Etik Kavramlar Sözlüğü
Aşağıdaki kavramlardan ilgilendiğiniz terime hızlıca gitmek için alfabetik listeyi kullanın:
▲ Sayfa Başına Dön
Açık Ahlak Kapalı Ahlak
İdealist yaşam felsefesinin Fransa’daki öncüsü Henri Bergson’un Ahlâk ile Dinin İki Kaynağı (Les deux Sources de la Morale et de la Religion, 1932) adlı yapıtında dile getirdiği açık toplum/kapalı toplum ikiliğinden türettiği karşıt ahlâk anlayışları. Katı toplumsal yaptırımlara, yükümlülük ile ödeve dayanan, geçmişin değerlerine sıkı sıkıya satılan tutucu bir ahlâk (kapalı ahlâk) karşı; bireyi ve evrenselliği öne çıkaran, eskiyi aşıp insanlığı ileriye götürme amacı taşıyan, Özgürlüğün hüküm sürdüğü bir ahlâk (açık ahlâk) anlayışı.
Toplumları açık ve kapalı diye ikiye ayıran Bergson’a göre kapalı toplum töreler, kurumlar, yasalar türünden toplumsal zorlamalarla ayakta durur. Buna karşılık açık toplum baskı yerine özgürlüğe başvurur, “sevgi”yi temel ilke edinir. Bergson insanlığın kapalı toplumdan açık topluma, “zorunluluğun alanı”ndan “özgürlüğün alanı”na geçmesi gerektiğini savunur. Bergson’un kapalı ve açık toplum ayrımına dayanan bu savunusu, Karl Popper’in elinde oldukça ses getiren bir yapıta dönüşmüştür. Açık Toplum ve Düşmanları (The Open Society and its Enemies, 1945).
Bergson’un felsefesini biçimlendiren karşıtlıklar ya da ikilikler (metafızikte süre/uzam; bilgikuramında sezgi/çözümleme; evrim kuramında yaşamentropi) ahlâk ve din üzerine görüşlerini de etkilemiştir. Ahlâk felsefesindeki açık/kapalı ahlak ikiliği, din felsefesinde durağan din/devingen din ayrımına bürünmüştür. Yaratıcı, canlı ve doğal olmasından ötürü gelişmeye açık, yaşamın hızlı akışına ayak uydurabilen —ve gizemcilikte doruğuna erişildiği düşünülen— “devingen din” ile insanlara ölümü hatırlatmaktan ve yürünmesi zorunlu kılınan yoldan sapacaklara aba altından değnek göstermekten başka bir işe yaramayan katı, tutucu ve yapay “durağan din”.
Bergson’un ahlâk ve din öğretisinin ardında tinselci metafıziği yatar: “ahlâk ve dinin iki kaynağı” diye öne sürdüğü şeyler, son çözümlemede “anlak” ile “sezgi”den başkası değildir. Sürekli aklın gözetiminde olan, anlaktan beslenen ahlâk, kapalı toplum ahlâkıdır. Topluluk içinde yaşayan insanın kendini güvence altına almak istemesinden ötürü törelerin ve yasaların buyurduğu ödevlerce kuşatılan bu ahlâkta özgürlük değil, “uyu1ması gereken katı kurallar” hüküm sürer. Buna karşılık, sezgiden kaynaklanan, sezginin itici gücünü kullanan, içerisinde sevgi ile özgürlüğün hüküm sürdüğü ahlâk ise açık toplum ahlakıdır. Yaşama itkisinden, insanın içinde taşıdığı yaşama heyecanından fılizlenen bu “esnek” ahlâkta başat olan “yasa” ya da “yükümlülük”. yani ödevtanırlık değildir artık. Bergson’a göre, insanın yaşama zorunluluğunun ayrılmaz bir parçası olan yaratma içgüdüsünün “öykünmeci” yönüyle yakından ilişkili olan bu ahlâk yaşam(a) atılımı’n dan (élan vital) doğar ve yalnızca ermişler ya da kahramanlar tarafından yaşanır. Bu yönüyle de aslında “toplumsal” değil, kişisel bir ahlâktır.
▲ Sayfa Başına Dön
Ahlâk
İnsanların gerek yaşam ilgileri gerek metafizik
bağlanımları gerekse değer yönelimleri bakımından kendisine göre yaşamakla
yükümlü olduklarını duyumsadıkları temelli dünya görüşü; saltık anlamda iyi
olduğu düşünülen bir yaşam görüşünde yapılanıp yerleşiklik kazanan, gelenekler
ile görenekler yoluyla taşınan, yazılı ya da yazılı olmayan davranış kuralları;
yaşam ülküsü olarak bilinçli ya da bilinçsiz olarak seçilen yaşama değerleri,
erekleri ile tasarıları; belli bir toplum içinde yaşayan insanların kendileriyle,
bir birleriyle, kurumlarla ilişkilerini düzenleyen ilkeler, değerler, kurallar,
töreler bütünü; bir ulustan bir başka ulusa, bir dönemden bir başka döneme, bir
yaşam dünyasından bir başka yaşam dünyasına hem kapsam hem de içerik bakımından
değişiklik gösterdiği söylenen ahlaksal değerlemeler alanı; iyi nitelikleri ile
kötü alışkanlıkları bağlamında kişinin karakter sağlamlığını oluşturan
tutumlar, eğilimler ya da davranışlar; ahlâksal değerlerin yaşama geçirilişinde
birinci dereceden bağlayıcı olan yaradılış, doğa, huy, tıynet tek bir kişi ya
da bir grup kişi tarafından doğruluğu onaylanmış, sonuna dek uyulması gerektiği
düşünülen kurallarca oluşturulmuş kavramsal ahlâk görüşleri dizgesi; yaşamdaki
eylemlere, karşılaşılan yaşam sorunlarına ilişkin açıklamaların sunulduğu ahlâk
öğretileri düzlemi; ahlâksal inançlar ile değerler üzerine yürütülen felsefe
düşünmesi.
▲ Sayfa Başına Dön
Ahlâk Duygusu
Ahlaksal bakımdan iyi, güzel, doğru davranışlara
kaynaklık ettiği düşünülen duygu; insanları “dürüstlük”, “yardımseverlik”,
“ödev bilinci”, “kişisel sorumluluk”, “insan sevgisi” gibi hep olumlu ahlâksal
değerlere yönelten, yalnızca ahlaksallığa konu olguları duymayı sağlayan
insandaki özel yeri. Felsefedeki özgül anlamıyla, doğuştan getirildiği
varsayılan “iyi’yi kötü’den ayırt edebilme görüsü”; bütün ahlaksal eylemlerin
temelinde yattığı düşünülen doğru eylemleri yanlış eylemlerden ayırma yetisi;
insanı yanlışlardan kurtarıp doğrulara yönlendiren, ahlâksal yargılarda
bulunurken, bulunulmuş yargıları değerlendirirken başvurulacak ölçütleri
gösteren sezgisel güç.
Kimileyin “ahlaksal yeti öğretisi” diye de adlandırılan ahlâk duyusu öğretisi,
her durumda özneyi, eyleyeni, kişiyi temele koyarak ahlâk felsefesi yapan pek
çok yaklaşım için kilit değerde bir önem taşımaktadır. Öte yanda, İngiliz ahlâk
felsefecileri Shaftesbury (1671-1713) ile Hutcheson’un (l694-l746) ahlâksal
sezgicilik anlayışlarında ahlâk duyusu, kişiye ahlâksal bakımdan doğruluk ile
sağlamlığın kendine özgü hazzına varma olanağı tanıyarak, onu doğru
davranışlarda bulunmaya yönlendirmektedir. Yine bu bağlamda Shaftesbury ile
Hutcheson’la birlikte ahlâk duyusunun varlığından ilk söz edenlerden Hume (1771
-1776 ahlak duyusunu iyi ile kötüyü değerlendirirken insanın doğasından
getirdiği yargılama gücü olarak tanımlamaktadır. Bu Humecu anlamıyla ahlak
duyusu, hem ahlaksal bakımdan doğru olanı yanlış olandan ayırmayı sağlayan
bilgiyi temellendirmekte, hem de ahlâksal bilgi ile ahlâksal eylem arasındaki
kopukluğu ortadan kaldıran bir köprü görevi görmektedir.
▲ Sayfa Başına Dön
Ahlak İlkesi
Ahlâksal olanı belirleyen, ahlâksal olanı ahlâksal
olmayandan ayıran ana ilke. “Her durumda doğruyu söylemek iyidir”,
“Açakgönüllülük en yüksek insan erdemidir”, “Yardımsever olunması gerekir” gibi
tek tek eylemlerin ya da davranışların değerlerinin dayandırıldığı, insana
yapılması gerekenle yapılmaması gerekeni gösteren, insana insan olmak tan gelen
ödevlerini, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini anımsatan kural. Felsefe
tarihinde kimileyin açık seçik bir biçimde, kimileyinse üstü örtük bir biçim de
tek tek eylemlerin kendisine dayandırıldığı, eylemlerin değerlerinin kendileri
aracılığıyla açıklandığı, belli ahlâk ilkeleri üzerinden gidilerek kurulmuş
ahlak felsefeleri bulunmaktadır. Sözgelimi bencillik‘te “ben”, istenççilik’te
“istenç”, hazcılık’ta “haz”, yararcılık’ta “yarar” gibi. Öte yanda Kant’ın
ahlâk felsefesinde ahlâk ilkesi, ahlak yasası karşısındaki ödev bilinci olarak
tanımlanmaktadır.
▲ Sayfa Başına Dön
Ahlâk Öğretisi
Ahlâkın kaynağını, doğasını ve özünü; ahlâklı bir
yaşamın koşullarını, ilkelerini ve kurallarını; ahlak eylemlerinin biçimlerini,
önkoşullarını, amaçları ile sonuçlarını açıklığa kavuşturmak amacıyla ortaya
atılmış ahlak felsefesi açıklaması. Bu bağlamda tarih boyunca geliştirilmiş
ahlâk öğretilerinde, doğru ve mutlu bir yaşam yolunda uyulması gereken ahlâk
ilkeleri ile kurallarının belirlendiği, bunlara uyulduğunda kazanılanların,
uyulmadığındaysa kaybedilenlerin ortaya serildiği gözlenmektedir.
▲ Sayfa Başına Dön
Ahlâk Yargısı
Bir biçimde ahlâksal değerlendirmeye konu olanlar
üstüne belli bir çözümleme ve temellendirme sürecinden geçilerek verilen
bağlayıcı vargılar. Bulunulan ahlâk yargılarının alabildiğine çeşitli nesneleri
bulunmaktadır. Gerçekleştirilen eylemler, taşınan karakterler, yaşanan
duygular, alınan kararlar, yönelinen nesneler, duyulan inançlar, sevilen
durumlar, tiksinilen yaşantılar hep ahlâk yargısının kapsam alanı içindedirler.
Ahlâk yargılarında sıklıkla kullanılan ahlâksal yüklemlerin çok büyük bir
bölümü, “iyi/kötü”, “yanlış/doğru”, “yapılması gereken/yapılmaması gereken”
türünden keskin karşıt kavram ikilikleri ile “erdemli/erdemsiz”, “adil/adil
olmayan”, “soylu/soysuz”, “yürekli/yüreksiz” gibi görece daha yumuşak değer
karşıtlıklarından oluşmaktadır.
Gerek ahlâk alanına konu pratiklerde gerekse etiğin ana tartışmalarında önemli
bir yer tutan ahlâk yargıları, özünde yasakoyucu ya da düzgükoyucu bir doğa
sergilemektedir. Bu bağlamda verilen ahlak yargısı, eyleme doğrudan konu
kişilere buyruklar, değerlemeler, övmeler, kınamalar, onaylamalar ya da
onaylamamalar gibi çok değişik yollarla seslenmektedir. Ahlâk yargıları
çoğunluk “değerlendirici (değer biçiçi) ahlâk yargıları” ile “betimleyici ahlâk
yargıları” diye iki ayrı başlık altında incelenmektedir. Bu genel ayrım diğer
bir temel ayrımın yapılmasına da olanak tanımıştır. Buna göre yalnızca yargı
bildiren ahlâk yargıları, eylemlerde gerçekleştirilen değerlere, eyleyenlerin
birbirleri arasındaki etkileşimlere, bu eylemlerin yol açtığı sonuçların
değergelerine yönelik verilen yargılardır. Öte yanda yasakoyucu ya da
düzgükoyucu ahlak yargılarıysa, yapılması ya da uyulması gereken anlamında
zorunluluk bildiren yargılar dır.
Duygucu etiğin bir uyarlamasına göre, ahlak yargılarının yaşanan duyguları
“ifade etme”, “gösterme”, “belli etme” türünden söz edimleriyle onaylama gibi
bir işlevleri bulunmaktadır. Öte yanda duygucu etiğin bir başka uyarlamasına
göreyse, ahlak yargıları seslendikleri kişilerde benzer duygular uyandırmak ya
da doğurmak, dolayısıyla da doğru oldukları düşünülen eylemlere yöneltmek için
kullanılabilmektedirler.
Bu bağlamda konunun çağdaş felsefedeki uzmanlarından Charles Leslie Stevenson
(1908- 1979), “duygu” yerine “tutum” sözcüğünü kullanıyor olsa da, çok benzer
bir görüş ileri sürmektedir. Stevenson çok genel bir deyişle tutumu, belirli
bir zihin durumu içindeyken hep belli türden bir eylemi yapma yaradılışı ya da
eğilimi (disposition) diye tanımlamaktadır. Stevenson ahlâk yargılarının
“duygusal” anlamının yanısıra “betimleyici” anlamlarının da bulunduğunu
savunarak, ahlâk yargılarının anlamının şu iki “çözümleme kalıbı”ndan ya
biriyle ya da ötekiyle çözümlenebilir olduğunu söylemektedir: (ı) bir eyleme
ilişkin ahlaksal olmayan bir yargı, eylemin deneysel özellikleri aracılığıyla
salt doğalcı yaklaşım düzeyinde kalınarak çözümlenebilir; (ıı) verilen ahlak
yargısının anlamı, barındırdığı duygusal anlam gibi bir ahlâksal öğeye
odaklanarak çözümlenebilir. Ahlâk yargısının anlamını oluşturan bu ahlâksal
öğe, kimileyin tutumları ifade etme, kimileyin de bunları benimseyerek istenen
davranış doğrultusunda davranmaları için insanları ikna etme ya da etkileme
işlevi görmektedir.
▲ Sayfa Başına Dön
Ahlâk Yasası
Eylemlerin ahlâki bakımdan değergelerini belirleyen,
kayıtsız koşulsuz kendisine uyulması beklenen genelgeçer ahlâk kuralı; belli
bir yaşam bağlamında neyin yapılıp neyin yapılmaması gerektiğini söyleyen,
ayrım gözetmeksizin herkes için bağlayıcılığı bulunan evrensel yasa; bütün
ahlâksal eylemlerin kaynağında bulunan, her eyleme ahlâksal bakımdan zorunluluk
kazandıranın nesnel anayasa; eylemler alanının ahlâksal sınırlarını çizerek
neyin ahlâklı neyin ahlâksız neyin ahlâkdışı olduğunu belirleyen, kendisinden
daha temeli bulunmayan değer tartısı.
Felsefe tarihine bakıldığında üç ana ahlâk yasası görüşünün değişik etik
anlayışlarınca ortaya konduğu gözlenmektedir.
Doğalcı ahlâk yasası;
Usçu ahlâk yasası;
Tanrıbilimsel ahlâk yasası.
Ahlâk yasasının doğalcı yorumlarında, ahlâk yasasının en son anlamdaki amacı,
insan doğasının bütün olanaklarıyla kendisini gerçekleştirmesine ön ayak olmak,
böylelikle de insan doğasına uygun bir mutluluğu insana sağlamak olarak
konulmaktadır. Bu bağlamda ahlâk yasası us yoluyla bilinmesi olanaklı, her
durumda eylemlerin üzerinde bağlayıcılığı bulunan yasadır. Doğalcı ahlak
yasasında, ahlâklı olmak demek, gerçek anlamda insan doğasına yani insan usunun
söylediklerine uygun eylemlerde bulunmak demektir. Daha açık kılmak adına doğalcı
ahlak yasası anlayışını üç aşamada özetlemek olanaklıdır: (a) insan doğasının
doğal bir düzeni vardır; (b) bu doğal düzen iyidir; (c) demek ki insanlar bu
düzene sonuna dek uymalı, bu düzeni bozacak eylemlerden uzak durmalıdır.
Öte yanda, usçu yaklaşımlarda ahlak yasası, insana en son anlamdaki mutluluğu
getireceği düşünülen insan doğasının bir bütün olarak gerçekleştirilmesi değil,
yalnızca usun buyurduklarının gerçekleştirilmesi üstüne dayandırılır. Bu
anlamda, insan olmak tek başına ahlâk yasasına uygun eylemlerde bulunmak için
yeterli değildir. İnsanın doğası gereğince yaşaması ya da salt insan doğasına
uygun eylemlerde bulunması, ahlak yasasının kavranıp yaşama geçirilmesi için
yeterli bir ölçümlendirme olamaz. Önemli olan her durumda usun sesini dinlemek,
eylemlerin yol açacağı sonuçları da göz önünde bulundurmaktır. Tanrıbilimsel
yaklaşımlardaysa ahlak yasası, ne insan doğasından getirilen ne de us
tarafından keşfedilen bir yasa olmayıp doğrudan Tanrı’nın bir buyruğudur.
Tanrıbilimsel ahlak yasası anlayışı, ahlak yasasının temelinin ne insan
doğasından getirilen eylem olanaklarında ne usun söylediklerinin dinlenmesinde
ne de sonuçları us yoluyla değerlendirilmiş eylemlerde olduğunu savunmaktadır.
İnsana en son anlamdaki mutluluk yoluna ulaşması için sunulan ahlak yasasının
dayandırılacağı olası tek temel, Tanrı’nın özünde bulunan, Tanrı’nın
istencinden kaynaklanan eylemlerdir. Bu anlamda ahlâklı olmak, tanrısal
istencin insanların yerine getirmeleri için koyduğu kurallar bütününde
gövdelenen ahlâk yasasına uymaktan geçmektedir.
▲ Sayfa Başına Dön
Ahlâki Rastlantı
Bernard Williams ile Thomas Nagel’in ortaya çıkardığı
bu olgu durumu, insanın ahlaki seçimlerinin Kant’ın savladığı gibi kendi
istencine bağlı ve dış etkilerden bağımsız olmadığına işaret etmektedir.
Deneyim göstermektedir ki dış etkiler, hatta rastlantı, insanın yapıp
etmelerini etkilemektedir. Bu anlayışa göre rastlantı yaşamımıza birçok biçimde
girmekte ve bizleri etkilemektedir. Ahlâki edimlerimiz de kimileyin bu
rastlantılardan payına düşeni almaktadır.
▲ Sayfa Başına Dön
Ahlâklı Ahlâksız (ayrımı)
Verili bir yaşam bağlamında ahlâk kurallarına uygun
olan ile ahlak kurallarına aykırı olanı belirtmek için yapılan ayrım. Ahlâksal
bakımdan iyi olanı ahlâksal bakımdan kötü olandan ayrı tutmak amacıyla konulan,
kişilerin ya da eylemlerin ahlâksal niteliğini saptamak amacıyla çizilmiş
sınır. Tek bir insanın ya da belli bir toplumsal grubun yapıp etmeleri iyi ya
da kötü eylemeleri bakımından genellikle ahlaklı ile ahlaksız olan ayrımı
temelinde değerlendirilmektedir. Bu bağlamda ahlâklı eyleyen kişinin ahlâklılık
durumu ahlak kurallarıyla uyum içinde yaşıyor olmayı anlatırken, buna karşı
ahlâksız eyleyen kişinin ahlaksızlık durumu ahlak kurallarını çiğneme anlamında
yerleşik ahlâk değerleri önünde uygunsuz bir yaşama durumuna göndermede
bulunmaktadır. Öte yanda Kant’a göre ahlâksal düşünme olarak ahlâklılık, ahlâk
yasası ile uyum içinde olduğu gibi, salt ödeve karşı duyulan saygıdan doğan
eylemleri gerçekleştirme durumunu tanımlamaktadır.
▲ Sayfa Başına Dön
Ahlâklılık
Varolan değerlere ters düşmeksizin ahlaksal düzene
katılma, yerleşik ahlak kurallarına uygun olarak genel ahlak tasarımıyla uyum
içinde yaşama. Kişinin ya da belli bir toplumsal grubun iyi ile kötü bakımın
dan eylemlerinin niteliği ya da değergesi. Kant’ın felsefesinde ahlâklılık,
ahlâksal düşünüşün belirleyeni olarak ödeve karşı duyulan saygıdan doğan
eylemleri gerçekleştirmeye karşılık gelmektedir. Buna karşı Hegel, kendi
“ahlâklı yaşam” (sittlichkeit) felsefesini bir halkın aile gibi kurumlar
aracılığıyla gelişip kökleşen göreneklerine dayandırır.
▲ Sayfa Başına Dön
Ahlâksal Bilgikuramı
Ahlâksal bilgiyi bütün yönleriyle felsefi bakımdan
inceleyen felsefe araştırması. Yaşamda bütün herkesi bağlayacak denli
geçerliliği bulunan nesnel doğruları araştıran; eylemlerin yol açtığı
sonuçların nesnellik karşısındaki değergelerini inceleyen; ahlaksal ilkelerin,
kuralların, tasarımların doğruluklarını sorgulayan; ahlaksal değerlere yönelik
uslamlamalarının geçerliliklerinin nasıl sınanabileceklerini, varılan
sonuçların hangi yollardan nasıl temellendirileceklerini belirginleştiren;
ahlâk alanındaki düşünme süreci üzerinde usdışının, öznel ya da toplumsal
koşulların, duyguların etkilerini açıklığa kavuşturan bilgikuramının alt dalı.
Ahlâksal bilgikuramı, ahlaksal bilginin kaynaklarını, öteki bilgilerden ayrılan
yanlarını, bu tür bir bilgiyi edinmede başvurulan yetileri açıklığa
kavuşturmanın peşindedir. Tıpkı bilgikuramının doğru bilgiler verdikleri
savında olan önermelerin doğalarını ve sundukları temellendirmeleri çözümlemesi
gibi, ahlâksal bilgikuramı da “iyi ile kötü”, “yanlış ile doğru”, “yapılması
gereken ile yapılmaması gerekenler bağlamında ahlâksalbilgi verdikleri savında
bulunan önermelerin doğalarını ve sundukları temellendirmelerin
geçenliliklerini çözümlemeden geçirmektedir. Bilgikuramının gündemini oluşturan
pek çok sorunun, açmazın, bunlara karşı önerilen çözümlerin, özellikle ahlâksal
inançların temellendirilmesi sürecinde ahlâksal bilgikuramının da gün demini
oluşturduğu gözlenmektedir. Değişik ahlaksal kuşkuculuk anlayışlarınca
geliştirilen ahlâksal bilginin olanaksızlığına yönelik karşı çıkışları
yanıtlamak, ahlâksal bilgikuramının gündemindeki bir başka önemli başlıktır.
Çağdaş felsefedeki ahlâksal bilgikuramı çerçevesinde yürütülen tartışmalara
bakıldığında, “gerçekçi” ile “gerçekçilik karşıtlığı” anlayışlarının iki egemen
konum olduğu görülmektedir. “Doğruluk değeri alma yetisi taşıyan, ahlâk
yargılarının kendisine dayanılarak verilebileceği bağımsız bir ahlaksal
gerçeklik var mıdır? sorusu, “ahlaksal gerçekçilik” ile “ahlaksal gerçekçilik
karşıtlığı” arasındaki tartışmanın odağında yer almaktadır. Ahlaksal
gerçekçiler soruyu olumlayarak yanıt ararlarken, buna karşı gerçekçilik
karşıtları soruyu bir biçimde olumsuzlamanın peşindedirler. Ahlâksal
bilgikuramının bu iki ana konumu arasında süren tartışmanın geçmişinin,
perennial (öncesiz sonrasız; başsız sonsuz) bir tartışma olmasa da, özellikle
metafızik bağlamında yürütülen geleneksel gerçekçilik ile gerçekçilik
karşıtlığı tartışması düşünüldüğünde oldukça eskilere uzandığı açıktır. Bu
bağlamda gerçekçilik karşıtlığı konumunu benimseyen kimi ahlâk felsefecileri,
ortada bilinecek ahlâksal gerçeklik diye birşeyin bulunmadığını, dolayısıyla da
adına ahlaksal bilgikuramı denilen bir araştırma alanının olamayacağını
savunmaktadırlar. İlk bakışta ahlak yargıları ile düşüncelerinin belli ölçülerde
ahlaksal gerçeklikle yüklü gibi görünmesine karşın bunun bütünüyle yanlış bir
izlenim olduğunu ileri sürmektedirler. Gerçekçilik karşıtları, bu düşüncelerine
bağlı olarak ne ahlâk yargılarının ne de önermelerinin doğruluk değerleri
taşıyamayacaklarının altını çizerek, ahlaksal içerikli önermelerin nesnelerin
gerçek özelliklerine yönelik ifadeler olmaktan çok, duygusal tepkilerin,
tutumların ve bağlanımlarını dile getirilişleri olduğunu savunmaktadırlar.
Gerçekçi yönelimli ahlak felsefecileriyse, kendi araştırma alanlarının
temellerine yönelik bu saldırıyı, klasik kuşkuculuğun hep o bildik uzlaşmaz
tutumunun ahlak felsefesindeki izdüşümü olarak gördüklerinden çoğunlukla sessiz
kalarak geçiştirmektedirler.
Ahlâksal Eylem
Bir biçimde ahlaksal değerlendirmeye konu olduğu
düşünülenler; ahlâksal bakımdan iyi ya da kötü olarak görülebilecek eylemler,
kişilikler, özellikler, ilişkiler, alışkanlıklar, inançlar, duygular,
eğilimler, yönelimler, bağlanımlar, yetiler alanı.
Ahlâksal Eylem
Bir biçimde ahlâkla ya da değerlerle ilintisi
kurulabilen yapıp etmeler; belli bir ahlâksal amacı gerçekleştirmeye yönelik
olarak davranma. Buna göre, ahlâksal eyleyen en geniş anlamıyla eyleme
kapasitesini elinde bulun duran, eylemde bulunan kişiye yani eylemin yapıcısına
karşılık gelirken, eylem eyleyenin eylediği ya da yaptığıyla tanımlanmaktadır.
Öte yanda eylemce, eyleyen ile eylemin biraradalığının oluşturduğu bir
bütündür. Bununla birlikte, bir kişinin her yaptığı eylem sayılamayacağı gibi,
kişinin salt birşeyler yapıyor olması da onu eyleyen kılmamaktadır. Nitekim bu
bağlamda kimi filozoflar “eylemler” ile “yapıp etmeler” arasında keskin bir
ayrıma gitme gereği duymuşlardır. Buna göre, yapıp etmeler dünyada belli
etkiler ya da sonuçlar doğurmalarına karşın, bu yapıp etmelerin yapıcıları
bunları tasarla yarak, bile isteye, doğacak sonuçları üs tüne uzun uzadıya
düşünerek yapmamışlardır. Eyleyen tek bir kişi olabileceği gibi, bir grup
kişiden oluşan kolektif bir eylem grubundan da oluşabilmektedir. Gerek eyleyen
gerekse eylem denince çoğunlukla tek bir kişi anlaşılıyorsa da, eylem bir grup
tarafından da gerçekleştirilebilir bir şeydir. Özellikle kimi bağlamlarda
insanlar tek tek yaratamayacakları etkileri yaratmak düşüncesiyle belli
eylemleri gerçekleştirmek üzere biraraya gelmektedirler. Yapıp etme türünden
eylemler genellikle olay türleri başlığı altına konarak ele alınmaktadırlar.
Neden-sonuç ilişkilerine konu uzay ve zamanda meydana gelen olayların
neliklerinin açıklığa kavuşturulması varlıkbilgisinin te mel bir konusu
olmasına karşın, eylemler bir şeyi yaparken yalnızca bir şeyin meydana geliyor
olmasından öte birşey olduklarından her koşulda olaylardan da ha fazlasını
ilgilendirmektedirler. Ayrıca hiçbir eylem eyleyenin zihninden bağımsız olarak
düşünülemeyeceği için, eylemlerin özsel bileşenleri arasında gösterilen
zihinsel/ruhbilimsel öğelerin ya da süreçlerin bulunması, eylemleri yapıp
etmelerle sınırlandırılamayacak denli geniş bir araştırma konusu kılmaktadır.
Sözgelimi, geleneksel serüven öykülerinde olduğu üzere, erkek bir eyleyen
olarak hep belli eylemlerde bulunurken, kadın bu eylemlerin değerini bilen,
erkeğin eylemlerini uzaktan izleyendir, ama asla eyleyen değildir. Buna karşın
kadınların da kendi sınırlı kapasiteleriyle erkekten başka bir eylem kipi
içinde oldukları düşünüldüğünde, eyleyenin kimliğini belirlemenin bütünüyle
göreli bir konu olduğu, dolayısıyla da kimin eyleyen olup kimin eyleyen
olmadığının her durumda açık olmadığı gibi bir durum söz konusudur. Nitekim
“eyleyen ile eyleyen olmayan ayrımı” özellikle ikinci feminist hareket
dalgasıyla birlikte iyiden iyiye sorunlu bir hale gelmiştir. Yine bu aynı
bağlamda, “cinsel eyleyenlik” denince, cinsellik nesnesine karşı kendi
arzularını kabul ettiren bir cinsel eyleyen anlaşılmaktadır.
Ahlâksal ile Ahlâksal Olmayan
Ahlâk alanında değer, yargı, önerme türleri arasında
yapılan felsefe ayrımı. Ayrımın bir yanında bulunan “ahlâksal” terimi, iyi ya
da kötü, doğru ya da yanlış değerler doğrultusunda tanımlanabilen, bir biçimde
ahlâkla ilintisi kurulabilen anlamına gelmektedir. Ancak terim, özellikle
gündelik dilde, ahlâk kurallarına uygun olanı, buna bağlı olarak da adil,
erdemli, dürüst gibi ahlâksal bakımdan iyi diye nitelenen olumlu değerlere konu
eylemleri ya da ahlâklı olmayı anlatmak amacıyla da kullanılmaktadır. Yapılan
ayrımı her durumda kesin çizgilerle ortaya koymak olanaklı olmasa da, bütün
insanlar için geçerlilik taşıyacak biçimde dile getirilmiş önermeler, yani
zorunlu doğrular olarak ortaya konmuş yargılar “ahlâksal” olarak
nitelenmektedirler. Buna karşı “ahlâksal olmayan” terimi yerleşik ahlâk
değerlemelerinin, yüklemlerinin, yargılarının verilemediği durumları,
ahlâksallıkla ölçüştürülemediğinden bütünüyle ahlâk alanının dışında kalanları
nitelemektedir. Nitekim ilk bakışta ahlâksal gibi götürmekle birlikte, gerçekte
yalnızca kişisel beğeni bildiren, dolayısıyla da olumsal yapılarıyla dikkat
çeken yargılar “ahlâksal olmayan” kategorisine dahil edilmektedirler.
Sözgelimi, “Yalan söylemek kötüdür” önermesi her durumda herkes için zorunlu
bir doğruyu dile getirdiği için doğrudan ahlâksal bir yargıyken; buna karşı
“Türk kahvesi sindirime iyi gelir” önermesi, her durumda herkes için zorunlu
doğru olamayacak kişisel bir duyumu ya da sağlıkla ilgili bir öneriyi dile
getirdiği için ahlaksal olmayan bir yargıdır. Yine aynı biçimde, insan
dışındaki canlı ve cansız bütün varlıklar ilkece ne ahlâklı ne de ahlaksız
olabileceklerinden bütünüyle “ahlaksal olmayan” dırlar, yani ahlaksal olmayan
kendiliklerdir. Bilimsel bilginin özünde doğrudan ahlakla bir ilintisi yoktur
ancak bilimin sağladığı bilgiler iyi ve yapıcı amaçlarla kullanılabilecekleri
gibi insanlığın kötülüğüne yönelik yıkıcı amaçlarla da
kullanılabileceklerinden, bilimsel bilgi tıpkı öteki bilgi türleri gibi nasıl
kullanıldığına bağlı olarak kullanıcı açısından ahlâksal bir değer
taşımaktadır. Bu anlamda nükleer silahlardan ulaşım araçlarına, elektronik
aygıtlardan iletişim kanallarına bütün teknolojik ürünler kendi başlarına
ahlaksal olmayan araçlardır. Bu tür araçlar ahlâksal bir yolla
kullanılabilecekleri gibi ahlâksal olmayan bir yolla da
kullanılabileceklerinden, aradaki ayrım kullanılanlarla değil kullananlar
üzerinden gidilerek çizilmektedir. Ahlâk felsefesi tartışmalarında özünde
ahlaksal olmayan önermelerden ahlaksal sonuçlar çıkaran önermelerin bütünüyle yanlış
oldukları düşünülmektedir. Kuşkusuz bu gerçeği açıklıkla ortaya koyan
düşünürlerin başında Hume gelmektedir. Hume, ahlâksal olmayan önermelerden
ahlaksal önermelerin çıkarılamayacağı düşüncesini, geçerli uslamlama
önermelerinden bu önermelerde içerilmeyen “yeni evetlemelere” ulaşılamayacağını
söyleyen mantık ilkesi yoluyla temellendirmektedir. Hume’un görüşü, “ahlaksal
yargıları içerikleri, her durumda önermelerin birleşimindeki herhangi bir şeyle
açıklanamayacak bir öğe (temel ahlâksal öğe) içerir” varsayımına dayanmaktadır.
Öte yanda bu varsayıma meydan okuyan ahlak kuramları çoğunluk doğalcı etik
kuramları olarak bilinmektedirler.
Ahlâksal Sorumluluk
Kişinin bir bütün olarak eylemlerinin sorumluluğunu
taşıyabilme gücü. Eylemler hep belli koşullar ya da kuşatanlar bağlamında
gerçekleştirilirler; şartlar eylemlerin gerçekleştirildiği bağlamı
koşullandırıp kuşatmaktadırlar. Eylemler bu koşullanmışlık ya da kuşatılmışlık
içinde niyetlenilmiş olarak geri gerçekleştirebilecekleri gibi niyetlenilmeden
de gerçekleştirilebilirler; doğuracakları etkiler ile sonuçlar önceden
görülebilecekleri gibi önceden görülemeyebilirler de. Bu noktada eylemlerin
“niyetlenilmiş ya da niyetlenilmemiş eylemler” olması ile “öngörülmüş ya da
“öngörülmemiş eylemler” olmasının yol açabileceği sorunlar ahlâksal sorumluluk
bağlamında çözüm aranan en temel ahlâk felsefesi sorunlarıdır.
Ahlâktanımazcılık
Ahlâkın birer yaptırım olarak önümüze sürdüğü hemen
her şeyi; değerleri, töreleri, ilkeleri ve kuralları tanımayıp yadsıma tutumu:
töretanımaz(cı)lık insanların birbirlerine ve topluma karşı ödevlerini
belirlediği söylenen birarada yaşama ilkelerine duyulan güvensizlikten
kaynaklanan, ahlak yasalarına karşı sergilenen kayıtsızlık. Belli bir toplumca,
belli bir dönemde, belli bir kültür çerçevesin de benimsenmiş ahlaki değerleri
tanımayan; yürürlükteki ahlak anlayışına karşı savaş açıp onu değiştirmeyi ya
da yerle bir etmeyi erek edinen öğreti.
Kuşkusuz; bize nasıl yaşanması gerektiğini öğretmeye soyunan, bizim için neyin
iyi neyin kötü olduğunu bizim adımıza düşünen ahlâkçı bakış açısının tam
karşısında yer alan ahlâktanımazcılığın en ödünsüz savunucusu Nietzsche’dir.
Tüm yaşamı boyunca bütün yapıtlarında (özellikle Ahlâkın Soykütüğü Üstüne ile
İyinin ve Kötünün Ötesinde) ahlâka karşı yönelttiği eleştirilerinde Nietzsche,
sıkı ve bir o denli de tutarlı biçimde ahlâkın hem yaşamın kendi gücünü hem de
insandaki yaşama gücünü, yani “erk istenci”ni tüketip yok ettiğini vurgulayarak
kendisini iflah olmaz bir “ahlâktanımazcı” diye adlandırmıştır.
Akrasia
İlkçağ Yunan felsefesinde “istenç güçsüzlüğü”;
“özdenetim yoksunluğu”; “kendini tutamama” ya da “ölçüsüzlük” anlamına gelen,
Eski Yunanca’da olumsuzluk bil-diren e- önekiyle “güç”, “erk” ya da “denetim”
anlamındaki kratos’tan türetilmiş sözcük. İnsanın eylemelerinde ahlâki açıdan
kendisi için en iyi olanı bildiği halde, bunu yaşamında uygulayamaması durumu.
İnsanın bedensel arzularına ve duygularına gem vurmakta güçlük çekmesi.
“İstenç güçsüzlüğü”nü -Ovidius şöyle dile getirmiştir: “Kendim adına daha iyi olanı,
-daha uygun olanı görüyorum; ne var ki hep daha kötü olanın peşinden
gidiyorum.” Akrasia’nın karşıtı; “istenç güçlülüğü”, “ölçülülük”, “özdenetim”
anlamında kullanılan enkrateia’dır. Akraisa terimi, Aristoteles’in ahlâki
açıdan zayıf insanla (akrates) hertürden ayartıcı-şeye karşı koyabilen insan
(etikrates) arasında Nikomakbos’a Etik’te yaptığı ayrımdan türemiştir.
Apatheia
Eski Yunanca’da olumsuzluk bildiren a- önekiyle
“duygulanım”, “etkilenim”, “tutku” anlamındaki peras/tan türetilmiş sözcük.
“Duygulara kapılmama”; “etkilenmeme”; “duyumsamazlık” anlamına gelen terim,
Yunan filozoflarınca ahlak felsefesinde az çok farklı biçimler altında
kullanılmıştır.
Yunan Kuşkucuları, ne türden olursa olsun yargıda
bulunmaktan kaçınmayı, yani * tavrını benimsedikleri için, bu tutumu pekiştiren
ya da doğrudan bu tutumun bir sonucu diye görülebilecek apatheia’ya kucak
açtılar. Stoacılar da her türlü duygulanımı doğaya karşı yürütülen akıldışı
davranışlar diye görüp bilgeliğe ulaşma yolunun ruh dinginliğinden geçtiğine
inandıklarından, tutkular ile duygulanımlardan arınma anlamında apatheia’yı
onaylayarak dogmacı akılcılıkları içerisinde terimi en uç noktasına taşıdılar. Epikurosçuluğun
hazcı felsefesinde haz ve acı duygulanımlarının sonucunda ortaya çıktığı için
apatheia’nın bir erdem olup olmaması sorunu diye bir şey yoktur. Ancak
Epikuros’a göre en üstün haz, tam bir durağanlık, dengelilik ya da kargaşadan
uzak durma anlamındaki ataraksia’dır. Ruhun dinginliğe ulaşması için gerekli
koşul ataraksia, bu bağlamda yüzeysel de olsa apatheiayı andırır.
Aristoteles’te ise erdem kavramı ya da anlayışı ortayol öğretisiyle
temellendirildiğinden onun ahlâk felsefesinde apatheia’ya yer yoktur. Buna
karşın Aristoteles bu terimi ruhbiliminde önemli bir bağlamda kullanmıştır.
(Ruh Üzerine 403a, 408b).
Ataraksiya
İlkçağ Yunan felsefesinde Stoacılık, Epikurosçuluk ve
Kuşkuculuk gibi belli başlı akımlar tarafından baş tacı edilen, sözcük anlamı
gündelik yaşamın gürültü patırtısından uzak durmayı da içeren “durulma” ya da
“sarsılmazlık” olan terim: “ruh dinginliği”.
Stoacı felsefede doğayla uyum içinde yaşamayla varılacak,
bilgeliğin biricik amacı, aşırılıklardan kaçınmayı, tutkulardan arınmayı
başarmış bir ruh dinginliği durumuna, atarak ulaşmaktır. Epikurosçuluk için de
ataraksia mutluluğun temel direği; insanın yaşamında kargaşaya yer vermeyip onu
acıdan uzak tutacak, huzura erdirecek olan en yüce erdemdir. Kuşkucular da ne
konuda olursa olsun her türlü yargıda bulunmaktan kaçınmayı savundukları için
ataraksiya’yı selamlamışlardır.
Belirlenim
Bir şeyin, bir varlığın ya da bir kavramın doğasını
açık hale getiren, bir şeyi her ne ise o yapan, sınırlarını çizip belirleyen
özellik; bir olgu ya da görüngünün ancak diğer bir olgu ya da görüngüyle
bağlantılı olarak ortaya çıkması. Ahlâk felsefesi bakımından bir davranışın,
bir eylemin ya da olayın, çoğunlukla nedensellik bağıyla sınırlanması,
saptanması: “istencin belirlenmiş olması.”
Belirlenimcilik
Ayrım gözetmeksizin dünyadaki tüm olayların daha önce
gerçekleşmiş başka olayların sonucu olduğunu, söz konusu bu olayların
zorlamasıyla yeni olayların oluştuğunu savunan görüş. Olaylar arasında
nedensellik ilişkisi olduğunu savunan belirlenimcilikte gelecekte ortaya
çıkacak olaylar, geçmişte ortaya çıkmış olayların kesinliği ve
değiştirilemezliği oranında kesin ve değiştirilemez olaylardır. Böylelikle,
William James’in”demirden evren” dediği büyük bir bütünlük sergileyen bu evren
deki her şey olması gerektiği gibi olur; başka türlü bir gelecek beklenemez.
Belirlenimciliğin felsefe açısından önemi, insanların da evrenin hem yerinde ve
her olayında varolduğu düşünülen bu düzenin bir parçası olup olmadığı
noktasında düğümlenmektedir. İnsanın davranışlarının, kararlarının belirlenimci
bir evrenin koşulları altında özgürce ortaya konma sının beklenemeyeceğinden
hareketle insan istencine ayrıcalıklı bir yer açma çabası felsefe tarihi
boyunca canlılığını korumuştur.
Belirlenimcilik ve belirlenmezcilik tartışmasının ahlâk
felsefesinde ayrı bir yeri bulunmaktadır: “Evren önceden belirlenmiş bir dizge
gibi hareket etmekteyse, insanın özgürce eylemde bulunması olanaklı mıdır?”;
“Eğer yapıp ettiğim her şey daha önceki olaylar tarafından belirleniyorsa,
eylemim nasıl benim özgür seçimim olabiliyor?”; “Şu andaki davranışım ben
doğmadan önceki şeyler tarafından düzenlenmişse, eylemlerimi denetlemekte özgür
olduğum düşüncesinin kesinlikle bir tür yanılsama olması gerekmez mi?’...
Belirlenimcilik (belirlenmişçilik) ile belirlenmezcilik (belirlenmemişçilik)
karşıtlığı ahlâk felsefesi tarihinde bu türden sorular üzerinden işlenerek
“Özgür istenç” tasarımına yönelik tartışmalara kaynaklık edegelmiştir. Ahlâk
felsefesinde belirlenimci bir dünyada özgür bir eylemin olamayacağını savunan
felsefeciler “bağdaşmazcılar” olarak bilinmektedir. Öte yanda özgür eylemin
varolduğunu savunup da bundan dünyanın belirlenemez olduğu sonucunu çıkaranlar
“özgürlükçüler” olarak anılmaktayken, belirlenimciliği onaylayıp, özgür eylemin
yalnızca bir yanılgı olduğu sonucuna varanlar “katı belirlenimciler” diye
adlandırılırlar. Buna karşı özgürlüğün belirlenimcilik altında da olanaklı
olduğunu savunan “bağdaşırcılar” —kimileyin “ılımlı belirlenimciler” diye de
anılırlar— da ayrı bir cepheyi oluşturur.
Bencilik
Ahlâk felsefesinde kişinin tüm yapıp etmelerinde kendi benini
ve çıkarını öne koyması gerektiğini savunan; “başkalarının mutluluğunu
gözetme”, “toplumun refahı için eyleme” ya da “başkası için yaşama” türünden
yaşam reçetelerini yadsıyıp tek doğru ve anlamlı yaşam reçetesinin “ben ya da
kendi için yaşama” olduğunu öne süren öğreti. En geniş anlamıyla, herkesin
kendi yararlarını ya da çıkarlarını gözeterek eylemde bulunması gerektiğini,
doğal olanın da böyle yaşamak olduğunu ileri süren ahlâk felsefesi öğretisi.
Ben’i şu ya da bu biçimde merkeze ya da temele alan görüş; “iyi” nin kendi
çıkarım gözetmeye dayandığını savunan ahlak kuramı; özgecilik karşıtı.
Bencilik terimi modern ahlâk felsefesine yararcılıkla koşut
biçimde yapılandırılmış bir tür ahlâk kuramına etiket olarak sunulmuştur.
Yararcılık kişinin herkesi gözetmesi ve iyi ile kötü arasında en üst dengeyi
sağlaması gerektiğini savunurken, bencilik tam tersine herkesin kendi iyiliğini
olabildiğince yükseltmesi gerektiğini öne sürer. Bencilik, tıpkı yararcılık
gibi, yapılan her doğru şeyin belirli bir iyi üreteceğini savunduğundan
erekseldir. Ahlâk kuramlarının bu biçimde sınıflandırılmasını, yararcılık ile
bencilik arasında yapılacak seçimi ahlâk felsefesinin temel sorunlarından biri
olarak gören Henry Sidgwick’e (1838.1900) borçluyuzdur. Sidgwick, Etiğin
Yöntemleri’nde (The Methods of Ethics, 1874) bu sorunu iyinin hazla özdeş
olduğu var sayımıyla çerçeveler. Sidgwick bu kitabında yararcılığı evrendeki
haz miktarını en çoğa çıkarma görüşünü nitelemek için kullanır ve üzerinde
durulmaya değer tek bencilik biçiminin hazcı bencilik olduğunu savunur.
Günümüzde çok az felsefeci ben ve iyi özdeşliğini kabul ettiğinden ötürü,
tartışmanın kavramları değişmiştir. Gelinen noktada “bencilik” iyi anlayışı ne
olursa olsun kendi iyiliğini olabildiğince çoğaltmayı savunan her öğreti için
kullanılmaktadır. Bu öğreti, normatif (düzgükoyucu) değergesine vurguda
bulunmak için, çoğunluk etik bencilik diye adlandırılmaktadır. Etik bencilik
öğretisi, en genel anlamda, insanların kendi çıkarını düşünmesi gerektiği
görüşüdür. Normatif (düzgüsel) değergede olan bir diğer bencilik görüşü ise
kişinin kendi çıkarlarını artırmasının daima aklın yoluyla uyumlu olduğunu
savunan uscu benciliktir. Usçu bencilik, katı uyarlamasında, kişinin yalnızca
kendi çıkarının peşinde koşmasının akıllıca olduğunu savlamakla kalmayıp, bu
amacın peşinde koşmamanın da akıldışı olduğunu savunur. Daha bir yumuşak
uyarlamasındaysa kişinin kendi çıkarlarının peşinde koşması akılcı bir davranış
olsa da, bunların peşinde koşmamanın zorunlu olarak akıldışı olmadığı durumlar
da söz konu sudur.
Diğer bir bencilik savunusu, ruhbilimsel bencilik insanın
güdülenimine ilişkin gözle görülür verilerden yola koyulur. İnsan ilişkilerinin
bir açıklamasını, aslında bütünüyle ben-merkezli ve ben-güdümlü olduğuna
inandıkları insan doğasının bir betimlemesini sunan ruhbilimsel bencilik,
insanların her zaman kendi çıkarına olduğuna inandığı şeyleri yaptığını, bunun
bir olgu olduğunu ve insanın verili doğası gereği başka türlü davranamayacağını
savunur. Ruhbilimsel benciliğin daha az katı bir uyarlaması özgeci ve
yardımsever davranış olasılığını kabul etse de bir seçim yapıldığında, tanım
gereği eylemin kişinin yapmak istediği eylem olacağını savunur. Eğer A yanan
bir binaya bir çocuğu kurtarmak için girerse, bu A çocuğu kurtarmak istediği
için olmalıdır. Bütün güdülenimleri eyleyenin yapmak istediği şey olarak
tanımlamak oldukça sorunludur. Mantıksal olarak bir totoloji (eşsöz; geneleme)
olduğundan ötürü, güdülenimin kullanışlı ve betimleyici bir tanımını vermek
olanaksızdır. Son çözümlemede, insanların güdüleri, eğilimleri ve yatkınlıkları
hakkında bir varsayım olan ruhbilimsel bencilik, “güdülenmiş olduğumuz şeyi
yapmak için güdüleniriz” demektedir.
Benciliğin bir diğer biçimi de benciliğin ancak ahlakça
kabul edilebilir sonuçlar verdiğinde ahlâken kabul edilebilir ya da doğru
olduğunu savunan koşullu benciliktir. Sözgelimi çıkarcı bir davranış, eğer
toplumun bütününün gelişmesini sağlıyorsa kabul edilebilir ve övülebilirdir.
Nitekim koşullu bencilik kuramı ortak çıkara uygun olmayı, kamusal iyiliği
gözeten üstün bir amacı göz önünde bulundurur.
Her ne kadar benciliğin felsefe tarihinde izi sürüldüğünde
karşımıza ilkçağ Yunan felsefesinin hazcılığı çıksa da çoğu felsefe tarihçisi
benciliği “ben sevgisi” öğretisiyle başlatır. Hobbes bu öğretisinde
insanın tüm yapıp etmelerinin “ben sevgisi” uyarınca belirlendiğini, ahlâklı
olma ya da ahlâklılık dediğimiz şeyin de insanın kendini koruma içgüdüsünün bir
parçası olduğunu dillendirmiştir.
Betimleyici Etik
Ahlâk felsefesinin, tek tek toplumların ya da bir
insan topluluğunun ahlaki eğilimlerini hiçbir yargıda bulunmaksızın inceleyen;
bir grubun ahlâki inançlarını, tutumlarını ve uygulamalarını yalnızca resmetmek
için, yargılamak ya da sonuca varak adına değil de betimlemek için soruşturan
dalına verilen ad.
Biyoetik
Ahlâk felsefesinin, tıp bilimi ve biyolojide yaşanan
gelişmeler ve bilimsel araştırmalar yoluyla elde edilen teknolojik ilerleme
sonucunda ortaya çıkan ahlâki sorunlarla uğraşan dalına verilen ad.
Uygulamalı etiğin bir kolu olarak biyoetik, ister doğrudan
ister dolaylı olsun, insanın ya da tüm canlıların geleceğini ilgilendiren
konularla uğraşan biyoloji ile yaşam bilimlerinden kaynaklanan ahlâki,
toplumsal ve siyasal sorunları irdeler. Biyoetik, kamu yararını korumak adına,
fizyolojik ihtiyaçlar karşısında insana özgü kültürel istekleri göz önüne
alarak ikisi arasında bir denge kurmaya çalışır. Bu anlamda sözgelimi genetik
mühendisliğine, kötüye kullanılma ya da öngörülemeyen sonuçlara yol açma olasılığı
taşımasından dolayı, kuşkuyla yaklaşır. Biyoetik, temel ilgisi “insan yaşamı”
olan tıp etiğinden, doğada var olan tüm organizmaların yaşamını
konu edinmesiyle ayrılır.
Çözümleyici Etik
Ahlak felsefesinin görevinin ahlakla ilgili sorunlara bir
çözüm ya da yanıt sunmak değil de bu sorunların ne olduğunu çözümleyip açıklığa
kavuşturmak olduğunu öne süren çözümleyici etik anlayışı, dil çözümlemelerine
dayalı felsefe yöntemini geliştirip felsefenin işlevini mantıksal dil
çözümlemelerine indirgeyen çözümleyici felsefe geleneğinin ahlak alanındaki
dışavurumudur.
Ahlak felsefesi geleneksel olarak düzgükoyucu (normatif)
etik ve üstetik (meta-etik) diye ikiye ayrılır. Düzgükoyucu etik bizim için
neyin “iyi” olduğuna ve nasıl eylememiz gerektiğine ilişkin yargılarda
bulunurken; çoğunlukla çözümleyici etikle bir tutulan üstetik ise bu türden
yargıları anlamaya, bu yargıların arkasında yatan ahlakın dilini çözümlemeye
uğraşır. Düzgükoyucu etik, ahlak değerlerinin kendisine göre belirlendiği
ölçütler saptayıp uyulması zorunlu ilkeler bildirdiğinden ötürü kuralkoyucudur;
başka bir deyişle, hangi ahlak ilkelerinin niçin kabul edilmesi gerektiği
üzerine yoğunlaşır. Buna karşılık, çözümleyici etik insanın yürüdüğü yaşam
yolunun sınırlarını çizmekle, dahası bu yolun insana yaraşır bir şekilde nasıl
yürüneceğiyle ilgilenmez; etiği “ahlak dilinin mantıksal incelenmesi” olarak
konu edinir. Çözümleyici etik anlayışının başlıca amacı, ahlak dizgelerinin
dile getirdiği akılyürütmelerin ardında yatan dil ile düşüncenin işlevlerini
kavramamıza katkıda bulunmaktır.
Daimon
İlkçağ Yunan felsefesinde insanın yazgısını etkileme
gücüne sahip olduğu düşünülen tinsel bir varlık; bir tür tanrısal güç ya da
insanüstü, doğaüstü nitelikleri bulunan, Tanrı’ yla insan arasında bir yerde
duran kavranılamaz ilahi güç.
Platon’un Şölen diyalogunda daimon (ion), insanlar ile tanrılar arasında köprü
kuran; insanlara tanrıların buyruklarını, tanrılara insanların dileklerini
ileten; böylelikle tanrılarla insanlar arasındaki boşluğu dolduran
yarı-tanrısal varlıklar olarak resmedilir (202d-203a). Yine, Platon’ un kimi
diyaloglarında Sokrates, içinde duyduğu güçlü ve yol gösterici bir sesten; onu
ne yapmaması gerektiği konusunda uyaran, ancak ne yapması gerektiğini de
kesinlikle söylemeyen tinsel bir varlıktan söz eder. Sokrates’e göre, erdemin
yolunu aydınlatan bu varlık, bu ses daimon(ion)dur (Sokrates’in Savunması,
233c; Kriton, 44a; Pbaidon 60e; Phaidros, 242b). Herakleitos da bu varlıkların
insanlara eşlik ettiğine, onlara göz kulak olduğuna inanır. Platon, Sokrates
öncesi felsefenin doimon(ion) üzerine görüşlerini Şölen’de uzun uzadıya
tartışmıştır.
Değer
Kişinin görünür, algılanır, duyumsanır davranışlarının
ötesinde yer alan ve genellikle “değer” sözcüğüyle karşılananlar, kavramsal
yapılardır. Genel bir sözcük olan değerin dışdünya bağlamındaki davranışın
güdücüsü olduğu ileri sürülebilir. Değer -bu bağlamda düşünsel nitelikli bir
varolandır ve yansızlığın ancak dilde/söylemde yansıtır. Bilgi bağlamında
kendisine yönelinen değer oldukça soyut bir belirlenim olarak görünür. Biraz
daha somutlaştırmak gerekirse, örneğin “erdem” kavramından söz edilebilir. Bilindiği
gibi, felsefi etik tarihi de başlangıç dönemlerinde daha ağırlıklı olmak üzere,
erdeme ilişkin açıklamalarla doludur. Günlük yaşamın amaçlarıyla, insana
öğretilen birtakım yaklaşımlarla bağlantısı içinde ulaşılmak istenen yapılar
olarak belirir değerler genellikle. Bir bilgi alanı olarak etiğin düşünsel
öğelerinin toplamı, tek tek ya da hep birlikte belirleyici oldukları için
aslında en önemli boyutu oluştururlar. Değerler, niyetler ve/ veya amaçlar
olarak somutlaştırılırlar. Kimi zaman bu somutlaştırmanın hiç gerçekleşmemesi
de olanaklıdır.
Felsefe Açısından Etik: Tanımlar-sınırlar. Betül
Çotuksöken-Türkiye Mühendislik Haberleri Sayı: 423
Değer Bilgisi
Eski Yunanca’da “değer” anlamına gelen aksia ile “öğreti”
anlamına da gelen logostan türetilmiş terim:“aksiyoloji”. Değerler üzerine
çalışan, değerin doğasını ve ne türden şeylerin kendi içinde “değer” taşıdığını
inceleyen felsefe dalına verilen ad; değerleri, özellikle de
“değerler alanı”nı önemseyen, bir alanı değerleri bir sıradüzen içinde ele alan
etik, din ve estetiği de göz önünde tutarak soruşturan, “değer(li) olma”nın
ölçütlerini belirlemeye yoğunlaşan öğreti: “değer kuramı”.
Değer öğretisi tek tek ahlaki ya da estetik değerlerden daha
çok genel anlamda “değer”le ilgilenir. Değer kuramcıları bir yandan değerlerin
çokluğunu ve çeşit çeşit oluşunu vurgularken, bir yandan da değerlerle ilgili
gerçekliğin farklı biçimlerini uyarlama yoluna giderler. Değerin doğası ya da
özünün ne olduğuna ilişkin kuramsal bir açıklama sunmayı kendine görev edinen
“değer öğretisi” değeri türlerine ayırır: kimi değerlerin tek başına, yalnızca
kendisi için istenilir olduğunu, kimilerininse değerini kendi içinde taşıyan bu
değerlere ulaşmaya katkıda bulunan araçlar oldukları için istenilir olduğunu
savlar. Başka bir deyişle, amacını kendi içinde taşıyan değerler ile bu
değerlere arabuluculuk eden araçsal değerler söz konusudur. Bu iki ayrı değerin
ya da değerlerin adının konması, aynı zamanda değerin ölçütünün ne olacağı
sorununu da çözümler. Sözgelimi hazcılık için kendisi adına arzu edilen şey
veya değer “haz” ya da “acıdan kaçınma”dır. Buna göre erişilen azlığı ya da
çokluğu değerin ölçütü olarak görülür.
Tarihsel açıdan bakıldığında, değer felsefesini kendine
uğraş edinen, değer öğretisini bugünlere taşıyan üç ana gelenekten söz
edilebilir. Bu üç öbekten ilki, ✅“XIX. yüzyıl değer kuramcıları” diye de anılan,
Franz Brentano, Mexius Meinong, Max Scheler ve Nicolai Hartmann gibi Avusturya
ya da Almanya kökenli felsefecilerin başını çektiği, sırtını tüm bir
görüngübilim geleneğine dayamış olan Avusturya-Alman Okulu ya da bir diğer
adıyla “değer görüngübilimcileri”dir. ✅İkincisi, tüm değerlere insanın ilgileri
açısından yaklaşmayı öneren, değerin açıklanmasını insan çıkarlarına
indirgeyen, savunuculuğunu John Dewey ile C. I. Lewis’in yaptığı Amerikan
Okuludur. ✅Üçüncü ve son öbekse Avusturya-Alman okulunun görüngübiliminden de
etkilenen, öncülüğünü G. E. Moore, Hasdings Rashdall ve W. D. Ross gibi ayrı
görüşlerden felsefecilerin üstlendiği, çözümleyici (analitik) gelenekten
beslenen İngiliz Okuludur.
Dewey ile Lewis’in Amerikan Okulu “öznelci” bir anlayışı
savunur; değerlerin göreli olduğunu, insanın arzuladığı şeyler bağlamında
“öznel çıkarlar” tarafından yaratıldığını öne sürer. Bu yüzden Dewey’e göre
değerleri “kendisi için istenen değerler” ile “araçsal değerler” diye ayırmanın
hiçbir anlamı yoktur. Buna karşılık Avusturya-Alman okulu ile İngiliz okulu
temelde “nesnelci” ya da “gerçekçi” bir anlayıştan yanadırlar; değerlerin
göreli olmayıp genelgeçer olduğu onlar için su götürmez bir gerçektir. Çözümleyici
geleneğin ürünü olan İngiliz Okulunun değer öğretisiyle ilgili savlarının hemen
hepsi Moore’un Principia Ethica’sında (1903) ortaya atılmıştır.
Çağdaş ahlak felsefesinde tüm bu okulların dışında anılan
“bağımsız değer kuramcıları” da vardır. Bunlar arasında Platoncu Iris Murdoch
ve Yeni Kantçı John Rawls ile Robert Nozick öne çıkan adlardır. Her ne kadar
“değer kuramı”, üstetik bir kuşkuculuktan kaynaklanan değerlerin dünyadaki
yerinin sorgulanır hele gelmesi olgusuyla birlikte, Anglo Amerikan çözümleyici
felsefesinde artık gözden düşmüşse de Kıta felsefesinde yeni yeni kıpırdanmalar
görülmektedir. Özellikle de ister ahlaki ister estetik olsun, her türden
değerin doğasını kuramsal olarak açıklamanın peşine düşen tüm bir değer
öğretisi geleneğini arkasına alan “değer gerçekçiliği”ne yönelik ilgi yeniden
canlanmıştır. Değer gerçekçiliği, değerleri doğruluğa giden yolda pratik
tutumların ya da kuramsal yargıların tek uygun nesnesi olarak görür.
Deneyci Etik
Ahlak felsefesinde, tüm diğer bilgiler gibi ahlâk
üzerine bilgimizin de deneyimden kaynaklandığını, ahlâk kurallarının ya da
ilkelerinin belirlenmesi için elimizdeki biricik ölçütün yaşadığımız
deneyimler, görüp geçirdiklerimizden süzülen “gerçeklikler” olduğunu savunan
öğreti. Ahlâk felsefesinde usçu etik anlayışının karşısında saf tutan deneyci
etik, ahlak kuralları denilen bütünün özünü oluşturan ahlâkla ilgili değerlerin
doğuştan değil de sonradan deneyim yoluyla kazanıldığının altını çizer.
Doğalcı Etik
Her şeyi doğaya, doğal olana indirgemeye çalışan
doğalcılığın ahlâk felsefesinde izlediği yola; ahlâka özgü özellikleri doğaya
özgü özelliklerle temellendirme girişimi , ahlâki doğayla ya da insana özgü
doğal niteliklerle açıklama tutumuna verilen ad. Ahlâksal düşünceyi “doğal
dünya”ya yerleştirmeye çalışan doğalcı etik, ahlâkın kavram ve terimlerinin
doğa bilimlerinin kavram ve terimlerince belirlenmiş olduğunu öne sürer. İnsanı
yalnızca “doğal bir varlık” olarak kabul eden doğalcı etik, bir eylemin ahlâki
açıdan iyi ve doğru olmasının ön koşulunun o eylemin doğal yaşama yarar
sağlaması olduğunu vurgular. Ahlâki doğal yaşamın, içgüdülerin insanoğlu
üzerindeki etkisinden hareket ederek kavramayı deneyen doğalcı etik, bir
eylemin doğruluğuna ya da yanlışlığına karar vermek için elimizdeki en geçerli
ölçütün, o eylemin doğada hüküm süren yasaları ayakta tutan “uyum”a katkıda
bulunup bulunmaması olduğunun altını çizer. Sağduyulu bir yargıda bulunmak için
en önemli ölçüt, doğanın ruhuna aykırı davranmamaktır.
Ahlaksal değerlerin dünya ile insanın doğasına ilişkin
olgulardan türetilebilecekleri düşüncesi üstüne kurulu bir felsefe kuramı ya da
iyilik, doğruluk, erdem türünden belli başlı ahlaksal değerlerin kendi
kullanımlarını temellendiren kimi doğal nitelikler doğrultusunda
tanımlanabileceklerini savunan bir ahlâk felsefesi öğretisi olarak doğalcı etik
anlayışı, en azından birtakım önemli değerlerin insan organizmasının doğasından
ya da insanın yeryüzündeki doğal durumundan kaynaklandığı düşüncesi üstüne bina
edilmiş bir etik görüşüdür. Buna göre, eldeki bir etik kuramı, ahlaksal
yargıların anlamlarının ahlâksal olmayan olgu önermeleriyle aynı olduğunu ileri
sürüyorsa açıkça doğalcı bir etik kuramıdır. Örneğin yeme içme, güvenlik,
ruhsal yakınlık, kendini gerçekleştirme, bilgiye ulaşma gibi en temel insan
gereksinimlerinin ahlâk değerleri üzerinde belirleyici bir rol oynadıklarını
ileri süren bir yaklaşım özünde doğalcı bir yaklaşımdır. Öte yanda XX. yüzyılın
önde gelen çözümleyici ahlâk felsefecilerinden G. E. Moore, Principia Etica
başlıklı yapıtında doğalcı etik görüşünü ayrıntılı bir biçimde eleştirdikten
sonra, ahlaksal değerlerin doğal olmayan bir iyilik görüşü temelinde
tanımlanmaları gerektiği gerçeğine parmak basmaktadır. Hem ahlâk felsefesinde
hem de siyaset felsefesinde, ahlâk yargılarının doğru biçimde verilmeleri
koşuluyla betimleyici ve nesnel oldukları düşünülmektedir. Böylelikle de ahlâk
felsefesinin temel terimlerinin yerine betimleyici terimlerin geçebileceği öne
sürülmektedir. Örneğin bu bağlamda yararcılık anlayışı, “iyi” teriminin yerine
“duygu taşıyan tüm varlıklar için acıya karşı hazzın olabildiğince
çoğaltılmasını” geçirmektedir. Yine buna göre, varoluşçuluk bireyciliğin öne
çıktığı bir insancılık türü olarak düşünülebilecekken, bencillik anlayışını
reddedişiyle öteki insancılık türlerinden ayrılmaktadır.
Doğru Eylem
Etik'in temel problemlerinden olan "doğru eylem"
konusunda çok çeşitli yorum ve formüller vardır.
Bu yorum ve formüller;
(a) Ahlâksal buyruk ve taleplerin niteliği sorunu
(b) Ahlâksal bakımdan doğru eylemin neliği (mahiyeti) sorunu
(c) Ahlâksal değer yargılarının neliği sorunuyla ilgilidir. Ama ağırlık hangi
sorunda olursa olsun, bu üç sorun birbirleriyle sıkı sıkıya bağlıdır.
(a) Ahlâksal buyruk ve taleplerin varoluşunu sağlayan şeyin, bu
buyruk ve taleplerin tüm normal insanlarca herhangi bir biçimde yaşanmış
olmaları olduğu konusunda bir uzlaşım vardır. Ama bu yaşanmışlığın nasıl bir
şey olduğu sorundur.
(I) Bazı etikçiler, ahlâksal buyruk ve taleplerin yaşanmasında
(içsenmesinde) ahlaksal değerlerin sezgisel bilgisinin rol
oynadığını, bu değerlerin yaşadığımız dünyanın birer parçası olduklarını,
insanlar bu değerlerin bilgisine sahip olsalar da olmasalar da, bu değerlerin
belirleyiciliklerine devam ettiklerini söylerler.
(II) Bazıları ise dünyanın böyle değerlerle bezenmiş olduğuna asla
inanılamayacağını söyleyip, ahlâksal buyruk ve taleplerin insanın kendisinden
çıkan şeyler olduklarını belirtirler ve ahlâkiliğin kökenini insan aklında
görürler.
(III) Bazıları içinse, insanlar kendi doğal durum ve
gereksinimlerine uygun olarak belli bir şeye (mutluluğa) ulaşmaya çabalarlar.
(IV) Yine başka kuramlar, ahlâksal buyruk ve taleplerin herhangi
bir biçimde temellendirilmesi işinden kaçınırlar ve ancak, bu tür buyruk ve
taleplerin yaşama nasıl geçmiş olduklarını açıklamakla yetinirler. Onlar için
bu buyruk ve talepler, bireyin psikolojik yapısından, biyolojik veya toplumsal
gelişmeden çıkan şeylerdir.
(b) Bu yorumlara koşutluk içinde, bir eylemi ahlâksal bakımdan
doğru bir eylem yapan şeyin ne olduğu konusunda da çeşitli görüşler ortaya
çıkar.
(I) Bazılarına göre, bir eylemin ahlâksal bakımdan doğruluğu, her
zaman, bu eylemle ilgili özel niteliklere bağlıdır. Eylem, bu özel nitelikler
çerçevesinde bir ahlâksal değeri gerçekleştirmeye yönelir.
(II) Bazılarına göre, ahlâklılığın tek bir karakteristiği vardır ve
tüm eylem türleri için aynıdır. Bu karakteristik, bir yandan eylemin bir
ahlâksal ilkeye bağlılığında görülür, öbür yandan eylemin belli bir durumun
sürdürülmesi girişimi olmasında kendini belli eder.
(III) Bazıları ise, bir eylemin ahlâksal bakımdan doğru olmasının,
eylemin, başkalarının gözünde kişiyi psikolojik yoldan tatmin etmesine (örneğin
bireyin kendisine değer verildiğini hissetmesi) bağlı olduğunu söylerler.
(c) Bunlara karşı, temel problem, ahlâksal değer yargılarının
neliğini araştırmak olarak ele alınabilir. Bazı kuramlar
(I) Böyle yargılar içinde, ahlâksal değer niteliklerinin bilgisinin
dile getirildiğini savunurlar. Bu nitelikler kendi başına şeyler olarak
görülür.
(II) Bazıları ise ahlâksal değer yargılarına sadece bir amaç
göstererek yapılan eylemlerin yararlılığını dile getiren ifadeler olarak
bakarlar.
(III) Daha başkaları ise, değer yargılarının bireyin psişik
yapısından kaynaklanan şeyler olduklarını söylerler.
Ahlâksal değerler bağlamında vicdan problemi
de etik problematiğin çok tartışılan bir konusunu oluşturur.
Yukarıdaki temel yorumlara uygun olarak, vicdan, ya a priori değer bilinci
(I) ya bize ödevler koyan aklımızın son başvuracağı yer
(II) ya eğitimin
(III) veya toplumsal gelişmenin bir ürünü olarak görülür.
(IV) Teolojik etikte ise, vicdan, "tanrının içimizdeki sesi'
dir.
Günümüzde Felsefe Disiplinleri- Etik- Herald Delius- Türkçesi: Doğan
Özlem -Ara Yayıncılık-1990
En Yüksek İyi
1.Bir görüşe göre "en
yüksek iyi"nin ne olduğu sorusuna, felsefi etiğin bir konusu olarak
asla anlamlı bir yanıt verilemez.
2.Bunun tam karşıtı bir görüşe göre ise felsefi etiğin kaçınılmaz görevi, tam
da bu soruyu yanıtlayabilmektir. Bu görüşe göre, insan yaşamının anlam değeri,
herhangi bir en yüksek amaca ulaşma çabasında belirir. Ahlâksal açıdan
bakıldığında, bu en yüksek amaç, "en yüksek iyi"dir. gerçekten de,
etik tarihinde (özellikle de etik ve ahlâk arasında kesin bir ayrımın
yapılmadığı başlangıç dönemlerinde) herkesi bağlayan bir 'en yüksek iyi"
konumlamayı denemek, çok sık rastlanan bir durumdur. Örneğin bu "en yüksek
iyi" nin kendini tanrıya adama, doğa ile uyum içinde yaşama, kendi kendine
yeterli olma, acıdan kaçma ve olabildiğince çok haz duyma, v.b. gibi çok
değişik biçimlerde konumlandığını görüyoruz. Tüm bu "en yüksek iyi"
ler birbirleriyle bağdaşmaz gibidir. Ama hepsinde ortak olan şey, bir "en
yüksek iyi' ye inanılmasıdır. Bu inancın temelinde de, insanın en yüksek ve en
değerli şeye doğru çaba göstermesi gerektiği dürtüsü ve motifi vardır. Bu
bakımdan, tüm bu denemeler insanın en yüksek ve en değerli şey olarak neye
çabalaması gerektiği sorusuna farklı yerlerden kalkılarak rasyonel bir çıkarım
zinciri içinde yapıt verme girişimleri olarak görünmektedir
Sonuç olarak herkesin pratikte ulaşmaya çabaladığı şey anlamında bir "en
yüksek iyi" olduğu varsayımı, etik araştırmalarının kaçınılmaz koşuludur.
Çünkü insanların ilgisi, gerçekten de, farkında olunsun veya olunmasın, hep
böyle bir "iyi"nin gerçekleştirilmesine yöneliktir. Örneğin bireysel
açıdan bakıldığında,sağlık, güvenlik, esenlik v.b. gibi şeyler "iyi"
dir. Yine bireysel açıdan bakıldığında, tüm bunlar "mutluluk" un en
yüksek iyi olduğu kabulüne de bağlıdır. Gerçekten de, eylemlerimize şöyle bir
baktığımızda, bunların tüm ahlâksal buyruk ve talepler içinde önemli bir yer
tuttuklarını görürüz.
Günümüzde Felsefe Disiplinleri- Etik- Herald Delius- Türkçesi: Doğan Özlem -Ara
Yayıncılık-1990
Erdem Etiği
Ahlâk felsefesinin yanıt aradığı “Nasıl yaşamalıyız?”
sorusuna “erdem” kavramını temel alarak yaklaşan; ahlâki kurallar ile
yasalardan yola çıkan “Ödev” ya da “yükümlülük”e dayalı ahlâk öğretileriyle
karşıtlık içindeki etik kuramı.
Bu anlayışın savunucuları, “erdem”i başköşeye yerleştirerek,
ahlâkla ilgili diğer tüm kavramların erdeme indirgenebileceğini ya da bu
kavramların ancak erdem aracılığıyla temellendirilebileceğini öne sürer. İnsana
yaraşır, iyi bir yaşam için erdemin payını vurgulayan bu öğreti, insanın ahlâki
açıdan yetkinleşmesi ya da iyi bir karaktere sahip olabilmesi için gerekli
olanın bir “ödev bilinci”nden çok “ahlâksal iyi”nin ya da “erdem”in tam olarak
neye karşılık geldiğinin bilinmesi olduğunun altını koyuca çizer.
Kökeni ilkçağ Yunan felsefesine, özellikle de Aristoteles’in
erdemleri kılı kırk yararcasına ele aldığı Nikeamakhos’a Etik adlı yapıtına dek
uzanan erdem etiği, G. E. M. Anscombe’un modern ahlâk felsefesinin temellerini
eleştirdiği ve Eski’nin erdemlerine geri dönme çağrısında bulunduğu ünlü
yazısıyla yeniden canlanmıştır. Anscombe “Modern Ahlâk Felsefesi” adını taşıyan
1958 tarihli bu makalesinde, umutların tükendiği, kutsal bir yasakoyucunun
varlığına duyulan inançsızlığın doruğa çıktığı bir çağda “ödev” ya da
“yükümlülük” türünden yasayı çağrıştıran kavramlarla ahlâkı temellendirmeye
kalkışmanın bir hata olduğundan söz açmaktadır. Anscombe felsefecilere tüm
bunları bir yana bırakıp ahlak felsefesini, Antik Yunan kalıtını da devralarak,
erdem etiği ile yeniden kurmalarını salık verir.
Erdem etiğini diğer ahlak öğretilerinden ayıran bir başka
özelliği de “eyleyen temelli” oluşudur. Başka bir deyişle, bir eylemin ahlâki
açıdan uygun olup olmadığını varılan sonuçlara bakarak değerlendiren yararcılık
ile sonuççuluğun tersine, erdem etiğinin temel ölçütü eylem de bulunan kişinin
“ahlâksal iyi”yi içselleştirip içselleştiremediği ya da ahlâki bakımdan “iyi
karakter”e ulaşıp ulaşamadığıdır. Kişi belirli koşullarda erdemli eylemlerde
bulunabilir; ancak bu onun tümüyle erdemli biri olduğunu göstermez.
Aristoteles’in ahlak felsefesinin özü olan erdem öğretisine
bağlılığını hiç yitirmeyen erdem etiği, Kant’ın ödev ahlâkına karşı savaş
açmış; eylemin kendisine uymak zorunda olduğu ilkeleri saptayan “koşulsuz
buyruk”a (kategorik imperatif) koşulsuz bir itaat talep eden ödevci ahlâk
anlayışının, zorlamacı ya da yüzeysel bir “yükümlülük bilgisi”nden öteye
geçemeyeceğini savunmuştur.
Etik
En genel anlamıyla “İyi”nin, iyi olanın, iyi
davranışların doğasını, özünü ve kaynaklarını araştıran; “İnsan için iyi bir
yaşam ne tür bir yaşamdır?”, “Nasıl bir yaşam yaşamaya değerdir?”, “Doğru bir
yaşam sürmek için hangi seçimlerin yapılması gereklidir?” türünden birbirini
bütünleyen sorular eşliğinde “Nasıl yaşamalı?” sorusuna yanıt arayan geleneksel
felsefe dalı. İnsanın dünyadaki varoluş amacına odaklanarak insan doğası için
iyi olanla kötü olanın neler olduğunu belirginleştiren; insanın gerek kişisel
gerekse toplumsal yaşamında karşılaştığı sorunları bütün yönleriyle enine
boyuna ele alıp çözüm önerileri getiren; temelleri ile yasaları başta olmak
üzere, değere konu bütün bir yaşam alanını her yönüyle inceleyen; her durumda
varoluşla ilgili doğru ilke ve bilgilere ulaşarak yeni etik anlayışları önermek
amacıyla yürütülen ussal ve eleştirel sorgulama biçimi. İnsanın ahlâksal
sorumlulukları ile toplumsal yükümlülüklerinin neler olduğunu ortaya koyan,
sunduğu gerekçelerle bunları tek tek tanıtlayan; hem eylemlerin hem de
eyleyenlerin etik ya da ahlâksal değergelerini belirleyen; eyleyenlerin
eylemlerini ve birbirleriyle girdikleri etkileşimleri yol açtığı sonuçlarıyla
birlikte değerlendiren; insanın tanrısal yönelimleri ile doğaötesi bağlanımları
karşısındaki konumunu tanımlayan; iyi ve güzel bir yaşam yolunda mutluluğa
ulaşmak için nelerin yapılması gerektiği sorusu bağlamında insan eylemlerinin
değerlendirilmesine yönelik köklü yaklaşımlar sunan değişik değer öğretileri
bütünü.
Etiğin Özerkliği
Etiğin gerek kuramsal gerekse uygulamalı olarak kendine
özgü, özerk bir bilim olduğu savunusu; etiğin “kendi ayakları üzerinde
durabilen” başlı başına bir bilim olduğu, yetkesini kutsal bir emirden, salt
aklın buyruklarından ya da doğada hüküm süren yasalılık türünden etik-dışı bir
kaynaktan almadığı görüşü.
Etiğin özerk olduğu, etiğin ahlak üzerine akıl yürütüp bilgi
üreten biricik bilim olduğu şeklindeki görüşün altında, etik kuramının hem
felsefenin diğer dallarından hem de doğa ve insan bilimlerinden bağımsız olduğu
düşüncesi yatar. Kuşkusuz, bu etik kuramının diğer alanları yok saydığı ya da
görmezden geldiği anlamına gelmez. Daha çok, etik kuramının ardına düştüğü
temel ahlâk ilkelerinin içeriği ve geçerliliği üzerine ortaya attığı soruların
yanıtlarının, metafızik, bilgikuramı ya da zihin felsefesi gibi felsefe
dallarının kendilerine özgü sorularının yanıtlarına bağlı olmadığı anlamına
gelir. Etik kuramının ele aldığı sorunların, doğa bilimlerinin konu edindiği
sorunlardan apayrı olduğu anlamına gelir. Etiğin özerk olduğunu savunanlara
göre, düzgükoyucu (normatif) sorunlarla ilgilendiğinden ötürü etik kuramının
kendine özgü ayrı bir konusu ve inceleme yöntemi vardır. Etiğin üzerine düşen
görev, ahlâkı tartışma götürmez bir gerçekliğe dayandırarak temellendirmektir;
bu görevi yerine getirmeye çalışırken de kendini özerk bir bilim olarak ortaya
koymalıdır.
Ethos
İlkçağ Yunan felsefesinde “karakter” (kişilik) ve “adet”
(alışkanlık) anlamlarında kullanılan terim yolunun alışkanlıklara dayalı olarak
yürünmesi.
Herakleitos fragmanlarının birinde “Bir insanın ethosu onun
daimon’udur diye söze başlar. Stoacılar için davranışların kaynağı olan ethos,
Platon’da ise alışkanlıkların bir sonucudur (Yasalar, 792e). Aristoteles’e göre
ethos insanın düşünsel yanından çok ahlâksal yanını temsil eder (Nikomakhos’a
Etik, t 139a). Aristoteles ayrıca Retorik’te insan yaşamının değişik
evrelerinde ortaya çıkan ethos türlerini; insan karakterlerini betimlemiştir
(II, 12- 14, l389a-l390b).
Günümüz toplum bilimlerinde ise ethos, bir kültürün,
topluluğun ya da toplumun kendine özgü niteliği; ruhu ya da tini anlamında
kullanılmaktadır.
Etik Sözcüğü
Felsefe dilinde bugün kullanılan pek çok terim gibi, “etik”
terimi de kökence Eski Yunanca’dan, Eski Yunanca’daki anlamıyla kişinin
ahlaksal huy ya da karakterine karşılık gelen ethos sözcüğünden türetilmiştir.
Bu anlamda bir kişinin ethos’undan, yani “ahlâksal karakter”in den söz
edildiğinde, bundan anlaşılması gereken ahlaksal bakımdan o kişiyi o kişi
yapanın neliğidir. Dolayısıyla kişinin ethosunu değerlendirmek, her durumda, o
kişiye ilişkin bir ahlak yargısı vermekle özdeştir. Sözgelimi, cesaret türünden
bir erdemi Sokrates’e vermek, bu anlamda, Sokrates’e ilişkin olumlu bir
ahlaksal değerlendirmede bulunuyor olmak demektir. Bunun yanında ethos belli
bir grubun, kabilenin, toplumun ya da halkın yaşama biçimine ya da ahlaksal
dünya görüşüne karşılık olarak da kullanılabilmektedir.
Etik Ahlâk İlişkisi
Eski Yunanca’daki ethikos sözcüğü ile ilk kez Cicero
tarafından onun karşılığı olarak kullanılan Latince moralis sözcüğü, “ahlâk ile
etik” (morals/ethics)” “ahlâksal ile etiksel” (moral/ ethical),
“ahlâk\felsefesi ile etik” (moral phlosophy/ ethics) sözcüklerinden de
görüleceği üzere, hem Batı dillerinde hem de Türkçe’de çoğunluk birbirlerinin
yerine geçebilir terimler olarak algılanmaktadır.
Nitekim bu bağlamda günümüzde çoğu felsefeci, etik ile
ahlâkı özdeş biçimde algılamanın son derece yanlış olduğunu düşündüklerinden,
bu iki terim arasındaki tarihsel ve kavramsal ayrılıkları gerekçe göstererek,
aradaki dilsel ayrımı felsefi bir ayrım olarak da korumaya özel bir dikkat
göstermektedirler. Bu iki sözcük arasında kesin bir kuramsal ayrım olduğunu
göstermeye yönelik tartışmalara bakıldığında, hangi terimin nerede
kullanıldığını belirlemek üzere geliştirilen uslamlamaların genellikle üç ayrı öbek
soru üstünde durdukları söylenebilir.
1.Genel ahlâk soruları. “Sokrates iyi bir insan mıdır?”, ‘
Yapmalı mıyım?”, “Çokeşlilik yanlış mıdır?” gibi sorulardır. Bu bağlamda etik
ile ahlâk neredeyse aynı anlamda kullanılmaktadır. 2. Kişilerin
ahlâksal kanılarına ilişkin olgu soruları. Sözgelimi”Muhammed çokeşliliğin
doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda ne düşünüyordu?’ gibi.
3.Kavramsal sorular. “Doğru”, “yanlış”, “iyi”, “ödev” gibi ahlâk
terimlerinin anlamlarına ya da bu terimlerin göndermede bulunduğu kavramlar ya
da şeylerin doğasına ilişkin sorular. Sözgelimi “Muhammed çokeşlilik yanlış
değildir dediğinde aslında ne söylemektedir?” gibi.
Bu üç ayrı soru türünün de birbirinden oldukça farklı
soruşturma biçimlerini gerekli kılıyor olmalarına karşın, “etik” teriminin
bütün bu soruların hepsini birden yanıtlama girişimlerini kapsayacak denli
geniş bir anlamda kullanılıyor olması yaşanan bulanıklığın temel nedenidir.
Etik ile ahlâk arasındaki ayrıma çok daha fazla önem veren
modern düşünürlerin, zorunlu ayrımları yapmak için genel kabul görmüş bir
sözdağarı henüz tam anlamıyla belirlenmemiş olsa da, yukarıda sıralanan genel
soru türleriyle örtüşecek biçimde yaptığı bölümleme ise şu biçimdedir: (1)
ahlâk; (2) betimleyici etik; (3) etik. Nitekim bu düşünürlere göre dar
anlamıyla etik ile ahlâk arasında bilim felsefesi ile bilim arasındakine çok
benzeyen bir ilişki söz konusu olduğundan, ‘etik” sözcüğünün anlamı “ahlâk”a göre
çok daha geniştir ve ahlâkın kapsama alanının dışında kalan pek çok şeyi daha
içermektedir.
Etik ile ahlâk arasında yapılması gereken ayrımı şu biçimde
daha da keskinleştirmek olanaklıdır. Her insan, en kültürsüzü, en uygar
olmayanı dahi, kendisine özgü bir ahlâk anlayışı, bu olmadı, en azından
davranışlarını belirleyen bir dizi ahlâksal öncül benimseyerek ona göre yaşar.
Doğa ya da toplum yaşamı, bu anlamda herkesi, şu ya da bu bilimin sonuçlarını
beklemeksizin, bir ahlâk tasarımları koduyla, pratik yaşamın ayrıntılarına
uygulanabilen birtakım ilkeler uyarınca davranabilme yetisiyle donatmıştır. Buna
karşı etik, ahlâkın felsefi açıdan incelenmesine yönelik eleştirel bir
soruşturma düzlemine karşılık gelmektedir. Kimi etik dizgeleri ahlâk alanına
yönelik ilkeler koymaya, karşılaşılan tek tek ahlâk sorunlarına açıklama
getirmeye çalıştıklarından, çoğunluk etik olan ile ahlâksal olanın ayırt
edilemeyeceği denli kapsamlı yapılar ortaya koysalar da çoğu etik dizgesi salt
etiğin kendisini ilgilendiren sorun ve tasarımları çözümleme uğraşı içindedir.
Sözgelimi, tarih boyunca pek çok tartışmaya konu olmuş bu
türden tasarımlardan biri “ben”dir. Kişinin eylemlerini düzenlemesi,
dolayısıyla da kendi kendisini yönetmesi doğrudan ben’den ne anlaşıldığıyla
bağlantılı olduğu için, ben’in doğası ile öteki ben’lerle ilişkisi, “özgür
istenç”, “istenç güçsüzlüğü” (akrasia), “belirlenim” “belirlenemezcilik”,
“kendini kandırma etiği” gibi çoğu etik tasarımı üstünde belirleyici
olmaktadır.
Eudaimonia
İlkçağ Yunan felsefesinde “mutluluk”; her şeyin
yolunda gittiği “iyi olma hali” anlamında kullanılan bu terim, Eski Yunanca’da
insanın yazgısını belirleyen, yaşamını kuşatan güç anlamına gelen daimon’dan
türetilmiştir ve “iyi bir daimon’a sahip olma”ya karşılık gelmektedir. Sözcük
başlarda taşıdığı kişinin iyi bir alınyazısına sahip olması şeklindeki dinsel
anlamından gittikçe uzaklaşarak, zamanla hem insanın dış koşullara göre kendini
mutlu kılması hem de bu anlamda insanın içinde taşıdığı, ruhunda yaşayan bir
güç (“mutluluk”) şeklinde anlaşılmıştır. Sokrates öncesi felsefede, sözgelimi
Demokritos’ta, endaimonia bütünüyle insan ruhuna özgü bir şey olup dış
koşullardan, yaşamın getirip götürdüklerinden bağımsızdır. Stoacılara göreyse
mutluluğa ancak doğayla uyum içinde yaşanırsa ulaşılabilir; bu yüzden
eudaimonianın tek başına bir erek (telos) değil, uyumlu yaşamanın doğal bir
sonucudur. Platon için yalnızca adil olan, doğru yaşayan insan mutlu olabilir
(Devlet, 353b-354a); böylece “iyi”yi en “iyi” yaşayan en büyük mutluluğa
erişmiş olacaktır (Yasalar 664c). Aristoteles’e göre de eudaimonia insanın
yaşamındaki en iyi, en soylu, en çok istenilen şey olacak zirvededir;
“mutluluk”, insanın en son ve en yüksek ereğidir (Nikomakhos’a Etik, 1095a,
1097a-b). Böylece, özellikle Sokrates sonrası felsefede, eudaimonia vazgeçilmez
bir kavram olarak yerini almıştır.
Evrimci Etik
Ahlâk felsefesinin ilkelerini evrimci öğretinin ortaya
attığı kavramlarla (“doğal ayıklanma”, “güçlü olanın ayakta kalması” vb.)
temellendirmeye çalışan, ahlaki ölçütleri belirlemek için evrim kuramına
yaslanan ahlâk anlayışı. Evrimci etik, insanın nasıl davranması gerektiğine
ilişkin abuk ilkelerini, insanın fiziksel doğasına ve doğada varolan düzeneğin
yasalarına dayandırarak açıklamaya girişir. XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl
başlarında fılizlenen evrimci etik, hem ahlâk felsefesindeki “olan/olması gereken”
ayrımını yok saymakla hem de indirgemecilikle suçlanarak eleştirilmiştir.
Eyleyenin Doğası
Etiğin yanıt aradığı “ben”in (ya da kendi
sözdağarındaki karşılığıyla “eyleyen”in doğası konusunda en çok sözü edilen
koşulları şu biçimde sıralamak olanaklıdır:
1.Eyleyenin davranışı kendiliğinden, doğaçlama, alışkanlığa dayalı ya da
koşullu tepki verme gibi bedensel süreçlerle; dolaysız arzu, itki, içgüdü,
tepke türünden yarı biyolojik yarı kimyasal işlevlerle; bilinçdışı ya da
bilinçaltı öğelerle açıklanamaz.
2.Eğer açıklanabilseydi “Ne yapmalıyım?” türünden etiğin temelinde yatan son
derece önemli bir ahlak felsefesi sorusunun hiçbir anlamı kalmazdı; çünkü bu
soru kendi içinde eylemin her durumda üzerine belli düşünümlerde bulunulduktan
sonra gerçekleştiriliyor olduğunu varsaymaktadır.
3.Eyleyenin davranışı, eyleyenin kendi usundan bağımsız ya da ona dışsal
konumdaki salt doğal ya da toplumsal belirleyenlere bakarak açıklanamaz.
Ahlaksal eyleyen öncelikle “ussal” bir eyleyendir yalnızca “pratik düşünme
yetisi” taşıyor değildir: Bu yetiden bağımsız olarak eylemde bulunabileceği
gibi, bu yetinin verdiği esinle de eylemde bulunabilir.
4.Eyleyenler yalnızca pratik akılyürütmelere bağımlı olmadıklarından belirli
nedenlere dayandırılmamış eylemlerde bulundukları da olur. “İyilik”,
“haktanırlık”, “soyluluk” gibi belli bir ölçüt uyarınca eylemlerin amaçları,
etkileri ve sonuçları üstüne düşünmeye; istenen etki ve sonuçları elde etmek
için kullanılacak gereçleri belirlemeye; belli bir konuda karar almaya ya da
seçimde bulunmaya dönük bütün pratik akılyürütmeler, ancak belli türden
eylemleri açıklayabilmemiz için bu eylemlerin gerisinde yatan birtakım itici
güçleri sunabilirler.
5.Eyleyenler çoğunlukla belli nedenlere dayalı olarak eyleme geçtiklerinden,
nedenler eylemin itici gücü oldukları kadar temellendirme işlevi de
görmektedirler. Dolayısıyla eyleyenlerin neden öyle eylediklerine dair
sundukları nedenler, eylemlerin temellendirilmesine karşılık gelmektedir.
Buna göre, eyleyenler eylemlerini temellendirmek için nedenler gösteriyorlarsa,
buradaki temellendirme “pratik temellendirme”; eğer bu temellendirme nedenleri
etik nedenlerse, buradaki pratik temellendirme “etik temellendirme”dir.
Göreci Etik
Ahlâk felsefesinde, insan için neyin iyi ve doğru, neyin
kötü ve yanlış olduğunu belirlemek için genelgeçer, kesinliği tartışılmaz ahlâk
değerleri bulunmadığını; tüm ahlâk değerlerinin kişilere, toplumlara,
kültürlere ve çağlara göre değiştiğini savunan anlayış. İnsanların tümü için
her yerde ve her zaman geçerli olabilecek bir ahlâk ölçütü aramanın boşuna bir
çaba olduğunu öne süren bu öğreti, ahlâk yasalarının ya da ilkelerinin
sürekliliğine ve kalıcılığına kuşkuyla yaklaşır; ahlâk felsefesinde her türden
saltıkçı ya da nesnelci yaklaşımları yadsır.
Ahlâksal bakımdan iyi olanla kötü olanın, doğru olanla yanlış olanın, yapılması
gerekenle yapılmaması gerekenin kişiden kişiye, kültürden kültüre, dönemden
döneme değişiklik gösterdiğini savunan göreci etik, izin verilen ya da
yasaklanan eylemlerin kişinin karakterine, eylemin gerçekleştirildiği bağlama
görece olduklarını ileri sürmektedir. Temelde saltıkçı etik ile evrenselci etik
anlayışlarına karşı geliştirilen göreci etik anlayışında, varolan hiçbir şeyin,
gerçekleştirilen hiç bir eylemin saltık anlamda ne iyi ne de kötü olarak
değerlendirilebilmesine olanak yoktur, ahlâksal olarak doğru olan ile yanlış
olanın belirlenmesi işi bütünüyle verili bir kültür ortamında ya da toplumsal
yaşam dünyasında varolan belli bir kişinin yaşam biçimine bakarak
değerlendirilebilecek bir konudur. Saltık ya da evrensel ahlâk doğruları ya da
ahlâk ölçütleri var mıdır? Soruya verilen olumsuz yanıt aynı zamanda göreci
etik anlayışının ana savını da oluşturmaktadır. Bu noktada göreci etik
uslamlaması çoğunluk ahlâksal inançlar ile pratiklerin alabildiğine çeşitlilik
gösterdiği gözleminden yola koyulmaktadır. Nitekim tarihte pek çok filozof
yeryüzünde bir yerden bir başka yere, bir çağdan bir başka çağa, bir toplumdan
bir başka topluma değişiklik gösteren pek çok ahlâksal dünya görüşü bulunduğuna
yönelik izlenimlerini dile getirmişlerdir. Bu izlenimlerini kimileyin kendi
deneyimlerinden kalkarak dile getirirlerken, kimileyin de yüzyıllar boyunca
yazılmış değişik yolculuk öykülerine, insanbilimsel incelemelere, toplumsal
araştırma yazılarına dayandırmışlardır.
Dünyanın değişik yerlerinde değişik dönemlerde hep değişik
ahlâk değerlerinin egemen olması gerçeği, kimi Filozofları tek bir ahlâksal
değer dizgesi bulunmadığına, dolayısıyla da bütün dönemler ve toplumlar için
geçerli nesnel anlamda tek bir doğruluk olmadığı düşüncesine götürmüştür.
Göreci etik anlayışı içinde iki ayrı yaklaşım çizgisi bulunmaktadır Bunlardan
ilki, değişik insanların değişik ahlaksal inançları olmasından daha doğal bir
şeyin olamayacağını, farklı inançları yansız bir bakış açısından doğru ya da
yanlış tasarımları doğrultusunda değerlendirmenin olanaksızlığı düşüncesi
üstüne kurulu “betimleyici göreci etik” yaklaşımıdır. İkinci yaklaşımsa, her
kültürün kendine özgü inançlarının kendi kültürleri içinde değerlendirilmeleri
gerektiğini, bir kültürün dışındaki bir noktadan onun değerlerine yönelik
yargılar vermenin doğru olmadığını savunan “normatif göreci etik” yaklaşımıdır.
Düz anlamıyla bir göreci etik savunucusu, yapmak zorunda
olduğumuz şeyi yalnızca yapmak zorunda olduğumuzu düşündüğümüz için yaptığımızı
savunur. Buna göre, belli bir kişinin ya da toplumun belli bir ahlaksal kanıya
sahip olması, tek başına söz konusu ahlaksal kanıyı o kişi ya da o toplum için
doğru kılmaya haydi haydi yeterlidir. Göreci etiğin ahlâksal doğruluk için
sunduğu bu yeter koşul, “yapmalı”nın ne anlama geldiğini değil de, ne yapılması
gerektiğini söylediği için, bütünlüklü bir etik kuramını temellendirmek yerine,
daha çok belli bir ahlâk bakışını taşıyan çatıyı andırmaktadır. Açıkça
görülebileceği üzere, göreci etik öğretisi birtakım abuk yargılarının yanlış
olabileceklerini söylemeyi daha baştan olanaksızlaştırmak gibi önemli bir
sorunla yüzyüze kalmaktadır. Nitekim ahlaksal bir sorun karşısında birbirinden
bütünüyle ayrı düşünceler savunan iki insanın da aynı ölçüde haklı
olabilecekleri savunusu, felsefı bakımdan kabul edilemeyecek denli kendi içinde
son derece derin bir açmazı barındırmaktadır. Göreci etik anlayışında, ahlaksal
niteliklerin birçok nedenden ötürü nesnelerin nesnel özellikleri gibi
olduklarını savunmak hiç de usa yatkın görünmediğinden, bunların öznel
özellikler, yani ifadeyi oluşturanın zihin durumuyla bağlantılı nitelikler oldukları
ileri sürülmektedir. Bu anlamda “0 iyi bir adamdır” önermesinin gerçekte “O
bende belirli bir zihinsel durum, sözgelimi övme duygusu uyandırıyor” anlamına
geldiği düşünülmektedir. Göreci etik tam bu noktada, kendisine sıklıkla
yöneltilen kişiler arasındaki ahlâksal anlaşmazlıklar olanağını ortadan
kaldırdığı eleştirisini doğrulayacak türden bir açıklama sunmaktadır. Buna
göre, sözgelimi iki insandan biri diğerinin iyi olduğunu söylerken buna karşı
diğeri kendisine iyi olduğunu söyleyen kişiye kötü olduğunu söylerse, göreci
etik anlayışına göre, ilk bakışta göründüğünün tersine bu iki kişi hiç de
gerçek bir anlaşmazlık durumu içinde değillerdir; çünkü burada bu iki kişiden
biri belirli bir zihin durumu içinde olduğunu ifade ederken, öteki bu durumda olmadığını
ifade etmektedir; bu ifadeler arasındaysa kesinlikle çelişkili bir durum söz
konusu değildir.
Hedone
İlkçağ Yunan felsefesinde “haz” anlamında kullanılan terim.
İnsan yaşamının amacı olarak haz üzerine tartışmalar, Sokrates ile Sofistlerin
başı çektiği ve ahlâkın giderek önem kazandığı bir düşünce ikliminde başladı.
Ama yine de, pek çok diğer felsefe konusunda olduğu gibi, adamakıllı ele
alınışı Platon’un diyaloglarında gerçekleşti. Sözgelimi Gorgias’ta (49
Sokrates, kendisine hazcı bir konumu yer edinmiş Kallikles adındaki bir
Sofıstle bu meseleyi tartışır. Bundan da öte, Philebos tümüyle her duygusu üzerine;
hazzın kökenini ve doğasını açıklamak için kaleme alınmış bir diyalogdur.
Platon her iki diyalogda da hazcı Kirene Okulu’nun kurucusu
Aristippos gibi fılozofların savunduğu, hazzın tüm yapıp etmelerimizin biricik
amacı, tüm seçimlerimizin tek gerekçesi olduğu görüşünü kıyasıya eleştirmiştir.
Philebos diyaloğunda Platon’un asıl varmak istediği nokta hazzı “iyi yaşam”
içinde bir yere koymak; ona bir yer açmaktır. Platon, salt hazcı bir duruşu
yadsıdığı gibi, hazzın varlığını tümüyle reddeden bit tür köktenci
karşı-hazcılığı da eleştirmiştir. Platon’un önerdiği çözüm ikisinin ortasında
bir yerde; haz veren ile düşünsel olanın bir potada eridiği, bizi iyi yaşama
götürecek olan “karma yaşam”dadır (Philebos, 44a, 20a-b; 59c-61c).
Platon’un bu çabası; hazcılık ile Sokratesçi anlıkçılığın
birbiriyle çatışan düşüncelerini uzlaştırma girişimi, Akademia içinde
tartışmalara yol açmıştır. Aristoteles’ten öğrendiğimiz kadarıyla, Platon’un
ölümünden sonra Akademia’nın başına geçen Speusippos her ne türden olursa olsun
“iyi”ye eklemlenme yönünde bir haz anlayışını reddetmiştir. Ona göre haz bir
oluş; bir süreçtir (genesis) ve tüm diğer süreçler gibi amaç değil araçtır.
Aristoteles’in kendi ortayolcu duruşunda da haz ve acı aşırı uçlarda bulundukları
için kendi başlarına “iyi” olamazlar (Nikomakhos’a Etik VII)
İstenç Özgürlüğü
Etik kuramların açıklamaya veya doğrulamaya
çalıştıkları ahlaksal yaşama ait tüm fenomenleri, örneğin ahlâksal ilişki
fenomenlerini, doğruluğu veya yanlışlığı, vicdanı, değer verilme veya değer
verilmeme duygusunu, tüm önyargıları, eğilimleri, tüm pişmanlık ve suçluluk
duygularını, bir an için anlamdan yoksun şeyler olarak görmek olanaklıdır. Tüm
bu fenomenlerin temelinde bir inancın yattığını, bu nedenle de ahlâksal
eylemlerin aslında eylemde bulunan kişinin özgür kararına bağlı olduğunu
söyleyebiliriz. Buna inanılırsa, eylemde bulunan kişinin, isterse başka biçimde
eyleyebileceği sonucuna varılabilir. İşte, istenç özgürlüğü başlığı altında
ifade edilen şey, bu inançtır. Günlük yaşama baktığımızda, hiç de
doğrulanabilir görünmeyen bu görüş, ne var ki, Antikçağdan bu yana, felsefede
yüzyıllar boyu tartışılagelmiştir. Doğal olguları ayrıcalıksız belirleyen ve
aynı nedenlerin hep aynı sonuçlan doğurduğunu söyleyen nedensellik yasasının
etkisiyle, insanın bedensel varlığı da bu yasaya bağlı olacağından, onun verdiği
tüm kararların da aslında bu yasaya bağlı olacağı, yani onun ahlâksal yaşamının
da belirlenmiş olduğu sık sık söylenmiştir. Bu inanca göre, insanın tüm
eylemleri tam olarak belirlenmiştir. İnsanın psikolojik tepkileri gibi,
ahlâksal niyet ve tasarımlar da belirlenmiştir. Ancak bu psikolojik tepkiler ve
ahlâksal niyet ve tasarımlar birbirlerine iyice geçmişlerdir ve çok
"karmaşık" tırlar. Bu "karmaşık" durum, örneğin psikanaliz
yoluyla ele alınabilir. Ahlâksal belirlenimcilik olarak adlandırılabilecek olan
bu görüş, insanın belli durumlar karşısında özgürce kararlar alabileceğini ve
bu kararlarının sorumluluğunu yüklenebileceğini kabul etmez.
Buna karşılık, istenç özgürlüğünden yola çıkan çok sayıda kuram vardır. Bu
kuramlar, belirlenimciliğe karşı pek çok kanıt geliştirmişlerdir. Örneğin bu
kuramlarda insan eylemlerinde motivasyon ile belirlenim (determinasyon) arasına
bir fark konulur. Bir eylemi, sadece yararına ve ahlâksal değerine inandığımız
bir tasarım motive edebilir. Ama bu motîf, doğa yasalarının zorunlu
belirleyiciliğine sahip değildir. Çünkü burada bir "karar verme" söz
konusudur ve bu karar verme olgusu, eylemde bulunan kişinin özgürlüğünün
işaretidir. Ama öbür yandan, bu özgürlük başka türden bir belirlenimi de
hazırlar. İnsan, doğa yasalarının belirleyiciliği dışında, eylemlerini kendi
kararlarıyla tutarlı olacak şekilde düzenlemeye başlar ki, burada, bu özgürce
alınmış kararlar, artık kendi eylemlerini belirleyen motifler haline gelir ve
iman, yaşamını artık kendi kararlarının belirleyiciliği altında kurar (N.
Hartmann).
Kant, özgürlük probleminin çözümü konusundaki ünlü, ama hiç de kolay anlaşılır
olmayan denemesinde, insanı hem özgür tutum takınan, hem de nedensel olarak
belirlenmiş bir varlık olarak görür. Öyle ki, insan, algıları aracılığıyla
kavradığı ve kendisine nedensel yasalar tarafından belirlenmiş olarak görünen
bir evren içinde yaşar. Ama onun kavradığı şey fenomenlerdir, nesnenin kendisi
veya kendinde Şey (Ding an sich) değildir; biz, nesnenin
kendisini ve dolayısıyla kendinde şeyler dünyası olarak noumenon (numen)
dünyasını değil, onun bizce kavranılabilir olan görünüşünü, fenomenler
dünyasını bilebiliriz. Kant, fenomen ve numen arasında yaptığı bu ayırımdan
kalkarak, insanın sadece kendisine ait bir başka numen dünyasını
kurabileceğini, bunu da, kendi özgür istencinden yola çıkarak başarabileceğini
ekler. Bir başka deyişle, istenç özgürlüğü, insanın bir akıl varlığı (pratik
akıl sahibi varlık) olarak düşünülür (intelligibl) düzlemde kendisine ait bir
Ding an sich kurmasına olanak sağlar ki, kurulan bu şey nedensellik yasasına
uymaz.
İstenç özgürlüğünü temellendirmek konusunda tümüyle yeni bir girişim de, modern
fiziğin sonuçlarının yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Burada, makrofizik
alanında geçerli saydığımız nedensel bağıntıların mikrofizik alanında kısmen
geçerli veya geçersiz olduğu söylenir. Bir başka deyişle, mikrofizik alânında
nedenselliğin büyük ölçüde geçersiz kaldığı şaşırtıcı olgularla karşılaşılmaktadır.
Öyle ki, elektronlar sanki "özgürce" hareket etmektedirler. Ne var
ki, fiziksel süreçler ile bizim bilinç süreçlerimiz arasındaki bağıntılar bugün
için öylesine az biliniyor ki, modern kuramsal fiziğin sonuçlarını bir istenç
özgürlüğü iddiasını temellendirmek için kullanmak henüz erken görünüyor.
Üstelik, modern fiziğin sonuçlarının ne ölçüde "geçerli" olduğu
konusunda, hiç olmâzsa şimdilik susmak daha doğru görünüyor.
Neopozitivizm adı altında toplanan bazı yaygın ve popüler felsefi yönelimlere
göre, istenç özgürlüğü problemi, öbür birçok felsefe problemi gibi, bir çözüme
bağlanamaz. Çünkü bu gibi problemler, büyük ölçüde, hatta tümüyle birer sahte
problemden (pseudo problem) ibarettir. İstenç özgürlüğü problemi (öbür
problemler gibi) dilimizin ve onun gramerinin uygunsuz bir kullanımından
kaynaklanmâktadır ve bu nedenle, bu tür sahte problemlerin, yeni ve sağın bir
dil eleştirisi ile ortadan kaldırılması gerekir.
Görüldüğü gibi, "istenç özgürlüğü" problemi, aslında her etik
kuramının problematiği içinde herhangi bir tarzda ele alınmaktadır. Yani,
problemle ilgili yanıtlar ister olumlu (Kant, Hartmann) ister olumsuz ve hatta
dışlayıcı (neopozitivizm) olsun, problemin kendisi, etik içindeki önemli yerini
korumaya devam etmektedir.
Günümüzde Felsefe Disiplinleri- Etik- Herald Delius- Türkçesi: Doğan Özlem -Ara
Yayıncılık-1990
İş Yaşamı Etiği
Ahlak felsefesinin, iş yaşamındaki uygulamalardan doğan
sorunları ve açmazları çözümlemeye uğraşan; ticari iş ya da tek tek
işadamlarının çalışanları, müşterileri ve rakipleriyle olan ilişkilerini,
onlara karşı tutumlarını ahâki açıdan ele alan dalına verilen ad.
Uygulamak etiğin bir kolu olarak işyaşamı etiği, bir yandan işadamlarının ya da
işverenlerin çalışma koşullarının güvenliği, işe yeni alımlarda dürüstlük (yani
fırsat eşitliği, mali konularda şeffaflık ya da çevre kirliliğini elden
geldiğince önleme türünden yükümlülüklerinin altını çizerken; bir yandan da
çalışanların kendi aralarındaki ilişkileri ile işverenlerine karşı
sorumluluklarını “toplumsal sorumluluk” bağlamında çözümlemeye girişir.
Kendini Kandırma Etiği
Yaşamın hoşa gitmeyen, can sıkıcı, acı verici yanlarıyla
doğrudan yüzleşmeyip doğrudan ya da dolaylı yollara başvurarak bunlardan
kaçınıldığını, kimileyin bir bütün olarak yaşam gerçekliğinin kimileyin de
yaşamın belli yönlerinin sahici olmayan bir yolla yoksayıldığını anlatan ahlak
felsefesi terimi. Sözgelimi, “Sanıldığı gibi bir uyuşturucu bağımlısı değilim,
istesem yarın hemen bırakırım” gibi uyuşturucu kullanımını gerekçelendirmeye
yönelik bir tümce tipik bir kendini kandırma örneğidir.
Kierkegaard, Heidegger, Sartre gibi varoluşçu felsefenin
önde gelen düşünürleri en genel anlamda kendini kandırma görüngüsünü, insanın
kendi özgürlüğü ile karşılaşmak durumunda kaldığında yaşadığı derin kaygıdan
bir an önce kaçıp kurtulmak amacıyla başvurduğu bir “kötü inanç” ya da “sahici
olmayan varoluş” diye tanımlamaktadır. Pek çok insan geriye dönüp baktığında
böylesi bir görüngünün yaşamında ne denli büyük bir yer tuttuğuna tanık olsa da
kişinin hangi bağlamda kendisini kandırdığı ya da kendisi tarafından ne
ölçülerde kandırıldığı her zaman için o kadar açık değildir. Bu yüzden kendini
kandırma etiği bağlamında en çok yanıt aranan sorulardan biri, bir yandan
kendini kandırma görüngüsünün ne olduğu kavranmaya çalışılırken, öbür yandan
ondan uzak durmayı başarmanın nasıl olanaklı olduğudur. Konu üzerine yoğunlaşan
düşünürlerin önemli bir bölümü, kendini kandırma olayının bütünüyle bilincinde
olunmadan yapılan, kökleri büyük ölçüde bilinçdışında yatan bir yaşam pratiği
olarak gördüklerinden, insanların can yakması olası birtakım gerçeklerle
yüzleşmemek için, çoğunluk bile isteye, kaçtıkları durumu ya da olguyu
değillemek adına birtakım ussal kanıtlar bulmakta oldukça usta olduklarına
parmak basmaktadır.
Kendini kandırma görüngüsü, başta bilinç, ussallık,
özgürlük, mutluluk, değer bağlanımları, yaşam ülküleri olmak üzere insan
doğasının hemen her yönüyle şöyle ya da böyle ilgili olduğundan kavraması son
derece güç ve karmaşıktır. Çok genel bir deyişle, kişinin her türden bilinç
yaşantısıyla, yakışıksız bulduğu yaşam tutumlarıyla, uygunsuz olduğunu bildiği
davranışlarıyla, kendine yakıştıramadığı duygularıyla yüzleşmek yerine kaçmayı
yeğlemesi olarak tanımlanabilir. Kişinin kendisini kandırması aynı başka insanları
kandırması gibi etik açıdan pek çok soruyu doğallıkla gündeme getirmektedir. Bu
sorular arasında belli başlıları olarak şunlar sayılabilir. “Kendini kandırma
her durumda ve her bağlamda ahlakdışı bir görüngü müdür, yoksa yalnızca
ahlaksal bakımdan yanlış eylemlerde bulunulmasına götürdüğünde ya da ahlakdışı
eylemleri desteklediğinde mi ahlakdışı sayılmalıdır?”; “Kendinden sorumlu olmak
ile kendini kandırmak arasındaki etik ilişki nasıl temellendirilebilir?”;
“Sahici olmak kendini kandırmak karşısında ne denli önemlidir, bu önem etik
açıdan nasıl temellendirilebilir?”; “Dünya gerçeklerine uyum sağlamak adına
sahici olmaktan vazgeçip kendini kandırarak yaşamak etik anlamda doğru bir
davranış olarak görülebilir mi?”; “Tek tek kişiler gibi çeşitli kişilerden
kurulu toplumsal öbekler için de kendini kandırma görüngüsünün sözü edilebilir
mi?”.
Kendini kandırma olayında içerimlenen etkinlikler ile bilinç
yaşantıları, özellikle doğru olduğunu kesinlikle bildiğimiz şeyin tam zıttım
yapıyor olduğumuz durumlar için verdiğimiz gerekçelendirmelerde, bir yandan
yaptığımızı gerekçelendirirken öbür yandan kendimizi kandırıyor olmamız
nedeniyle önemli bir açmaza konudurlar. Nitekim söz konusu açmaz yalnızca ahlak
felsefecilerinin değil bilgikuramı ile zihin felsefesi alanında çalışmalar
yürüten pek çok felsefecinin de bir hayli ilgisini çekmektedir. Pek çok
düşünüre göre kendini kandırma açgözlülük, acımasızlık, umursamazlık gibi
ahlakça yanlış hareketlerin giderek üstlerini daha bir örtüyorsa ya da buna
benzer ahlakdışı hareketleri özendirerek iyiden iyiye yerleşmelerine olanak
tanıyorsa, kendini kandırma durumu patolojik bir hal almış olduğundan bir arı
önce müdahale edilmesi gerektirmektedir. Çoğu felsefeciye göre burada atılması
gereken ilk adım, bütün karakter bozukluklarının altında yatan, bir bakıma
onları her geçen gün besleyerek daha içinden çıkıl maz bir hal almalarına yol
açan kendini kandırmanın ortadan kaldırılmasına, bunun için kendilik reformu
yapılmasına içtenlikle karar verilmiş olunmasıdır.
Kişi Değeri
Bu anlamdaki değer temeldir ve daha geniş ilişkilerle
örülen ve örgütlenen töre, kültür, din, ahlak, eğitim, ekonomi ve politika
değerleri bu temel değer üzerinde kurulurlar.
Bu nedenle kişi değerini tüm değerler örgüsünün merkezine koymak gerekiyor.
Başka deyişle, mutlak olan kişi değeri, göreli ve değişken olan, daima yeni
tarihsel biçimler kazanan diğer değerlerin taşıyıcısıdır. Böylece, kişi değeri
bütün diğer değerlerin ölçütü de oluyor.
Kişi değeri, en yalın şekilde 'ben' ile 'sen' arasında gerçekleşir. Bu
gerçekleşmede ben ile sen'in hangi tarihsel koşullarda bireyleştiklerinin artık
hiç önemi yoktur. Kişinin özelliği, bir başkasının ve her bir başkasının
kişiliğini koşulsuzca en üstün değer olarak tanımak ve bu değeri yaşatmak için
kendi tarihini gözden çıkarabilmektir, -bir başkasının bu değere layık olmadığı
sonradan anlaşılsa bile.
Bu söylenenler teori parçaları değildir. İki insan arasında, bütün dolaylı ve
dışsal nedenleri geri iterek doğrudan kurulduğu gözlemlenen 'değer
gerçekleştirme bağı'nın dilegetirilişidir. Bağ karşılıklı kurulmuşsa, buna
günlük dilde dostluk denir, birbirine sadakat denir, haysiyeti koruma denir,
saygı denir. Bağ tek yanlı kurulmuşsa, bağın öbür tarafındaki insan durumun
farkında değilse, fedakarlık denir. Önemli olan, bir başkasını, onun kendisi
için düşünmek ve öyle eylemektir, - o başkası ister kendi evladı olsun, ister
bir defalık ve rastlantıyla tanışılmış bir kimse olsun.
Örnekler, bazı etikçilerin sandığı gibi, istisnai yahut ender değildir.
Günümüzde, faydacılığın sürüklediği ilişkiler kişi değerini gölgeliyor olsa da,
günün her anında dünyanın her yerinde sayısız gerçekleştirmeler olduğu kuşku
götürmez. Böyle olmasaydı, insan türü karşılıklı kıyımlarla çoktan tükenmiş
olurdu, çünkü -gene günlük dilde pek güzel bir bağıntıyla - 'iyi niyet'
dediğimiz eylem görülmez olurdu.
Uluğ Nutku- Felsefi Etik-C.Ü. Tıp Fakültesi Dergisi
Maksim
XVII. ile XVIII. yüzyıllarda boy veren ahlâkçılardan
bu yana insana yaraşır bir biçimde eylemeye, yerli yerinde davranmaya yol
gösteren genel bir kuralı ya da ilkeyi anımsatan özlü söz; tüm insanlık için
uyulması önerilen davranış kuralı ya da ahlâk ilkesi. Mantıkta başlangıç
noktası olarak alınabilecek en yüksek, en temel önerme (maxima propositio)
ahlak felsefesinde yapıp etmelerimize yön verebilecek yetkinliğe ulaşmış en
yüksek, en temel kural (maximaa regula). Tüm bunların ötesinde “koşulsuz
buyruk” ilkesine dayalı Kant’ın ödev eriğinde, kişinin ‘kendine biçtiği eyleme
ilkesi”; ‘nasıl eylemesi gerektiğini belirlemek üzere koyduğu abuk ilkesi”;
“isteme’nin öznel ilkesi”.
Medya Etiği
İnsan davranışlarını, yargılarını, eyleme kurallarını ve
ilkelerini ahlaklılık temelinde araştıran, savunan ya da eleştiren bir felsefe
dalı olarak etiğin bir alt dalı olan medya etiğinin temel ilgi alanı, medya
çalışanlarının ya da gazetecilerin mesleklerini icra ederken uymak zorunda
oldukları kurallar ve ilkelerdir. Bu bağlamda medya organının kendisi etik ya
da etik dışı olarak nitelenemez; sadece bu yayın organında çalışanlar böyle bir
değerlendirmeye tabi tutulabilirler. Yani medya etiği dediğimizde aslında
medyada çalışan kişilerin etik değerlerinden ya da bu değerlerin nasıl olması
gerektiğinden söz etmekteyizdir.
Çeşitli etik kuramları medyada yaşanan etik sorunları tartışmak için elverişli
zeminler sunmaktadır. Sözgelimi, genel olarak, gazetecilik mesleğini iki farklı
etik anlayışı çerçevesinde değerlendirebiliriz: ödevci etik anlayışı ile
yararcı etik anlayışı. lmmanuel Kant’a dayandırılan ödevci etik anlayışı:
önceden belirlenmiş kurallarla, ilkelerle, düsturlarla ilgilenir. Kant’ın
“koşulsuz buyruk” şeklinde ifade ettiği bu anlayışa göre, bir kişinin eyleminin
ahlaki olarak nitelenebilmesinin temel koşulu, aynı eylemin, davranışın
evrensel bir ilke olmasından ya da olabilmesinden geçmektedir. Kant bunu şöyle
dillendirir: “Öyle davran ki davranışının evrensel bir yasa haline gelmesini
isteyebilesin.” Kant ayrıca, hiçbir kişinin amaca giden yolda bir araç olarak
kullanılamayacağını belirtir. Yani hiçbir koşulda amaç aracı haklılaştıramaz.
Gazetecilik mesleğine uygulandığında, bu etik anlayış, hiçbir koşulda ihlal
edilmemesi gereken ilkelere sahip olmamız gerektiğini söylemektedir. Örneğin,
doğruları yazmak bir erdemse ve bu gazetecilerin evrensel bir ilkesi haline
gelecekse, gazetecilerin her koşulda doğrulan yazması gerekecektir. Jeremy
Bentham ile John Stuart Mill’e dayandırılan yararcı etik anlayışı ise önceden
belirlenmiş kurallar ve ilkelerden çok sonuçlarla ilgilenir. Bu etik anlayışa
göre, doğru ya da yanlışı belirleyen şey, amaçlardan çok sonuçlardır. Bu
anlayış şu şekilde dile getirilmiştir. “En çok insan için en büyük mutluluğu
sağlayan davranış ahlâk bakımından doğrudur.” “Olabildiğince çok sayıda insanın
olabildiğince çok mutluluğu” ilkesini savunan ve günümüz gazetecilik pratiği
açısından daha kolay uygulanabilir görünen bu etik anlayış, katı kuralları bir
kenara atmamızı, her olayı kendi koşulları içinde değerlendirmemizi, olası
sonuçları önceden düşünmemizi ve kararımızı bu çerçevede vermemizi
istemektedir. Örneğin, “Saklı kalması kaydıyla verilen bilgiler, kamu yararı
ciddi biçimde gerektirmedikçe yayımlanamaz” şeklinde dillendirilen Basın
Konseyi ilkesini ele alalım. Bu ilkeye göre, eğer kamu yararı büyükse,
kaynakların aktardığı her tür bilgi, kaynağın rızası dışında yayımlanabilir.
Yani kaynağın hakları, kamunun haklarına göre ikincil konumdadır.
Mutçuluk
İnsanın tüm yapıp etmelerinin, bütün eylemlerinin
altında yatan amacın “mutluluk” olduğunu; insan yaşamının anlamının mutlulukta
yattığını öne süren ahlâk öğretisi: “mutluluk ahlâkı”. İnsan yaşamını anlamlı
kılacak “en yüksek iyi”yi mutlulukta bulan, insanın tüm çabalarının mutluluğa
ulaşmak olduğunu savunan ahlâk anlayışı.
Mutluluk, ilkçağ Yunan felsefesi döneminden başlayarak, felsefe tarihi boyunca
çeşitli biçimler altında ortaya çıkmıştır. Bunun ana nedeni, filozofların insan
yaşamının son ereğinin “mutluluk” olduğa düşüncesinde birleşmelerine karşın, bu
mutluluğun ne olduğu ya da ona nasıl ulaşılacağı konusunda yollarının ayrılıyor
olmasıdır.
Sözgelimi genel bir çerçeveden bakıldığında tüm bir ilkçağ Yunan felsefesinin
ahlâka bakış açısının mutçu bir nitelikte olduğunu, Demokritos’tan itibaren
ahlâk felsefesinin temelde bir “mutluluk ahlakı” olarak ele alındığını
söyleyebiliriz. Bu çerçeveyi biraz daralttığımızda ya da tek tek fılozofların
düşüncelerine eğildiğimizde ise mutluluk kavramına yüklenen anlama göre farklı
mutçuluk öğrerileriyle karşılaşırız. Sözgelimi hazcılık, mutluluğun kaynağını
“haz”da arar: Kirene Hazcılığı ya da Aristippos’un ahlâk öğretisinde insan
eyleminin biricik ölçütü kişinin ulaşacağı haz miktarıdır; yaşamın amacının “en
yüksek haz”za erişmekte bulan bu öğreti için en yüksek haz ise en yoğun olanı
ya da yaşananıdır.
Diğer bir hazcı filozof Epikuros içinse önemli olan hazzın yoğunluğu değil
sürekliliğidir; ruh dinginliğine ulaşmak demeye gelen “mutluluk”, kalıcılığını
hazzın bu sürekli oluşuna burçludur.
Aristoteles ile Stoacılık’da ise iyi bir yaşamın reçetesini sunma peşindeki
ahlâk felsefesinden hazcılığın kazınıp, mutlulukla özdeşleştirilen “erdem”e
ağırlık verildiğini görürüz. Stoacı felsefe, insanı körleştirip güçten düşüren
bir duygulanımdan ibaret olmasından ötürü “haz”zı hor görür; hazzın öznel
yaşanmasının bir yana bırakılıp mutluluğun nesnel koşullarının oluşturulmasını
salık verir. Gerek Aristoteles gerekse Stoacılık, Sokrates ile öğrencisi
Platon’un “mutluluğu” insanın kendisini tam olarak gerçekleştirmesinde
görmesine benzer şekilde, mutluluğa götüren “erdem” ya da “bilgelik” yolunun
kişinin kendi kendine egemen olmasından geçtiğini savunur.
Skolastik felsefenin ağır bastığı ortaçağ felsefesinde de mutçuluktan söz
açılabilir. Ancak burada ulaşılmaya çalışılan mutluluk, “bu dünya
mutluluğu”ndan daha çok, bir “öbür dünya mutluluğu” dur.
Yeniçağ felsefesine gelindiğinde ise tek tek kişilerin mutluluğuna dayandırılan
bireysel mutçuluk, yerini tüm bir toplumun mutluluğunu ya da iyiliğini gözeten
bir toplumsal mutçuluğa bırakır. Aydınlanma felsefesi ve diğer toplumsal
gelişmelerin de etkisiyle mutçuluğun “ereksel” niteliğinin yönü değişir. Bundan
böyle mutluluk kavramı “benci” bir bakış açısından değil de “özgeci” bir bakış açısından
ele alınır. Modern devlet anlayışının ortaya çıkmasıyla bu özgeci duruş, “elden
geldiğince çok insanın elden geldiğince çok mutlu olması” görüşünü dillendiren
“yararcılık”a ya da “yararcı mutçuluk”a geçiş yapar.
Felsefe tarihi içinde mutçuluğun en sıkı eleştirisi, insan davranışını ahlâki
açıdan yargılamayı olanaksızlaştırmasından ya da “ödev” ile “yükümlülük”
kavramlarını atlamasından ötürü ahlâka bu türden bir yaklaşımın
savunulamayacağını öne süren Kant olmuştur.
Nesnelci Etik
Ahlâk felsefesinin temel kavramlarının, bizim onları
nasıl kavradığımızdan bağımsız olarak varolduklarım savunan öğreti; ahlak
felsefesinde ahlâki açıdan “iyi” ya da “değerli” olanın bu “iyiliği” ya da
“değerliliği” insandan almayıp kendinde, kendi içinde nesnel olarak taşıdığını
öne süren görüş.
Ahlâk felsefesinde, öznelcilik ile göreciliğin karşısında yer alan nesnelci alı
llje anlayışı, değerlerin insanlığın dışında bir gerçekliğe dayandığını ileri
sürer. Abi akın dile getirdiği önermelerin nesnel olarak doğru olduğunu, bir
özneye ya da bir kültüre göre değişmediğini vurgular.
Norm Normatif
İnsanın belli bir denetim alanı içinde eylemesini sağlayan,
davranışlarını biçimlendiren kural ya da kurallar bütününe verilen ad; toplum
bilimlerinde yerleşik ya da beklenen toplumsal davranış biçimi; ne yapılması
gerektiğine ilişkin üstü örtük toplumsal kural ya da örnekbiçim. Norm kavramını
toplumsal olgu çözümlemesinde geliştiren Emile Durkheim, normların bireylerden
bağımsız varolan ve uyulması zorunlu türünden etki uyandıran davranış
uzlaşımları ve değer ölçümleri (standartları) olduğunu öne sürer.
Bu bağlamda dilbilgisi normlarından, hukuk normlarından, görgü normlarından ya
da ahlâk normlarından söz edilebilir. Bu çerçeveyi geniş tutacak olursak
insanın tüm eylemlerinin normlarca belirlendiğini de söyleyebiliriz. Normların
felsefe ile ilişkisi ise daha çok ahlâk felsefesi (etik) başta olmak
üzere hukuk felsefesi ile dil felsefesi alanlarında ortaya çkar. Sözgelimi
normların doğası, yetkelerinin kaynağı, ne biçimde olmaları gerektiği her etik
kuramının şu ya da bu şekilde odağında yer alır. Ahlak felsefesinde “norm”
genellikle eylemin doğru olup olmadığının kendisine göre belirlendiği
kuralkoyucu ilke ya da yasaya; eyleme değer biçmek için kullanılan ölçüte
karşılık gelmektedir.
Düzgükoyucu (normatif) deyişi ya da niteleyici betimleyici ya da tanımlayıcı
olmaktan çok kuralkoyucu ya da değerbiçici olmayı öne çıkaran disiplinleri
(etik, estetik, mantık vb.) adlandırmak için de kullanılmaktadır.
Ödev Etiği
Felsefece düşünmenin tarihinde yetkin bir biçimde ilkin
ahlâk felsefesinin en büyük kuramcılarından biri olan Kant tarafından ortaya
konan; ahlâkın temeline ödevi yerleştirerek tüm ereksel, yararcı ya da sonuççu
etik anlayışlarını yadsıyan; bir eylemin ahlâki değerini, doğruluğunu ya da
yanlışlığını eylemin sonuçlarından muaf tutarak doğrudan doğruya yalnızca ve
yalnızca ödev bilincinin kendisine dayandıran eylemi gerçekleştiren eyleyenin
bilincinde ödev duygusundan başka bir belirleyici ya da yönlendirici yoksa
ancak o zaman bu eylemin ahlâki bir değer taşıdığını öne süren etik anlayışı.
Özgecilik
Ahlâk felsefesinde kişinin tüm eylemlerinde hiçbir
çıkar ya da yarar gözetmeksizin başkalarının mutluluğunu erek edinmesi
gerektiğini öne süren öğreti. Ahlâki eylemin amacının başkalarının iyiliği
olduğunu savunan anlayış; başkalarının çıkarlarına ve refahına onların adına
iyi olanı öne çıkararak yaklaşma; başkalarının iyiliğini yaşam ve eylem ilkesi
olarak kabul eden görüş; benciliğin karşıtı.
Bencilik anlayışının tam karşı kutbunda yer alan özgecilik anlayışında, bir
eylemin ahlâksal bakımdan doğruluğu, eylemin yol açtığı sonuçların eylemi
gerçekleştiren kişinin dışındaki kimselere getirdiği yararlarla ölçülmektedir.
Özgecilik terimi Auguste Comte tarafindan (Latince’de “başkası” anlamına gelen
alter’den) türetilmiş ve G.H. Lewes ile Herbert Spencer’in yazıları
aracılığıyla daha bir yaygınlık kazanmıştır. Comte için özgecilik ya da
“başkası için yaşamak”, insanlığın gerek ahlâk ve kültür gerekse ekonomik
bakımdan yol almasının olmazsa olmaz önkoşuludur.
Özgecilik temelde ruhbilimsel ve etik olmak üzere ikiye ayrılır. İnsanların
doğaları gereği bazen kendi çıkarlarına olmayan, başkalarının iyiliğine olan
işleri yapabildikleri, bu türden eylemlerde bulunabildikleri görüşü ruhbilimsel
özgecilik diye adlandırılır. Ruhbilimsel özgeciliğe göre, insanlar kendi çıkarlarına
olmadığına inandıkları şeyleri de yapabilirler. Daha bir katı ruhbilimsel
özgecilik bütün insan eylemlerinin zorunlu olarak başkası merkezli ya da öteki
güdümlü olduğunu savunur. İnsanların kendi çıkarlarına göre değil de,
başkalarının çıkarlarına göre davranmaları gerektiği görüşünü içeren tüm etik
kuramları etik özgeciliğin bir biçimi olarak düşünülebilir. Nitekim özgeci etik
kuramları insanın toplumsal yönlerine ve bireyden çok topluluğa ya da topluma
önem veren kuramlardır. Etik özgeciliğin daha ılımlı ya da daha dar bir tanımı
“insanların kimi zaman kendilerinin değil de sırf başkalarının çıkarına olan
şeyleri yapmakla yükümlü olduğu görüşü” biçiminde verilebilir.
Gerçek bir özgeciliğin olup olamayacağı ahlâk tartışmalarında önemli bir yer tutmaktadır.
Kuşkucu ahlak öğretileri özçıkarın özgeciliğin arkasına saklanmış daha gözle
görülür olan güdülerini göstermeye çalışırlar. Kimileri ise daha da ileri
giderek özgeciliğin bencilikten başka bir şey olmadığını iddia etmektedirler.
Bunlara göre başkalarına yönelik özgeci davranışlar kişinin kendi çıkarlarını
ve arzularını tatmin etmesinin daha kurnazca bir yoludur. Ruhbilimsel benciliğe
göre, bir seçim yapıldığında, eylem kişinin yapmak istediği eylemdir. Eğer
birisi bir çocuğu kurtarmak için yanan bir binaya girerse, bu, kişi çocuğu
kurtarmak istediği için olmalıdır.
Özgür İstenç
İnsanın kendi istencinin buyruklarına göre seçimde bulunup
eyleyebilmesini, böylelikle de tüm sonuçlarıyla birlikte seçimleri ile
eylemlerinden ahlâken sorumlu olması gerektiğini dile getiren felsefe kavramı;
insanın tüm istemelerinde, tüm yeğlemelerinde, tüm kararlarında özgürce yol
alabileceğini, bu yolda yürümesinin önkoşulu olan istenç özgürlüğüne sahip
olduğunu dillendiren felsefe tasarımı.
Özgür istenç tasarımı çevresinde yürütülen tartışmaların merkezinde “İnsanlar
özgür eyleyenler midir?”, “Özgür eylemde (ya da seçimde) bulunmak ne
demektir?”, “Yaptıklarımızdan ahlâken sorumlu olabilir miyiz?”, “Eylemlerinden
(ya da seçimlerinden) ahlâken sorumlu olmak ne demektir?”, “Evren önceden
belirlenmiş bir dizgeye göre hareket etmekteyse insanın özgürce eylemde
bulunması olanaklı mıdır?”, “Eğer yapıp ettiğim her şey daha önceki olaylar
tarafından beirleniyorsa, eylemim nasıl benim özgür seçimim olabiliyor?”, “Şu
ya da bu davranışım ben doğmadan çok önce meydana gelen şeyler tarafından
düzenlenmişse, eylemlerimi denetlemekte dilediğimce özgür olduğum düşüncesinin
kesinlikle bir tür yanılsama olması gerekmez mi?” türünden sorular yer
almaktadır. Felsefeciler de bu sorulara verdikleri yanıtlara göre çeşitli
öbeklere ayrılmaktadırlar.
Bu öbeklerin en bilinenlerinden biri, ayrım gözetmeksizin dünyadaki tüm
olayların daha önce gerçekleşmiş başka olayların sonucu olduğunu savunan
belirlenimciliktir. Özgür istenç tasarımı insanın kendi istencinin buyruklarına
göre seçimde ve eylemde bulunabileceğini savlarken, belirlenimcilik olup biten
her şeyin daha önceden belirlenmiş olduğunu, özgür istenç diye bir şeyin söz
konusu olamayacağını koyutlar. Ahlâk felsefesinde belirlenimci bir dünyada
özgür istencin olamayacağını savunan felsefeciler bağdaşmazcılar olarak
bilinmektedir. Ancak bağdaşmazcı felsefeciler de her şeyin belirlenmiş olup
olmadığı, dolayısıyla istenç özgürlüğünün bir ölçüde de olsa söz konusu olup
olamayacağı ko usunda kendi aralarında ikiye ayrılırlar.
Katı belirlenimciliği savunan bağdaşmazcılar, yapıp etmelerimiz çevresel ve
kalıtımsal etkenler tarafından belirlendiğinden Özgür istenç düşüncesinin bir
yanılgı olduğunu savunurlar. Kimi katı belirlenimcilik savunucuları daha da
ileri giderek insan için Özgürlük söz konusu olmadığından Özgür istencin de
ahlaki sorumluluğun da varolmadığmı öne sürerler.
Geçmişin geleceği tek ve değişmez bir biçimde belirlemesinin söz konusu
olmadığını savunarak belirlenmişçiliğe karşı çıkan ılımlı bağdaşmazcı
felsefeciler ise Özgür istencin sonucunda ortaya çıkan sorumluluğu yüklenilen
eylemleri ve seçimleri daha önceki koşullar tarafından belirlenmemiş yeğlemeler
olarak betimler; buna karşı eylemlerin ve seçimlerin gelişigüzel belirlendiği
ve kişinin kendisine ait olmadığı iddiasını çürütmek için de eyleyenin usu
dahil olmak üzere çeşitli etkenlerin olasılıkları sınırladığını ve seçimleri
zorunlu kılmaksızın etkilediğini iddia ederler.
Diğer bir öbeği oluşturan, nedensellik yasalarına, belirlenmişliğe tabi olsalar
da insanların pratikte özgür istence sahip olduklarını ve eylemlerinden ahlâken
sorumlu olduklarını savunan bağdaşırcı felsefecilere göre, özgürlük temelde
yalnızca eylemde bulunulurken ya da seçim yapılırken belirli biçimlerde
sınırlandırılma ya da engellenme sorunu olmadığından özgür istenç
belirlenimcilikle bağdaşabilirdir. Nitekim bağdaşırcılara göre, fiziksel ve
ruhsal yaradılışları hiçbir biçimde sorumlu olmadıkları şeyler tarafından
(örneğin kalıtım gibi) belirlenmiş olsa da insanlar Özgür istençle seçme ve
eylemde bulunmada bütünüyle özgürdürler.
Öte yandan tanrıbilimde Özgür istenç Tanrı’nın istenci (irade-i külliye),
Tanrı’ nın istemesi karşısında insanın istemesini, insanın istencini (irade-i
cüziye, insanın elinde olan irade) dillendirmeye yarar. Nitekim ortaçağ
skolastik felsefesi ile İslam felsefesinde Özgür istenç ile Tanrı’nın istenci
ya da Tanrı’nın kayrası arasındaki ilişkinin neliği tanrıbilimcilerin
uğraştıkları başlıca sorunlardan biridir “Tanrı olacak her şeyi biliyorsa ve
olan her şeyin olması bir zorunluluksa insanlar özgür istence sahip midirler ve
davranışlarından ötürü adil biçimde ödüllendirilebilir ya da
cezalandırılabilirler mi?”
Söylem Etiği
Frankfurt Okulu’nun öne çıkan “son” düşünürü Jürgen
Habermas’ın yararcılık ile Kantçı ahlak kuramlarına karşı geliştirdiği ahlâk
öğretisi; Habermas’ın, üzerine çokça yazılıp çizilen iletişimsel eylem
kuramının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan, “iyice tanımlanmış” ideal
koşullar altında gerçekleşecek bir iletişim sürecinin işlemesi ya da insanlar
arasında doyurucu bir bilgi ve görüş alışverişinin sağlanması için gerekli
gördüğü, tüm dış kısıtlamalardan kurtulmuş “ideal konuşma durumu”nu olanaklı
kılacağım düşündüğü “doğru” ahlak ve siyaset ilkelerini serimlediği etik
kuramı: “evrensel dil etiği.
Habermas, beş denemesinden oluşan Ahlâki Bilinç ve İletişimsel Eylem (1983)
adlı kitabının bir yazısını tümüyle söylem etiğine ayırmıştır. Habermas,
Kant’ın “ buyruk”unu andırır bir biçimde, kendilerine uyulmasını talep eden
normların meşruluğunu sınamak için bir uslamlama kuralı olarak işlev görecek
“evrenselleşebilirlik ilkesi”ni ortaya koyduğu bu yazısında, normların
geçerlilik taleplerinin uygun olup olmadığına, onların meşruluğuna, tek tek
bireylerin kendilerinin karar veremeyeceklerini, bu taleplerin
söylemsel/gidimli yoldan iyice ölçülüp biçilmesi, inceden inceye
değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizer. Bu doğrultuda, eylem ve davranış
normlarının doğruluğu konusunda bir uzlaşma kuramı olan “oydaşma kuramı”
bağlamında pratik bir tartışma mantığı geliştirir. Habermas’ın temel savı,
evrenselleşebilirlik ilkesinin, iletişim kurma ve akılyürütme biçimlerinin
altında yatan genel pragmacı önvarsayımlardan çıkarsanabileceği yönündedir.
Toplum Etiği
Etiğin, bir topluluğun üyelerinin uymakla yükümlü
bulundukları yazılı ya da yazısız normlara (açık ya da örtük olarak
sahiplenilmiş inançlar, kurallar, idealler, bağlanımlar vb.) yoğunlaşarak,
insanlarca oluşturulan belli toplulukların yaşamlarında örneklenen değerler ya
da görenekler dizgesi olarak toplumların kültürleri ile yaşam biçimlerini
açıklığa kavuşturmak amacıyla yapılmasıdır.
Üst Etik
Felsefede, en genel anlamda, ahlaksal yargıların doğasını
inceleyen etik dalı; etik önermelerinin anlamlarını çözümleyen, etik savları
ile uslamlamalarının geçerliliklerini araştıran, XX. yüzyılda çözümleyici
felsefenin iyiden iyiye serpilmesiyle boy gösteren etik soruşturması. Bu
anlamda üstetik, dil çözümlemelerine dayalı felsefe yönetimini geliştirip
felsefenin işlevini mantıksal dil çözümlemelerine indirgeyen çözümleyici
felsefe geleneğinin ahlak alanındaki dışavurumu olan “çözümleyici etik”le bir tutulur.
Geleneksel ahlak felsefesinde hep yapıla geldiği üzere neyin doğru neyin yanlış
olduğuna bakmak yerine, üstetikte “doğru” ile “yanlış” ya da “iyi” ile “kötü”
kavramlarının ne demek olduğu, bunların kullanıldıkları bağlamlarda ne demeye
geldiği incelenir. Böylelikle, geleneksel ahlâk felsefesinin baştan, a priori
olarak kabul ettiği ilkeler, üstetiğin çalışma konusuna dönüşür; bu anlamda,
ahlâksal yargıların nesnel mi yoksa öznel mi olduğunu araştıran üstetiğin,
ahlâk kavramlarının kökenini, anlamını ele aldığı söylenebilir.
Öte yandan, etik ilkelerinin kaynağını, bunların temelde ne anlama geldiklerini
açıklığa kavuşturmayı amaçlayan üstetiğin konularını üç kümede toplamak
olanaklıdır: ahlakın insandan bağımsız, nesnel biçimde varolup olmadığını
irdeleyen metafızik konular; insanı ahlaklı olmaya yönelten güdülerin neler
olduğuyla ilgilenen ruhbilimsel konular; kilit ahlak terimlerinin anlamıyla
ilgili dilbilimsel konular.
Üstetiğin ilk bileşenini oluşturan metafızik konularda, ahlâk değerlerinin
tinsel bir dünyanın sonsuz doğruları mı yoksa yalnızca insanların görenekleri
mi olduğu ele alınır. Bu çerçevede ahlaksal gerçekçilik, ahlak ilkelerinin
insandan bağımsız nesnel temelleri olduğunu savunur. Bu görüşten yana olan
Platon, matematikten esinlenerek, ahlâk değerlerinin —matematik kurallarında
olduğu gibi— soyut, evrensel ve zorunlu olduklarını ileri sürer. Ahlaksal
gerçekçiliğin bir başka yorumunda ahlak değerleri, Tanrı’nın olmasını istediği
yüce buyruklardır. Bu düşünceyi savunan Ockhamlı William gibi filozoflar,
Tanrı’nın insanları, kendi zihninde varolan bu yüce buyruklardan hem kutsal
kitaplar aracılığıyla hem de doğrudan insanın içine ahlaksal sezgileri
yerleştirerek haberdar etmiş olduğuna inanın Ahlaksal gerçekçiliğin karşısında,
ahlak değerlerinin nesnel konumunu tanımayan ahlaksal kuşkuculuk durmaktadır.
Ahlak değerlerinin varlığını yadsımasalar da ahlaksal kuşkucular, söz konusu
değerlerin ruhlara benzeyen bir biçimde varolduklarını ya da Tanrı’nın
zihnindeki yüce buyruklar olduklarını kabul etmezler. Ahlaksal kuşkucular,
değerlerin toplumun onayladığı göreneklerde kökleşmiş yordamlar olduğunu ileri
süren ahlaksal göreciliğe oldukça yakın durmaktadırlar.
Üstetiğin ikinci bileşeni, ahlaklı davranışlarımızın ruhbilimsel temelleriyle
uğraşır. “İnsan neden ahlâklı olmak ister?” temel sorusu etrafında yapılan
tartışmalarda bu soruya bir dizi pratik yanıt verilmiştir. Bunlar,
Aristoteles’in dillendirdiği gibi mutlu olma ereğinden Thomas Hobbes’un ileri
sürdüğü gibi bencil arzulara, Joseph Buder’ın inandığı gibi başkalarına yardım
etmeye yönelik içsel bir kapasitenin varlığından, David Hume’un vurguladığı
gibi insanları ahlâklı davranmaya yalnızca duygularının itebileceğine dek
uzanan çeşitlilikte yanıtlardır. Ne var ki XIX. yüzyıl ortalarından itibaren
ruhbilimin felsefeden koparak bağımsız bir bilim haline gelmesiyle birlikte
felsefeciler ruhbilimsel kaynaklara başvurmayı büyük oranda bırakırlar.
Ahlakla ilgili yargıların birçoğu insanların davranışlarını değerlendirmeye
yöneliktir. İşte bu değerlendirmeler yapılırken “iyi”, “doğru” gibi sonunda
bizi “-meli/-malı” tümcelerine vardıran kilit ahlâk terimlerinin dilbilimsel
açıdan çözümlemesi yapılmaya başlanır. XX.yüzyılın başlarında kimi İngiliz ve
Amerikalı felsefecilerin başını çektiği bu eğilimde, önceki yüzyıllarda
filozofların göz ardı ettiği dilbilimsel çözümleme öne çıkar. Ahlâkla ilgili
önermelerin bildirdiği yargıların uzun uzun ele alındığı kitaplar artık
günümüzde pek gözde olmasalar da bu akımın üstetiğe yaptığı katkının büyüklüğü
tartışma götürmez bir gerçektir.
Usçu Etik
Ahlâk felsefesinde, hangi eylemin iyi ya da doğru hangi
eylemin doğru ya da yanlış olduğuna karar vermek için elimizdeki tek ölçütün
usumuz olduğunu, yalnızca usa başvurmamız gerektiğini savunan öğreti; ahlâk
üzerine bilgininin, ahlak kurallarının ya da ilkelerinin deneyimden değil de
“düşünme”den kaynaklandığını öne süren görüş.
Sözgelimi Cambridge Platonculuğu iyinin ve kötünün doğasını yalnızca us
aracılığıyla bilebileceğimizin altını koyuca çizer; bu okula göre us bütün
yapıp etmelerimizin yalızca araçlarını değil, amaçlarını da belirler.
Uygulamalı Etik
İnsan için güzel eylemenin bilgisine ulaşmaya çalışan
etiğin, diğer adıyla ahlak felsefesinin, yalnızca kuramsal düzeyde, salt
düşünce temelinde kalmayıp, insan yaşamının somut sorunlarına ve açmazlarına da
eğilmesi gerektiğini savunan anlayıştan doğan bir etik biçimi; ahlak
felsefesinin soyut ve kurgusal bir akademik disiplin olmaktan çıkarılarak,
uygulamalı bir bilim, daha da iyisi bir eylem-bilimi kimliğine kavuşturulması
gerektiğini vurgulayan felsefi uygulamalar bütününe verilen ad.
Uygulamalı etiğin savunucuları, genel etik kuralları ile ilkelerinin, belirli
yaşam ve eylem alanlarına, kimi meslek gruplarına uygulanmasıyla çözüme yönelik
somut bir etiğe varılacağını düşünüp bu disiplini bir takım alt kollarına
ayırırlar. Buna göre uygulamalı etiğin sözgelimi kürtaj, ölme hakkı (ötanazı),
organ nakli, insan üzerinde genetik deneyler ve bitkisel yaşam türünden ahlaki
yanı ağır basan önemli sorunlarla uğraşan, doktorların hem hastalarına hem de
meslektaşlarına karşı yükümlülüklerinin neler olduğunu irdeleyen, genel olarak
da doktorların “etkinlik alanı”nın sınırlarını belirleyen dalına tıp
etiği; bir yandan insanların içinde yaşadıkları topluma karşı
sorumluluklarını, bir yandan da bireylerin yurttaş olarak sahip oldukları
hakları “toplumsallaş(tır)ma süreci”ni de göz önüne alarak araştıran
dalına toplumsal etik; bilime tanınan özgürlüğün sınırlarını çizen,
bilimle uğraşan insanların hesaba katması gerektiğini düşündüğü ahlaki
ölçütleri belirlemeye çalışan dalına bilim etiği; insanmerkezci
bakış açısının terk edilerek doğal çevreyi koruma adına yeni bir çevre etiğinin
geliştirilmesi gerektiğine dikkat çeken, insan ile diğer tüm canlıların “ortak”
varkalımlarını, “toplu” yaşamlarını sürdürebilmeleri için doğaya özgü erekselliğin
gözetilmesi gerektiğini savunan dalına ekoloji etiği; genel etik
ilkelerini, ahlaka özgü kavramları verimlilik, yararlılık, piyasa koşulları,
artı(k) değerden pay alma, ekonomik çıkar türünden iktisadi akla özgü anlayışın
ürünleriyle harmanlamayı deneyen, ahlâk değerlerini ekonomi dünyasının gözüyle
yeniden yorumlayan dalına iktisat etiği; toplumsal olarak biçilmiş
cinsiyet kimliklerini ya da toplumsal cinsiyeti, erkek ile kadın arasındaki
işbölümünü, tekeşlilik/ çokeşlilik meselesini tartışan, tüm cinsel ilişki
pratiklerini, gebelikten korunma araçlarından tutun da eşcinselliğe varıncaya
dek ahlaki yönden sorgulayan dalına cinsel etik; insanoğlunun
doğayla uyum içinde, doğayla barışık yaşamasının ön koşulunun öncelikle
insanların kendi aralarında huzuru sağlamalarında olduğunu savunan, her türden
silahı ve savaşı hor görüp insan haklarına dayak bir adalet anlayışından yana
olan, öncülüğünü biricik amaçları “dünya barışı”nı kurmak olan çevreciler ile
Yeşiller’in yaptığı dalına barış etiği adı verilmektedir.
Uygulamalı etik bir yandan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin hem toplum hem
de insan yaşamı üzerindeki etkilerinin sorgulandığı, bir yandan da her türlü
ayrımcılığa (ırk ya da etnik kökene dayalı ayrımcılığa, cinsel eşitliği yok
sayan cinsiyetçiliğe, v.b.) karşı konulduğu 1960’lı yılların Anglosakson
dünyasının “eylem koyma” ortamında filizlenmiştir. Aynı zamanda da felsefenin
yalnızca ahlâkla ilgili sorunların neliğini çözümleyip bu sorunlara çözüm
getirmeksizin bunların adını koymakla yetinmesi gerektiğini savlayan
çözümleyici ahlâk felsefesi anlayışına bir tepki olarak gelişmiştir. Uygulamalı
etik, ahlâk felsefesinin “İnsan için iyi yaşam ne anlama gelir?” ana sorusunu,
“iyilik”, “doğru eyleme”, “adalet”, “mutluluk”, “ödev” gibi temel kavramlarını,
işin içine yararcılığı, liberal haklar kuramını ve erdem ahlakını katarak
tartışır; insanoğlunun değer vermesi gerektiğini düşündüğü evrendeki tüm diğer
canlıları gözden ırak tutmadan ahlâk anlayışımızı yeniden ele alır.
Vicdan
En genel anlamda, kişinin kendi ahlâk değerlerini
dolaysız bir biçimde kendiliğinden yargılamasını sağlayan içyeti ya da kişiyi
bunu yapmaya yönelten içduyu; kişinin kendi edimlerini, tüm yapıp etmelerini
ahlâki bakımdan yargılama yetisi. Yerleşik felsefe dilindeyse ahlâki bakımdan
neyin doğru neyin yanlış olduğunun, doğru ile yanlışın ilkelerinin ya da iyi
ile kötünün neliğinin dolaysız kavranışı; her insanda var olduğu düşünülen bir
tür “ahlâki bilinç”.
Vicdan terimi felsefe tarihi boyunca çeşitli düşünürlerce başka başka
tanımlanmış; farklı okumalar ışığı altında ele alınmıştır: Kimileyin (İlkçağ
Yunan Felsefesi’nde) Sokrates’in uyarıcı sesi olarak; kimileyin (Ortaçağ
Skolastik Felsefesi’nde) her birimizin içinde bulunan “Tanrı’nın sesi” olarak;
kimileyin de (Aydınlanma Çağı sonrasında) insana özgü ussal bir yeri ya da
ahlâk duyusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Vicdanın neliğine ilişkin yürütülen
tartışmalarda bir diğer önemli noktayı da vicdanın doğuştan gelip gelmediği,
başka bir deyişle Tanrı’nın insanı vicdanla donatıp donatmadığı konusu
oluşturmaktadır. Bu bağlamda kimi filozoflar vicdanın toplumsal ya da kültürel
koşulların bir ürünü olduğunu, bu koşullarca şekillendirildiğini, kıvamını
aldığını savunmaktadırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder