Silvan Tomkins

Silvan Tomkins, psikoloji ve felsefe arasında köprü kuran, bugünkü duygusal zekâ ve duygulanım üzerine yapılan tartışmaların zeminini hazırlayan oldukça önemli bir düşünürdür. Geleneksel felsefenin duyguya yaklaşımından çok farklı bir kapı açmıştır.

Biyografisi: Felsefeden Psikolojiye

Silvan Solomon Tomkins (1911-1991), 20. yüzyılın en önemli ve az bilinen düşünürlerinden biridir. Kariyerine felsefe alanında, özellikle de değer kuramı üzerine çalışarak başladı. 1934 yılında Pennsylvania Üniversitesi'nden felsefe doktorasını aldı.

Akademik kariyerinin ilk yıllarında felsefenin soyut dünyasında gezinse de, kısa süre sonra insan davranışlarının altında yatan somut motivasyonları merak etmeye başladı. 1937'de Harvard'a geçerek psikoloji alanında çalışmaya başladı. Bu, onun felsefe ve psikolojiyi birleştiren benzersiz kuramlarını geliştirmesine zemin hazırladı.

Tomkins, hayatının geri kalanını Rutgers Üniversitesi ve CUNY gibi kurumlarda psikoloji ve kişilik kuramları üzerine çalışarak geçirdi. Asıl etkisini ise, ana akım psikolojide bilişsel kuramlar baskınken, duygulanımlara odaklanarak yarattı.


Başlıca Yapıtları

Tomkins'in felsefi ve psikolojik mirası, özellikle iki ana eserinde toplanmıştır. Çalışmalarının dili oldukça yoğundur ve bu nedenle fikirleri, çoğu zaman onu takip eden düşünürler tarafından daha anlaşılır bir şekilde yorumlanmıştır.

  • Affect, Imagery, Consciousness (Duygulanım, İmgelem, Bilinç): Bu dört ciltlik devasa eser, Tomkins'in ana eseri olarak kabul edilir ve duygulanım kuramının tüm felsefi ve psikolojik temellerini ortaya koyar. İlk cildi 1962'de, son cildi ise 1991'de yayımlanmıştır. Bu kitapta, duyguların nasıl işlediği, bilinçle ve imgelerle ilişkisi detaylı bir şekilde açıklanır.
  • Shame and Its Sisters: A Silvan Tomkins Reader (Utanç ve Kız Kardeşleri): Ölümünden sonra yayımlanan bu derleme eser, Tomkins'in duygulanım ve senaryo kuramı üzerine yazdığı makalelerden oluşur. Özellikle utanç duygusunun insan psikolojisindeki merkezi rolüne odaklanır ve bu konudaki en önemli felsefi ve psikolojik kaynaklardan biri olarak kabul edilir.

Tomkins, felsefeye duyguyu, psikolojiye ise felsefi derinliği getirerek, bu iki alan arasında yeni bir diyalog başlattı.

Felsefe ve Psikolojide Bir Dönüm Noktası: Duygulanım (Affect) Kuramı

Silvan Tomkins, esas olarak psikolog olsa da, felsefenin yüzlerce yıldır görmezden geldiği bir konuyu merkeze almıştır: duygulanım (affect). Felsefe, duyguları genellikle "akıl dışı," "bedensel" veya "düşünceyi bulandıran" ikincil şeyler olarak ele alırken, Tomkins bu görüşe radikal bir şekilde karşı çıkar.

Onun duygulanım kuramına göre:

  • Duygulanımlar Doğuştandır: Tomkins, duygulanımların (sevinç, öfke, utanç, korku, sürpriz, iğrenme vb.) temel fizyolojik tepkiler olduğunu ve doğuştan geldiğini savunur. Bunlar, çevresel uyarılara karşı verilen biyolojik tepki sistemleridir. Yani, duygularımız ne hissedeceğimize karar verir, biz duygularımızı değil.
  • Düşünceden Önce Gelir: En önemli iddiası, duygulanımların düşünce ve bilişten önce geldiğidir. Bir olaya karşı ilk tepkimiz, her zaman duygusal bir tepkidir; bunu daha sonra rasyonel düşünce takip eder. Bu, duygunun rasyonel düşünceyi yönlendiren birincil güç olduğu anlamına gelir.
  • İnsanın Temel Motivasyonu: Tomkins, insan davranışlarının temel motivasyonunun, hazzı maksimize etmek veya acıdan kaçınmak değil, duygulanımları yönetmek ve en iyi duygusal durumu sağlamak olduğunu öne sürer.


Felsefi Yansımaları ve Eleştirel Açıdan Önemi

Tomkins'in bu yaklaşımı, felsefede özellikle Yeni Materyalizm ve Nesne Yönelimli Ontoloji gibi akımlarla ilginç kesişimler sunar:

  • Beden ve Aklın Birliği: Duygulanımları fizyolojik ve zihinsel bir fenomen olarak gören Tomkins, kartezyen düalizmi reddederek, beden ve zihnin ayrılmaz bir bütün olduğunu gösterir. Bu, modern felsefenin en temel sorularından birine getirilmiş pratik bir yanıttır.
  • İnsan Merkezciliğin Sorgulanması: Tomkins, insanı rasyonel bir varlık olarak tanımlayan geleneksel felsefenin aksine, insanı "duygulanımlarla yönetilen" bir varlık olarak konumlandırır. Bu, felsefenin odağını insan bilincinin üstünlüğünden alarak, tüm canlıların ortak paydası olan duygulara yöneltir.

Ancak eleştirel bir gözle bakıldığında, Tomkins'in kuramının bazı zayıf yönleri de vardır:

  • Sınırlı Sayıdaki Duygu: Tomkins, insan deneyimini sadece birkaç temel duygulanım üzerinden açıklamaya çalışır. Bu, insan duygularının kültürel ve sosyal çeşitliliğini yeterince kapsamayabilir.
  • Duygulanım ve Anlam: Kuramı, duygulanımların nasıl fiziksel bir tepkiden karmaşık anlamlar ve kültürel ifadeler haline geldiğini açıklamakta zaman zaman yetersiz kalabilir. Duyguların, deneyimlerimizi nasıl şekillendirdiği daha derinlemesine incelenmelidir.

Kısacası, Tomkins'in felsefesi, duyguyu akla karşı konumlandırmak yerine, onu aklın ve düşüncenin temelinde konumlandırarak felsefede devrim niteliğinde bir bakış açısı sunmuştur.

 Silvan Tomkins'in duygulanım kuramı, doğrudan Spinoza'nın felsefesinden ilham almasa da, onun modern felsefede öncü sayılan birçok düşüncesiyle şaşırtıcı derecede benzerlikler taşır.

Spinoza, 17. yüzyılda, felsefenin duyguya bakışını temelden değiştiren ilk düşünürlerden biriydi. Onun yaklaşımı, Tomkins'in savunduğu duygunun rasyonel düşünceyi yönlendirdiği fikrinin felsefi bir öncülü gibidir.


Ortak Noktalar: Beden, Zihin ve "Çabalama"

Tomkins ve Spinoza'nın düşüncelerini birleştiren üç ana nokta bulunur:

1. Duygu ve Akıl İlişkisi

Geleneksel felsefe, duyguyu aklın bir düşmanı olarak görürken, hem Spinoza hem de Tomkins bu ikiliği reddeder.

  • Spinoza'ya göre, duygular (affectus), bedenin etkilenme ve etkileme gücünü artırma veya azaltma durumlarıdır ve bu durumların zihindeki fikirleridir. Yani, bir duygu, bedenin bir durumunun zihinsel bir ifadesidir.
  • Tomkins'e göre ise duygulanımlar, temel fizyolojik tepkilerdir ve düşünceden önce gelir. Her iki düşünür de duyguyu aklın karşısına koymak yerine, onun bedensel bir temele sahip olduğunu ve düşünceyi derinden etkilediğini savunur.

2. Zihin ve Bedenin Bütünlüğü

  • Spinoza'nın radikal felsefesi, zihin ve bedeni ayrı tözler olarak gören Descartes'ın düalizmini reddeder. Spinoza için zihin ve beden, aynı varlığın (Tanrı veya Doğa) iki farklı ifadesidir.
  • Tomkins'in duygulanım kuramı, bu felsefi önermenin psikolojik bir karşılığı gibidir. Duyguları hem fiziksel hem de zihinsel bir fenomen olarak tanımlayarak, zihin ile beden arasındaki ayrılamaz bağı vurgular.

3. Conatus ve Temel Motivasyon

  • Spinoza'nın felsefesindeki en merkezi kavramlardan biri **"conatus"**tur. Latince'de "çabalama" anlamına gelen bu kavram, her varlığın kendi varlığını sürdürme ve gücünü artırma yönündeki doğal eğilimini ifade eder.
  • Tomkins'in kuramında ise, insan davranışlarının temel motivasyonu, duygulanımları yönetmek ve pozitif duygulanımları (sevinç gibi) maksimize etmektir. Bu, Spinoza'nın conatus kavramıyla yakından ilişkilidir; çünkü hem bedensel hem de zihinsel olan bu çaba, varlığı olumlu bir şekilde sürdürme gayretini anlatır.

Neden Önemli?

Spinoza'nın bu düşünceleri, Yeni Materyalizm gibi çağdaş akımlara da ilham vermiştir. Maddenin kendi başına bir "eyleyiciliğe" sahip olduğunu savunmaları, doğrudan Spinoza'nın "Tanrı ya da Doğa" fikrine ve tüm varlıkların kendi varlığını sürdürme çabasına dayanır.

Bu nedenle, Spinoza'nın 17. yüzyılda başlattığı düşünsel devrim, Tomkins'in 20. yüzyıldaki psikolojik kuramlarıyla ve 21. yüzyılın yeni felsefeleriyle hala yankı bulmaktadır.


Tomkins ve Bilgi Felsefesi: Duygusal Epistemoloji

Geleneksel bilgi felsefesi (epistemoloji), aklı, duygulardan arındırılmış, saf bir bilme aracı olarak görür. Rasyonalist düşünürler için bilgi, rasyonel düşüncenin bir ürünüdür. Oysa Tomkins, bu görüşe radikal bir şekilde karşı çıkar ve duyguların bilginin temel kaynağı olduğunu savunur.

Tomkins'in bu "duygusal epistemolojisine" göre:

  • Duygu Düşünceden Önce Gelir: Bir olayla karşılaştığımızda, ilk tepkimiz duygusal bir tepkidir (örneğin, bir şaşkınlık veya korku duygusu). Bu duygu, dikkatimizi çeker ve neye odaklanacağımızı belirler. Düşünsel süreçler (olayın ne olduğunu anlama, anlamlandırma) ancak bu duygusal yönelimin ardından başlar. Yani, bilme eylemi, duygusal bir arabuluculukla başlar.
  • Bilgi Duygu Tarafından Yönlendirilir: Bir şeyin "ne olduğunu" öğrenme sürecimiz, o şeyin bizde yarattığı duygusal tepkiden bağımsız değildir. Örneğin, bir ses duyduğumuzda hissettiğimiz korku (duygulanım), o sesin kaynağını (bilgiyi) tehlikeli olarak sınıflandırmamıza yol açar. Bilgi, bu bağlamda, duygular tarafından şekillendirilmiş bir yapıdır.

Bu, bilginin, saf akıl ve mantığın soyut bir ürünü olmaktan çıkıp, bedenin ve duyguların somut bir deneyimi haline gelmesi demektir.


Yakın Olduğu Akımlar

Tomkins, 20. yüzyılda bu fikirleri öne sürdüğünde, bu görüşler ana akım felsefenin dışında kalıyordu. Ancak 21. yüzyıl felsefesiyle birlikte, düşünceleri birçok akımın felsefi altyapısını oluşturmuştur.

Tomkins'i bu bağlamda belirli bir akıma dahil etmek zordur, ancak onun düşünceleri en çok şu akımlara yakındır:

  • Yeni Materyalizm: Tomkins, duygulanımları maddesel ve bedensel bir olgu olarak tanımlar. Bu yaklaşım, maddenin sadece pasif bir madde olmadığını, aynı zamanda aktif, üretken ve duygu üretebilen bir güç olduğunu savunan Yeni Materyalistlerin temel argümanlarıyla örtüşür. Duygu, madde ve bilginin birbirinden ayrılamaz olduğunu gösterir.
  • Posthümanizm: Tomkins'in duyguları ve bedeni merkeze alması, insanı salt rasyonel bir varlık olarak gören geleneksel insan tanımını sarsar. Bu, posthümanizmin insanı hiyerarşinin zirvesinden indirerek, beden, duygu ve diğer canlılarla olan ilişkileri temel alan yeni bir insan anlayışı oluşturma çabasıyla uyum sağlar.

Kısacası, Tomkins'in görüşü, bilginin sadece bir zihin işi değil, aynı zamanda beden, duygu ve madde arasındaki karmaşık bir etkileşim olduğunu savunarak, 21. yüzyıl felsefesinin pek çok kapısını aralamıştır.

Bu görüşlerin Fenomolojideki yeri?

Fenomenoloji, yaşantıların (lived experience) ve bilincin öznel yapısını inceleyen bir felsefe dalıdır. Edmund Husserl ve Martin Heidegger gibi kurucuları, bilinci ve bilincin bir şeye yönelmiş olma özelliğini (yönelimsellik/intentionality) merkeze almıştır. Yani, fenomenoloji için temel soru, "Dünya bana nasıl görünüyor?" ve "Bilinç neyi nasıl deneyimliyor?" olmuştur.


Ortak Zemin: Yaşantı ve Duygulanım

Tomkins'in duygulanım kuramı ve Yeni Materyalizm, fenomenolojiyle derin bir ortak zemini paylaşır: Her ikisi de birinci şahıs deneyimini ve yaşantıyı temel alır.

  • Fenomenoloji bilincin dünyayı nasıl kurduğunu araştırırken, Tomkins bu kurma sürecinin duygulanımsal temelini ortaya koyar. O, bilinçli bir düşünceden önce gelen temel ve bedensel bir tepkinin, yaşantımızı nasıl şekillendirdiğini gösterir. Bu, fenomenolojinin gözden kaçırdığı veya yeterince önemsemediği bir noktayı, yani "düşünce öncesi bedensel tepkileri" felsefeye dahil eder.

Temel Gerilim: Bilinç mi, Beden mi?

Ancak bu ortak zeminin yanı sıra, ciddi bir gerilim de mevcuttur.

  • Klasik Fenomenoloji, bilinci her şeyin başlangıç noktası olarak görür. Her deneyim, bilincin yöneldiği bir nesneden ibarettir.
  • Yeni Materyalizm ve Tomkins ise tam tersini iddia eder. Onlara göre, bilinç ikincildir; birincil olan beden ve onun duygulanımlarıdır. Yani, bilinç, bedenin dünyaya verdiği tepkilerin bir ürünüdür. Yaşantımızı şekillendiren asıl güç, bilinçli düşünce değil, bedensel ve maddesel süreçlerdir.

Bu gerilim, bazı fenomenologların kendi içlerinde de yaşadığı bir krizdir. Örneğin, Maurice Merleau-Ponty gibi düşünürler, "tenli beden" (fleshy body) kavramıyla fenomenolojiyi bilinçten bedene doğru kaydırmaya çalışmıştır. O, bilincin dünyayı yorumlamadan önce, bedenin dünyayla iç içe olduğunu ve onunla yaşadığını savunmuştur. Bu görüş, Yeni Materyalizmin savunduğu "madde-eylem" bütünlüğünün bir öncülüdür.

Kısacası, Tomkins ve Yeni Materyalizm, fenomenolojinin doğrudan bir parçası değildir; ancak onun düşüncesini radikal bir şekilde dönüştüren veya eleştiren akımlardır. Onlar, fenomenolojinin "yaşantı" kavramını daha da genişleterek, onu sadece bilinçle sınırlı olmaktan çıkarmışlardır.

Bu görüş, fenomenolojinin yalnızca "insan bilinci"ne odaklanma eğilimini nasıl etkiler?

"Duygu" bilmede önemliyse, ontolojik açıdan bunu nasıl temellendirebiliriz.

Bu, felsefenin en temel sorularından birine işaret eden, harika bir sentez sorusu. "Duygu"nun bilmede önemli olduğunu kabul ettiğimizde, onun varlık zeminini (ontolojisini) nasıl temellendireceğimiz sorusu kaçınılmaz hale gelir.

Geleneksel felsefe, duyguyu ontolojik olarak zihne, akla veya ruha ait ikincil bir olgu olarak temellendiriyordu. Ancak konuştuğumuz yeni felsefi akımlar, bu temeli kökten değiştiriyor. "Duygu"yu artık sadece "insanî" ve "subjektif" bir fenomen olarak değil, evrenin kendi yapısında var olan ontolojik bir özellik olarak görüyorlar.

Bu temellendirmeyi üç farklı yaklaşımla ele alabiliriz:


1. Yeni Materyalizm: Maddenin Eyleyiciliği

Yeni Materyalizm, duyguyu sadece insan bilincine ait bir fenomen olmaktan çıkarıp, onu maddenin kendisine ait bir özellik olarak temellendirir. Bu görüşe göre, duygu (duygulanım/affect), maddenin içsel ve üretken gücünün bir ifadesidir.

  • Ontolojik Temel: Madde, pasif ve cansız bir şey değildir. O, kendiliğinden eyleme, başka varlıkları etkilemeye ve onlardan etkilenmeye muktedirdir. Bir fırtınanın bir şehri "etkilemesi" veya bir nehrin toprağı "dönüştürmesi" bu maddenin içsel potansiyelidir. İnsanın hissettiği duygular, bu evrensel "madde eyleyiciliğinin" yalnızca karmaşık bir tezahürüdür. Dolayısıyla duygu, varlığın kendisinin dinamik bir özelliğidir.

2. Nesne Yönelimli Ontoloji (NYO): Nesneler Arasındaki Çekim

Nesne Yönelimli Ontoloji, duyguyu nesnelerin birbirleriyle kurduğu ilişkinin ontolojik bir ifadesi olarak temellendirir. Bu felsefede her şey bir "nesne"dir ve her nesne, diğer nesnelere karşı kendini gizler.

  • Ontolojik Temel: Nesneler arasındaki ilişki, tam olarak kavrama veya temasla değil, "çekicilik" veya "baştan çıkarma" (seduction) ile kurulur. Bir sanat eserinin bizde yarattığı "duygu", sanat eserinin erişilemez özü ile bizim bilincimizin etkileşimi sonucunda ortaya çıkan bir fenomenel deneyimdir. Duygu, varlıkların birbirlerinin "içine girmeye" çalıştığı, ancak bunu asla başaramadığı o ontolojik mesafenin bir ürünüdür.

3. Spinoza'nın Mirası: Varlığın Çabası (Conatus)

Sizin başlattığınız Spinoza bağlantısı, bu felsefi temellendirmenin en eski ve en sağlam zeminlerinden birini sunar.

  • Ontolojik Temel: Spinoza'ya göre her varlık, kendi varlığını koruma ve güç potansiyelini artırma eğilimindedir (conatus). Duygular, bu conatus'un kendisini hissettiğimiz halidir. Var olma gücümüz arttığında sevinç, azaldığında ise üzüntü duyarız. Bu nedenle duygu, varlığımızın temel yapısına içkin olan bir güç veya güçsüzleşme durumunun ontolojik bir ifadesidir. Duygu, var olmanın ve değişimin kendisidir.

Bu üç farklı yaklaşım, duyguyu artık öznel bir his olarak değil, ya maddenin bir özelliği, ya nesneler arası bir ilişki biçimi ya da var olmanın temel çabası olarak temellendirir. Bu sayede duygu, felsefenin en üst düzey soruları için bir araç haline gelebilir.

Tomkins duygu derken, insanı dikkate almıyor mu?

Bu, Tomkins'in kuramına yöneltilen en yaygın ve en önemli eleştirilerden biri. Bir düşünceyi biyolojik temellere dayandırmak, genellikle insanı salt bir makineye indirgeme, yani "insanlığı göz ardı etme" riski taşır.

Ancak Tomkins, insanı göz ardı etmez; tam tersine, neyin insan olduğunu yeniden tanımlar. Ona göre insan olmak, doğamızın bir parçası olan duygulardan kaçmak değil, bu duygularla nasıl yaşayacağımızı öğrenmektir.


"Duygu" ve "Duygulanım" Ayrımı

Tomkins, insanı bir makine olmaktan kurtarmak için hayati bir ayrım yapar:

  • Duygulanım (Affect): Bunlar, doğuştan gelen, otomatik ve fizyolojik tepkilerdir (şaşkınlık, neşe, öfke, korku vb.). Bir ses duyduğumuzda aniden irkilmemiz, bir anda neşelenmemiz veya yüzümüzün kızarması gibi bilinçli kontrolümüz dışında gerçekleşen temel reaksiyonlardır. Tomkins, bu duygulanımların bir bilgisayar gibi, bir "uyarıcıya" karşı verdiği basit, bedensel bir tepki olduğunu söyler.
  • Duygu (Emotion): Bu ise, duygulanımların üzerine inşa edilen, bilinçli, sosyal ve kültürel olarak şekillendirilmiş karmaşık deneyimlerdir. "Öfkeli olmak" ile "aşağılanmış hissetmek" arasındaki fark budur. İkisi de temel bir duygulanımdan (öfke veya utanç) kaynaklanır, ancak ikincisi toplumsal normlara, kişisel tarihe ve kültürel değerlere göre inşa edilmiş bir duygu ve düşünce ağı içerir.

İnsan Olmak: Senaryoları Yazmak

Tomkins'in asıl dehası, tam da bu noktada ortaya çıkar. O, senaryo kuramını (script theory) geliştirerek insanı salt bir tepki makinesi olmaktan kurtarır.

Tomkins'e göre, yaşadığımız olaylar ve bu olaylara verdiğimiz duygusal tepkiler, zihnimizde "senaryolar" oluşturur. Örneğin, bir çocuk, utanç duygusuyla tekrar tekrar karşılaştığında, zihninde "utançtan kaçınma" veya "utancı öfkeyle maskeleme" gibi senaryolar yazar. Bu senaryolar, bizim kişiliğimizi ve hayattaki tüm tercihlerimizi belirler.

Dolayısıyla, Tomkins'in görüşünde insan:

  1. Temel, fizyolojik duygulanımlara sahip bir varlıktır.
  2. Ancak bu temel duygulanımları, kendi hikayesini, kültürünü ve kişiliğini yansıtan karmaşık senaryolara dönüştürür.

Kısacası, Tomkins'in amacı insanı indirgemek değil, insan eylemlerinin ve düşüncelerinin altında yatan temel mekanizmaları ortaya çıkarmaktır. Ona göre, bu mekanizmaları anlarsak, daha iyi senaryolar yazabilir ve daha sağlıklı bir yaşam sürebiliriz.

Tomkins, felsefeyi psikoloji ve biyolojiyle yeniden buluşturan bir köprü görevi görmüştür. Onun felsefi konumu, şu şekilde özetlenebilir:


Tomkins: Yeni Materyalizm ve Posthümanizmin Öncüsü

Tomkins, 21. yüzyılda felsefede popülerleşen iki büyük akımın, Yeni Materyalizm ve Posthümanizm'in temel dayanaklarından birini oluşturur. Bu akımlar, onun çalışmalarını birer kaynak metin gibi kullanmıştır.

  1. Yeni Materyalizm: Geleneksel materyalizm, maddeyi pasif ve cansız olarak görürken, Yeni Materyalistler maddenin kendisinin de aktif ve üretken olduğunu savunur. Tomkins'in duygulanımları birer fizyolojik tepki olarak açıklaması, bu akıma "madde nasıl aktif olur?" sorusuna somut bir cevap vermiştir. Duygularımız, sadece zihinsel durumlar değil, bedenin ve maddenin birbirini "etkileme" biçimleridir.
  2. Posthümanizm: Tomkins, insanı sadece akıl ve bilinçten ibaret görmeyi reddederek, onu duygulara ve bedene indirger. Bu yaklaşım, posthümanizmin temel savıyla birebir örtüşür. Posthümanizm, insanı diğer varlıklardan üstün kılan o "benzersiz" statüyü sorgular. Tomkins'in kuramı da, insan davranışlarını, tüm canlıların paylaştığı temel duygulanımsal reaksiyonlarla açıklar.

Dolayısıyla, Tomkins'i bir akımın takipçisi olarak değil, felsefenin yönünü değiştiren, yeni bir akım için gerekli düşünsel altyapıyı sağlayan bir figür olarak konumlandırmak daha doğru olur. O, bir binanın kendisi değil, o binanın temelini oluşturan, görünmeyen ancak hayati bir parçadır.

Geleneksel düşünce, yeryüzünün eylemlerini (kasırgalar, volkanlar, iklim değişikliği) cansız, duygudan yoksun fiziksel reaksiyonlar olarak görür. Oysa sizin yaptığınız bu çağrışım, bu reaksiyonlara bir tür "duygusal karşılık" niteliği atfediyor. Bu, sadece bir metafor değil, aynı zamanda yeni felsefenin ontolojik temelidir.

  • Tomkins, duygulanımları birer bedensel tepki olarak tanımlar. Bu tepkiler, bilincimizden bağımsızdır. Küresel bağlamda, gezegenin artan sıcaklık, yükselen deniz seviyeleri veya eriyen buzullar gibi tepkileri, onun "duygusal" tepkileri olarak yorumlanabilir. Bunlar, gezegenin bizim eylemlerimize karşı verdiği biyolojik ve maddesel bir reaksiyondur.
  • Bu bakış açısı, çevre krizini sadece kaynakların tükenmesi olarak değil, bir varlığın kendisine uygulanan baskıya karşı hissettiği "acı" veya "öfke" olarak görmemizi sağlar. Bu bir nesnenin değil, bir aktörün gösterdiği duygudur.

Eğer kürenin bu reaksiyonunu bir duygu olarak kabul edersek, bu, onunla kurmamız gereken yeni ahlaki ve siyasi ilişkiyi nasıl değiştirir?

Bu yeni bakış açısı, bizi çıkarsal ihtiyaçlarımız için tepki veren bir varlıktan, tüm varoluşu gözeten bir evreye taşır.

  • Eski ahlak anlayışı, yeryüzünü bir araç olarak gördüğü için, ona karşı sorumluluğumuz da sadece bu aracın sürdürülebilirliğini sağlamakla sınırlıydı.
  • Yeni anlayış ise, her şeyin kendi başına varoluşsal bir değeri olduğunu kabul ederek, ahlaki çerçevemizi "insan"dan "varlık"a genişletir.

Bu, pasif bir nesne ile aktif bir özne arasındaki ilişkiyi, her ikisinin de varlıklarını gözeten karşılıklı bir ilişkiye dönüştürür. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder