Düşüncenin Göçü 19.Yüzyıl


Ön not: “Düşüncenin Göçü” dizisi bir felsefe tarihi değildir. Zaman ve mekânı dikkate alarak düşüncenin(felsefi) akışının büyük resmini göstermeye çalışmaktadır. Ayrıca “A” düşünürünün niçin “x” coğrafyasında ortaya çıktığını, düşüncenin tarihsel sosyolojik arka planına dikkat çekmeyi de hedeflemektedir. (Tarihsel arka plan için Okuma Atlası sayfalarına bağlantı verilmiştir.)  Tablolardaki notlar düşünürlerin ana temalarını gösteren özetlerdir. Daha geniş bilgi için Okuma Atlası Felsefe’ye yapılan bağlantılar yararlı olabilir.

Düşüncenin aktığı derin ve görece daha sığ vadilerin oluşturduğu topoğrafyanın 19.yüzyıldaki görünümünü gösterme çabasının, disiplinin dışından bakan biri için biraz da cahil cesareti gerektirdiğini belirterek başlamalıyım. Bundan önceki yüzyıllarda olduğu gibi, çalışma birçok yorumcudan yaptığım derlemelerin toplamını paylaşmak ile sınırlı olacak. Odaklandığımız Avrupa coğrafyası, 19.yüzyılda daha önce tanık olunmayan boyutta siyasal, sosyal, bilimsel-teknolojik değişimlere sahne olmuş, bu süreç de “yeni” diyebileceğimiz düşüncelere (kuşkusuz geriye doğru izini sürebileceğimiz) yol açmıştır. 

Başta Fransa devrimi olmak üzere, 19.yüzyıl düşüncesini etkileyen birçok olgu ile karşılaşıyoruz. Devrim sadece Fransa ile sınırlı kalmadı, birçok aşamalardan geçerek, Napolyon’un girişimiyle tüm Avrupa’yı etkiledi.  19. Yüzyılın ilk on yılları, özellikle devrimi coşkuyla karşılayan Almanya’da devrim sonrası gelişmeler, düş kırıklıklarına neden oldu. Avrupa’yı mevcut monarşik yönetimlerden özgürleştireceği umulan savaşlar, yeni despotik yapılanmalara yol açmıştı. Her şeye karşın, entelektüel çevreler devrimin rüzgârlarından gelen reformcu düşünceler ve uygulamalar kapsamında umutlu beklentilerinden vazgeçmediler. 1815’te Napolyon gitmişti, büyük güçlerin tüm eskiye dönme çabalarına karşın hiçbir şey eskisi olmayacaktı.

Ada’nın öncülüğünü yaptığı diğer devrim, sanayi alanında hızla yükseldi. Bilim ve teknik birlikte, eylem gücünü bu yüzyılda ortaya koydu. Kentler büyüdü, işçi sınıfı, yeni sosyal bölünmenin önemli bir unsuru oldu.


Avrupa’daki bir dizi irili ufaklı devrimler, düşüncenin göçünde kökleri eskiye giden yeni düşüncelerin ortaya çıkmasıyla paralellik gösteriyordu.

19.yy.devrimler
Devrim, uluslaşma süreçlerini oldukça geç tamamlayan iki büyük güç, Almanya ve İtalya’nın yanı sıra, birçok ülkeye de ilham kaynağı olarak milliyetçi düşüncelerin dolaşıma girmesine neden oldu.  19. Yüzyılın ikinci yarısında ulus devlet öne çıkmıştı

Bölünmüş İtalya, Habsburglar’ın yönetimindeki Avusturya İmp.luğu, Rus Çarlığı yüzyılın ilk yarısında düşünce topoğrafyasını biçimlendirmek anlamında çok şey vadetmiyordu.

Alman coğrafyasının durumu ise farklıydı. Almanya’nın yüzyılın başındaki çok parçalı siyasi yapısı, 1815 Viyana antlaşması ile, Prusya önderliğinde toparlanma sürecine girmiş, birliğini kurması için 1870’lerin gelmesini bekliyordu. İrili ufaklı Alman devletleri; mezhepsel ayrılıkları, sosyo-kültürel farklılıkları, görece özgür ortamlarıyla entelektüel gelişmelere açık görünüyorlardı.

Bağlantılarda bu özetin detaylarını görebilirsiniz.  Düşünce kümelerinin farklı coğrafyalarda, farklı yönlerde gelişmesinin ve akmasının değindiğimiz arka planla doğrudan ilişkisi vardır.
Biz yine, düşüncenin yayılma ortamına göz atıp, daha sonra bilim ve teknolojik gelişmelerin resmini gösterip, 18. Yüzyıl ile bağlantılı olarak göç eden “düşünce”nin ağlarına daha yakından bakmaya çalışacağız. B.Berksan

“Sanayi Devrimi'nin Avrupa'da ve Avrupa-dışı dünyada yol açtığı toplumsal-siyasal dönüşümleri biraz daha açıklığa kavuşturmak amacıyla, kısaca on dokuzuncu yüzyıl genel siyasal eğilimlerine de bakmak gerek. Sanayi Devrimi ulusal girişimciler sınıflarının ortaya çıkmasına yol açtı. Bu sınıf, burjuvazi, geliştikçe zenginleşti, zenginleştikçe siyasal önemi ve yönetim üzerindeki etkisi arttı. 1830'lara gelindiğinde sanayicilerin, imalatçıların, tüccarın, serbest meslek sahiplerinin ve bürokratların çıkarlarının devlet yönetimine yansıması liberal reformların başlangıcı oldu. Burjuvazinin Batı toplum yapısının değişimi üzerindeki etkisi büyük ve şiddetliydi. Nüfus artışı, tarımla uğraşanları daha iyi iş ve daha yüksek ücret arayışıyla kentlere yöneltiyor, kentler gelişiyor, kentli nüfus ise aristokrasilere karşı orta sınıf temsilcilerinin oy temellerini oluşturuyordu. Gelişen burjuvazi, mutlak monarşi ve krallıkların en önemli müttefiki olan aristokrasilerin iktidarlarının sınırlandırılmasını ve anayasal bir hukuk sistemine tâbi kılınmasını kendi çıkarlarının serbestçe gelişmesi açısından kaçınılmaz buluyorlardı.

1830'dan başlayarak anayasal monarşiler, ifade ve inanç özgürlüğü gibi bireysel hakları, daha da önemlisi özel mülkiyetin dokunulmazlığını tanımaya başladılar. Liberaller, daha geniş bir seçmen kitlesinin desteğini kazanabilmek amacıyla zaman zaman seçme yeterliliğine temel oluşturan vergi sınırlarını aşağılara çekerek oy hakkını genişlettiler. Bu süreç, ilk olarak 1832'de İngiltere'de Reform Yasası ile başladı, 1844'e gelindiğinde oy hakkı hemen tüm erkeklere tanınmıştı. Ancak on dokuzuncu yüzyılda oy hakkı yalnızca erkeklere özgüydü, Avrupa'nın hiçbir büyük devletinde kadınlar oy hakkı mücadelelerinin sonuçlarını yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden önce elde edemediler. Ayrıca, demokratik ve sosyal reformlar Londra, Paris, Viyana, Budapeşte, Roma, Milano, Prag, Berlin gibi nüfusu 100.000'i aşan büyük kentlerle sınırlı kaldı, köylü kitlelerine ve kentlerdeki alt sınıflara ulaşamadı. Yüzyılın başında ekonomik, siyasal ve toplumsal bir konuma sahip bulunmayan işçi sınıfı da ancak yüzyılın ortalarından sonra oy hakkının genişlemesiyle söz sahibi oldukları sendikaları ve meclislere seçip gönderdikleri temsilcileri aracılığıyla Batı Avrupa hükümetlerini sosyal reform kavramını gündeme getirmeye zorladılar.

Sanayi Devrimi'nin teknik uygarlığının yalnızca sanayide ve genel olarak ekonominin tümünde değil, aynı zamanda bireylerin günlük toplumsal yaşamlarında yarattığı büyük etkiyi tahmin etmek güç olmasa gerek.”

Üniversiteler ve eğitim kurumları
Alman Üniversite reformu



Önceki yüzyılda, geleneksel, teoloji eğitimli hocaların yönetimlerindeki üniversitelere seçenek oluşturan, bilim akademilerinden söz etmiştik. Bu yüzyılda Almanya’nın öncülüğünde (aşağıda daha detaylı göreceğiz) başlangıçta felsefe fakültelerinin egemen olduğu, yeni araştırma üniversitelerinin oluşturulduğunu görmekteyiz. Bu sürecin model örneği 1810’da kurulan Berlin Üniversitesi’dir.  Daha 1737 yılında kurulan Göttingen Üniversitesi de, teoloji fakültesinin önemini azaltarak, dil çalışmalarını öne çıkararak, Latince’nin yerine Almanca ‘yı geçirerek öncü bir rol oynamıştır.

İngiltere’deki değişim daha geç gerçekleşti. İngiltere’de liberal parlamentolar tarafından çıkarılan yasalarla (1854-56/1872) Alman modeli, araştırma odaklı kürsülerin yer aldığı üniversiteler kuruldu.

“Almanya veya Fransa’nın aksine, İngiltere’de çok sayıda dini hizip arasındaki çıkmaz, hiç birinin arzu etmediği fiili bir sekülerleşmeyi getirmiştir. Çok sayıda kolej, iki önemli üniversitenin varlığını dengelemiş, başta felsefe, klasikler ve tarih olmak üzere çok sayıda kolej konumunun bulunduğu yerlerde, Oxbridge tarzı akademisyenlik hızla gelişmiştir. “ R.Collins

“İngiltere'ye gelince, dinin etkisi altında kalan üniversitelerle birlikte daha ziyade duraklama dönemine girmiş gibi görünür. Bununla birlikte öğretim yöntemlerinin modernizasyonu gerçekleşme yoluna girer ve özellikle matematik alanında İngiliz araştırmacılığı ağırlıklı bir rol oynayacaktır.” Russ

19.yüzyıl başındaki eğitim ortamı için J.S.Mill’in konumu iyi bir örnektir. O hiç okula gitmedi. Babasının gözetiminde evde eğitildi. “James Mill'in zamanında büyük üniversiteler hala Anglikan Kilisesi'nin kontrolündeydi ve bunlar ortodoks öğretide direniyor, büyük ölçüde de öğrencileri dinsel kariyere hazırlama üzerinde yoğunlaşıyordu. James Mill'in kendi deneyimi de böyleydi. Üniversiteye gitmiş olan Bentham öğrencilerden istenen dini yemini kabul ederek doğruluktan sapmış olmasına hayıflanırdı. Meslek öncesi birçok eğitim hala çıraklık aracılığıyla yapılıyordu. Yüksek öğretimde bilim hala egemen konuma gelememişti.”  Nicholas Capaldi


İtalya’da ulusalcılar, Alman eğitim yasalarını model alan merkezi okul sistemini birleşmeden sonra kurabilmiştir.

“İsveç üniversitelerinde idealizm, Alman reformlarına paralel olan reformlara eşlik etmiştir: 1809’un anayasal monarşisinde, daha önce yüksek soyluların tekelinde bulunan devlet makamları, üniversite sınavları aracılığıyla “nitelikli” adaylara açılmıştır.” R.Collins

Felsefi düşüncenin üretimi ve yayılması bağlamında Fransa’nın konumu oldukça farklıdır. Devrimden önce, Fransa’da eğitim Katolik sistemin kontrolü altındaydı. ( Askeri teknik okullar bu sistemin dışındaydı) Yüksekokullarda profesörlerden araştırmacılık beklenmiyordu.  Napolyon döneminde getirilen eğitim sistemi ile de Katolik sistemin reformasyonuna dayalı olarak sistem devam etmiştir.

“ Alman üniversitelerinin aksine, yüksek okullardaki profesörlerin bağımsız araştırma yapması beklenmemiştir; bu esasen eski Bilim, Yazıtlar ve Edebi Eserler, Güzel Sanatlar Akademilerini yeniden inşa eden Institut France’ın üyelerine tanınan bir ayrıcalık olarak kalmıştır. Ahlak ve Siyaset Bilimi Enstitüsü’nün bir bölümü, 1795’ten 1803’e kadar varlığını sürdürmüş ama üyelerinin kendine muhalefet etmesi nedeniyle Napolyon tarafından baskı altına alınmıştır.” R.Collins

III.Napolyon’un diktatörlüğünde, tarih ve felsefe diplomaları 1854’te kaldırılmış ve Orta Çağ’ a ait trivium ve quadrivium üniversite müfredatına yeniden girmiştir.  Katoliklik ve sekülerlik eğitim alanında daha sonra da gerilimini sürdürmüştür.

“XVll. yüzyılın ikinci yarısında ve XVIII. yüzyılda ortaya çıkan bilimsel topluluklar, İsviçre Doğal Bilimler Topluluğu ( 1815) ve British Association lor the Advencement of Sciences (1831 ) ile birlikte yaygınlaşmaya ve gelişmeye devam ederler. Ayrıca, bilimsel toplulukların artmasıyla birlikte birçok ülkede bilim dergileri yayımlanmaya başlar.” Russ

“1795 yılında Politeknik Okulu Bülteni, 1835 yılında Paris Bilimler Akademisi Haftalık Raporlar, 1836'da Soyut ve Uygulamalı Matematik Bülteni, 1849' da, Journal of the Chemical Society of London yayın hayatına başlar. Bir süre sonra, 1853 yılından itibaren, Uluslararası Kongrelerin sayısı giderek artacaktır. Kısacası, büyük bir bilimsel iletişim hareketi gündemdedir.” Russ


Bilimsel gelişmeler


Bilimsel gelişmelerl keşifler, yöntemler ve ölçeklerdeki ilerlemeler öyle hızlıydı ki katlanarak artan bir büyüme söz konusuydu. Avrupa'nın genel tarihi öyküsünün bir parçası olarak, tüm bu gelişmeler içinde üç konu ağırlıklı öneme sahiptir. Bunların birincisi psikolojik ve kültüreldi. Kamuoyunda bilimin saygınlığı ve buna bağlı olarak bilimsel faaliyetleri yerine getirenlerin kendine güveni artmıştı. Bir diğeri, bizzat o zamana dek sağlanan başarılarla yapılanların hızlanan ve çeşitli alanlara yönelen doğasıydı. Üçüncüsüyse, bilimle uğraşmayan insanların yaşamı üzerinde bilimin yarattığı etkiydi.. “J.M.Roberts, Avrupa Tarihi



























XIX. yüzyılın ilk yarısında bilimin üzerine kurulu olduğu temel ilke determinizmdir; Fransız matematikçi ve fizikçi Pierre-Simon de Laplace'ın ( 1749 - 1827) çarpıcı bir biçimde ifade ettiği evrensel ve mutlak determinizmdir. Analitik Olasılıklar Teorisinin ikinci baskısı için yazılan ve Olasılıklar Üzerine Felsefi Deneme başlığını taşıyan giriş bölümü, olasılıklar hesabıyla ilgili genel ilkeleri ortaya koyar. Denemenin başında Laplace, 1850'li yıllara kadar bilimsel düşünceye hâkim olan mutlak determinizm ilkesini öne çıkarır. Eğer bir problemle ilgili bütün veriler bilinebilirse, belli bir tahminde bulunmak mümkün hale gelir:

“Manzara 19. yüzyılda ciddi ölçüde değişmişti ve 1900 yılında fiziksel evren artık çok farklı görünüyordu. Fizikte bir devrim yaşanmıştı. Kimya tek bir dal olmaktan ziyade çeşitli bilim dallarını bir araya getiren bir bütün haline gelmişti. Canlı varlıklar üzerinde uygulandığı alanlar büyük bir coşkuyla inceleniyordu. Avusturyalı keşiş Gregor Mendel'in melezleme deneyleri sonucu ortaya yeni bir bilim dalı olan genetik çıkmıştı (bu bilim dalının adı olmamakla birlikte, "gen" kelimesi daha 1909'da icat edilmişti). Bu sırada biyolojide ileri sürülen bir hipotezin çok yaygın bir alanda uygulama olasılığı bulunduğundan, Newton'un iki yüzyıl önceki fikirleri kadar önemli olduğunu herkes kabul edebilirdi.”

Basım teknolojisi
Kitapların (dolayısıyla düşüncenin) daha nitelikli ve daha hızlı basılmasında basım teknolojisinin rolünden daha önceki dönemlerde söz etmiştik. 19.yüzyılda bu alandaki gelişmeler baş döndürücüdür.

“Batı’nın kitabı, gazeteyi ve resmi yayma konusunda gerçekleştirdiği ilerlemeler, hiç de daha az göz alıcı değildir. Keten ve kenevir liflerinden -belli bir teknikle- yapılan kâğıt kullanılır. Harfler, döküm kalıbıyla ve elle elde edilir. Matbaa mürekkebi daha iyi hale getirilir; bir tek biçimi sonsuz biçimde üretme olanağını sağlayan klişe tekniği ilerler ve Lord Stanhope - bir örneği daha gösterilemeyecek yetkinlikte - bir matris elde eder. Aynı adam, Gutenberg’in baskı makinesini fersah fersah gerilerde bırakan bir madeni baskı makinesi bulur; 1810’da onun yerini, Anglosakson Koenig’le Londralı basımcı Bensley’in buldukları bir başka makine alır. 29 Kasım 1814’te, ilk kez olarak, Londra’nın ünlü bir gazetesi, buhar gücünün harekete geçirdiği bir makinede basılır. Koenig, çok geçmeden iki turlu bir baskı makinesi bulurken, Rousselet de, 1837’de tepkili baskı makinesini yapacaktır. Bununla beraber dizilen forma masa üzerine düz konuluyordu hep; onu bir silindirin üzerine bağlayabilmek için 1846’yı beklemek gerekecektir; işte, bu silindir biçimindeki forma geleceğin rotatifine giden yolu açacaktır. 1814’te saatte 1.100 sayfa basılırken, bu tarihlerde 8.000’e çıkar bu sayı: Geniş dağılımlı gazete çağı başlamıştır.” Tanilli

Sansür
Görece özgürlükçü yaklaşılan bölgeler olmakla beraber, egemenler düşünceyi kontrol etmek için gerekeni yapmışlardır. Düşünürlerin gönülsüz göçlerinde sansür ve baskılar önemli bir etkendir. Birkaç örnekle yetinelim.

“Kotzebue'nün öldürülmesinden sonra Avusturya Prensi Clemens Wenzel Lother Metternich gibi siyasi gericiler, soyluların devrim korkusunu statükoyu tehdit eden bir reforma muhalefete dönüştürmek için bu suikasttan faydalandılar. Prusya Kralı III. Friedrich Wilhelm de dahil olmak üzere Alman yöneticiler, 6 ile 31 Ağustos 1814 tarihleri arasında Karslbad'da buluşarak, reformları feshetmek için düzenlenmiş bir dizi baskıcı siyasi önlemler içeren "Karlsbad Fermanları"nı çıkardılar. Karlsbad Fermanları'na göre kurulu sosyal düzene karşı bir tehdit oluşturan herhangi bir Alman üniversite üyesi azledilebiliyordu. "Demagog" olarak adlandırılan kişiler bütün Alman üniversitelerinden uzaklaştırıldılar. Bu Fermanlarda ayrıca, Alman Konfederasyonu dahilinde basılan her şeyi kontrol eden, huzur bozucu güçleri ortaya çıkarmaktan sorumlu, görev yeri Mainz olan bir sansür kurulu oluşturulmuştu.” Cartwright
…..
 Feuerbach, 1830 yılında okuyucuyla buluşan,” Ölüm ve Ölümsüzlük Üzerine Düşünceler” kitabıyla şimşekleri üzerine çekti. Kitaba adını yazdırmamasına rağmen, polis soruşturması Ludwig Feuerbach’ı açığa çıkardı, eseri yasaklandı, filozofun akademik hayatı ise noktalandı.

Marx’ın zorunlu göçünde de sansürün ve sistem baskısının önemli rolü vardır. Düşünenlerin ülkelerinden uzak yaşamak zorunda kalması her dönemin sorunu olmuştur.

 Düşünce








18. yüzyıldan geçiş için, Romantik düşüncenin etkisi üzerinde durmak bize yol gösterici olabilir. Modernitenin giderek egemenliğini artırdığı, bilimci bakış açısının kapitalist uygarlığın ilerlemeci yanıyla örtüştüğü, kentleşmenin artan ivmesi sonucu ortaya çıkan olumsuz manzara, bazı zihinlerin bu yeni ortama yabancılık duymasına yol açmıştı.

Kapitalizmin “zamansız” ilerleme ve büyümeye dayalı işleyişi geçmiş özlemini daha da arttırıyordu. Dünyanın büyüsü kayboluyordu. Yalıtılmış birey, yalnızlık duygusu içinde yaşıyordu.

“On sekizinci yüzyıldan itibaren Avrupalı düşünürler ve o zamanki okurları, “Hissediyorum, o halde kesinliğe sahibim” demeye başladılar. Bu görkemli değişimin sonuçları muazzamdı. Felsefede, teolojide, sanatta, müzikte, psikolojide, edebiyatta, eleştiride ve toplumsal kuramdaki yön değişimleri de bunlara dahildi.  Birçok insan dış dünyadaki hakikatler yerine iç dünyasındaki gizli gerçekleri keşfetmek için çabalamaya sevk eden işte bu yön değişimiydi.” Frank M. Turner


  “18.yüzyıl sonu romantizmi Aydınlanma anlayışının çeşitli ideolojik veçhelerine, özellikle de insan özlemlerini bencil hesaplara indirgeyen yaşamın yeni “şeyleşmesi”ne sıkı sıkıya bağlı yanlarına karşı bir itirazdır.”


“Doğruluğun en gerçeğe yakın belirleyiciliğinde, içsel ve öznel duyguların, deneyimlerin ortaya çıkışı, romantik düşüncenin idealizmle buluştuğu bir ortamda gerçekleşti. Birçok insanı dış dünyadaki hakikatler yerine, iç dünyadaki gizli gerçekleri keşfetmek için çalışmaya sevk eden işte bu yön değişimiydi”.

 Aşağıda ismi geçen birçok düşünürün ve Romantik yazın insanlarının bir araya geldiği Jena’ ya yakından bakalım. Bu küçük şehir Jena savaşına kadar düşünce tarihinde önemli roller oynayan devlerin buluştuğu bir yer olmuştu.













“18.yüzyıl sonu romantizmi Aydınlanma anlayışının çeşitli ideolojik veçhelerine, özellikle de insan özlemlerini bencil hesaplara indirgeyen yaşamın yeni “şeyleşmesi”ne sıkı sıkıya bağlı yanlarına karşı bir itirazdır.”

“Doğruluğun en gerçeğe yakın belirleyiciliğinde, içsel ve öznel duyguların, deneyimlerin ortaya çıkışı, romantik düşüncenin idealizmle buluştuğu bir ortamda gerçekleşti. Birçok insanı dış dünyadaki hakikatler yerine, iç dünyadaki gizli gerçekleri keşfetmek için çalışmaya sevk eden işte bu yön değişimiydi”.

Tam burada Kant’ın konumu belirleyicidir.

“Kant insan aklını Anlama Yetisi ve Akıl olarak ikiye ayırmıştı. Anlama yetisi duyusal insan deneyimi ya da fenomenlere yönelirken Akıl ise numenlere ya da transendental alana dönüktür. Bundan başka, Kant, ding an sich ya da “kendinde şey” dediği, duyuların nüfuz edemediği bir numen dünyasının mevcudiyetini de varsaymıştı.

Kant’tan sonraki iki nesil boyunca Alman filozofları Kantçı felsefe tarafından tıkıldıklarına inandıkları hapishaneden çıkış yollarını bulmaya çabaladılar. Kant’ın onları insan doğası ile fiziksel doğanın çıkışsız şekilde ayrıştığı bir duruma mahkûm ettiklerine inanıyorlardı. Numen dünyasında insanlar özgürdü, ama fenomen dünyasında belirlenimci doğa yasalarına tabiydiler. Ayrıca Kant, insan aklını görünüşlerin ötesine geçip gerçekliğin kendisine nüfuz edemez durumda bırakmıştı.” Frank.M.Turner



 “Hatırlayalım. “Kant hem ampirizmin ve hem de rasyonalizmin vukuflarını (bilmelerini) bir araya getirme çabası verir. O, rasyonalistlerle bizim a priori olarak bilebileceğimiz önemli doğrular olduğu konusunda uyuşur, fakat bu tür bir bilginin imkânı için, rasyonalizm tarafından sağlanan herhangi bir açıklamadan, daha uygun bir açıklama sağlamanın yollarını arar. O, ampiristlerle de bilgimizin büyük bir bölümünün tecrübeye (deneye) dayandığı hususunda uyuşur, ama Kant'a göre, ampiristler, zihnin duyum ya da ‘sezgi’ den aldığı ampirik ‘içeriğe’ yaptığı ‘formel’ katkıyı göz ardı ederler.

Biz bilgimizin tikel içerikleri için her ne kadar tecrübeye, ‘alırlığa’ veya sezgiye dayansak da, söz konusu tecrübenin yapısı ya da formu insan zihni veya insanın ‘anlama yetisi’ tarafından sağlanır. Bir dış dünyaya ilişkin tecrübe, zihin tarafından sağlanan form olmadan, hiçbir şekilde mümkün olamaz. Başka bir deyişle, Kant'a göre hem ampiristlerin ve hem de rasyonalistlerin görüşleri aynı şekilde tek yanlıdır.” D.West

“18. yüzyılın son yıllarında Kant hala hayatta ve aktif durumdayken düzinelerce genç filozof, onun gerçek varisinin kim olacağı konusunda kavga ediyordu. Bunların arasında öne çıkanlar, Johann Fichte (1762-1814) ve Hegel'in okul arkadaşı Friedrich Schelling (1775-1854) idi. İkisi de Kant'ın gölgesi altında isim yaparak, "Kant sistemini tamamlamaya" çalışıyordu.

"Sistem" düşüncesi, birleşmiş ve her şeyi kapsayan bir felsefe "bilimi" sağlama arzusunda olan Kant'tan geliyordu. Fichte, Schelling ve Kant'a büyük hayranlık besleyen bazı filozoflara göre Kant, bu işi başaramamıştı. Çok görkemli ve şaşırtıcı olsa da parçalı bir felsefe bırakmış, insan deneyiminin birliğini ortaya koymayı başaramamıştı. Özellikle kendi bilgi anlayışı ile ahlak teorisi arasında büyük bir açık yaratmış ve insan zihnini bu ikisi arasında parçalanmış gibi bırakmıştı.” Robert C.Solomon

19. yüzyılın felsefi ve toplumsal kuramlarını (özellikle de Almanlarınkini) bir çizgide topladığımızda, bir ucunda Hegelci düşünce görünür ki bu, felsefenin entelektüel hegemonyası ile felsefi sorgu ve eleştirilere maruz kalmamış ampirik verilere güvensizliğe işaret eder; diğer ucunda da pozitivistler görünür ve bu da bilimsel yöntemlerin önceliği ile ampirik yöntemlerin bilimsel formunu öngörür. Sperber

“Almanya'da felsefe, yeni bir keskin virajı almaya başlamış, tam zıt yönlere doğru yönelmişti; zamanın en beğenilen metaforuyla söylemek gerekirse felsefe bir kez daha altüst oluyordu. Fransa ve İngiltere’deki Aydınlanma'nın zaman zaman kaba olan materyalizmine karşı Alman filozofların hemen hemen hepsi ya idealist ya da romantik haline gelmişlerdi. Hobbesçular, Newtoncular ve Fransız fizikçiler hareketten konuşurken, Almanlar tinsellik üzerinde ısrar ediyorlardı. (Kuşkusuz aralarında Newton ve Hobbes'un da yer aldığı Fransız ve İngiliz filozofların çoğu da tinsellik ve dinin önemini vurguluyordu ancak bu filozofların hasımları her zaman "diğer taraf'ı basitleştiriyorlardı.)” 1831'de Hegel'in ölümünün ardından, Feuerbach'ın yeni radikal materyalizmiyle birleşen Hegel felsefesi Feuerbach'ın Hegel "diyalektiği" yorumunu bir tarih ve siyasi mücadele anlayışı olarak yorumlayan siyasi yönden isyancı öğrenci kuşağına büyük bir esin sağladı. Bu genç materyalist Hegelcilerden en ünlüsü olan Karl Marx (1818-1883) kariyerine romantik bir şair ve polemikçi bir gazete yazan olarak başladı. Daha sonra Hegel'in diyalektiğini iktisadi ağırlıklı bir teoriye dönüştürdü. Hegel'in Dünya Tini'nin yerine üretim güçlerini “koydu. Birbirleriyle çatışan düşünceler yerine de rekabet halindeki toplumsal-ekonomik sınıfları geçirdi.  C.Solomon

19. yüzyılda “tarih” felsefece düşünmenin ilgi alanına giren bir dönem oldu. Tarih bilimi, filoloji ve arkeolojideki gelişmeler, jeolojik araştırmalar, evrimci yaklaşım, romantik bakış açısı v.d. tarihsel süreçlerin düşünme zemininde dikkate alınması ile sonuçlandı. Zamanın tini gerçekliğin adeta bileşeni oldu. Hermeneutik (yorumbilgisi) anlamayı öne çıkaran tutumuyla bu yaklaşımın ana damarlarından biriydi.

“İngiltere'de Sanayi Devrimi, yeni yüzyıl boyunca devam etmişti. Ticaret artmış ve o zamana kadar dünyada önemsiz bir güç olan tüketim artışı dünyayı değiştirmeye başlamıştı. Kişisel tatmine yapılan yeni vurgu, doğal olarak yeni bir felsefeyi, kişisel mutluluğun en yükseğe çıkartılmasının nihai amaç olduğu bir felsefeyi gündeme getirdi. Bu felsefeye yararcılık/faydacılık (utilitarizm) deniyordu.” C.Solomon

Napolyon sonrasında Viyana Kongresinin aristokrasiyi yeniden güçlendirme çabalarına bir tepki olarak, yükselen orta sınıfların liberal düşünceyi savunmaları ve geliştirmelerini de vurgulamalıyız. (Ekonomide serbestlik, oy hakkının tabana yayılması v.d.)

Burada ileride değineceğimiz “yalnız kurtlar” ın adını anarak geçelim, Schopenhauer, Nietzsche ve Kierkegaard. Bu düşünürlerin daha sonraki yüzyılda belirleyici etkileri olduğunu biliyoruz.

Yukarıda yer verdiğimiz Kant bağlamındaki yorumlardan sonra, Kant düşüncesinden ilham alan ve aynı zamanda onu eleştiren “idealizm”e daha yakından bakabiliriz.


“Saf aklın ve Pratik aklın eleştirisinden çok Yargı Gücünün Eleştirisi, Kant'ın tilmizleri (öğrencileri) arasında en sivrilmişinin gideceği yolu açmış oluyordu. Onlar, burada, yalnız üstadın diğer yazılarına yabancı olan panteizme doğru genel bir eğilim değil, fakat biraz sıkıştırılınca zorunlu olarak oraya varması gereken teoriler buluyorlardı. Onun yüce hakkındaki teorisinden, içkin gayesiciliğinden ve özellikle eşyanın doğrudan doğruya ve tam bir sezgisini elde etmeye muktedir bir zekâ hipotezinden söz etmek istiyoruz. Birincisiyle insanı bir Tanrı insan yapıyordu; ikincisiyle yaratma fikri yerine evrim fikrini koyuyordu, üçüncüsü ile, doğrudan doğruya olmamakla beraber, dogmatik rasyonalizme tehlikeli bir tavizde bulunuyordu; entelektüel sezgi'yi şüphesiz, insan zekâsına vermiyordu; ama onu genellikle zekâya vermezlik de etmiyordu ve Schelling, entelektüel sezgiyi felsefi metot haline getirmek için, kantçı hipotezi genelleştirmekle yetindi.

Kantçılıkla, Fichte'nin, Schelling'in, Hegel'in sistemlerinin ondan çıkışı işte bu şekildedir. Bu üç felsefe, daha doğrusu aynı bir doktrinin bu üç safhası, kritisizmden (eleştiricilik) gelmekle beraber, tercihan Kant'ın «yasak meyva» dediği şeyle, yani mutlakla uğraştıkları için, ona karşı reaksiyonda bulunuyorlar. Ortak amaçları eski metafiziği yeniden kurmak, ama onu kritisizmin temeli üzerine kurmaktır; aşağı yukarı Devrim kasırgasından doğan hükümdarlıkların, geçmişi 1789 prensiplerinin temeli üzerinde yeniden kurmaları gibi. Kant ve ilk safhasında Fichte, Devrim'in filozoflarıdır; Schelling ve Hegel, Restorasyon filozoflarıdır.“ Weber

İngiltere
Alman felsefesinin tamamen profesyonelleştiği 1850'li yıllarda, felsefe İngiltere ve Fransa' da bu doğrultuya yeni yeni girmeye başlamıştı. Fransız üniversite sisteminin, kayda değer her filozofun eninde sonunda gideceği yer olarak Paris' te yoğunlaşması, bugün bile devam eden bir olgudur. Britanya' da İskoç felsefesi Hamilton'un 1856 yılındaki ölümüyle birlikte önemli ölçüde güçten düşmüş bile olsa, temel öğretileri, H. L. Mansel tarafından Oxford' un tarzına ve profesyonelizmine uygun bir yapı içinde devam ettirilmiştir. Mansell'in 1871 yılındaki ölümünün ardından, (her ne kadar orada da McTaggart, Ward gibi idealistler de bulunmuş olsa bile) Cambridge istisnasıyla, İngiltere'nin geri kalanında Bradley ve Bosanquet'in idealist felsefesi büyük bir hızla yayıldı. Fakat Cambridge' teki bu idealist filozoflar, yerlerini çok kısa bir süre içinde, yani 1903 yılından itibaren Moore ve Russell gibi realistlere bıraktılar.



 “Fichte ile Spinoza'yı karşılaştıran birçok modern yoruma göre de Spinoza ile Fichte' nin sistemleri ontoloji açısından iki uç görüşü temsil eder; Spinoza' da öznel bilinç tözde yok olurken, Fichte'de nesnel dünya Ben-bilincinin içinde erir.” Cevizci

“Fichte'nin başlangıç olarak etkinliği alması, Ben ve DeğilBen, bilinç ile duyulur dünya arasında kurduğu diyalektik ilişki, sonradan genç Marx 'ın dikkatini çekecek ve onun 1836' da babasına yazdığı bir mektupta Fichte'nin metinlerinin kendi felsefi görüşü üzerinde büyük bir etkisi olduğunu söylemesine yol açacaktır.

Hegel, Fichte'nin "Ben" görüşü izlendiğinde, "ne insani ne ilahi ne pagan ne de kutsal hiçbir Şeyin kalmayacağını" savunuyordu. Fichte'nin "ironi"si Alman Romantik Okulunun edebi tarzının biçimlenmesinde belirleyici olmuş, özellikle de F. von Schlegel, Solger ve Tieck'in, Hegel'in Estetik Dersleri'nde "ironik-sanatsal" diye adlandıracağı bir hayat tarzını edebiyatta temsil etmelerine neden olmuştur.” Cevizci

“Fichte'nin kariyerinin ilk dönemlerinde Kant' tan etkilendiği, "Pratik Aklın Eleştirisi'ni okuduğumdan beri yeni bir dünyada yaşıyorum" demesine yol açan nokta, duyulur dünyanın zorunlu nedenselliği dışında zihnin özgür bir nedensellik zinciri kurmasının mümkün olduğunu söylemesiydi.


“Fichte'nin, Kantçı felsefeyi karanlık ama bir o kadar da güçlü ve oldukça orijinal bir şekilde geliştirmesi ve "verili" olana dair bütün dayanaktan uzaklaşılması, Aydınlanma düşüncesi gibi görünen şeyi bir anda bambaşka bir şeye çevirdi: Özgürlüğün Romantik keşfine ve kutsanmasına.” Pinkart

“Fichte'nin tamamıyla koşulsuz olan temel ilkesi "Ben'in [Ich], kendi varlığını mutlak olarak konumlandırmakla başlar" der. Yani benlik ya da ben, kendisinin bilincine vardığı eylem sırasında kendisini özbilinç olarak yapılandırır. Bu kendini konumlandırma bir gerçeklik/eylemliliktir [Tathandlung] ; özbilinci oluşturan şey bu olduğu için, Fichte'nin temel ilkesi aynı zamanda hem teorik hem de pratiktir. Dahası, öznenin kendisini oluşturan şey kendi eylemi olduğu için, otonomi ya da kendi kaderini tayin etme Fichte'nin sisteminin temelinde yer alır. İkinci ilke ise, 'ben'in bir 'ben-olmayan' yaratmasıdır. Bu eylem 'ben'in eylemleri için gereken alanı oluşturur, ancak aynı zamanda 'ben'i sınırlandıran ilke de budur. Bu ilke, Bilen (ben) ve Bilinen (ben-olmayan), yani özne ile nesne arasında bir ayrım ortaya koyarak bilgi için gerekli koşulları oluşturur. Bu ilke aynı zamanda, algılayandan bağımsız ve dışsal olarak var olan nesnelerin varlığını kabul eden sağduyulu gerçekçilik hakkında da açıklama getirme eğilimindedir. Doğal olarak, bu "nesneler" 'ben'in ürünleri olduklarından, Fichte idealizmi devam ettirir. Fichte'nin, muhtemelen en karmaşık ve en problemli olan üçüncü ilkesi, "benlik içinde 'ben', bölünebilir bir 'ben-olmayan'ı bölünebilir benliğe karşıt olarak konumlandırır." Yani, 'ben', sınırlı bir 'ben-olmayan'a karşı sınırlı bir 'ben' konumlandırır, çünkü verili olarak kendisinden başka bir şeye, kendisi tarafından konumlandırılmamış bir şeye gereksinim duyar. Dolayısıyla 'ben' kendisini bir çelişki içinde bulur, bu katlanılamaz durum, 'ben'in, 'ben-olmayan'ın salt bir veri olmadığını, ancak özbilincin gereği olarak ortaya çıktığını gösterip bu çelişkinin üstesinden gelebilmek için çaba sarf etmesine yol açar. Bu üçüncü ilke Mutlak 'ben'le Sonsuz 'ben'ler, yani insanlar arasında bir ayrım yapılmasını teşvik eder.”  Cartwright



“Schelling, Kant’ın üçüncü Kritik’inden yola çıkar. Temel konular, güzellik ve amaçlılık. Sistemin en yüksek aşaması, Kant’ın üçüncü Kritik’i olarak görülür. Özgürlük ve zorunluluk arasındaki birliği yeniden kuracak olan buluşma yeri, estetik. Bilincin ve bilinçsizin birlik noktası. Kendiliğindenliğin ve alıcılığın bir oldukları nokta.

Öznellik iki dünyaya ayrışır. Bir yanda, bilinçsiz doğa dünyası; diğer yanda, bilinçli ahlaksal eylem alanı ve tarih dünyası. Doğanın varlık hiyerarşisi birincinin ikinciye doğru olan yönelimini; tarih ise ikincinin birinciye doğru olan gelişimini sergiler. Schelling’te gördüğümüz, Romantik şiirsel doğa görüşünün felsefi bir anlatımıdır. “ E.Ali Kılıçarslan

Kabaca 1794'ten 1800'e kadarki süreçte, Schelling hızlı bir gelişim ' dönemini yaşadı. Spinozacı olarak başladıktan kısa süre sonra Fichteci oldu. Pinkart

Tıpkı Fichte'nin Kant'ı radikalleştirmesi gibi, Schelling de Fichte'yi radikalleştirdi. Fichte, "ben"in, kendi edimini açıklamak için nasıl zorunlu olarak "ben-olmayan"ı koyması gerektirdiğini açıklamıştı; ama Schelling'e göre Fichte'nin "ben"i, başka bir şey tarafından koşullanmıştı.

Asıl sorun, Fichte' nin kendi düşüncesinde bile, kendini koyma edimlerimizde "koşulsuz" olanın durumudur. Schelling, koşulsuz bütünlüğü önce "mutlak ben," daha sonra da sadece "varlık" olarak adlandırmıştır. Yine Schelling, Fichte'nin "zihinsel sezgi" kavramını radikalleştirerek, "mutlak ben"in tam ve koşulsuz özgürlüğünün kavranışının, söylemsel olmayan bir "zihinsel sezgi" olduğunu iddia eder. Buna göre "sonlu 'ben'in nihai amacı, sonlu olmayanla özdeşleşmeye doğru ilerleme olduğuna göre, bütün ilerlemenin nihai hedefinin kişinin sonsuzluğa, yani kendi yok oluşuna doğru genişlemesi olarak da düşünülebileceği" sonucuna varır. Fichte'nin, "verili" olan hiçbir şeye dayanmamaya dair " sonsuz görevi" bir anda çok daha dinsel, hatta varoluşsal ve Romantik bir hal almıştır. Pinkart



Fichte gibi Schelling de Kant'ın "yapı" kavramını izledi. Aslında onun tüm felsefesi yaşlı idealistin gitmek isteyeceğinden çok daha ileriye gitmişti. (Fichte gibi) Schelling'e göre de bir anlamda dünyamızı gerçekten yaratıyorduk ancak bunu bireyler olarak yapmıyorduk; bu, durumu daha makul ama aynı zamanda daha karmaşık hale getiriyordu. Tam tersine, hepimiz birlikte, birleşmiş "irade" ya da "tin" olarak bu dünyayı yaratıyoruz. Schelling, ihtiyatlı bir biçimde bu birleşik yaratıcıyı Tanrı'yla özdeşleştiriyordu. (Romantik filozoflar bu öneriyi sevmişler ve Schelling'i kendi felsefi idolleri olarak benimsemişlerdi.) Robert C.Solomon

Hölderlin, "özne" ve "nesne" ayrımının, kendisinin (Spinoza ve Jacobi'yi takiben) "varlık" olarak nitelendirdiği daha derin bir birliğin ifadesi olduğunu öne sürer. Hölderlin'in versiyonuna göre, "özne" ve "nesne"nin ilişkisi olarak "bilinç" bizzat bir temel olamaz; kendisi, daha temel başka bir birlikten türemiş olmalıdır. Bu, bizim tarafımızdan daha temel bir şeyin kavrayışı olarak, bütün tikel yönelimlerimizden önce, bizi genel olarak yönlendiren bir şey olmalıdır.

Herhangi bir şey üstüne düşünmeden önce, düşünmeye kılavuz olan ve düşünmenin kendisi tarafından oluşturulmayan belirli koşullara çoktan yönelmiş olmamız gerekir; kendisinden yola çıkarak yönümüzü bulduğumuz bilincimizdeki bu temel duruş noktası, "bir" dir, yani "varlık"tır. Pinkart




“Hermeneutiği (Yorumbilgisi) felsefi alana taşıyan  Schleiermacher olmuştur. Ancak onun yaptığı, “felsefi hermeneutik”ten çok felsefi hermeneutiğin bir önbiçimi olan “tarihsel hermeneutik”tir. Hermeneutiğin tarihi ele almada kullanılmaya başlanmasının gerekçesi ise tarihte her zaman köprü kurulması gereken bir gediğin söz konusu olmasıdır. Tarihsel hermeneutiğe Schleiermacher’in özel katkısı, hermeneutiği insani deneyimi anlamada merkeze koymasıdır. Böylece, tarihsel metinler yalnızca geçmişin dokümanları olarak değil, aynı zamanda öteki kişinin iç dünyasının gizemini anlamak için kullanılmaya başlanmıştır.” N. Kalaycı








Wilhelm Dilthey, Schleirmaier’in açtığı yoldan, tarihsel-toplumsal gerçeklik bağlamında anlamacı bir tutumla tinsel bilimleri felsefi olarak temellendirme çabasında oldu. Bu yaklaşımın izlerini İbni Haldun ve Vico’da görmüştük.

“Dilthey; Locke, Hume ve Kant'ın epistemolojilerinde savunulan temel tezi, bilginin doğa karşısında sadece duyumlama-tasarımlama bağıntısı çerçevesinde edinildiği, duyusal
yolla verili olanın aklın/zihnin tasarımlayıcı faaliyeti altında bilgiye dönüştüğü, doğanın bir "açıklama" nesnesi olduğu hakkındaki tezi onaylar. Ne var ki bilen öznenin damarlarını sadece duyum lama ve tasarımlama öğelerinden oluşan bir sıvı (özsuyu) doldurmaz. Bilen öznenin damarlarında dolaşan gerçek kan, duyumlama ve tasarımlamayı sadece birer öğe olarak içeren pek çok öğeyi barındırır. Bu öğeler; isteme, arzulama, heyecan, duygulanma, sempati, antipati, amaç koyma, değer verme, değerlendirme, vd. olmak üzere, bilen öznenin psişik "totalite"sinde yer alırlar ve bilen özne nesnesinin karşısına aslında psikesinin bu totalitesi ile çıkar.” D.Özlem



“XVIII. yüzyılla birlikte tarih, bütün düşünce alanlarına hâkim olmaya başlamıştır. Temel bileşenleri Hıristiyanlık tarafından oluşturulan ve Aufklarung tarafından geliştirilen bu tarih anlayışını Hegel ele almış ve onu tamamıyla yeni bir bakış açısıyla birlikte bütünsel hale getirmiştir. Bu bağlamda Hegel bir insanlık tarihi tasavvur eder; yaşadığı dönemin bakış açısını aşan bir sentez geliştirir. Genç Hegel romantizmden etkilenmiş, fakat daha sonra romantizmden uzaklaşmış ve onu reddetmiştir. Bununla birlikte, Hegel aldığı romantizm eğitiminden faydalanır; zira romantizmde Mutlak doğrudan doğruya, bir sezgi şeklinde ya da kalpten gelen bir şey olarak kendini ifşa eder.” J.Russ



“Tarih akılcıdır ve aklı temsil eder. Böylelikle Hegel ‘in öğretisi, belli bir anlam, yön ve mantık içeren bir zincirlenme ve gelişme olarak tasavvur edilen tarih felsefesini kurar: Tarih amaçsız bir olaylar yığınına indirgenemez. Tarihin nesneni olan akıl insanlık tarihinin evrimine yön verir ve her şey bu süreçte kesin bir biçimde zincirlenerek ilerler” J.Russ

“Bireylerin nasıl daha büyük bir sosyal bütünlüğün ve nihai olarak "mutlak"ın, başka bir deyişle "tin"in "kuvvetleri" olduğunu anlayamamışlardır. Bunu açıklamak üzere Hegel, Fichteci bir fikir olan karşılıklı "tanımayı" işin içine sokmuştur ve böylece kendi görüşlerini, Schelling ve Hölderlin'inkilere bağlı olarak çözmeye çalışırken aradığı anahtarı bulmuştur. Hölderlin, Hegel Frankfurt'tayken, onu Fichte'nin yönteminin çok "öznel" olduğu konusunda ikna etmiştir. Sadece "öznenin" kendisine dair kesinliğinden yola çıkılıp, bu "öznenin" bir "nesneler" dünyasını nasıl koyduğu araştırılamaz; Hölderlin'e göre bunun yerine, söylemsel olmayan ve örtük bir şekilde bilinç yaşamımızdaki bütün edimlerde rolü olan, özne ve nesnenin dile getirilmemiş birliğinden başlanmalıdır.

 1802 yılında Hegel büyük bir içgörüyle, Hölderlin'in düşüncesini geliştirip, tecrit edilmiş tekil öznenin dünya deneyiminden yola çıkılıp, nesnel deneyim dünyasının nasıl bu salt öznel deneyimin "iç" dünyasından bağımsız olarak olageldiğinin sorulamayacağını öne sürmüştür; bunun yerine, başkalarının "olası yargılarına" bağlı olarak yargıların yapıldığı bir dünyanın içindeki öznelerin çoktan paylaşılmakta olunan dünyasından yola çıkılmalıdır (bu, "İnanç ve Bilgi"de, Kant'ın üçüncü Kritiği'nden yola çıkılarak geliştirilmişti).”  Cevizci

Hegel' deyse tarihin bir hedefi vardı; bu hedef, tinin özgürlük fikrini gerçekleştirip, kendisinin bilincine varmasıydı: " . . . özgürlük fikri, tinin özü ve tarihin kesin nihai amacıdır. “Bu amaç, insan faaliyetleri aracılığıyla aşamalı olarak uygulanacaktı. Hegel'e göre bu uygulama, mükemmel bir devlet içinde gerçekleştirilecekti; bu devlet, vatandaşlarının sivil ve ahlaki yaşamlarını sürdürecekleri bir zemin hazırlayacak, aynı zamanda tinin, özgür ve eşit vatandaşlar birliğini temel alan özgürleşme koşullarını da sağlayacaktı. Hegel bu fikrini, Schopenhauer'ın hem Devlete hem de Kiliseye açıkça yaltaklanmak olarak gördüğü bir dil sürçmesiyle ifade edecekti. Hegel'in sürçen ifadesi şöyleydi: "Hıristiyanlığın içinden geçerek, insanların insan olarak özgür olduğunu ve tinin özgürlüğünün insan doğasının asıl özü olduğunu fark edenler" diyordu Hegel, "sadece Cermen kökenli kavimlerdir" Kartwright

“Batı nın düşünce hayatında önemli roller oynamış Hegel’le birlikte anılan bazı düşünceler vardır. Bunlardan biri, gerçekliğin tarihsel bir süreç; dolayısıyla, ancak nasıl o duruma geldiğine ve aynı zamanda nasıl başka bir şeye dönüşmekte olduğuna bakılarak anlaşılabilecek olmasıdır. Başka bir deyişle, gerçeklik ancak tarihsel açıklamanın kategorilerine göre anlaşılabilir. Bugün inanılmaz görünse de daha önceki felsefe bu tarihsel boyuttan yoksundu Hegel’den önce filozoflar, gerçekliği son derece karmaşık olmakla birlikte açıklanmayı bekleyen verili bir durum olarak düşünmüşlerdi. Ancak, Hegel le birlikte tarihsel bilinç hemen her şeye bakış tarzımıza girdi.

“Hegel'in en etkili olduğu periyot olan 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde, sadece felsefede değil, tarihte, hukuk ve siyaset kuramında, sanat tarihinde, dilbiliminde, Oryantalizm'de, belki de bilhassa teolojide, kısaca Alman biliminin birçok alanında, Hegel 'in muhakeme yöntemleri kullanılmıştı.”  Jonathan Sperber.

Hegel’den sonra 19 yüzyılın en etkili düşünürleri olacak iki sima ortaya çıktı: Marx ve Darwin. Her iki düşünür de bu sürekli değişme kavramını düşüncelerinin merkezi yaptılar. Marx bu kavramı doğrudan Hegel’den aldı. Hegel’in getirdiği bir başka düşünce, dünya tarihinin akılcı bir yapısının olduğu ve değişimin yasasının, başka bir deyişle diyalektiğin, bu yapıyı anlamakta kilit teşkil ettiğiydi. Bu, aynı zamanda Marx’ın da devraldığı bir düşünceydi.” B.Magee




“Onun döneminden önce Hinduluğun ve Budacılığın klasik metinleri neredeyse hiç bilinmiyordu; o yüzden Batı felsefesi bu noktaya onları bilmeden geldi. Doğu felsefesinin klasik metinlerinin hatırı sayılır ölçüde batı dillerine çevrilmesine 19. yüzyılda başlandı. Almanca açısından bakıldığında, bu gelişmenin öncüsü, Schopenhauer'un yirmili yaşların ortalarında ve sonlarında tanıdığı Friedrich Majer adında bir şarkiyatçıydı. O sıralarda Schopenhauer ilk kitabını çoktan yayımlamış, ana eserinin yazımında da hayli mesafe almıştı 19. yüzyılın yirmili yıllarında Schopenhauer'u Hinduluk ve Budacılıkla tanıştıran Majer oldu Bu dinlerin başlıca öğretilerinden bazılarının, kendisiyle Kant’ın tamamen farklı bir yoldan giderek ulaştığı sonuçlarla uyuştuğunu görmek Schopenhauer'u çok şaşırttı….Her ne kadar düşüncelerini esas olarak Hinduluğun ve Budacılığın metinleri biçimlendirmemiş olsa da, bu yoldaki sözleri nedeniyle, bu dinlerin ciddi düşünsel içerikleri konusunda okurlarını uyandıran ilk tanınmış Avrupalı yazar haline geldi. (Magee)


“O insanların çoğunun, çoğu zaman bütünüyle yanlış yolda olduğunu ve insan ırkının ortaya çıkmasından bu yana bu durumun değişmediğini düşünüyordu….
Schopenhauer'e göre İrade, ne fail insanlara özgüdür ne de her fail kendi iradesine sahiptir. Yalnızca Bir İrade vardır ve her şeyin gerisinde o yatar. Fenomenal dünyadaki her varlık lrade'yi kendi tarzında ortaya koyar: Doğal bir güç olarak, içgüdü olarak ya da bizim durumumuzda entelektüel olarak aydınlanmış irade şeklinden. Her örnekte aynı içsel gerçeklik ifade edilir ve tatmin söz konusu değildir. Schopenhauer'de irade amaçsızdır, dolayısıyla hiçbir zaman tatmin edilemez. Bir hayvan doğar. Yaşamak için mücadele eder. Eş bulur, ürer ve ölür. Onun yavruları da aynısını yapar ve bu döngü kuşaklar boyu devam eder. Bütün bunların amacı ne olabilir? Akılcı yaratıklar olarak bizim herhangi bir farkımız var mıdır?” C.Solomon, C.Higgins

Schopenhauer’in düşünceleri kendisinden sonra özellikle sanatçıları etkiledi. “Birinci sınıf yaratıcı sanatçılar üzerinde Schopenhauer’in etkisi son yüzyılların bütün filozoflarından daha büyük oldu. Özellikle romancılar onun büyüsüne kapıldılar. Leo Tolstoy, İvan Turgenyev, Guy de Maupassant, Emile Zola, Marcel Proust, Thomas Hardy, Joseph Conrad ve Thomas Mann; hepsi de Schopenhauer'u kendi tarzlarında özümsediler. Müzik dışında en önemli etkiyi Richard Wagner’in yaşamında yarattı. Ayrıca, sanat dışında, özellikle Nietzsche, Wittgenstein ve Popper gibi kendi döneminden sonraki bazı seçkin filozofların üzerinde yaratıcı bir etkisi oldu (Nietzschce, Schopenhauer Eğitmen -1874- adında küçük bir kitap yazdı) Freud, bastırma mekanizmasının kendisinden önce Schopenhauer tarafından eksiksiz
biçimde açıklandığını kabul etmekle ve bunu psikoanalitik kuramın köşe taşı olarak betimlemekle birlikte, bu mekanizmayı Schopenhauer’dan bağımsız olarak bulduğunu iddia etti. (Magee)




Auguste Comte'un öğretisi pozitivizm adını taşır. Bu öğretiye göre yalnızca bilimsel ve pozitif gerçeklikler kabul edilebilirdir –diğer gerçeklikler dışında. Pozitivizm sözcüğü Comte'a değil, Saint-Simon ekolüne ait bir sözcüktür. Comte bu sözcüğü benimsemekle birlikte, genellikle felsefi pozitivizm terimini kullanmayı tercih eder; felsefi pozitivizm nedenlere yönelik araştırmaların ve Mutlak'ın yerine bilimsel gerçeklikleri ve yasaları koyan bir düşünce biçimini ifade eder. J.Russ




 Ona, göre öznel olmak ve birey olmak bir insanın en önemli ödevi olmalıdır. Bireycilik karşıtı anlayışın karşısında, bireysel varoluş kendini gerçekleştirir. J.Russ.

“Kant'taki dinsel inanç anlayışının akılcı ve mantıklı biçimde yeniden inşasına karşı olarak Kierkegaard, inancın, doğası gereği akıldışı, tutkuya dayalı ve kanıtlanamaz olduğunda ısrarlıydı. Bütün insanlığı, doğayı ve Tanrı'yı tek bir "Tin" de birleştiren Hegelci bütüncülüğe karşı, "bireysel"in başatlığına ve Tanrı'nın derin "Ötekiliği"ne vurgu yapıyordu. …

Kierkegaard, banal "varoluş" kavramını oldukça çarpıcı bir yoruma tabi tuttu ve o dönemin Kopenhag'ında popüler olan akılcı felsefelere karşıt olarak tutkunun, serbest seçimin ve kendi kendini tanımlamanın önemi üzerinde durdu. Kierkegaard'a göre varoluş, yalnızca "orada olmak" değil, kişinin tutkulu bir biçimde yaşaması, kendi varoluşunu seçmesi ve kendisini belli bir yaşam tarzına adamasıdır.” C.Solomon, M.Higgins




“Feuerbach hümanizminin merkezini, teolojik belirlenimlerden ve değerlerden çıkarak özgün insan türüne yeniden dönüş düşüncesi oluşturur.” J.Russ

“Genç Hegelci bir başka yaylım ateşi de, Hristiyanlığın Ôzü (1841) adlı kitabıyla Strauss ve Bauer'in görüşlerini genelleştiren Bavyeralı filozof ve teolog Ludwig Feuerbach'tan gelmişti.
Feuerbach'a göre bütün dinler, özellikle de Hıristiyanlık, insanın kendisine yabancılaştırılmış olan özbilincinin ifadeleriydi. Bir Aşkın Tanrı'nın –örneğin O'nun sonsuz aşkının, yargısının, merhametinin- aslında insanlığın en iyi unsurları olduğunu, bunların sadece hayali bir üstün güce atfedildiğini, Hegel terminolojisiyle ifade etmek gerekirse, Tanrı'nın, insanın dışsallaştırılarak kendisine yabancılaştırılmış biçimi olduğunu ileri sürüyordu.” Jonathan Sperber.













“Marx'ı entelektüel anlamda etkileyenler veya kişisel temaslarla üniversite sonrası planlarını şekillendirenler, bir grup filozof ve teolog ile o dönem Genç Hegelciler olarak anılan bağımsız entelektüeller olmuştu.  Kısmen üniversiteye bağlı olan, fakat aynı zamanda Berlin'deki o geniş kültürel çevrenin önemli üyeleri olan Genç Hegelciler, oldukça ciddi görünen entelektüel fikir dünyalarını bohem yaşam tarzı ile birleştirmişlerdi. Bu, Karl için çok çekiciydi ve onu siyasal açıdan oldukça radikal bir çizgiye doğru çekecekti. Genç Hegelcilerin "genç"likleri, siyasi ve ideolojik bir referans olduğu kadar kronolojik bir gelişime de işaret ediyordu. Genç terimi Avrupa'nın siyasi terminolojisine 1830 Fransız Devrimi'nden sonra girmişti ve bu terim bir nesil dönüşümüne işaret ediyordu. Gerek siyasi radikalizm gerekse bunun destekçileri, 1789 Fransız Devrimi'nin o muazzam günlerine ait nostaljiden sıyrılıp ileriye dönük bir değişime doğru yol alıyordu.

“Filozoflar dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindi: oysa mesele onu değiştirmektir.” Marx’ı diğerlerinden ayırt eden bu yaklaşımıydı. Onun düşünceleri göç ederken dünyanın birçok yerinde eylemsel temelli sonuçlara yol açtı. “Marx, 1883’te öldükten sonraki 70 yıl içinde insanlığın neredeyse üçte biri kendilerini onun adıyla anan (kendilerine “Marksist" diyen) yönetimler altında yaşıyordu.” 

“1830'lardan 1840'lara uzanan süreçte Genç Hegelciler bir entelektüel spekülasyon dalgasına, teolojik tartışmalara sürüklenip gitmişlerdi. Ilımlılardan radikallere, teistlerden ateistlere gerek içeriden gerekse dışarıdan kendilerine yönelen, kendilerini hedef alan siyasi çekişmelerin içine gömülmüşlerdi. Marx, bu entelektüel dalgaya kapılmış birçok Genç Hegelci'den yalnızca biriydi ve bu, onun düşüncelerini, eylemlerini ve kişisel yaşamını şekillendirmişti.” Jonathan Sperber.

"Yaşamın maddi koşullarının üretimi" olarak tanımlanan iktisadi faaliyetler, tarihi devindiren bir güç olarak yorumlanırken, Hegel'in Mutlak lde'sinden, Bauer'in sonsuz özbilincinden, Feuerbach'ın insan özünden yola çıkılmıştı. Bunun dışında kalan tarihin diğer tüm yönleri birer yabancılaşmaydı ve karanlıktaydı. Sperber



Marx'ın Hegel idealizmini materyalist anlamda yeniden formüle ettiğine ve Hegel'in diyalektik felsefesi yerine, felsefileştirilmiş bir siyasal iktisat koyduğuna hiç kuşku yoktur. Engels ise aksine, çizginin pozitivist ucunu da aşmıştır. Hegel'e yaptığı göndermelere rağmen sosyalizmin temeli olarak önerdiği Wissenschaft, 19. yüzyılın pozitivist anlayışında, doğa bilimlerinin entelektüel modelinden türetilmiştir. Sperber

Marks’da, tinsel tarihin yerini (Hegel), diyalektik bir süreç üzerinden, maddi ve ekonomik evrimi yansıtan bir tarih anlayışı alır…Marx'ın diyalektiği Hegel diyalektiğinin karşıtıdır. Marx, çelişkilerin bir bütün olarak kavranması sürecini benimser, fakat bunu materyalist bir perspektif içerisine yerleştirir: Düşünceler maddi ve ekonomik dünyayı yansıtmaktan başka bir şey yapmazlar.  (J.Russ)

Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı eseri Rus akademisyenlerin kafasını karıştırmış ve hepsi de Marx'ın iktisadi tezini heyecan ve sabırsızlıkla bekler olmuştu. Kapital'in önce Rusçaya çevrilmiş olması, bu nedenle şaşırtıcı değildi. 1870'li yıllarda çar imparatorluğunun merkez eyaletlerinde, Marx'ın fikirleri üzerine yoğunlaşan üniversite öğrencilerinin önayak olduğu devrimci hareketler gelişirken, bu hareketlerin savunucuları da tavsiyelerini almak üzere Marx'ın kapısını çalmaya başlamışlardı. Sperber

“Öldüğünde, yazdıklarının büyük bir bölümü (en azından dörtte üçü) yayımlanmamış durumdaydı. Yayımladıkları ela birkaç ülkeye ve dile, ama hiçbirinde ele bir bütün olarak sunulmadan, bölük pörçük biçimde dağılmıştı.  Büyük eserlerinin tümünün halka ulaşabilmesi için bir yarım yüzyıl daha geçmesi gerekecek, ölümünden sonra yayımlanan bu eserler Marksizmin gelecekte geçireceği değişikliklerin de düğüm noktası olacaktı. Marx'ın sağlığında yayımlanan eserlerinin listesi, seslendiği sınıf içinde fikirlerinin yayılmasına karşı konan engellerin bir göstergesidir.” P.Anderson

19.yüzyılı ele aldığımız bu metinde Marx’ın ayrıcalıklı konumunu teslim etmeliyiz. Marx’ın düşünceleri kendi kuşağında ve sonrasında en etkili olmuş, onun amacı olan dünyayı değiştirmek çabalarına da kaynaklık yapmıştır. Aşağıdaki tabloda Marx’ın düşüncesini çoğaltan, kendi koşullarında yorumlayan bazı isimleri gösterdik. 20. Yüzyıl sayfasını yapmak cesaretini gösterebilirsek Marx’ın düşüncesini daha ileriye götüren düşünürleri de orada ele almayı umuyoruz.







“Mill, 18.yüzyılın sonlarından beri gelişen iki ana düşünce geleneğine dikkat çekmektedir. Bazı önemli istisnalarla bilim üzerindeki Aydınlanmacı vurgu ve indirgemeci materyalizm İngilizce konuşan ülkelerde yaygınlaşmıştır; Romantik hareket ise hümanist vurgularıyla kıtada hakim olmuştur. Mill, çağın yeni ufuklar açan büyük zekaları olarak nitelediği Bentham ve Coleridge üzerine yazdığı daha sonraki makalelerinde bize, Coleridge'ın kıta geleneğinin ve özellikle de Alman Romantizmi'nin İngiliz taşıyıcısı olduğunu söyler. Mill bu iki büyük düşünce geleneğini sentezleme görevini üstlenerek birçok kişiye göre bugüne kadar ayakta kalan entelektüel bir köprü kurmaya soyunacaktır. Daha da özel olarak Mill, en iyi örneği İngiltere'de görülen modern liberal kültürün romantik kıta düşüncesinin kaynakları olmadan yeterince açıklanıp savunulamayacağını iddia edecektir.” N.Capaldi

“Mill'in tarihsel bağlamda romantik seçenekle ilk tanışıklığı Carlyle ile dostluğu sayesinde gerçekleşmişti. Kısa süre sonra bunu Saint-Simoncuların etkisi izleyecekti. Mill, estetik anlamda romantik dünya kavrayışını ve sanatçının rolünü, Wordsworth okumaları sayesinde öğrendi. Mill'e imgelemin önemini öğreten ve Alman felsefi idealizmiyle tanıştıran ise Coleridge oldu. 1830'ların ortalarında Mili, Bentham ile Coleridge'i uzlaştırmayı tasarlamıştı. Mill'in hayat boyu sürecek ikilikleri giderme ve karşıt düşünce tarzlarını uzlaştırma takıntısı, tuhaflıktan yahut güvensizlikten değil, Romantizm metodolojisini örneklerle kanıtlama arayışından kaynaklanmaktaydı.” N.Capaldi

“Yararcılığı ve "serbest girişim" felsefesinin erdemlerinin ilk ayrıntılı açıklayıcısı olmasıyla bağlantılı olarak Mill, aynı zamanda güçlü bir bireysel haklar teorisini savunuyordu. Görüşü, geleneksel olarak "liberalizm" denilen, açıkça John Locke'tan miras aldığı anlayışın klasik bir ifadesiydi. Mill, daha sonra sosyalizme yaklaştı ancak tüm kariyeri boyunca bireysel özgürlüğün en iyi savunucusu oldu. Herhangi bir kişinin özgürlüğünü sınırlandırmanın tek nedeni, bir başkasının özgürlüğünü korumak olabilir, diyordu.” Solomon














































Yüzyılın sonunda, bunalımlar yaşayan Avrupa sahip olduğu bütün düşünce ve kavramların sarsıntıya uğradığını görür. Büyük bir düşünce tarihçisi olarak Nietzsche, Avrupa kültürünün nihai görüntüsünü ortaya koyar. Nietzsche'nin entelektüel macerası keskin kopuşların gerçekleştiği Avrupa macerasıyla iç içe geçer.

Nietzsche başlangıçta çok da tanınan biri değildi. Çalışmaları 1880’lerde tartışılmaya başlandı. Kızkardeşi onun ölümünden sonra yayın haklarını elinde tutuyordu, ırkçı eğilimleri yüzünden bazı saptırmalar ve seçmelerle yayınlarını yönlendirdi. “Ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Alman akademik çevrelerinde daha az çarpıtılmış bir Nietzsche görüşü ortaya çıktı.” F.M.Turner.

“Nietzsche’nin düşüncesi, en azından iki gelişim aşamasından geçti. İlk aşamada, her ne kadar aksi yönde itirazlar olsa da, romantizm geleneğine yakın duruyor ve genellikle akıldışını övüyordu. O zamanlar Wagner ile yakın teması vardı.

Düşüncesinin ikinci aşaması eleştiriyi, kozmopolitanizmi, iyi Avrupalı kavramını savunduğu ve milliyetçiliği eleştirdiği için onu Aydınlanmaya yaklaştırdı. Genel olarak bu iki dönem boyunca liberalizmi ve “orta sınıf kültürsüzlüğü” dediği şeyi eleştirdi. Çoğu Alman filozofu gibi o da akla meydan okumak ya da aklın alanını sınırlandırmak için aklı kullandı.” Turner.

“Schopenhauer gibi Nietzsche de insan ve diğer varlıkların yapısının temelde iradi olduğunu öne sürüyordu ancak Nietzsche, daha da ileriye gidiyor ve herkesin (ve doğadaki bütün yaratıkların) yaşama iradesini ve direnci geliştirme arzusuna yönelik bir "güç istenci'' içinde olduğunu öne sürüyordu.
Hayatta kalma ikincil önemdedir, diye ekliyordu. Hayatın anlamına ilişkin olarak Schopenhauer'in savunduğu kötümserliğe karşı yaşama güdüsünün yaşamın anlamı olduğunda ısrar ediyordu.”  Ona göre felsefenin sonucu, yaşamdan el çekme, yaşamın reddedilmesi değil, yaşamın onaylanması olmalıdır.” Solomon




19. yüzyıl sonunda düşünce topoğrafyasının aldığı biçim için neler söylenebilir? Felsefenin yüzyılın ilk yarısındaki özellikle Alman coğrafyasındaki başat konumu değişmişti. Bilim ve teknolojideki ilerlemeler sonucu “doğa felsefesi” kavramını değiştirmiş, üniversitelerde bağımsız bilim disiplinleri oluşmuştu.

Kant ve Hegel, yeni yorumcularıyla yaşamaya devam ediyordu.

İngiltere dünyanın atölyesi olma niteliğini yeni rakiplerle paylaşıyordu. Yararcı felsefenin düşünürlerinin birikimi yeni dünyaya göç ediyordu.

Marksizmin dünyayı değiştirmek bağlamında öne sürdüğü tezler işçi sınıfının yoğun olduğu ülkelerde öngörülen aşamalara ulaşamamıştı. 

Materyalist, idealist, yorumbilgici, faydacı, liberal görüşler 20. Yüzyılda yeni çeşitlemeleri devam edecekti.

Ulus devletler arasındaki rekabetin yarattığı gerilim, emperyalist politikalar Avrupa merkezli çatışmalar için zemin hazırlarken, nihilist, anarşist, bireyci, varoluşçu görüşler felsefece düşünmenin alanında yer buluyordu.
B.Berksan

Kaynaklar
Avrupa Düşüncesinin Serüveni, Jaqueline Russ, Doğu Batı Yayınları

Avrupa Düşünce Tarihi, Rousseau’dan Nietzsche’ye, Frank M. Turner, Kafka (Epsilon Yayınevi)

Alman İdealizmi, (Copleston Felsefe Tarihi), Frederick Copleston, İdea Yayınları

Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler, Perry Anderson, İletişim Yayınevi

Bilginin Toplumsal Tarihi, Peter Burke, Tarih Vakfı Yurt Yayınları

Felsefe Ansiklopedisi, Editör: Ahmet Cevizci, E Babil Yayınları

Felsefenin Kısa Tarihi, C.Solomon, C.Higgins, İletişim Yayınları

Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları (F.S)

Felsefenin Öyküsü, Bryan Magee

Felsefelerin Sosyolojisi, Randall Collins, Sakarya Üniversitesi Kültür Yayınları

Hegel, Tery Pinkart, İş Bankası Kültür Yayınları

İsyan ve Melankoli (Moderniteye karşı romantizm), Michel Löwy, Robert Sayre, Versus

J.S.Mill, Nicholas Capaldi, İş Bankası Kültür Yayınları

Marksist Düşünce Sözlüğü, Yayın Yönetmeni. Tom Bottomore, İletişim Yayınları

Metinlerle Hermeneutik (Yorumbilgisi) Dersleri, Doğan Özlem, İnkılap Kitabevi

Karl Marx, 19. Yüzyılda Yaşanmış Bir Hayat, İletişim yayınları

Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, David West, Paradigma

Kierkegaard, Alastair Hanney, İş Bankası Kültür Yayınları

Nietzsche, Julian Young, İş Bankası Kültür Yayınları

Nietzsche, Hayatı, Eserleri ve Felsefesi, Arthur Danto, Paradigma

Romantik, Bir Alman Sorunsalı, Rudiger Safranski, Kabalcı Yayınevi

Schopenhauer, David E. Cartwright, İş Bankası Kültür Yayınları

19.Yüzyıl Felsefesi, Eyüp Ali Kılıçarslan, Ankara Üniversitesi Açık Ders Malzemeleri





















































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder