolaysızlık, Hannah Arendt’i hayran bırakmıştı. Yıllar sonra o, “Husserl’in
çağrısını yaptığı ... şeylerin, akademik olanla ilgili olmadığını, düşünen
insanla ilgili olduğunu (bu şekilde) düşünmenin yeniden canlandığını,
geçmişin öldü sanılan kültür değerlerinin yeniden dile geldiğini” Heidegger
biliyordu diyecekti (alıntı, a.g.y., s. 91). “Coşkuyla düşünen kadın” da
hareket noktasını canlı gerçeklikten aldı.
Arendt’in Heidegger’e duygusal bağlılığı,
onun 1933’te Nasyonal Sosyalist iktidar sahipleriyle birlikte Yahudi düşmanı
yüksek okul siyasetini tutmasından sonra da sürdü. Bununla birlikte,
Heidegger ve felsefesini “siyasetdışı” olarak daha eleştirel görmeye başladı.
O zamandan sonra kendisini filozof değil, siyaset teorisyeni olarak gördü.
Evli olan Heidegger’le kısa aşk ilişkisi
son bulduktan sonra, 1928’de doktora yapmak için Heidelberg’e, Jaspers’in
yanına gitti. Augustinus’ta Sevgi Kavramı üzerine doktora yaptı. Jaspers’le
olan yakın dostluğu, hayatı boyunca sürdü.
Jaspers onu çalışmalarında önemli yer
tutacak olan iki felsefi görüşle tanıştırdı: Insanın özgürlüğünün bir biçimi,
yani varoluş olarak; “insanın hazır bir sonuç Olmadığı, onun kendi spontanlığının
bir olanağı” olduğu; ve daha da önemlisi, insanın Heidegger’de olduğu gördü
“kendi varlığı”nı, yani kendi kendini, yıkan öğelerin bir varlığı olmadığını
gördü. Arendt bunlardan kalkarak, kendi insan felsefesini kurmaya ve bulmaya
başladı (bkz. Heuer 1987, s. 23 d.).
Eğitimini tamamladıktan sonra, ilerde
evleneceği filozof ve yazar Günther Anders’le (aslı Günther Stern) Berlin’e
gitti. Daha o zamandan Özgür olmak istiyordu. Bu nedenle akademik kariyer
onun için söz konusu değildi; ve habilitasyon (doçentlik tezi) yapmak da.
Bunun yerine 1930’da kendi Özgün yapıtı üzerinde —Yahudi romantik kadın filozof —Rahel Varnhagen üzerinde—
çalışmaya başladı. Bu kitap onun çok kişisel bir kitabıdır. Rahel’in hayat
öyküsünü, “onun kendisinin anlatabilecegi gibi” anlatmaya çalışırken, Rahel
onun “ikinci ben”i oldu (Arendt 1981, s. 10). Rahel Varnhagen’in “Yahudi
doğmuş olmak olgusu ... savaşması” (a.g.y., s. 23), onun Alman çevreye uyma,
asimile olma çabaları, 1933’e kadar kültürlü Alman Yahudilerinin tipik
davranış şekliydi. Arendt, Rahel Varrıhagerı, Lebensgeschichte einer
deutschen Jüdin aus der Romantik adlı çalışmasını 1938’te Paris’te
sürgündeyken tamamladı. Kitap ancak 1958’de ABD’de yayımlandı.
Nasyonal Sosyalistlerin iktidara
gelmesinden sonra, 1933’te Arendt Gestapo tarafından bir süre tutuklandı.
Bunun üzerine aynı yılın agustosunda kocasıyla Paris’e kaçtı. Siyonist
hareketlerde etkin olarak çalıştı — ve Varnhagen’in yaşamöyküsünün sonunu
değiştirdi:
Şimdi burada bir parya varoluşu kabul
edilerek özümsenmenin bütün formlarına hayır dendi. Bu bir varoluş koşulu
olarak sadece Yahudiler için değil, modern toplumdaki bütün bireyler için de
geçerliydi. “Artık ortaya çıktı ki, parya, gerçek gerçeklikler karşısında
sadece daha anlamlı olmakla kalmıyor; bu koşullarda yeni yet melerden;
kendisiyle ilgisi olmayan nesneler içinde sadece bir karnaval figürü olmaya,
bir görüntü mevcudiyetine mahküm yeni yetmelerden [ —ç.n.]; daha fazla
gerçeklik taşıyor” (a.g.y.; s. 209).
Amerika
— Yeni Bir Başlangıç
Hannah Arendt 1941’de, annesi ve 1936’da
tanıdığı. komünist olarak izlenen ikinci kocası Heinrich Blücher’le ABD’ye
göç etti. Başlangıçta New York’taki Alman-Yahudi haftalık gazetesi Auhbau’da
çalıştı. Sonra Kafka’nın günlüğünü de yayımladığı (1946 vd.) büyük bir gaze
tenin şef lektörü oldu: 1948’den 1952’ye kadar Jewish Cultural Reconstruction,
Inc.’da çalıştı. 1953’ten sonra Amerika’nın en önemli üniversiteleri
Princeton, Harvard, Berkeley vb.’de konuk olarak konferanslar ve dersler
verdi. 1963’ten 67’ye kadar Chicago Üniversitesi’nde profesör olarak çalıştı.
1967’den 1975’te ölümüne kadar New York’ta New School of Social Research’de
siyaset felsefesi profesörü olarak dersler verdi.
Uluslararası saygınlığa ulaşan Arendt,
çok sayıda nişanlar aldı; 1959’da Hamburg kentinin Lessing-Ödülü 1967’de Dil
ve Yazın Alman Akademisi Sigmund Freud Ödülü, 1975’te Avrupa kültürüne hizmet
edenlere verilen Kopenhagen Üniversitesi Sonnog Ödülü’nü aldı.
Blücher’in etkisiyle Marksist toplum
teorisiyle uğraşmaya başladı; örneğin — Luxemburg’un
imperialismus-Studie’sini ele aldı. Kendisi hakkında, kocası sayesinde
“siyasal düşünmeyi ve tarihsel bakmayı öğrendiğini söylüyordu (alıntı
Young-Brühl 1991, s. 18.7).
1951’de tarihsel-fenomenolojik yazısı The
Origins of Totalitarism (Alm. Elemente und Ursprünge totalitürer Herrschaft,
1955) çıktı. Zamanın tinine çaprazlama girerek, sonradan faşizm ve
Stalinizmi, siyasal baskının yeni formları olarak damgalamak için, önce
Yahudi karşıtlığı ve kapitalizmin çözümlemesini yaptı. Arendt için Auschwitz
ve Gulag Takımadaları’nın ikisi de, totaliter egemenliğin özü bakımından
eşanlamlıydı — ve de tarihte mutlak anlamda yeni ve örneksizdirler.
“‘Öldürmemelisin.’ cümlesi, hayata yararı
olmayanları ve aşagı ırkları ve kişileri’ ya da ‘yok olmakta olan sınıfları’,
sistemli bir şekilde, fabrika gibi yok etmek şeklindeki halk siyaseti
karşısında çaresiz kalıyor. Ve bu, bir defalık bir eylem değil, sürekli
olması hesaplanmış ve ortaya konmuş bir işlem” (Arerıdt 1986, s. 704).
Ona göre “3. Reich’ın gaz odaları ve
toplama kampları... Batı tarihini kesintiye -uğrattı” (a.g.y.). Her iki terör
sistemi de “insanları, onlar sanki çoğul değil de tekilmişler gibi bir
örgütlenme içine sokmayı başardı” (a.g.y., s. 714).
Çalışmak
— Üretmek — Eylem Yapmak
Bundan sonra yazdığı, birçoklarının başyapıtı
saydığı Vita activa’da (1960) Arendt, daha önceki siyasal teorilere çok
kökten eleştiri ler getirir. Burada insanın varoluşunun koşullarını
araştırır: doğum, ölüm, yaşamak, çeşitli olma (plüralite) ve dünya, aynı
şekilde insanın yapıp etmeleri, çalışmak, üretmek, eylem yapmak, bunların
olup bit tiği alanlar.
Çalışmasının hareket noktası kavramsal
bir ayrımdır. Hayatta kalmak için gerekli bedensel çalışmalar, elişleri ya da
bir şey meydana getiren sanat işleriyle ne birinci ne de ikinci kategoriye giren
eylemde bulunmayı birbirinden ayırır. Bu ayrımı yeni yazılarda bulamadığından
çözümlemesi için geriye, Grek kültürüne döner. Bu kültürde bu üç yapıp etme
birbirinden ayrı tutuluyordu. İnsanın yaşayabilmesi için gerekli olan
bedensel çalışma, bu ister ekmek pişirmek olsun yada çocukların doğması
olsun, kölelere, barbar denen yabancılara ve kadınlara düşer. Bu çalışmalar,
kamusal hayatın tamamen dışına atılmışlardı; özel hayat alanına giriyorlardı.
Aristoteles için örneğin çalışma, aynı şekilde vita activa, elişçisinin bir
şeyler yapması, erdem den apayrı şeylerdi (bkz. Ritter 1971 vd., Cilt 1, s.
481). Bir sanat ya pıtı meydana getirmek de Özgür bir erkeğe yakışmaz; çünkü
bu da bedensel güç sarf etmeyi gerektirir. Bir şey yapmanın olumlu olanı, vi
ta contempiativa, salt düşünme, ‘konuşma ve polis’in kamu işleri için eylem
yapmaktır. Işte bu son kavramı Arendt, insanı insan yapan antropolojik bir
tanımlama olarak alır. Bu ona göre bir “çeşitli olma” olgusuyla koşulludur. İnsanlar
gerçi aynı türdendirler yoksa aralarında bir anlaşma olanağı olmazdı— ama
aynı zamanda birbirlerin den çok başka türlüdürler; ve bu başkalık, konuşma
ve eylemi gerekli kılar. “Konuşma ve eylem, insanların biricikliğinin ortaya
çıktığı ya pıp etmelerdir” (Arendt 1981 b., s. 165). Çalışmadan yaşayan bir
in sanın insan Olmadığı söylenemez. Fakat konuşmadan ve eylem yapmadan
yaşanan bir hayat, “kelimenin tam anlamıyla, bir hayat değil, bir insanın
hayatı boyunca yaşadığı bir ölümdür.” (a.g.y.)
Arendt için insan ancak eylem yaparak ve
konuşarak kendisini açıklayabilir; ancak bu şekilde “öz varlığının kişisel
biricikliğini” “dünya sahnesinde” gösterebilir (bkz. a.g.y., s. 169).
“Gezegende in san değil, insanlar oturuyor. Çeşitli olma, dünyanın yasasıdır”
(Arendt 1993, s. 29). Jürgen Habermas, bu yüzden Vita activa’yı “dilsel
eylemin antropolojisi” olarak niteler (Habermas 1979, s. 290).
Düşünmek
— İstemek — Yargılamak
Arendt’in tinsel vasiyeti, 1979’da
arkadaşı Mary McCarthy’nin sonradan yayımladığı Vom Leben des Geistes adlı
tamamlanmamış. bir üçlemedir. Tamamlanmış iki bölüm, Das Denken ve Das
Wollen’dır. Üçüncü bir kitap olarak Yargılama bunları izleyecekti, ama
olmadı. 4Aralık 1975’te ikinci kalp kriziyle hayatı sona erdiginde bu yazının başlıgı yazı makinesinde kağıda yazılmış
bulundu. Bu konuyu ele almış olduğu Kant’ın siyaset felsefesi dersleri
ölümünden sonra, Das Urteilen adı altında yayımlandı.
“Yargılama” sorunu Arendt’i, 196 l’de,
Eichmann davasında New Yorker’ın muhabiri olarak haber hazırlamak için
Kudüs’te bu davayı izlediği zamandan beri uğraştırıyordu. Eichmann in
Jerusalem (1963) adlı kitabı, özellikle Eichmann’ın kişiliğini nitelemek için
kullandığı “Banalitüt des Bösen” (kötünün sıradanlığı) kavramıyla büyük bir
hiddet firtınası koparmıştı. Arendt, açıkça şunu söylüyordu: Yahudi soykırımı
deneyimi bile, cani Eichmann’ı insanlık dışı ilan etmeye hak kazandırmaz.
Tersine insanın yargıları sadece insana karşı verilebilir.
Bundan sonra şu soruyla uğraştı: Eğer
insan sadece kendi yargı gücüne dayanabiliyorsa ve egemen ahlak haksız olanın
yanındaysa, haklı ve haksızı ayırabilme gücüne nasıl sahip olabilir?
Eichmann’ın açıkça “düşünme yeteneğinden yoksun” kişiliği, Arendt’e şu soruyu
sordurmuştu: Kötü olma, “kötü davranışın” zorunlu nedeni midir? Yoksa, “iyi
ve kötü ... sorunu bizim dü yetimizle
mi ilgilidir?” (Arendt 1993, s. 13 vd.) Arendt, ahlaksal yargı gücü ve
düşünme arasında bir bağ olduğu ve bu yüzden düşünmede “düşünme mesleğinden”
olanlara bir öncelik hakkı tanınmaması gerektiği sonucuna varmıştı (bkz.
a.g.y., s. 23). Her iki güç de, hem düşünme hem de pratik akıl, Arendt’e
göre, insan için varoluşsal bir ilgi taşır. “Çünkü akıl, hakikati değil,
anlamı arar” (a.g.y., s. 25).
Natalite
ve Mortalite
(Toplumsal Bir Olay Olarak Doğum ve Ölüm)
Arendt’in şimdiye kadar hiçbir felsefe tarihinde ve ansiklopedide yer almayan
bir kavramı felsefe tartışmaları alanına sokması, birçok hizmeti yanında yeni
bir hizmetidir. Bu kavram natalitedir. Felsefe yapmakla ölüm düşüncesi
arasında sıkı bir bağ vardır:
“Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmek demektir”
diye yazar Michel de Montaigne; ve Martin Heidegger, bizim doğduğumuz andan
itibaren ölüme yaklaştığımız tezini ileri sürer (Sein zum Tode). Heidegger’in
öğrencisi olan Arendt’in Augustinus’a dayanarak doğmayı ölümlülüğün
karşısına koyan, karşı yönde kesin bir adım atması, herhalde bir rastlantı
değildir. Bu kavram, Arendt’in eylem kategorisiyle ilglidir: Çünkü çok geniş anlamda “eylem yapmak ve
yeni bir şeye başlamak” aynı şeydir. “Çünkü her insan doğmuş olmak temeli
üzerinde bir ini tium, bir başlangıçtır, yeryüzüne yeni gelendir; insan
girişebilir (initiative ergreifen), bir yeni başlayan olabilir ve yeni bir
şeyi harekete getirebilir” (Arendt 1981, b, s. 166). “Natalite, ‘Prinzip
Hoffnun’g’un (umut ilkesinin) antropolojik, biyolojik gerçekliğidir”
(Krippendorf 1994, s. 89). Adriana Cavarero, feminist açıdan Arendt’in
burada, “Batı felsefesinin en değişmez ilkesini” kuşkulu bir duruma soktuğunu
ileri sürer; yani felsefeyle ölüm arasındaki tek yanlı bağlılığı (bkz.
Cavarero 1992, s. 43).
Hans Jonas’ın yargısına göre, Arendt
“yoğun kadındı, bu yüzden de feminist değildi.” 0, 1953’te Princeton’da ilk
ders veren kadın, 1959’da orada ilk profesör olan kadın olduğu ve büyük bir
medya hareketi ortaya çıktığı zaman, ona tanınan “ayrıcalıklı kadın” statüsünden hoşnut olmamıştı. Arendt kadın sorunlarını ayırıp ayrıca ele almak
istemiyordu; tıpkı Yahudilik sorununda hayatı boyunca yapmış olduğu gibi. 0,
üniversite felsefesinin erkek ortamına girmişti; yalnız başına ve kendi
gücüyle bunun sağlam teorik temellerini sarsmıştı. Tıpkı ele aldığı iki kadın
-Rosa Luxemburg ve —Rahel Varnhagen gibi o da, erkekler dünyasında yalnız
başına ilerleyen bir insandı.
Kadın
Filozoflar-Marit Rulman vd.-Çeviri: Tomris Mengüşoğlu-Kabalcı Yayınevi
|
Akımlar
- Felsefi "izm"ler
- Sofizm
- Stoacılık
- Kuşkuculuk
- İdealizm
- Yeni Platonculuk
- İnsancılık (Hümanizm)
- Usçuluk
- Deneycilik
- Eleştiricilik (Kritisizm)
- Materyalizm
- Liberalizm
- Hiççilik (Nihilizm)
- Sosyalizm
- Marksizm
- Olguculuk (Pozitivizm)
- Postpozitivizm
- Pragmatizm
- Fenomenoloji (Görüngübilim)
- Yeni Kantçılık
- Mantıkçı Pozitivizm
- Yeni Hegelcilik
- Yapısalcılık
- Çözümleyici Felsefe
- Varoluşçuluk
- Yorumbilgisi (Hermeneutik)
- Frankfurt Okulu
- Feminizm
- Postyapısalcılık
H.Arendt
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Önemli eserlerinden biri olan "Kötülüğün Sıradanlığı"adlı eserinde kötülük diye kastettiği nedir?Bir bilginiz mı?
YanıtlaSilArendt, bir kötülük makinesi gibi işleyen ve tarifi imkânsız acılara yol açan Nazi terörü karşısındaki şaşkınlığından henüz kurtulamadan bu şaşkınlığı giderme ve olup bitene yani kötülüğe bir anlam vermeye çalıştığı “Eichmann Davası” olarak bilinen Eichmann’ın yargılanma sürecinde ikinci bir şaşkınlık yaşamıştır. Kötülük, özellikle “Nihai Çözüm”ün ürettiği kötülük çok alışıldık, sıradan bir durum değildi. Hatta hiç sıradan değildi. Zaten tüm dünya ile birlikte Arendt ve diğer Yahudi entelektüelleri şaşkına çeviren de bu sıra dışılığıydı. Ancak işin ilginç yanı Yahudilerin fiziksel imhasını amaçlayan “Nihai Çözüm”de aktif rol alan Nazi kolluk kuvvetlerinin ve dolayısıyla Eichmann’ın bu işi alelade, sıradan bir görev olarak görmeleri ve yerine getirmeleriydi. Bu iş o kadar basitleştirilmiş ve sıradanlaştırılmıştı ki; “En ağır cezalardan birini alan cani, fırsat buldukça çocuklara sosis dağıtıyor; onbinleri ölüme yollayan doktor, onunla aynı üniversitede okumuş bir kadını, ona gençliğini anımsattığı gerekçesiyle ölümden kurtarıyor; ertesi gün gaz odasına yollanacağı halde yeni doğurmuş bir anneye çikolata yollayabiliyordu” (Sayın 1994: 26). Üstelik Alman halkının büyük bir kısmı da bu durumu olağan üstü bir normallikle karşılamıştı. Ayrıca her ne kadar sıradan bir suçlu olarak görülmese de söz konusu davanın sanığı olan Eichmann’ın duruşmalardaki davranış ve söylemlerinde de ilk bakışta fark edilir herhangi bir anormallik yoktu. Tutumu adi bir suçtan yargılanan ve üzerine atılı suçu reddeden sıradan bir sanığınkinden farksızdı.Bu kadar kötülüğe bulaşmış, canavarca toplu katliamların organizesindegörev almış birisi nasıl bu kadar sıradan olabilirdi? Bu sıradanlıkta bir sıra dışılık vardı. Arendt’e ikinci şaşkınlığı yaşatan, kelimelerin kifayetsiz kaldığı düşüncelerin düşünemediği gerçek olabildiğince sıradanlığıyla karşısında duruyordu. Hannah Arendt'de Kötülük Problemi, Kemal Bakır, Kaygı Dergisi
YanıtlaSilBu konuyla ilgili "Hannah Arendt" filmini öneririm.(2012)
Çok teşekkür ederim cevabınız için. Kitabı okuduktan sonra filmi mutlaka izleyeceğim:)
Sil