Yapısalcılık içinde Derrida’nın konumu.

Derrida’nın yapısalcılık içindeki özel konumu, gösterene göre gösterilenin sonul durumları sorununun, ya da daha gündelik dille söylersek, düşüncelerle sözcükler arasındaki sorun’un reddi üzerine kuruludur.

Fakat Derrida’ya göre sorun, yanlış bile olsa, bir bütün olarak Batı felsefesinde büyük bir bozukluğun belirtisi olması bakımından yararlıdır. Kendi düşüncelerini dile getirdiği terimler, Heidegger ’in kendini ortaya koyduğu terimler —Seinsfrage’nin ya da varoluş üzerine düşünmenin gizinin kaybı— olmasa bile, onun yapıtının Heidegger’in tarih eleştirisini en yakından izlediği yer burasıdır.

O, aynı zamanda, aşkınlık ve Batı metafiziği üzerine eleştirisi kendi konumuna benzerlik gösteren Nietzsche ’ye de başvurur. Düşüncelerle sözcükler arasındaki ilişki sorunu “varlık”ın bir fizikötesini ele verir ve ;

tek anlamlı tözlerin var olduğu, nesnelerle ilk ve son olarak yüz yüze geldiğimiz katkısız bir şimdiki durumun var olduğu;

* anlamların var olduğu, öyle ki, onların başlangıçta sözlü olup olmadıklarına “karar verme”nin olanaklı olduğu;

* insanın elle tutulur ya da devamlı bir tarzda edinebileceği bilgi diye bir şeyin var olduğu

 yanılsamasını örtük olarak söyler.

Bütün bu kavramlar aslında, mutlak varlığın başlangıç metafiziği temelleridir  (hypostases), özneyi, kendi parçalı yaşantısı ne olursa olsun bir yerlerde mutlak doluluk diye bir şeyin var olduğu inancında cesaretlendirir (Sartre’cı en-soi göz yanılmasından farklı bir şey değildir bu). Clôture ya da Batı düşüncesinin kavramsal tavanını oluşturan da varlığa bu inanıştır; Derrida ’nın kendi ikilemiyse bu geleneğin bir parçası olmasında, bu geleneğin diline ve kurumlarına içinden çıkılmaz biçimde bağlanmış olmasında (Bartes ’ın yazın’ın olanaksızlığı tanımına benziyor), varlığın metafiziğini, kendileri de kullanılır kullanılmaz katılaşan ve başlangıçta savuşturmaları tasarlanan varlık yanılsamasının sürdürülmesine alet olan sözlerle ve terminolojiyle suçlamak gibi olanaksız bir duruma yargılı olmasında yatmaktadır.

Dile yönelik bir tür şiddete başvurmanın nedeni budur: Derrida (Heidegger gibi, ve her ikisi de kökenbilimsel akıl yürütümde [argumentation] Platon örneğini izleyerek), sözcükleri içersinde özel bir yeri açık tutmaya çalışır bununla, böylece terminolojisinin, adların ve tözlerin yanılsamalı düzeni içine yeniden yerleşmesini engeller.

Aynı zamanda differance ya da differance  kavramıdır bu: Derrida bununla, İngilizcede differ ile defer olarak birbirinden ayrılabilecek şeyler arasında büyük aynılığı vurgulamayı kasteder. (Daha önce gördüğümüz gibi dilbilimsel yapının temeli olan ve bir anlamda özdeşlik duygu- suyla da birleşmiş olan) Difference (fark, ayrılık), bir differance’tır ya da hiçbir zaman kendi dural varlığı içine hapsedilemeyecek olan; hatta, biz onun bilincine vardıkça zaman içinde uzağımıza kayan ve varlığı aynı anda bir yokluk olan, temel geçiciliği, yapısı içinde tam süreç olarak ertelemedir.


Derrida bu differance’ın dilde aldığı biçime “iz” diyor. Yukarıda anımsattığımız sözcükler-anlamlar karşıtlığı sahte sorununu bu iz kavramıyla ortadan kaldırır Derrida. Çünkü zaten var olan cümlenin ya da sözcüğün gerisine, zaten sözel bir biçim almış olan düşüncenin gerisine gitmeye çalışmak, bir “kökenler miti”nin saygınlığına teslim olmak ve kendi kendimizi yapay olarak, sanki canlı birimin henüz oluşmadığı, dünyanın yaratılışından önce sandık odasına benzer bir yerde bir yandan katkısız ses gibi, öte yandan katkısız anlam ya da fikir gibi bir şeyin olduğu bir geçmişe yerleştirmek demektir.

Tüm dilin bir iz olduğunu söylemek anlamlama paradoksunun altını çizmek demektir: Yani, onun farkında olabilmemiz için geçmişte meydana gelmiş olması gerekirdi; hep geçmişte, yakın bile olsa bir geçmişte olan bir olaydır o. Hegel’den, Varoluşçuların da kendi tarzında düşkün oldukları bir cümle anımsatabiliriz: “Wesen ist, was gewesen ist” (öz, halihazırda meydana gelmiş olan şeydir), Hegel’in dural bilgi kategorilerini hareket halinde büyük tarihsel ve zamansal görüngülere çevirmede kullandığı bir formüldür bu, bizim bağlamımızda, “Anlam, yapısı bakımından daima bir izdir, halihazırda olmuş bir şeydir” diye çevirebiliriz.

Bu fikrin sonucu, gösterge daima bir biçimde saf değildir, katışıktır. Bizim onun karşısındaki kuşkumuz, kesin olamayışımız; kendini kimi zaman saydamlık, kimi zaman engel olarak verişindeki, bizim katıksız sesi ve katıksız anlamı akıl yoluyla değiştirebildiğimiz belirsiz tarz — bütün bunlar, söz konusu görüngüyle ilgili bizim noksan bilgimizin sonucu değildir pek, daha çok dilin kendisinin yapısından kaynaklanır.

 Göstergenin zorunlu olarak bir iz olduğunu söylemek, ister maddi olarak ister kavramsal olarak odaklanabileceğini, bir göstergenin hem bir madde olduğunu hem de olmadığını ve içersinde bir tür zorunlu dışsallık (exteriority) taşıdığını kabul etmek demektir.  Bu anlamda, varlık miti, katıksız konuşma ya da konuşulanın yazılı olan üzerindeki önceliği mitidir aynı zamanda. Derrida bir dizi çözümlemede (Platon, Rousseau, Saussure, Husserl) sözelin bağışladığı içgüdüsel önceliğin, sonunda nasıl geriye doğru, anlamın mutlak saydamlığı ya da bir başka deyişle mutlak varlığı gibi bir yanılsamaya kadar götürülebileceğini gösterir.  Böylece onun dizgesi MacLuhan’cılığın değer biçtiği her şeyin tersine çevrilmişi olarak durur; fakat bu sonuncunun büyük başarıları —örneğin, Walter J. Ong’un Presence of the Word’ü— yazmanın evrimi ile psikoseksüel gelişmenin aşamaları arasındaki özdeşliğe kadar Derrida’yı doğrular ve onunla bağlantılı olarak, kültürel gerçekliğin aynı düzeyinden olumlu ve olumsuz olarak söz edilirse, büyük bir özdeşliğe ulaşan iki zıt gibi okunabilir.

Konuşulan sözün sahte görünüşlerinin bu reddinden, Derrida için her dilin, hatta yazı-öncesi ya da sözlü kültürlerin temel yapısının aslında yazı (script) olduğu sonucu çıkar: İlk yazı ya da onun bu temel dışsallığı ya da her dilin kendi içinde taşıdığı ve daha sonraki bütün deneysel yazı dizgelerinin üzerinde kurulduğu, kendinden uzaklığı vurgulamak için verdiği adla:archi-écriture.  Bu, bir yandan, metinle onun anlamı arasında bir boşluk olduğu; açımlamalar ya da yorumlamaların metnin kendisiyle ontolojik bir noksanlıktan doğduğu anlamına gelir. Fakat aynı zamanda bir metnin sonul bir anlamı olamayacağını, yorumlama, gösterilenin birbirini izleyen tabakalarını açma sürecinin —o zaman da her biri başlı başına yeni bir gösterene ya da anlamlayıcı dizgeye dönüşür— doğallıkla sonsuz bir süreç olduğunu da anlatır örtük olarak.

Dil Hapishanesi- Frederic Jameson-Çev: Mehmet H. Doğan- YKY

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder