Yapısalcı Anlam’dan Yapısökümcü Yorum’a: Derrida

Metin Bal

                                                     
I-)   Giriş

II-)  Anlam Bağlamı Üzerinden Yapısalcılık Eleştirisi

III-) Varlığa Geç Kalan Yazının Önceliği

IV-) Sonuç: Yorum Çağı

I

GİRİŞ


Yirminci yüzyıl felsefesinin ‘linguistik dönüş’ünün merkezinde, dilin tüm insan bilgi ve deneyimlerinin ortamı olduğu düşüncesi yatar. Böylece dil teorisi, anlam araştırması ve diğer sorunların incelenmesinde temel bir çalışma alanı haline geldi. Örneğin “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır[1]” ya da “Anlaşılabilecek Varlık dildir[2]” gibi cümleler Yirminci Yüzyıl felsefesine damgalarını vurmuşlardır.
Deneyim terimini bir geriye giderek temellendirmek yerine deneyimin kendisinin anlatıldığı ‘dil’in incelenmesi daha etkili olacaktır. İnsan deneyiminin özünde dilsel olduğunu söyleyen Gadamer gibi yirminci yüzyıl filozofları dili incelemenin yöntemlerini geliştirdiler.
Tüm dil felsefeleri bir imin tanımına ve bu imin diğer imlerle ilişkilerine dayanır. Ferdinand de Saussure “...imleri neyin kurduğunu, ve hangi yasaların onları yönettiğini”[3] gösterir. Saussure’den başka O’nunla aynı dönemde yaşamış olan Charles S. Peirce de im tanımı ve imleri hangi kuralların yönettiğini araştırarak kurduğu teoriye ‘semiotik’ adını vermiştir. Ancak dil felsefecileri daha çok Saussure’ün dil teorisiyle ilgilenmişlerdir.
Saussure’den ayrı yerlerde yaşayan ve birbirlerini hiç tanımamış olan Sigmund Freud ve Emile Durkheim da kendi teorilerinde, Saussure’ün kendi dil teorisinde bulduğu yapısal ilkelere benzer sonuçlara varmışlardır. Dil felsefesinin yapısal ilkelerini Levi Strauss’un antropolojisinde, Durkheim’ın sosyolojisinde, Freud’un psikanalizinde, Karl Marx’ın ekonomi-politiğinde, ve Thomas Kuhn’un bilim felsefesinde görürüz.
Roland Barthes, Saussure’ün, iyi bir mali düzende altının parayı temellendirmesi gibi; gösterilenin de göstereni temellendireceği bir dil durumunun imkansızlığını görmüş olduğunu belirtir[4]. Altının paranın dayanağı olmaktan çıkması ve paraların kendi aralarında birbirini tutacağı bir dayanak dizgesi oluşturması gibi, gösterilen de şimdi dilden çekilmekte ve yerini gösterenlerin birbirlerine tutunmaları ile oluşan bir dayanak-dizgeye bırakmaktadır. “Gösterilen ile olan bağıntı belirsiz, dayanaksız olduğundan, dizgenin bütünü, göstergelerin kendi aralarındaki tutumlarıyla dengelenir.”[5]
Bir edebiyat eseri zihinsel bir kurgu olduğu için edebiyat bu haliyle gerçeğin peşinde olan ve kaynağını gerçekten alarak gerçeğe gönderme yapan yanılsamalardan özgürdür[6]. Böylece Roland Barthes, Umberto Eco, Tzvetan Todorov, Stanley Fish ve Paul de Man’ın öncülük ettiği edebiyat teorisiyle (literary teory) yapısalcılık modernizme karşı eleştiride önemli bir adım daha atmıştır. 
Derrida, Gramatoloji adlı kitabında metafizik tarihinin problemlerinin sonuçta dil problemine gelip dayandığını söyleyerek dil felsefesi geleneğine katılır. Bir şeyin anlamı nedir? sorusunu sorduğumuzda cevap olarak yine bir imi sunarız. Bir şeyin anlamını göstermek bir imin yerine başka bir im koymaktan başka bir şey değildir. Böylece anlam sorununda im enflasyonundan başka bir şey görmüyoruz ve sonunda anlam adına elimizde kalan sadece bir im oluyor.
 Dilin kendisi bir im olarak im enflasyonu olmuştur. Fakat dil üstüne ne kadar düşünülmüşse de dilin kendisi hala bir imdir. Dilden bir adım geriye ya da ileriye doğru gitmiş olmak ya da gidememek krizin bir göstergesidir.[7]
Derrida 1967’de ilk üç kitabını, Gramatoloji, Yazı ve Fark ve La Voix et le Phenomene’i yayımlar. 1972’de de La Dissemination, Felsefenin Kıyılarında ve Konumlar’ı yayımlar[8].

II Anlam Bağlamı Üzerinden Yapısalcılık Eleştirisi


Derrida’nın Yazı ve Fark[9] adlı eserinin içinde yeralan ilk makalesi Güç ve Anlam (Force and Signification) yapısalcılığın bir dekonstruksiyonudur. Derrida bu makalede metafizik karşıtlıklar sistemini aşan bir ekonomi, yeni kavramlar ve yeni modeller aramaktadır.
Yapısalcılık bir kavram tarihçisi tarafından incelendiğinde hayalgücü ve etkilenimin izleğinde bir geri adım sayılabilir. Eleştirel felsefe kendi sistemini gücü dışta bırakarak kuran yapısalcılıkla kendisini eleştiren yaşam ve tarih felsefesinden öcünü almaktadır.
Anlam bir sistem içinde dondurulmayacak kadar canlı, bağıntısal ve griftdir. Anlamın dinamik bir süreçte belirlendiğini göstermek için bu konudaki etkenleri şöyle ilk elden bir gözden geçirecek olursak; anlamın iktidar ve güç ilişkileri, ilgilerimiz, beklentilerimiz, pragmatik süreçler, doğa anlayışı, ikna, değiştirilebilirlik, uzlaşımsallık ve taklit gibi birçok belirleyiciyle içiçe olduğunu görüyoruz. Derrida’ya göre anlamın oluşumunda güç unsurunu gözardı etmesi ve anlamı sabitleyerek onun yaşamsal enerjisini öldürmesi yapısalcılığın en çarpıcı etkinliği olmuştur. “Güç, dilin onsuz kendisi olamayacağı dilin ‘ötekisi’dir.”[10]
Yapısalcılık anlamı verili bir şey olarak, bir merkez ve referans noktası olarak alır ve sonra kabul edilen anlamdan sorumlu olan im sistemini kurmaya çalışır. Sözmerkercilik  (logocentrism) ve bulunuş metafiziği (metaphysics of presence) böyle bir dondurulmuş imler sistemi peşindedirler.[11] Merkez, yapıya düzen veren öğedir. Ancak bir defa bu merkez kabul edilirse yapıda olanaklı olan ‘oyun’ imkansız hale getirir.[12] Derrida yayımlanan ilk çalışmasından itibaren her zaman için transendental bir im yada bir telos olarak anlamın hakimiyetine son vermek için yapısökümcü eleştirisini uyguladı.[13]
Yapısalcılık sorgulayıcı ve totalitaryan olmuştur. Kendi oluşturucu güçlerinden yalıtılmış bir totalite (bütünleme) çabası anlam ve form birliği olarak düşünülecek olursa, yapı form ve anlamın formel birliği olarak tanımlanabilir. Anlamın form tarafından bu neutralizasyonu tamamıyla yazarın sorumluluğunda anlama uygulanan bir şiddettir.
“Anlamın canlı enerjisi olan içerik neutralize edildiğinde yapıların hatları ve düzenleri daha açık biçimde görünür. Bu yerleşik halkı olmayan ya da terkedilmiş bir doğa ya da mimarisi sanatın hışmıyla sadece iskelete indirgenmiş bir şehre benzer”[14]
 Böyle bir şehir, içinde nesnenin kendisinin bulunmadığı ‘saf dile’ benzer yapısalcı bilinç yıkıcı bir bilinçdir. Bir yapı kendi varoluşunun olanağını ve zayıflığını, kırılganlığını kendi içinde barındırır. Latince ‘solid’, ‘katı’ anlamına gelmektedir. Soliciting aynı zamanda değişme eğilimi, sarsma, sarsılma demektir. Solicitude aynı zamanda yalıtılmışlık, yalnızlık anlamına gelir. Sollus latince ‘bütün’ anlamını da barındırır. İşte, yapısalcılık kendi metoduyla varlığın yalıtılmasıyla aynı zamanda batı metafiziğinin kendi üzerine dayandığı temelleri de farkında olmadan sarsmıştır. Anlam konusunda sabitleyici bir merkezden ve transendental öğelerden kurtulmak için Derrida yapıyı bir merkezin egemenliğine terketmek yerine bir ürün olarak görme yanlısıdır.[15]
“Bir yapı ilkin bir organik ya da yapay bir eser, bir yığının içsel bir birlik kazandığı bir kurgudur; bir eser birleştirici bir ilkeyle oluşturulur. Mimari bir yapı bir alanda inşa edilip görünür kılınır.”[16] Yapıyı kurucu unsurlardan, yönetici fikirlerden ayırtederek, neutralize ederek düşünmek yapının kendisiyle çelişir. Anlamı sabitlenmesinin başka bir yolu olan metafor da masum değildir. “Metafor araştırmayı yönlendirir ve sonuçları sabitler”[17] Batı metafiziği idealizmin kavram dizinini anlatabilmek için önce bunları analojiler, metaforlar kullanarak yaptı.
 “Metafor bir varoluştan diğerine, bir anlamdan diğerine Varlığın varolanlara ilişkilendirilmesiyle meşrulaştırılan bir geçit olduğu için varlığın analoji yoluyla yerinden edilmesi, kaçınılmaz olarak söylemi kendi metafizik konumuna iten, söylemi metafiziğe demirleten ana etkendir.”[18]
Geleneksel metafizik bu borcunu unutarak çeşitli skandallarla iflas durumuna geldi. Belki de nereye demirlediğini unutan geleneksel metafiziğin gemisi için deniz çoktan bitmişti.
 Bir eseri, anlamı önceleyen ve ondan bağımsız düşünülen saf ya da deneysel olsun ilişkilerinden ve canlılığından koparılan her fikir, kavram ve düzen idealizmdir. Kendinde bir iç düzenlemeyi sağlayan ilahi yaratıcılık, Kant’ın amaçsız amaçlılığında, ikiyüzlü hayalgücünün öncelediği ikiyüzlü hümanizmde tekrar kendini gösterdi. Derrida yapısalcılığı eleştirirken idealizmin de kaynaklarına iner ve idealizmin yeni bir tanımını yapar. “Bir eseri zamansal olarak önceleyen ve onun ifadesi olan ‘düşünce’ fikri ya da ‘içsel bir düzen’ bir önyargıdır; geleneksel eleştiri bu önyargıyı ‘idealizm’ olarak adlandırmıştır.”[19] 
Derrida’ya göre Batı felsefesi tarihi boyunca bir merkez başka bir merkezin yerini almıştır. Geleneksel felsefe bir merkezler yığını olarak düşünülebilir. “Merkez, bütünlüğün merkezindedir, ama yine de merkez bütünlüğün bir parçası değildir; bütünlük, merkezine başka bir yerde sahiptir. Merkez, merkez değildir.”[20] “Temellere, ilkelere veya merkeze ilişkin bütün adların, daima değişmez bir mevcudiyeti belirtmiş oldukları gösterilebilir-eidos, arkhe, telos, energeia, ousia, aletheia vb.”[21]
Derrida bu şekilde yapısalcılığı yapısalcılığın kendi kavramlarıyla içerden bir eleştiriye tabi tutar. Buna eleştirel angajman[22] adını verir. Bu eleştirel angajmanın sağladığı özgürlük bizi bir taraftan totaliteyi açarken diğer taraftan da bu totaliteyi sarsmaktadır.

III

Varlığa Geç Kalan Yazının Önceliği

“...Anlam ve dili açan şey, doğal bulunuşun (presence) gözden kayboluşu olarak yazıdır.”[23] Yapısalcılık içindeki anlam tartışmasıyla birlikte form da belirsiz bir duruma itilmiştir. Anlamdan ziyade “sadece bir form açıkça görülebilir. Sadece bir formun özü vardır ve sadece bir form kendisini bu şekilde sunar.”[24] 
“Anlam kendisini yaşatmak, oluşturmak ve ayırt etmek için söylenmiş ya da yazılmış olmayı gerektirir.” “Yazı, anlamı açan ve taşıyan şey olduğu için tehlikeli ve dayatıcı bir unsurdur.” Yazı, anlamı nereye götürdüğünü ve kendi ‘geleceği’ olan anlamı nasıl kurduğunu bilmez. “Yazının riski için bir sigorta yoktur”[25] Yazı bu anlamda anlam için başlatıcıysa, bu başlangıç olma onun yaratıcılığından değil, mutlak konuşma özgürlüğünden kaynaklanır.  Yazı bize şunu söyler “Varlık, her zaman için, çoktandır başlamıştır”[26] Varlık için çok geç kalmış olan bizler yazıdan başka birşeyi bulamıyoruz. Yazı konuşmayı uykusundan im, gösterge olarak uyandırma gücüne sahiptir.
Anlam canlı bir enerjiye sahipse ve birçok belirleyici unsura sahipse anlamın saf sonluluğu ve saf tarihselliğinden bahsedilebilir. Bu onu korumak için değil aksine sürekli değiştiğini ve onun hakkında çoğunlukla yanıldığımızı göstermek içindir. Anlam kendini doğa, yaşam ve ruh gibi sınırlı ekonomileri kuran bölgesel sınırlar içine kapatarak mümkün kılan anlamlandırmayı sürekli kaydırarak oyununu oynar. Bu oyun ve sınırlı ekonomi her hamlesinde yazma çabasını tetikler.
Yazma girişimi Varlık’la olan ilişkisinde kendisini etkilenmenin dışına koyar. Anlamın sürekli ertelenmesi onun çok yönlü etkilenmesinden kaynaklanır. Etkileniyor olmak sonlu olmaktır çünkü. Yazmak hala bu sonluluğu aldatmak ve tabi ki hiç varolmayacak ve ardına düşeni hiç etkilemeyecek bir Varlık peşinde olmak anlamına geliyor. “Bu anlamda yazmak, farkın unutulması, sözde canlı ve saf konuşmanın mevcudiyetinde yazıyı unutmaktır.”[27]
Biz anlamı kendi oyunu içinde ayrımlar koyarak yazıyı biçimlendirirken görürüz. Örneğin “İnsan kendini insan olarak adlandırırken insanın ‘öteki’si olan şeyler, doğanın saflığı, hayvanlık, ilkellik, çocukluk, delilik, ilahilik vb. bir sınırla bu yerleştirmenin dışında tutulur. Bu sınırlara ölümle tehdit ettikleri için yaklaşılmaz, fakat farkın olmadığı bir yaşama ulaşmanın yolları olarak arzu edilirler.”[28] Bu oyun içinde her gösterilen bir gösterge, her gösterge de  bir gösterilendir. Birbirinin yerine geçen imler, yerlerini aldıktan sonra anlam oyunu biter.
Derrida ‘Konumlar’ (positions) adlı eserinde Husserl’in ‘Sinn’  ve ‘Bedeutung’ ayrımını açıkladıktan sonra şöyle der, “anlam gösterilen ya da ifade edilen olarak olsun, kendi içinde buna gerek duymasa da, sonunda bir gösterenin duyulur özelliğiyle birleştirilebilen zihinsel ya da ruhsal idealliktir.”[29]  Oysa işaretleri seslere eşitleyen sesbilim (phonology) ve işaretleri anlamlara eşitleyen anlambilim (semantik) dilin doğasının ‘yazı’ olduğunu gözardı ederler. Derrida’ya göre anlambilim ve sesbilim, anlamı olasılı ve bağıntısal değil doğal ve kaçınılmaz olarak göstermek için ‘iz’in olanaklarını yok etmeye ve differance’ın hareketini durdurmaya çalışmaktadırlar.
Derrida, yorumlama, yapı, im ve oyunun iki farklı yorumu olduğunu söyler[30]. Biri bulunuşun kaybolmuş veya imkansız olan, olmayan kökenin, doğruluğun, merkezin, telosun aranmasıdır. Diğeri ise doğruluk ve yanlışlık gözetmeyerek aktif yorumlama sunan, dünyanın ve oluşun oyununun neşeli bir olumlanmasıdır.
Kant’da hayalgücünün kendisi sanattı. Sanat ve doğruluk (truth) ayrılmamıştı. Onda gözler önüne serilmeyen ‘saklı’ bir sanat söz konusuydu. Hayalgücü kendisini sadece kendi eseri içinde açan bir özgürlüktü. Bu eserler doğanın içinde yokturlar, fakat gerçekliğini sadece bizde bulan eserlerdir. Hayalgücü bu anlamda bize ikinci bir doğayı sunuyor. Hayalgücünün kavramsız şematiza etmesi onun özgürlüğünü göstermekteydi. Kant’a göre, bir yapı ve bölünmez bir bütünlük olan sanat eserinin bu farklı kökenine dikkatlerimizi yöneltmeliyiz. Çünkü sürekli peşinde olduğumuz özgürlük kavramı belki de burada mümkündü.   Yaratıcı hayalgücünün etkinliğini en üst seviyede görebilmek için poetik özgürlüğün gizli dünyasına bakmak yeterli olacaktır.
Sanat eserinde izleyici, eserin kendi karanlığının kör noktasında yeniden kendine kavuşana dek kendinden ayrılır[31]. Sanat eseri olan yazınsal eylemin böyle bir ayrılma ve dünyadan bağları koparma eyleminde deneyimi doğrudan yansıtabilmesi için metafora başvurulur. Böylece başka bir evren diğer bir evrene eklenir. Böyle bir evren dilin içinde görünen ve üretilen bir aşırılıktır. Böyle bir aşırılık Blanchot’nun dediği gibi yazının ve yazınsal esinin olanağıdır. “sadece ‘saf yokluk’ (pure absence) –bunun ya da şunun değil, fakat içinde tüm mevcudiyetin (presence) ilan edildiği herşeyin yokluğu-esinlendirici, başka bir deyişle devindirici ve eseri oluşturan şeydir.”[32] Saf yazının mümkün olduğu saf kitap böyle bir saf yokluğu gerektirir. Böylece yazıda merkezin gizlenmesiyle, sürekli olarak gerçekliği temel alan, onu yansıtmaya çalışan boş bir modern uğraştan kurtuluruz. Böyle bir kitap Flaubert’in hayal ettiği “Hiçbirşey hakkında bir kitap”tır. Böylece bir merkez ancak gizlenme yoluyla mümkün ve anlaşılır olur. Derrida’nın yapısalcılığa karşı eleştirisini ortaya koyarken çok önem verdiği Jean Rousset kendi eserinde Delacroix, Balzac, Flaubert, Valery, Proust, T.S.Eliot, Virginia Woolf ve daha birçoklarının bu durumun farkında olduğunu söyler.  Antonin Artaud bunlara eklenecek başka bir yazardır. Şöyle der: “Ben hiç birşey yazamayacağımı söylemek için bir kitap yazarak yazınsal alandaki ilk çıkışımı yaptım”.
Ancak diğer taraftan da “Hiçbirşeyin bilinci olarak birşeye sahip olma bilinci bilince uygulanan en büyük şiddettir”[33] Buna dayanan saf deneyim, deneyimin kendisiyle karıştırılmamalıdır. Şimdi soralım kendimize, saf söylem artık yazınsal birşeyi gereksemez mi? Elbette “nefes veya konuşma anlamı sınırlandırıyorsa –bizim ona sorumluluğumuzla- yazı konuşmayı hayli hayli sınırlandırmaktadır.”[34]
Örneğin hiçbir deneyime dayandırılmayan din ayetleri bile peygamberler olarak adlandırılan birtakım insanların yalıtılmışlık içindeki deneyimleriyle sınırlandırılmış olarak kendi gizemini, içinden çıktığı saf boşluk, saf metin ya da saf bilince yükler. Din de buna benzer olarak bu deneyimlerle yazıyı ve anlamı sınırlandıran tek bir kitap vardır. Bu tek kitap diğer kitaplara kaynak olarak yeniden üretilir.
Böylece ne kadar da mutlak ve tartışılmaz sayılırsa sayılsınlar bir kere ortaya konmuş bir yazı anlamın canlı enerjisini kendi içinde gizler. Kant’ın estetik deneyiminde de güzel iyinin yerine geçen onu gösteren teleolojik bir amaçsız amaçlılık olarak saf uzay ve doğaya  yerleştirilerek gizlenmişti.  Çünkü biz biliyoruz ki bilincimizi zorlayan saf bilinç, saf metin ya da saf yazı gibi daha  büyük güçler var. 
Derrida kendi düşünme ekonomisini kurarken saf bilinç, saf konuşma, saf kitap vb. gibi saf ve biçimsiz güçleri yapısökümüme uğratarak eleştirel angajman örneği vermektedir. Derrida’nın araştırdığı şey düşünceye, anlama ve yazıya temel olacak aşkınsal, merkezi öğeler değildir aksine araştırılan şey güçlerin ve alanların farkları olacaktır.[35]
Derrida’nın yapısalcılık eleştirisi ve yazıyı konumlaması uğraşına Nietzsche’nin ‘Tragedyanın Doğuşu’ eserini hatırlatarak, anlamın anlamının Apolloncu bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Dionysus ve Apollo’da temsillerini bulan canlılık ve yapı arasındaki  fark ve ilişki tarih içinde belirli bir başlangıç noktasındada oluşmadığı için zamanla da silinmeyecektir[36]. Bu kökensel bir yapıdır: tarihin ve tarihselliğin kendisidir. Kısaca fark[37] sadece bu canlılığı gösteren tarihselliğe ya da sadece yapıya ait değildir.  Derrida bunu gözönüne alarak Differance adlı makalesinde geleneksel felsefenin ‘fark’ın farkında olmadığını belirterek ‘fark’ın yeni bir tanımını yapar:
 “Buradanın, belirtilerin, bellekte-tutmaların (retentions) ve beklentilerin (protentions) (andırışma yoluyla ve geçici olarak az sonra yetersizliği ortaya çıkacak fenomenolojik ve transendental dili ödünç alıp kullanacak olursak) “kaynaktan” ve sapına kadar karmaşık ve bu nedenle de dar anlamda kaynaktan-olmayan sentez biçiminde kuruluşuna arkhe-yazı, arkhe-iz ya da differance adını vermeyi öneriyorum.”[38]

IV

SONUÇ: YORUM ÇAĞI

Saussure ‘dil ayrımlardan başka bir şey değildir’[39]  diyerek gerçeklik ve dil ilişkisini koparıp gerçekliğin de sadece bir im olduğunu anlatmıştır. Derrida differance kavramını buradan yola çıkarak geliştirerek her farkın bir anlam olduğunu söyledi. Her anlam ise bir izle başlar. Ancak kökensel ve ‘merkezi bir ‘iz’in[40] olmaması dile güvenen okuyucuyu da çileden çıkardı.
Postmodernler ve Postyapısalcılar yapısalcılığın gösterge ve gösterilen kavramlarıyla bir sistem olarak olarak düşündükleri dili anlam ve fark peşinde birbirinin yerlerine geçen imler oyununa dönüştürürler.
Derrida neyi başlangıç olarak almak gerekir ve nereden başlamak gerekir sorusunu, başlangıçların bir seçim işi olduğu ve akıldışı bir etkinlik olduğudu şeklinde cevaplayarak ‘herşey gider’ (everthing goes) felsefesinin en güçlü argümanını kurdu. “İz düşüncesi bize...kesin bir başlangıç noktası belirlemenin imkansız olduğunu öğretmiştir.”[41]
Yapısökümde, eski zamanlarda çok övülen görme gücü değil körlüğün işlevi önemsendi. Çünkü anlam adına sadece izleri gören bu anlam takibine için bir tür körlük de diyebiliriz. Örneğin Paul de Man ‘Blindness ve Insight’ adlı eserinde yapabileceğimiz ve kendisininkini de kapsayan her okuma biçiminin kendine özgü bir körlüğü[42] olduğunu söyler.
Körlüğün sözkonusu olduğu okuma ve anlama sürecinde yapısökümcülük için sadece yorumlama sözkonusudur. Ayrımsız ve yazınsal olmayan hiçbir kaynak ya da temel yoktur. Yorumlama etkinliği başı sonu olmayan bir etkinliktir. Yorumcu her zaman Batı metafizik geleneğinin kavram ve tasarımlarını kulanmak zorunda olacağından dil ve yazının kapalı alanından dışarı çıkmak olnaksızdır. Her şeyin bir yorumlama olduğu ve bir çıkışın olmaması aporianın[43] bir örneğidir.
Gösterge artık sadece bir temsil/tasarım, bir başka şeyin yerini tutan bir şey değil; fakat Baudrillard’ın bulgulamış olduğu gibi, sınırsızca çoğalan/çoğaltılabilen bir taklit’tir.[44]
Postmodern çağın özellliklerinden biri de media’nın giderek önem kazanmasıdır. Gerçekliğin yitirildiği bu zamanlarda media ve yazın ne derece bir sınırsız bir özgürlüğe sahipse okuyucu ve izleyiciler de o derece huzursuz ve şüpheci ya da hiç sorgulamaksızın tüketme çılgınlığına sahiplerdir.
Derrida’nın yapısökümünün temel özelliği modern zamanların ve geleneksel felsefenin her zaman peşinde olduğu bütüncüllük tasarımına, dolayısıyla da bütüncül bir özneye tanınan öncelikli konumun reddedilmesidir diyebiliriz. Yapısökümün anlam adına geride sadece sonsuz bir yorum sürecini bırakması, pragmatik çağın da bir tanımı olmaktadır. Postmodernizmde yerini bulan küreselleşme ve pragmatizm zamanına bir de yapısökümün eklenmesi modern idealleri olan düşünürleri çıldırtmıştır. Örneğin Eagleton 1981’de şöyle yazar:
“Yapısöküme ilişkin olarak övünülerek ortaya atılan pek çok yeni izlek, burjuva liberalizminin en yaygın birtakım başlıklarını yeniden üretmenin ötesine geçememiştir. En yeni kuram, yöntem ve dizgelere sahip çıkılmaması; bunlardan başat, baskıcı ve kuşku götürmez açıklamalara başvurularak vazgeçilmesi; çoğunluğun ve çoksesliliğin her şeye üstün kılınması; akışa ve sürece, kayışa ve harekete ilişkin olarak getirilen açıklamalar; kesinliğin tatsız tuzsuz olduğu görüşü. Böylesi bir üslubun İngilizce konuşulan ülkelerin akademilerinde neden bu derece çarçabuk yenip yutulduğunu görmek zor olması gerek.”45 
Yapısökümcülük ne kadar eleştilirse eleştirilsin, bu hareket düşünceyi kendi kullandığı kavramların, anlamların ve dilin sorgulamasına iterek rahatsız ettiği için düşünce tarihinde felsefe adına dinamik, eleştirel-angajman  bir okuma ve düşünme dönemi başlatmıştır.
Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi. Yıl: 2014 Sayı: 2

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder