İlgilendiğiniz ismin tanımına doğrudan gitmek için aşağıdaki bağlantılardan birini seçin:
- Herakleitos
- Demokritos
- Sofistler
- Sokrates
- Kynikler
- Kyrene okulu
- Stoa
- Epiküros
- Platon
- Aristoteles
- Lucretius
- Cicero
- Bacon
- Hobes
- Locke
- Mill
- Kant
- Nietzsche
Herakleitos
Herakleitos’a bir «düşünce aristokratı» derler. Yığını hor
görür. Ona göre yığın anlayışsızdır, her şeyin dış yönüne takılıp kalır. Bu
yüzden değişmeyi de, değişmenin arkasındaki düzeni, yasayı da göremez. Çokluk,
yığın sığırlar gibi yaşarlar, «domuzlar arık sudan çok çirkeften hoşlanırlar»,
bunun gibi çoğunluk da çamur içinde yaşar ve kurtlar gibi topraktan beslenir.
Doğarlar, çocuklar meydana getirirler ve ölürler, daha yüksek bir yaşama
ereğine bağlanmadan. Anlayışlı kimse ise, yığının çabaladığı şeye, değersiz ve
gelip geçici bir şey olarak daha az değer verecektir; kendi aklına eseni değil,
sadece genel yasayı ölçü olarak alacaktır; ve bütünün düzenine bağlanmakla,
Herakleitos’un en yüksek yaşam ereği olarak gösterdiği hedone’ye
(burada memnunluk anlamına) erişecektir.
Mutlu olmak insanın kendi elindedir; dünya hep olması gerektiği gibidir; insanın mutluluğu kendini dünya düzeni içinde bulması ile olanaklıdır, bu da insanın ruhunun daimonca olması ile ilgilidir, daimonca olmasına bağlıdır. Yani insanın mutluluğu kendi iç durumuna bağlıdır. Daimon burada dış anlamda değil, iç anlamda alınyazısıdır.
Ahlak üzerinde bu gibi düşünceleri fragmentler halinde günümüze kadar gelmiş olan Herakleitos’un, ahlak kavramlarını bilimsel bir biçimde belirlediğini gösteren hiçbir ize rastlamıyoruz.
Bedia Akarsu-Ahlak Öğretileri- Remzi Kitabevi-1982-İstanbul
Demokritos
Duyulur görünüşleri gerçek özden belirli bir şekilde ayıran
Demokritos, insan yaşamındaki ödev ve mutluluğu da dış dünyanın verilerinde
değil, iç dünyanın gerçek özelliklerinde arayacaktır. Demokritos’un bütün ahlak
üzerindeki görüşlerinde ve ilkelerinde bu karakteri görüyoruz.
|
İnsanların
yapıp ettiklerinin, kendisine göre ölçüleceği kriterium sadece haz ve acıdır.
Haz ve acı, yararlı ve yararsızın ölçüsüdür. |
Yaşamımızın ereği olarak da Demokritos, ruhun sürekli bir
dinginliğini, mutluluğu göz önünde tutuyor. Demokritos bu mutluluğu çeşitli
adlarla göstermiştir: eudaimonia, euthymia (ruhun iyi durumda olması),
ataraksia (sarsılmazlık, ruh dinginliği). İnsan için yapılacak en iyi şey
elinden geldiği kadar yaşamına sevinç katmak, elinden geldiği kadar az acı
duymaktır. Ama bundan duyusal hazların en yüksek olduğu anlamı çıkmaz.
«Mutluluk ve ruh iyiliği sürüde bulunmaz», daimonların yeri ruhtur, beden ve
duyular insanı mutlu yapmaz, insanı mutlu yapan akıldır.
İnsanın içinde birtakım tutkular vardır, ama bu tutkularla
savaşmak, insan için önemlidir, bu savaşı da ancak akıl başarır. İlaç nasıl
vücudu hastalıklardan kurtarıyorsa, bilgelik de ruhu tutkulardan kurtarır.
Gerçek bilgelik, anlayışlı bir düşünme ile ruhu korkulardan kurtarmayı göz
önünde bulunduran, bunu başarabilmiş olan bir bilgeliktir. Aklın olmadığı yerde
insan yaşamdan zevk alamaz ve özellikle ölüm karşısındaki korkuyu yenemez.
Yaşamın zevklerine düşüncesizce kendini kaptıran bir insan mutlu olamaz, ruh
dinginliğine erişemez. Mutluluk, özü gereği, ruhun iyi durumda olmasından,
ruhun uyum ve değişmez bir dinginlik içinde olmasından başka bir şeyde
bulunamaz. Mutluluğu yaratan ölçü, düzen ve uyumdur, insanın kendi kendisi ile
ve başkaları ile uyum içinde olmasıdır. Bunu da ancak akıl sağlar.
İnsan istek ve hazlarında ölçülü olmayı, yararına olanı
zararına olandan ayırdedebilmeyi, kötülüklerden ve eğriliklerden kaçınmayı,
istek ve eyleminde kendini doğasına ve yeteneklerine göre sınırlamayı
öğrenmedikçe mutlu olamaz, bunları öğrendiği ölçüde de bu mutluluk insanda daha
yetkin, daha güvenilir bir biçimde belirir. Ölçü ve uyum insanı ruh sağlığına
ulaştırır.
|
Öyleyse
mutluluğa götüren yol, Demokritos için, yeterlik, uyum, ölçülülük ve
eylemlerinde arıklık ve ruhun oluşumudur. |
|
Aşırı
olan her haz, sonunda acı olur, buna karşılık ölçülülük hazzı çoğaltır.
Kendinde olmayanı istemek sadece akılsızlıktır. Akıllı kimse elinde
olanlardan sevinç duyar ve elinde olmayanlardan üzülmez |
Duyu hazları kısa sürer, sadece ruhun değerleri gerçek bir
mutluluk sağlar. Hiçbir güç, hiçbir zenginlik bilgimizi arttırmaz. Demokritos,
sadece eylemlerimizin değil, istemlerimizin de eğrilikten sıyrılmış olmasını
ister. Zorlanarak değil, insan kendi düşünüşü ile doğruyu yapmalıdır. Bir
kazanç ümidi ile değil, iyiyi yapmak için iyi olmalıdır. İnsan başkalarından
çok kendinden utanmalıdır.
|
Sadece
doğruluk bilinci ruh dinginliğini sağlar. Bunun için de Demokritos üç yol
gösterir: doğru düşünme, doğru konuşma, doğru eyleme. |
Bütün yanılmaların nedeni bilgisiziliktir, daha iyinin
bilinmemesidir. Her iyinin nedeni akıllıca davranmaktır. Bundan dolayı erdem
yoluna zorla değil, düşünerek varmalıdır. Ruhu dinginliğe kavuşturan yaşama
insanı ancak akıl eriştirir. Ruhu tutkulardan ancak bilgelik kurtarır. Onur,
zenginlik gibi dış değerlerle çok ilgilenmemeli, insan sevinçlerini kendi
kendinden, kendi ruhundan yaratabilmelidir. Böylece ilkel düşüncede dışta
aranan mutluluk, Demokritos’ta içe çevrilmiştir. İç doygunluğun önemi, ruhun
iyiliği, ruhun sağlığı ön plana geçmiştir. Tinsel değerlerin egemen olduğu
yerde, dış olaylar eylemin yargılanmasında ölçü olamaz elbette, eylemi meydana
getiren düşünüş burada önemlidir. Eylemlerinde değil, istençlerinde, insanın
değerli olup olmadığı anlaşılır. Böylece dış dünyadan kopma, Yunan
Felsefesinde, düşünsel bir bilgiye dayanan yeni bir şey olarak ortaya çıkıyor.
Demokritos yaşam karşısında bir iç özgürlüğe değer veriyor.
Felsefe tarihinde euthymia’yı (ruhun iyi durumda
olması) ilk olarak insanın ereği olarak koyması, Demokritos’u kendinden sonraki
bütün Yunan ethiği ile bağlaması bakımından, başlangıçta felsefesi için
söylediğimiz gibi, ethik bakımından da, Demokritos’u bu geçit dönemi filozofu sayabiliriz.
|
Mutluluğun
içle ilgili bir şey olmasının, ahlaksal olanın autonomisi düşüncesinin ilk
defa kendisinde belirmesiyle Demokritos, Sokrates-Platon ethiğinin büyük
idealizmini hazırlamıştır. |
Bir sistem kurmamış, ama bu sistemin çekirdeğini vermiştir.
Ruhun iyi durumda olması, mutluluk, bundan böyle bütün Yunan ethiğinin
ana-ilkesi olacaktır.
Bedia Akarsu-Ahlak Öğretileri- Remzi Kitabevi-1982-İstanbul
Sofistler
Erdem kavramı ilk Sofistlerce, kendi
çağlarındaki yurttaşlarının kullandıkları aynı anlamda ve aynı belirsizlik
içinde kabul edilmekteydi. Bu erdem kavramında Yunanlıların erdemli insan için
kullandıkları bütün kavramları topluyorlardı: Bir yandan pratik bakımdan
yararlı olan yetkinlikler, vücut sağlığı ile birlikte aile ve toplum yaşamı
için değeri olan her şey, öte yandan karakterce doğru ve erdemli olmak.
Sofistlerin ilk kuşağının ahlak öğretileri üzerine bize kadar gelmiş olan
bildiriler, bu öğreticilerin kendi çağlarında yaygın olan ahlak görüşlerine
temelden bir karşı durmadan uzak olduklarını gösteriyor.
Platon’un «Protagoras» diyaloğunda, Protagoras,
öğrencisine kendisinin yanında geçireceği
her gün daha iyi olacağını söyler, öğrencisini iyi bir aile babası ve iyi bir
yurttaş yapmak istediğini açıklar. Erdemi en güzel şey olarak adlandırır.
|
Ona
göre her haz iyi değildir, güzele duyulan haz iyidir, her acı da kötü olamaz. |
Sofizmin kendisi aslında o zamana kadarki ahlak geleneğinin
bir dışına çıkmadır Sadece kendi varoluşları bile bu gelene yetmediğini
gösterir. İnsan sadece toplumun törelerine uysaydı onlarla yetinseydi, ayrıca
özel erdem öğreticilerine de gereklilik kalmazdı. Erdem bir kez özel bir
öğretimin konusu yapılınca da, elbette gelenekler olduğu gibi alınmayacak,
Sofistlerin baştan, beri yaptığı gibi, erdemin nerede olduğu, doğru ile eğrinin
ne olduğu gibi sorular da sorulacaktı. Ancak, Sofistlerin dünya görüşü bakımından
da bu sorulara ancak şöyle cevap verilebilirdi: Genel geçer bir doğruluk
olmadığına göre, genel geçer bir yasa da olamaz. İnsan, tasarımlarında her
şeyin ölçüsü olduğuna göre, eylemlerinde de her şeyin ölçüsüdür. Her bir
kimseye doğru görünen şey o kimse için doğru olunca, kendisine haklı ve iyi
gelen bir şey de o kimse için haklı ve iyidir. Başka deyişle herkes doğaya
uygun olan haklarına, ,kendi istençlerine, kendi eğilimlerine uyar; yasa ya da
törelerle engellenirse, bu, doğal olan haklarının bozulması demektir. Onlara
göre aynı şey birine iyi bir başkasına zararlı görünür.
|
Öyleyse
iyi de doğru gibi göreli (relatif) bir şeydir. |
Ahlak kavramları üzerindeki bu kuşkular sonunda bir değer
anarşisine götürmüştür Sofistleri. Daha doğa filozoflarında başlayan
gelenek-doğa ayrılığını, Sofistler, ahlak alanına da aktarmışlar, ahlak
kurallarının da yer yer, zaman zaman değiştiğini görerek bunların insan eliyle
konmuş birer koyum olduğunu, bu koyumların da çoğu zaman insanı doğa yasalarına
karşı davranışlara zorladığını ileri sürmüşlerdir. İnsanların gerçek-
bağlanacakları yasalarsa, onlara göre, doğa tarafından konulmuş yasalardır,
doğa yasalarıdır. Böylece o zamana kadar Yunanlılarda biricik ahlak otoritesi
olan yasa ve gelenekler sarsıntıya uğramış ve geçerliğini yitirmiştir. Her
konulmuş ahlak ve hukuk yasası insan özgürlüğünü haksız olarak sınırlayan bir
şey olarak görülmeye başlanmıştır. Böylece Sofistler ahlak alanında da sınırsız
bir öznellik getirmişlerdir.
Bedia Akarsu-Ahlak Öğretileri- Remzi Kitabevi-1982-İstanbul
Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları
Sokrates
Sokrates’i ilgilendiren sadece “doğru bir yaşayış
hangisidir?” sorusu (olmuştur). Doğa felsefesi ile hiç uğraşmamış; kavramsal
doğruyu araması da sırf ahlak kaygıları yüzündendir. İnsanın ahlakça kendini
yetiştirmesi ile bilim aynı şeydir. Araştırmalar sonunda bulunacak tümel doğru,
ahlak bilincine açıklık ve güven sağlayacaktır. (Bkz: Macit Gökberk, Felsefe
Tarihi, s.47-52)
(…)
Sokrates’te iyi, güzel, yararlı kavramları hep bir anlamdadır Ona göre
hoş ve yaşamı acısız kılan işler güzeldir, her güzel iş de iyi ve yararlıdır.
Belli bir ereğe hizmet etmeyen bir iyinin olacağına inanmaz. Her şeyin gördüğü
-bir iş vardır, bu işi en iyi gören de o şeydir, örneğin göz görür, kulak
işitir, bir üzüm kütüğü kendine özgü aletle en iyi kesilir. Öyleyse iyi yararlı
olmaktan başka bir şey değildir, güzel de bundan başka bir şey değildir. Bundan
dolayı her şey yararlı olduğu şey için güzel ve iyidir. Kimse yararlı bulduğu
şeyden başkasını yapmak istemez. İyi yararlı olduğuna göre, hiçbir insan
yaptığı işten daha iyilerinin bulunduğunu bilip de yapmamazlık etmez. Öyleyse
bir insanın iyiyi yapmaması sadece bilgisizlikten gelir. Bilgisizlik denilen
şeyse, değerli şeyler üzerinde yalan yanlış şeyler bilmek, iyiyi kötüden
ayıramamaktır.
|
Bundan
da şu sonuç çıkar, kimse kötü olan ya da kötü bildiği bir şeyi isteyerek
yapmaz zaten insanın kötü bildiklerini iyi bildiklerine üstün tutması
doğasına aykırıdır. |
İnsan her zaman iyiyi ister, ancak, iyi sandığı aslında çoğu
zaman kötüdür, böylece bilmeyerek kötüyü yapmış olur Sokrates, sonunda,
kimsenin bilerek bir kötülük işleyemeyeceği düşüncesine varıyor. İyiyi kötüden,
doğruyu yanlıştan, korkulacak şeyleri korkulmayacak şeylerden, yapılması
gerekeni kaçınılması gerekenden ayırdedebilen bir insan kötülük
işleyemeyecektir. Öyleyse erdem bilgidir.
(…..)
Sokrates’in ahlaksal yaşamayı bilgiye dayandırdığını biliyoruz. Ama bu bilgi
kavramı Sokrates’te formel bakımdan (biçimce) belirsiz olduğu gibi materiel
bakımdan da (içerikçe de) aynı belirsizlik içindedir. Pratik bilginin içeriğini
kuran iyidir, iyi de yararlı olandır. Ama bu yararlılık bu ereğe uygunluk
nerede bulunur? Neyin yararına hangi ereğe? İşte burada Sokrates hiçbir alanda
konuşmadığı kadar kesin konuşur.
|
Tinsel
(manevi) yetkinliği ruhunun esenliği, kendi ruhu için kaygı, insanın en
önemli ereği olmalıdır. |
Öyleyse artık burada mutluluk —erdemli olmakla kazanılan
mutluluk— ahlaklılıkla bir oluyor. Mutluluğu ancak erdemli olma yarattığına
göre, mutluluk ahlaklı olmaktan başka bir şey değil. İyiyi kötüden
ayırdedebilen bilge kişinin mutluluğu söz konusu burada. Erdemle mutluluk bir
sıraya konmuş oluyor Sokrates’te. Erdem de bilgiden, akıl bilgisinden başka bir
şey değil.
Sokrates’in içinde duyduğunu söylediği ses —kendi deyişi ile
Daimonion— de bu mutlulukla = eudaimonia ile bağlantı içinde. Yukarıda
söylediğimiz gibi eudaimon, kendisinde daimon’un yani doğrudan doğruya insan
yaşamını kuşatan, insan yaşayışlarının içine sokulan gücün bulunduğu kimsedir.
Sokrates’in daimon’nunu bu bakımdan vicdanla ya da insana doğru yolu gösteren
güçle karıştırmamak gerek.
Aklı, akıl bilgisini ahlaksal eylemlere temel alması
Sokrates’i Sofistlerin karşısına koymuştur. Gerçi Sofistler de duyular yoluyla
herkes için geçen doğru bilgi varılacağına inanmıyorlardı. Ama bu onları tam
bir göreciliğe (relativism) götürmüştü. Tümel, genel geçer bir bilginin
olabileceğine inanmıyorlardı. Ahlaksal iyi ve bunun bilgisinde ölçü, Sofistler
için, gelişigüzel insan görüşleri idi. Sokrates için ölçü, insan aklının
düşünüp taşınarak kavrayabileceği nesnel gerekliliktir. Ancak Sokrates bu kavramsal
bilgiyi araştırırken de, tümel tanıma varmak isterken de, yine o içindeki sesin
sadece yanlış yolu haber verişi gibi, hep karşısındakilerden tanımlar istemiş,
verdikleri tanımların eksik ya da yanlış olduğunu göstermiş, onların
sanılarının doğru olmadığını, bir episteme’ye yaramadığını açığa çıkarmış, ama
kendisi de hiçbir zaman bir tanım verememiş, kavramları tam bir belirlemeden
hep kaçınmıştır.
Bedia Akarsu-Ahlak Öğretileri- Remzi Kitabevi-1982-İstanbul
Eski Yunan dünyasında bugünkü anlamıyla etikie ilk kez MÖ.
V. yüzyılda Sokrates’in (M.Ö. 469-399) diyalektik felsefesinde karşılaşılır.
Tıpkı Sofıstler gibi davranış kurallarını belli dayanaklar
üstüne oturtmak isteyen Sokrates, gelenekleri temellendiren değer yapılarını
sorguladığından ötürü, Aristophanes gibi kimi tutucu düşünürlerce değme bir
Sofist olarak görülmüştür. Oysa Aristophanes’in düşündüğünün tam tersine
Sofıstlerle yaşamı boyunca savaşan Sokrates, usun doğru ve yerinde
işletilmesine bağlı olarak kişinin özçıkarları ile kamusal çıkarlar arasında
bir uzlaşı kurulmasının olanaklı olduğunu, bütün insanlar ve bütün zamanlar için
geçerli birtakım etik ilkelerinin varolduğu düşüncesiyle de oldum olası etik
araştırmasının gereğini savunmuştur. Dolayısıyla, felsefenin öteki dalları
dışarıda tutularak salt etik açısından bakıldığında, sözcüğün gerçek anlamıyla
tarihin bilinen ilk filozofunun Sokrates olduğu söylenebilir. Sokrates’e göre,
insanın bütün yapıp etmelerinin en son anlamda gerçek adresi “mutluluk”tur;
buna ulaşmanın biricik yoluysa erdemli yaşamı sonuna dek gerçekleştirme
ülküsünden sapmaksızın yaşam yolunda yürümektir. Bütün insanlar doğaları gereği
hep mutlu olmanın peşinde oldukları için, hiç kimsenin ilkece bile isteye
erdemsiz davranışlarda bulunmasına, kötülüğe göz göre göre kapı aralamasına
olanak yoktur. Bu yüzden bütün kötülüklerin temelde bilgisizlikten
kaynaklandığını düşünen Sokrates, görünürde ayrı olan bütün erdemlerin gerçekte
bir ve aynı olduklarını savunmaktadır. O nedenle Sokrates, kişinin bilgisi
arttıkça bununla doğru orantılı olarak erdemden aldığı payın da artacağı
öncülünden yola çıkarak, erdemin bilgi yoluyla öğrenilebilen, daha da
yetkinleştirilebilen bir yeri olduğunu düşünmektedir. Öğrencisi Platon’un
yazıya aldığı çoğu Sokratesçi diyalog, uzlaşılara dayalı toplumsal inançların
eleştirilerek bunların yerlerine yeni etik araştırmalar yapılmasının gereğini
tanıtlamaya dönük olsa da, özellikle Sokrates’in son diyaloglarının birtakım
sonuçlara varmak amacıyla geliştirilmiş kimi uslamlamalarda bulunması dikkat
çekicidir. Bir başka deyişle, önceki diyaloglar çoğunlukla etik kavramlarının
anlamlarını araştırıp varolan anlamların değerlerini sorgularken sonraki
diyalogların daha çok filozofa yakışan erdem yaşamının gereklerini ortaya
koymaya çalıştığı gözlenmektedir.
Kynikler
Kynik felsefe aslında gerçek Sokratik öğretiden başka bir
şey olmak istemiyor. Gerçekten Antisthenes, Sokrates’in en
sadık öğrencilerinden biri olarak gösterilebilir. Sokratik düşüncenin temel
kavramı olan erdem, onun da en yüksek yaşama ereğidir. Ama Sokrates’in bilimsel
ve ahlaksal çabayı birleştirmesi ve bilimi temel yapması Antisthenes’in işi
değildi. Gerçi dili çok üstün olan sayısız yazıları olduğu biliniyor, ama hemen
hemen hiçbir şey kalmamış onlardan, kalan fragment’lerin de gerçek olduğu
kuşkulu.
Antisthenes hocasında her şeyden önce karakterindeki
bağımsızlığa, ilkelerinin kesinliğine, kendi kendisi üzerindeki egemenliğine ve
yaşamın her alanındaki ölçülülüğüne hayrandı. Sokrates’ teki ahlaksal
özelliklerin özgür bilimsel araştırma ile özden bağlı olduğunu ve kavramsal
bilgi ilkesinin Sokratik bilginin sınırlarını aştığını görmüyordu.
(…)
Antisthenes’in tek tek varlıklara yönelen, ancak tek tek nesnelerin varoluşunu
kabul eden nominalisminin, ethik’i ile bağlantısı var: bu ethik’in yalnızca tek
insanın mutluluğunu yansıtması bakımından. Antisthenes, mutluluğu doğrudan
doğruya boş kuruntulardan kurtulmakla kazanılan neşeli bir ruh dinginliğinde
bulduğundan, mutluluğa erişmede erdemle yetinir.
|
Erdem,
insana uyan ve bütün dünyada olup bitenlerin değişmelerinden bağımsız kalan
biricik şey olduğundan, yalnızca en yüksek değil, biricik değerdir de,
mutluluğa götürecek biricik yoldur. |
Erdemin dışında insanların değer verdiği hiçbir şeye saygı
göstermez Kynikler. Erdemden başka iyi yoktur, erdemsizlikten başka kötü
yoktur. Biri ya da öbürü ile ilgisi olmayan şey insan için önemsizdir. Bunun
dışında hiçbir şeye aldırış edilmemelidir. İyi, herkes için kendine öz olan
şeydir. İnsanın gerçek özelliği de düşünce ve ruh yönünde belirir. İnsan sadece
düşünce ve ahlak eylemlerinde bağımsızdır. İnsanı alınyazısının elinden
kurtaracak olan sadece bilgi (phronesis) ve erdemdir (arete). Dış dünyadaki
şeylerin hiçbirine ve bu dış dünyanın isteklerine hizmet etmeyen kimse sadece,
özgür bir insandır. İnsanın mutlu olmak için erdemden başka bir şeye hor
görmeyi öğrenmelidir insan. Zenginlik, güzellik, ün, şan, şeref, hepsi birer
boş gurur ve kuruntudur, başka bir şey değil. Bilgelik insanın bunlardan
kendini kurtarmasındadır.
|
En
değersiz, en kötü olan da çoğunluğun en değerli saydığı şeydir, yani: Haz. Bu
filozoflar hazzın yalnız iyi olduğunu yadsımakla kalmazlar, en büyük kötülük
olarak açıklarlar. |
Antisthenes’den kalan şu söz: «Haz duymaktansa deli olmayı
yeğlerim» diyor. Haz, sevgide olduğu gibi, tutku haline gelirse insan
isteklerinin kölesi olur sonunda. Hazzın karşısına Antisthenes çalışıp
didinmeyi, çaba ve sıkıntıyı koyar; iyi olan budur. Çünkü yalnız çalışma insanı
erdemli yapar, onunla insan bağımsız olur. Antisthenes’i bu görüşe hazzın,
acının bitmesinden başka bir şey olmadığı görüşü götürmüştür. Çünkü bu görüşe
göre daha önce acıyı bilmeden hazza erişilemez. Antisthenes bu ilkeyi kabul edemezdi,
çünkü böyle bir hazzı da (iyi olarak) kabul etmekten uzaktı. Tinsel hazların
(düşünsel hazların), duyusal hazlardan daha değerli olduğu görüşüne de önem
vermez Kynikler. Bu gibi hazların da hiçbir şekilde amaç olamayacağı
düşüncesindedirler.
(…)
Özellikle iki öğe var öğretisinde, bunların bulunması öğretinin özelliğini
kurar. Biri haz olarak haz “öğretisi, öbürü Sokrates’in bilimsel düşünmeden
istediği şey aracılığı ile bu öğretinin belirlenmesi ilkesi. Gerçek hazza
götürecek biricik aracın bilgi olduğu. Birincisi kendi başına alındığında:
Duyusal zevkin biricik yaşama ereği olduğunu kabule götürür; ikincisi, sokratik
ahlak öğretisini sıkı sıkıya kabule götürür. Aristippos’a göre
mutluluğa götüren en güvenilir yol, tam bir bilinç özgürlüğü ile şimdiki anın
zevklerine kendini ‘bırakmaktır. Bunun olanaklı olup olmadığı, öğretisinin bu
iki temel belirleniminin çelişmeden bir araya gelip gelemeyeceği sorusu,
Aristippos’un hiç ele almadığı sorudur.
Bedia Akarsu-Ahlak Öğretileri- Remzi Kitabevi-1982-İstanbul
Kyrene Okulu
Antisthenes’in gereksinimleri elden geldiğince daraltma, kendi kendine yeterlik, en yalın biçimi ile doğal yaşama, sıkıntı ve çabayla erişilecek çok sert bir erdem öğretisi karşısında Aristippos’un her şeyden sevinç duymaya çalışan, her yaşama durumunda iyiyi, sevincin kaynağını bulmak isteyen haz öğretisi var. Kyrene Okulunun kurucusu Aristippos, Sokrates’e olduğu kadar Sofistlere de bağlı Haz öğretisini de (Hedonısm) Sofistlerden aldığı duyumculuk (sensualism) üzerine kurmuş. Ama bu hedonism’in karakteri sokratiktir, özellikle hedonist ereğe ulaşmak için bilgiyi gerekli gördüğü anlamında. (….) Aristippos için sadece haz (hedone) kendi başına bir erektir, sadece haz koşulsuz bir iyidir, bütün başka şeyler ancak beğeni ve hazza bir araç olabildikleri ölçüde iyi ve istenmeye değerdir. (…) Sadece bizim kendi bireysel duyumlarımızı bildiğimize göre, ancak onları eylemlerimizin norm’u yapabiliriz. Bu eylemler de ancak bireysel olan ve elbette hoş olan duyumları kendilerine erek yapacaklardır. (…) Hazzı sağlayan şey iyidir, acı veren şey kötüdür, bu ikisi dışın da kalan şeylere de aldırmamalıdır. Hazzı istemek insan için en doğal duygudur. Böylece Aristippos için istencin (iradenin) biricik amacı hazdır. Bununla da haz, iyinin kendisi olmuş oluyor. Sokrates iyinin içeriğinin ne olduğunu kesin olarak belirlememişti. İyiye yönelmeli, iyiyi gerçekleştirmeye çalışmalıdır böylece erdemli olunur. Ama- «iyi» denilen nedir? Aristippos bu soruyu hiç kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla cevaplandırıyor. İyi hazdır, iyi ile haz aynı şeydir. Bu anlayışı ile de Aristippos Hedonism’ in kurucusu olmuştur. Bu hedonism de örneğin Sokrates’de bulduğumuz eudaimonism’in bir çeşidi. Ancak Sokrates’de eudaimonia (mutluluk), ruhun sürekli olan sağlığı ve esenliği idi. Oysa Aristippos haz deyince, ruhun sürekli olan bir durumunu anlamaz; onun göz önünde bulundurduğu, bir anlık haz duygusudur, bir andaki hazdır. Öyleyse Kyrene Okulu için ahlaksal ilke yapılan haz, tek tek bu andaki haz duyumlarıdır. Geçmiş ve gelecekteki duyumlar haz duyumu olarak göz önüne alınamazlar, çünkü geçmiş artık yoktur, gelecek de henüz gelmemiştir, burada değildir. Öyleyse, bu filozoflara göre, tek tek haz duyumları her türlü etkinliğin ereği olmalıdır. Bundan dolayı onlara göre, mutluluğa doğrudan doğruya ve kendisi için değil herbiri kendi zamanında ve bir an için var olan haz duyumlarına erişmek için çaba göstermelidir. Bütün yaşamın mutluluğu, sürekli mutluluk, yönetici görüş olarak alınırsa, buna göre, bütün yaşaması boyunca erişebilecek hazların tümünü yaratmak da insanın ödevi yapılmış olur. Çünkü bu ilke şimdinin yanında geçmiş ve gelecekteki mutluluğa da çaba göstermemizi ister; bu da bizim elimizde değildir, hem bir haz da vermiş olmaz. Gelecekteki hoş duygusu henüz ortaya çıkmamış bir edimdir, geçmişteki de ortadan kalkmış bir edimdir. Biricik yaşama bilgeliği, bundan böyle, içinde bulunulan andan tad alma sanatındadır: yalnızca şimdi bizimdir, artık elimizde olmayan şey için, ya da belki hiçbir zaman erişemeyeceğimiz şey için kaygılanmamalıyız. Hazzın nereden geldiği, hazzı doğuran şeyin ne çeşitten bir şey olduğu da Aristippos için önemli değil. Her haz bir haz olması dolayısıyla iyidir, bu bakımdan çeşitli tek tek hazlar arasında hiçbir ayrım yoktur, kendi başlarına alındıkta herbiri öbürüne eşittir, biri öteki kadar iyidir, herbiri hoş bir ruh edimidir ve herbirini doğal olarak isteriz. Ancak, Kyreneliler hazzı şimdiki ana bağlamakla maddesel haz ve acılara ruhsal hazlardan daha fazla değer vermiş olurlar, çünkü maddesel duyumlar şimdinin duyumlarıdır, ruhsal duyumlarda ise geçmiş ve gelecek öğeleri var. Kyreneliler tinsel haz ve acılara da maddesel hazların temel olduğunu kabul ederler Aristippos ancak duyu hazların gerçek anlamında bir haz olduğunu ileri sürmüştür. Haz öğretisini temellendirişi şöyledir: Daha çocukluktan biz hazza yöneliriz, acıdan kaçınırız. Oysa çocuğun tinsel. ve ruhsal haz duygusunu tanıyıp tanımadığı kuşkuludur. Hazzın anlık oluşu ve tek oluşu öğretisini fiziksel hazların dışına yaymak güç olmalıdır, çünkü tinsel haz anı aşar ve evrensel bir öğeyi içinde taşır. Tinsel haz, haz olarak kabul edilirse, ancak gerçek duyusal bir haz yerine konan bir şey olduğu anlamında bir haz olabilir, buna da erişilemez; algılanan, elle tutulan bir şey olarak haz, - bu da tinsel hazlarda olanaksız. Zaten onlara göre bir şeyin iyi doğru soylu ya da kötü, kızılacak bir şey oluşu sadece uzlaşımların (convention) işidir. Hırsızlık evlilik dışı davranışlar v.b. lerinde bile örneğin sonraki Kyrenelilerden Theodoros’a göre, haz eriyorsa kaçınılmamalıdır. Burada Sofistlerin physei-thesei karşıtlığı ortaya çıkıyor. Bireysel haz duygusu da, eylemlerin mutlak motifi olarak konuyor. (…) Bedia Akarsu-Ahlak Öğretileri- Remzi Kitabevi-1982-İstanbul ▲ Sayfa Başına DönStoa
Stoa ahlakının genel ilkelerini şu üç görüş noktasına geri
götürebiliriz: En yüksek iyi, erdem ve bilge üzerindeki araştırmalar.
İnsanın belirlenmesi ve insanın ahlaksal ödevlerinin
araştırılması, Sokrates’ten beri gelen bütün ahlak felsefelerinde olduğu gibi,
Stoalılar’da da, iyi kavramının ve en yüksek iyi ya da mutluluğun kurucu
parçalarının ne olduğu sorusuna bağlanır. Bunun da ancak akla uygun eylemlerde
ya da erdemde araştırılabileceğine inanıyorlardı Stoalılar. Bunu da şöyle
temellendiriyorlar: Her varlığın ana-itkisi kendini koruma içgüdüsü ve kendini
sevmedir.
|
Bundan
da şu çıkar: Her varlık kendi doğasına uygun olan şeye erişmeye uğraşır,
böylece en yüksek iyi ve en yüksek erek ya da mutluluk ancak doğaya uygun bir
yaşamada bulunabilir. |
Tek tek şeylerin, bi reylerin doğaya uygun olmasını sağlayan
da ancak dünya bütünü nün gidişi ve yasaları ile ya da genel dünya aklı ile
uyum halinde olmadır. Bilinçli ve akıllı varlığın doğaya uygun olmasını
sağlayan da, bu genel yasanın bilgisi, bu yasanın akılla görülüp bilinmesidir.
Akıllı varlıkta, yani insanda, hayvanda bulunmayan, içgüdülere egemen olan akıl
ortaya çıktığına göre, insan için doğaya uygun olma akla uygun olmadır. Çünkü
doğaya uygun olma sorusunda her var lığın kendisi için doğayla uyum halinde
olması söz konusudur; insanın doğasını belirleyen de aklıdır. Bu doğaya uygun
yaşama ilkesini Zenon «kendi kendisiyle uyum içinde yaşamak»
formülü ile dile getirmiştir. Kleanthes ise «doğa ile uyum içinde yaşamak»la
(Diogenes Laertios, Zenon’un böyle söylediğinden emindir, ona göre doğa
sözcüğünü Kleanthes eklemiştir.) Burada doğa (physis) genel olarak doğa ile mi,
yoksa insan doğası ile mi ilgili, her ne olursa olsun, genel düşünce şu:
Dünyanın gidişinin genel yasaları ve akılla yüklü olan insan doğası ile uyum
halinde olduğu ölçüde tek kişi yaşamasında mutluluk ereğine yaklaşır ve bu yasa
ile çatışma içinde olduğu ölçüde bu mutluluktan, bu erekten uzaklaşır.
Yaşamanın akla uygun olması, genel dünya düzeni ile uyum halinde olmada, tek
bir sözcükle erdemdir. Bundan dolayı Stoa’nın ahlak ilkesi kısaca şu önermede
dile gelir:
|
«Yalnız
erdem iyidir, mutluluk da yalnızca erdemde bulunur». |
Bu gerçek ereğe uyarak insan fizyolojik psikolojik
varlığının—salt duyu algılarında (işitmek görmek v b) olduğu gibi— üstüne
çıkmalı, salt psişik alana geçebilmelidir. Bu da belli bir ölçüde normal
yöndeki duygularda kısmen anormal yöndeki duygularda belirir. Normal duygular
birden ürkmeler gibi kaçınılmaz duygulanımlarla (pathos) ilgili hareketlerden
başka, özellikle, duyusal davranışlardan gelen utanma ve pişmanlık, doğadan,
çocuk oyunlarından güzellikten kişisel yakınlık ve cinsel sevgilerden sevinç
duymadır. Anormal duygular arasında tutkular —yani haz ve acı, istek ve korku—
bulunur.
Zenon’a göre tutku, «akla ve doğaya aykırı olan
ruh hareketi ya da ölçüyü aşan içgüdü» dür. Khrysippos tutkuyu, intellektualist
bir biçimde yanlış yargılar olarak tanımlar. Bunlar da Haz (hedone), istek
(epithymia), üzüntü ya da acı (lype) korku (phobos) Bunların karşısında da
eupatheia, ya da ruhun akıllıca olan duygu ve istenç hareketleri var, bunlar da
üç çeşit – Tinsel sevinç, akıllıca korku ya da dikkat (eulabeia) akıl istenci
(bulesis)
Tutku, Khrysippos’a göre, ruhun yanlış yargıya
dayanan hareket olması bakımından akla aykırıdır. İnsan bunu mutlaka yenmeli,
sadece akılla ilgili olan, tinsel mantıksal varlığını geliştirmelidir. Bu
tinsel varlık aynı zamanda apatheia alanı olarak da, daha sonra eupatheia olarak,
erdemli doğaya uygunluk olarak da kendini gösterir. En yüksek yaşama duygusu
olan mutluluk da kendiliğinden ortaya çıkar. Buna dayanan eski Stoa ethik’i de
ancak intellektualist olabilir. Böylece duygu ve istençlerin oluşması,
stoalılara göre, aslında sadece düşüncenin (dianoia) oluşmasıdır. İnsanda
yönetici olan (hegemonikon), ilk yol gösterici (proegumenon) dianoia’dır. Yani
insanın ruhunun birliğini kuran, bu birliği ileri götüren dianoia’dır. Kısaca
insanın birliğini kuran düşünüşüdür.
Hegemonikon’la proegumenon arasında da bir ayrım var.
Hegemonikon yönetici düşünce gücü, insanın yalnız düşünce ve mantıkla ilgili
yaşamasını değil, hayvansal ve bitkisel yaşamasını da yönetir. Proegumenon, bu
yönetmeyi gerçekleştiren ahlaksal eylemdir. Öyleyse birincisinin gizilgücül
(potentiel), ikincisinin edimsel (aktüel) önemi var. Ahlaksal ödev de böylece
daha belirli olur. İnsan proegumenon’unun aracılığı ile hegemonikon’unu kurar,
bunun aracılığı ile hegemonikon’unu kurar, bunun aracılığı ile de bütün
yaşamını yönetir. İnsan, hegemonikon’un kendisinden başka bir şey değildir
zaten. İnsan potentiellikten aktualite haline gelişir, öyle ki doğru akıl
(orthos logos) insanda aktüel bir şekilde gerçekleşir. O zaman insan doğayla
tam bır uyum içinde yaşar, tam olarak doğaya uygun yaşar, böylece ereğine
(telos) ulaşır. Mutluluk da onda eksik olmaz artık. Demek ki stoalılara göre
mutluluğu doğaya uygun yaşama sağlıyor.
|
Doğaya
uygun yaşama da erdemdir. Öyleyse iyi olan da sadece erdemdir. |
Bedia Akarsu-Ahlak Öğretileri- Remzi Kitabevi-1982-İstanbul
Epiküros
|
“Haz
bütün eylemlerimizin ereği olmalıdır.” |
Ne haz ne de acı yalın bir şeydir, haz ve acının
çeşitli dereceleri ve türleri vardır. Çeşitli haz ve acı duyumları arasındaki
bağlantılara bakıp bunların yararlı ve yararsız oluşlarını göz önünde
tutmalıdır. İçinde bulunulan duruma göre iyi, kötü bir şey olarak, kötü de iyi
bir şey olarak incelenebilir; daha büyük bir acı doğuracaksa hazdan vazgeçmeli,
vereceği daha büyük bir haz için de acıya katlanmalıdır. Her olumlu haz bir
gereksinime, bundan böyle hazla ortadan kaldırılabilecek olan bir acıya dayanır.
Bundan da Epikuros şunu çıkarır:
|
Her
hazzın gerçek özü ve ereği ancak bir acısızlıkta, acıdan kurtulmada bulunur.
İyi, kötüden kurtuluştan başka bir şey değildir. |
|
Hazzı
en yüksek amaç olarak alırken onun düşündüğü duyusal hazlar değil, vücudu
acılardan ve ruhu huzursuzluktan kurtaran hazlardır. |
|
Epikuros’a
göre esas olan, insanın vücutça durumu, maddesel durumu değil, insanın içinin
nitelikleridir. Beden hazları kısa sürer, yalnızca tinsel hazlar, salt ye
gelip geçici olmayan hazlardır. Öte yandan tinsel acılar da aynı şekilde daha
ağır olan acılardır, çünkü vücut yalnızca şimdiki kötülüklerden acı çeker,
ruhsa geçmiş ve gelecektekilerden de. |
Bununla birlikte Epikuroscu sistemde beden hazlarının daha
önce geldiği, hatta bütün hazların ilk kaynağı olduğu da yadsınmıyor. En
sonunda duyusal izlenimlere dayanmayan hiçbir tinsel haz duygusunun da
olamayacağı, Epikuros’un duyumculuğundan kendiliğinden çıkar. Hatta haz
öğretisinde bu duyumculuk daha da ileri gider. Epikuros’un şu sözü de bunu
yeterince kanıtlar: «Duyusal hazlar bir yana bırakılırsa, iyi olarak hiçbir şey
düşünülemez».
|
Erdemin
ancak koşullu bir biçimde insanı hazza götürmesi bakımından, hazza bir araç
olarak bir değeri olabilir. Erdem kendi başına alındıkta insanı mutlu yapmaz,
erdemin verdiği haz insanı mutlu yapar. |
Daha geç dönem bir hazcı düşünür olan Epikuros tinsel ve
bedensel hoşlanımların çoğaltılmasının, buna karşı acıların olabildiğince
azaltılmasının insana özgürlüğün yolunu açtığı, bu nedenle de hazzın en yüksek
iyi olduğu değerlendirmesinde bulunurken Aristippos’ tan ayrılır. Epikuros’un
Kireneli öncüllerinden ayrıldığı temel nokta, usunu işletmek yoluyla kişinin
kendi yaşamını planlayabileceğine, uzun dönemde elde edilecek yararlar uğruna
anlık hazlardan vazgeçilebileceğine yönelik “küçük hazlara karşı büyük hazlar”
savunusudur. Buna karşı Kirenelilerle paylaştığı ortak nokta ise hazzın bütün
yaşam için olanaklı tek iyi ölçüt olmasıdır. Ayrıca bu noktada Epikuros, ölçülü
ve sağlıklı olan “doğal hazlar” ile aşırı oburluk gibi gem vurulamayan
arzuların aradığı “doğal olmayan hazlar” arasında bir ayrıma gitmiştir. Nitekim
bu ayrım çerçevesinde geliştirdiği düşüncelerden ötürü Epikuros adı felsefe
tarihinde çoğunluk “doğal hazcılık” görüşünün kurucusu olarak geçer olmuştur.
İdeal bir yaşam için rahatlamış, boş vaktin keyfini çıkaran bir varoluşu öne
çıkaran Epikuros, değişik iştahların ölçüyü kaçırmamak koşuluyla doyurulmasını,
anlığın değişik hazlarla beslenmesini, arkadaşlarla keyifli sohbetler içinde
bulunmayı salık vermekle kalmamış; yaşadığı evin o ünlü bahçesinde (Ho
Kepos) bu söylediklerini öğrencilerine öğretmeye, yaşamında da bunları
aynı biçimde deneyimlemeye özen göstermiştir.
Platon
Platon’un ethik’i de, bütün Yunan ethik’i gibi,
eudaimonisttir: En yüksek iyi mutluluktur. Platon’un ethik’inde üç nokta
önemli:
1. Ahlaksal eylemlerimizin son ereği, ya da en
yüksek iyi.
2. İyinin tek kişide gerçekleşmesi, ya da erdem.
3. İyinin topluluk yaşamında gerçekleşmesi, ya da devlet.
|
Biri,
yaşamın en yüksek ödevini duyarlıktan kaçmada aradığı yerlerde; öteki,
duyusal güzeli en sevgiye değer bir şey o]arak belirlediği yerlerde, hatta
salt duyusal hazzı en yüksek iyinin kurucu parçası olarak saydığı yerlerde. |
İlk görüşü Theaitetos’ta buluyoruz: «Ama
kötülük ortadan kalkamaz Theodorus. Çünkü her zaman iyiye karşılık bir şey
bulunmalıdır. Ama aynı zamanda kötülüğün tanrılar arasında bir yer bulmasına da
olanak yoktur; kötülük ölümlü varlıklar ve şu topraklar üstünde egemenliğini
sürer. Bu da gösteriyor ki, buradan elden geldiğince çabuk yukarılara kaçmaya
uğraşmalıdır» (176a). Bu parçada duyu dünyasından kaçma var. Yeryüzü
yaşamında kötüden kurtulunamaz, bundan dolayı elden geldiğince çabuk bu
dünyadan kaçıp, erdem (arete) ve bilgi (phronesis) ile kendisine
yaklaşabileceğimiz tanrılığa göçmeliyiz.
Aynı düşünce Phaidon’da da var (64 v.d.). Ruhun bedenden kurtulması filozofun gerçek işidir. Devlet’te de aynı şeyi görüyoruz. (VII. 514 v.d.). Beden içinde karanlık bir cehennemde tutsak gibi yaşıyoruz. Beden ruh için bir köstektir, bir zindandır, daha yüksek yaşamasının bir mezarıdır. Ruhu zincire vuran bir kötülüktür. Onun için ruh ondan elden geldiği kadar çabuk kurtulmak ister. Beden her türlü kötülüğün nedenidir. Gerçi kötünün asıl yeri ruhtur, kötülük ruhun işidir, öbür dünyada kötülükten temizlenecek, arınacak olan ve yine kötülükten dolayı cezalandırılacak olan ruhtur, ama ruh bedende olmasaydı kötülüğe de düşmezdi. Beden içine girmekle ruhta aşağı kısımlar da gelişti ve kendi gerçek doğasını sakladı. Bizi gerçek doğamızdan çekip çıkaran istek ve tutkular bedenden çıkarlar. Bundan dolayı felsefe özü gereği bir arınmadır (katharsis). Bütün kötülüklerden kurtulmanın yolu ruhu bedenden ayırmada olduğundan, bu kurtuluşa ancak felsefi çaba ile erişilebilir; bu çaba ile ruh ölümden sonra da bedensiz bir yaşama elverişli olur.
Platon bu görüşünde kalsaydı, bundan ancak olumsuz bir ahlak
çıkabilirdi ki, bu da hem Yunan ruhu ile hem de Platon felsefesinin kendisiyle
çelişirdi. Ama Platon bu görüşte kalmamış, onu başka düşüncelerle tamamlamış,
bu konuda duyusal olana da önem vermiştir. Buna özellikle sevgi (eros)
öğretisinde rastlıyoruz. Sevginin gerçek konusu da ancak kendisi için istenilen
değerlerdir ya da idea’lardır. Burada duyusal görüngüler (fenomenler) idea’yı
örten bir şey olarak değil, aynı zamanda onu ortaya çıkaran, açan bir şey
olarak görülür.
Aynı doğrultuyu Philebos diyaloğunda en yüksek iyinin araştırılmasında da buluyoruz. Gerçi haz iyi olarak kabul edilemez. Ama sadece bilgelik de, hiçbir duygu uyandırmayan bilgelik de istenilir bir şey değildir. Hiçbir haz ve acı duyumu olmayan bir yaşama da sadece bir apatheia’dır, istenmeye değer bir şey değildir.
|
En
yüksek iyi, bilgi ve hazzın, ölçü, güzellik ve doğruluğa göre birleşmiş bir
karışımıdır. |
Böylece kynik apatheia’dan uzaklaşmış olan Platon,
Aristoteles’de daha bir biçim kazanacak olan, metriopathie’yi koymuş oluyor.
Ona göre de mutluluğun biricik yolu erdemdir. Her varlık kendi belirlenimine
ancak kendine uyan erdemle erişebildiği gibi, ruh da kendine uygun erdemle
ancak kendi belirlenimine erişebilir. Ruh da kendi belirlenimine erişirse iyi
yaşar, erişemezse kötü. Öyleyse erdem ruhu mutlu yapar, kötülük mutsuz. Hatta
erdem, ruhun doğru niteliğinden, iç düzeninden, ruhun sağlığından ve uyumlu olmasından
başka bir şey değildir; kötülük de ruhun kötü durumda olmasından, iç düzenin,
uyumlu olmanın bozulmasından başka bir şey değildir. İnsanın adaletli mi yoksa
adaletsiz mi olması daha yararlıdır sorusu, insanın sağlam mı yoksa hasta mı
olması daha iyidir sorusundan farksızdır.
|
Yalnız
erdemli kimse özgürdür, çünkü yalnız o kendi istencine uyar, çünkü onun
ruhunda egemen olan akıldır; yalnız erdemli kimse kendi içinde zengindir,
mutludur ve huzurludur. |
Tutkuları baş tacı eden kimse yoksuldur ve köleleşmiştir,
korku, kaygı, huzursuzluk içindedir. Ancak önce siz-sonrasız olanı, idea’ları
kavrayan, onunla dolu olan kimse, gerçek doygunluğu bulur. Başka hazlarda
doygunluk arayan kimse filozofun hazzından, yani gerçek hazdan, uzaklaşır.
Gerçek felsefe ve tam ahlaklılık (erdem) zaten aynı şeydir.
Sokrates’e göre erdem bilgi idi. Buna da kendiliğinden,
başka önermeler bağlanıyordu: erdem bir bilgi olduğuna göre onu yerine getirmek
için iyiyi tanımak yeter. İyiyi herkes ister. Herkesin istediği iyidir, ama çok
kez iyi sandığı aslında kötüdür. Bilmeyerek kötüyü işlemiş olur. Yine bununla
bağlı olarak kimse isteyerek kötülük etmez. Ancak bilen iyiyi yerine
getirebilir., Öte yandan Sokrates erdemin öğretilemeyeceği kanısındadır. Platon
başlangıçta bu noktalarda hocasının yolundadır. Ama sonradan . kendi görüşleri
belirdikte Sokrates’in görüşüne yeni bir anlam vermiştir. Platon daha «Protagoras» diyaloğunda
sokratik tezin yarattığı güçlüğü görmüştür: Erdem bilgi ise öğretilebilir
tezinin güçlüğünü.
Diyalog’da erdemin bilgi olduğu tezini savunan Sokrates sonra da erdemin öğretilemeyeceğine iki kanıt gösterir: İlkin toplum işlerinde herkese danışılması, bu işin yetkililerini bulup onlara sorulmaması; sonra, büyük adamların kendileri erdemli olduğu halde oğullarını erdemli yapamaması. Diyaloğun sonunda çelişmeyi gösterir Platon. Her iki düşünür de (Sokrates, Protagoras) baştaki savlarının karşıtı düşüncelere varırlar sonunda. Platon burada henüz kendi düşüncelerini saptamış değil. Yalnızca sokratik tezin güçlüğünü görmüş ve onu değiştirmek gerektiğini anlamıştır. «Menon» diyaloğunda aynı tartışma aynı biçimde ele alınır. Ama artık Platon erdemin öğretilebilip öğretilemeyeceği sorusunda kararsız değildir.
Platon burada şöyle bir seçenekten kalkıyor: erdem ya «öğretilebilir» (didakton) bir şeydir —böylece çalışma ile kazanılan bir şeydir (asketon)— ya da insana «doğadan-doğuştan verilmiş» (physei para genomenon) bir şeydir. Erdem öğretilebilirse, onun içeriği ahlak bilincinin, ruhun kendi malı olamaz, onun içinde bulunamaz. Dışarıdan alınmış, öğrenilmiş olmalıdır. Ama o zaman da konulmuş olanın (thesei) konusudur, insan tarafından düşünülmüş bir şeydir ve mutlaklığı yoktur. Sofistlerin bilgi relatifliği böylece ahlak bilgisi için de geçer. Erdem bir «doğa vergisi» ise, o zaman bir değer ölçüsü olabilir, her koyumu, ve düşünce keyfiliğini aşar, onun üstündedir, ruhun kendine öz malı ve ahlak bilgisinin temelidir. Ama öğretilemez.
|
«Erdem
ne doğa vergisidir ne de öğrenilebilir. Erdem, ona sahip olanlara bir Tanrı
vergisidir, akılla ilgisi yoktur » (Menon 99e-100). |
Bu tanımlama ile Platon Sokrates’den büsbütün ayrılıyor.
1. Bilgelik (sophia) aklın erdemidir; ruhun sağlığı
üzerindeki açık görüşü ile ruh yaşamına egemen olur.
2. Yiğitlik (andreia), korkulacak ve korkulmayacak şeyler
üzerinde aklın yargısıdır, haz ve acıya karşı da insanı korur; insanın hem
kendi kendine karşı bir davranışıdır, hem de diş tehlikelere karşı bir
davranışı.
3. Ölçülülük, kendine egemen olma (sophrosyne), ruhun daha
aşağı bölümleri, yürek ve istekler akla bağlı olmalıdır, kime itaat edilmesi,
kime buyurulması gerektiğinde akılla uyuşmalıdır.
4. Genel erdem olarak adalet (dikaiosyne). Bununla bütünün
uyumu kurulur. Adalet, ruhun her bölümünün bu bütün içinde kendine uyan görevi
yerine getirmesi ve kendini bu ödevle sınırlamasıdır. Bundan dolayı adalette
ruhun iç durumu, iç eylemlerindeki düzen ve ödevin yerine getirilmesi söz konusudur.
Böylece ruhun bütün bölümleri kendine düşen işi iyi yaparsa ve hepsi bir uyum
içinde bulunursa, ruhun erdemi de doğru bir nitelik kazanır ve bölümleri
arasında doğru bir bağlantı kurar.
Tek kişi için en yüksek iyi erdem olduğu gibi, devlet
yaşamının da en yüksek ereği erdemdir. Tek kişinin ruhunun doğru bir tutumda
olması nasıl ruhun bölümleri arasındaki bağlantıya dayanıyorsa, devlet için de
bu, böyledir.
Platon erdemleri gözden geçirirken adaleti en başa koymuştur. Adalet erdemlerin en yükseğidir, yani bütün erdemleri kendisinde toplayan en yüksek erdem. Kendisinde adalet denilen erdemi gerçekleştiren bir insan en yetkin bir insandır, insan idea’sına en fazla yaklaşan insandır. Platon Devlet diyaloğuna adalet nedir sorusu ile başlar. Devletin 1. Kitabında Trasymakhos adalet diye bir erdemin bulunmadığını, bunun insan tarafından uydurulmuş olduğunu, gerçekte sadece güçlülerin iktidarı ele geçirmek için yaptıkları savaşların var olduğunu, adaletin güçlünün işine gelen şey olduğunu söyler. Platon yine 1. Kitapta böyle bir toplumun yaşama gücünün kalmayacağını, insanların birbirine yardımının gerekli olduğunu, ancak bir işbölümü ile birbirlerine yardım ederek işlerini yürütebileceklerini ileri sürerek Trasymakhos’un bu görüşünün karşısına çıkar. Platon’a göre devletin doğal kökü de, hiçbir insanın kendi kendine yetmemesi, bu yüzden de bir sürü gereksinimlerini gidermek için başkalarının yardımına gereksinme duyan bir varlık olmasıdır. «Devlet, insanın, tek başına, kendine yetmediği, birçok şeylere gereksinme duyduğu anda doğar» (Devlet II. 369b.). Bunun için de insanların; karşılıklı olarak birbirlerine güvenmeleri gerekir. Karşılıklı güven ise, herkesin karşısındakinin adaletli olduğuna güvenmesidir. Böylece toplum yaşamının iyi yürüyebilmesi için tek tek kişilerin adaletli olması zorunludur. Ancak, adaleti sadece insanların birbirleriyle güven içinde yaşamasının başkoşulu yapınca, adalet artık bir erek olmaktan çıkıp bir araç olurdu sadece. Oysa Platon erdemi devlet yaşamının ereği olarak koymuştu. Öyleyse adalet, Platon’a göre, hiçbir zaman güven yaratan bir araç olamaz, başlıbaşına bir erektir.
Aristoteles
Aristoteles’e (374-322) göre bilim başlıca üç çeşittir:
kendi kendisi için araştırıldığında teoriktir, davranışlarımız için
kurallar koymak üzere araştırıldığında pratiktir; yararlı ya da
güzel, iyi şeyleri yaratmak için araştırıldığında poetiktir. En
yüce pratik bilim bütün ötekilerin kendisine bağlı olduğu politika’dır, daha
doğrusu toplumsal bilimdir. Ethik bu bilimin ancak bir parçasıdır, bundan
dolayı Aristoteles bağımsız bir bilim olarak «ethik»ten hiç sözetmez» yalnızca
«karakter incelemesinin» ya da «karakter üzerinde tartışmamızın» sözünü eder.
Böylece Aristoteles’te ethik sözcüğü de karakter bilimini dile getirecektir.
Aristoteles ethik’inin genel tutumu Nikomakhos ethik’inin ilk sözlerinde ortaya çıkıyor: «Her sanat, her bilimsel araştırma, her eylem ve isteyerek seçme bir iyiye çabalar görünüyor»; «iyi» de şöyle tanımlanır «Her şeyin yöneldiğı, eğilim duyduğu erek» Her eylem kendisinden başka bir şeye yönelir ve bu şeyi yaratma eğiliminden değerini alır. Aristoteles’in ethik’i ereksel (teleolojik) bir ethiktir. Ahlaklılık onun gözünde kendilerinde iyi oldukları için bazı eylemleri yapmak değil, «insan için iyi olan» şeye bizi yaklaştırdıkları için o eylemleri yapmaktır. Böylece ahlakta iyiyi insan için iyi olan şeyler sınırlamış oluyor. Bu görüşün, gerçekte, değeri kendinde olan eylemle, değerini başarısından alan, ortaya koyduğu şeyden alan eylem arasındaki ayrılıkla ilgisi yoktur. Bu ayrılığı kabul etseydi Aristoteles, Kant’ın öğretisinin öncüsü olurdu. Yani bir yanda iyinin kendisi diye bir şeyin var olduğu, öte yanda bir de değerini başarısından alan bir iyinin var olduğu düşüncesinin Aristoteles’te yeri yoktur. Gerçi bu ayrılık onun ethik’inde de kendini gösterir, ama genel olarak, bu da insan eylemini araç ve erek kategorileri ile yorumlamasıdır. Her eylemin kendinde bir değeri olan son bir ereği olmalıdır. Ve her eylemin son ereği aynı olmalıdır. O zaman da iki soru: Bu erek nedir? Bunu araştıracak bilim hangi bilimdir? İkinci soruyu cevaplandırmak kolaydır. Hangi bilimlerin incelenmesi gerektiğini politika bilimi gösterir; politika bilimine en şerefli sanatlar bağlıdır; politika bilimi ne yapmamız gerektiğini ve nelerden kaçınmamız gerektiğini bize söyler; öyleyse insan için neyin «iyi» olduğunu inceleyen bilim politika bilimidir.
Öteki soru, bu erek nedir sorusu daha güçtür ve ethik’in gelişmesini gerektirir. Ethik «başka türlü olmaya elverişli olan şeylerle» uğraşır ve ethik’ten, matematik gibi «zorunlu olan şeylerle» uğraşan bir bilimin yapabileceği tam tanıtlamalar beklenemez. Aristoteles evrende zorunlu öğelerle olumsal öğeleri ayırır. Gerçi belirlenmemiş olayların varlığını söylemek isterken her zaman açık değildir; ama, her halde, insan eylemlerinde bir olumsallık bulunduğuna inanır. Çünkü, ilkin, eylemlerimizin fizik sonuçları kesin olarak önceden görülemez; sonra, gelecekteki eylemler belirlenmemiştir; yani, pratik alanda bir belirlenimcilik (determinism) yok. Bu olaylar hangi eylemlerin en iyi sonuçları vereceğini kesin olarak söylemeyi olanaksız kılarlar. Ama bunu yapacak bilim, «ödevin» neyi dile getirdiğini, yapmamız gereken şeyi niçin yapmamız gerektiği araştıran soyut ethik değildir, verilmiş durumlar içinde ne yapmamız gerektiğini bize bildirmeyi deneyen uygulanmış ethik, ya da olaylar ethik’idir.
Ethik’le kesin bilimler arasındaki ayrılık böylece daha iyi anlatılmış oluyor. Ethik ilk ilkelerden hareket etmez, ilkelere yükselir. Akılla bilinebilir olan «kendinde» şeylerden değil, bize yakın olan şeylerden, yani olaylardan yola çıkar ve olaylardan altta bulunan nedenlere yükselir. Olayların kaçınılmaz bilgisini elde etmek için de iyi bir eğitim zorunludur. Matematik duyulur verilerin kolay bir soyutlanmasıyla kazanılmış ilk ilkeleri inceler; matematiğin özü bu ilk ilkelerden sonuçlar çıkarmaktır Ethik’in ilk ilkeleri ise, insanın yapıp ettiklerinin ayrıntıları içinde derinden düğümlenmiştir, bu yüzden aynı kolaylıkla çıkarılamaz; ethik’in özü de bu ilkeleri kesin olarak ortaya çıkarmak, ayırmaktır.
Bunun için iki şey zorunludur: İlkin inceleme yapacak
kimsenin ahlak soruları üzerinde, toplumun ortaklaşa bilgeliğini gösteren genel
sanılan kabul edecek biçimde yetişmiş olması gerekir. Bu sanılar ne açıktır, ne
de birbirini tutar, ama var oldukları kadar, ilk ilkelere erişmek için
kendilerinden hareket edilebilecek biricik verilerdir.
İkinci koşul bu inançları incelemek, ilk bakışta görülemeyen, ama erişildiklerinde açık olan, «daha akılla bilinir» doğruları ortaya çıkarmak için, birbirleriyle karşılaştırmak, kesin olmayışlarından ve birbirini tutmazlıklarından arındırmaktır.
Ethik tanıtlayıcı olmadığına göre diyalektik midir? Aristoteles’e göre, evet. Diyalektiğin yararlarından biri de bizi doğruca ilk ilkelere vardırmasıdır. Kısaca, Aristoteles, doğru olarak bilinen, doğru olarak kabul edilen ilkelerden değil de, «büyük sayıda insanların» ya da «bilgelerin» (özellikle Platon Okulunun) kanılarından hareket ederken diyalektik biçimini kullanır. Ama, bundan ethik’in ancak, kendisinin de kabul etmediği, kanılar üzerine dayanmış, yani yalnızca insanların görüşlerine dayanan uzun bir kanıtlama olduğu sonucunu da çıkarmaz.
Aristoteles de çokluğun anlayışına uygun olarak yaşamın ereğinin eudaimonia olduğunu kabul eder. Eudaimonia sözcüğü ilksel anlamında iyi bir daimon’u olma anlamına geliyordu Oysa Yunan günlük dilinde bu sözcük yalnızca mutluluğu, dış mutluluğu dile getiriyordu. Bu da, hazdan yalnızca süreklilik, derinlikle ayrılan bir duygu durumunu dile getirir. Aristoteles’e göre eudaimonia bir çeşit edimdir, eylemdir, yalnızca haz doğal olarak ona katılır. Yoksa Aristoteles hedonist değildir.
İnsan için iyinin eudaimonia olduğunu söylemenin
yetmeyeceğini biliyordu Aristoteles. Bu eudaimonia’yı ne çeşit bir yaşamanın
kuracağını, bu eudaimonia’yı sağlayanın ne olduğunu da bilmek gerekti Ayrı ayrı
insanların bu bakımdan yöneldiği birbirinden ayrı dört çeşit ilke vardı ona
göre büyük çoğunluğu hazza yönelmişti, erek olarak hazzı görüyordu, ama bu
ancak kölelere ve hayvanlara yaraşan bir erekti. İnsanların bir bölümü, daha
iyiler, erek olarak şerefi görüyorlardı: bu, politika yaşamının
konusu idi.
Yaşamanın ereği bize uyan bir şey olması gerektiğine göre, bu, şeref olamazdı, çünkü şeref dışla ilgili bir şeydir. Oysa en yüksek değer bize bağlı bulunan, bizim içimizde olan bir şeydir. Şeref kendimize özgü erdemi sağladığı için istenir, o zaman da erdem, politika yaşamının yöneldiği, daha gerçek bir erdem olur, ama şeref gerçek bir erek olarak göz önüne alınamaz. Bazı insanlar da zenginlik isterler, ama bu bir araçtır, erek değil Aristoteles’in en yüksek erek olarak koyduğu teorik (kendini düşünceye veren) yaşamdır.
Platon «iyi idea’sını» bütün iyiliklerin kaynağı olarak gösteriyordu Aristoteles bu anlayışa karşıdır:
1.İlkin «iyi» teriminin her şeye uygulanabilecek ortak bir
anlamı yoktur, ona göre Platon’un diyaloglarında iyi ayakkabılardan, iyi bir
kunduracıdan, iyi bir yurttaştan, bir anlam ayrılığı yapılmaksızın, söz edilir
ve ahlaksal iyinin ayrı bir özelliği olup olmadığı üzerinde düşünülmez.
Sokrates ve çoğu Antikçağ filozoflarında hep genel türden iyi ile ahlaksal iyi
aynı bu anlam içinde incelenmiş, ahlaksal iyinin differentia specifica’yı (özel
ayrım) kuran belirtisi hiç sorulmamıştır. İşte ilk defa Aristoteles bunu
yapmış ve bu differentia specifica’yı (özel ayrım) şu şekilde belirlemiştir:
Bir kimsenin iyi bir kunduracı, iyi bir gemici, iyi bir yapı ustası olduğunu
söylediğimiz zaman, bu kelimeyi töre dışı kullanıyoruz, ama onun iyi bir insan
olduğunu söylerken burada sözcük ahlaksal bir anlam kazanıyor.
2. Tikel görünüşlerinden bağımsız olan bir iyi idea’sı
yoktur. 3. İyinin ayrı bir idea’sı olsaydı bile, pratikte hiçbir işe yaramazdı.
İnsan için iyi en büyük iyidir yani ahlak alanındaki iyi en yüksek iyidir, bu
en yüksek iyiyi görülemek günlük yaşayışlarımızda bize yardım etmelidir.
İnsan için iyinin de iki özelliği var.
|
İnsan
için iyi erek olmalıdır, kendi başına bir erek olmalıdır, yani herhangi başka
bir şeye erişmek için bir araç olarak değil de, kendisi için seçilmiş
olmalıdır. |
Bu insan için iyi, ayrıca, kendi kendine yetmelidir, yani
seçilmiş olmaya değer bir yaşamayı kendi kendine vermelidir. Bu iki özellik
mutlulukla ilgilidir. Ama asıl bu mutluluğun ne olduğu araştırılmalı. Bu soruyu
cevaplandırmak için Aristoteles Platon’un iş ve görev kavramlarına başvurur.
Aslında Aristoteles insana en büyük doygunluğu verecek olan yaşama biçiminin
hangi yaşama biçimi olduğunu araştırır, ama bunun için de, insanın
karakteristik görevinin, insana özgü görevin ne olduğunu araştırmanın zorunlu
olduğunu söyler. Flüt çalanın görevi flütünü çalma olduğu, bağ bıçağının görevi
üzümleri kesmek olduğu açıktır. Bunun gibi gözün elin görevlerini görmek
kolaydır. Ama insanın görevinin ne olduğunu görmek hiç de kolay değil.
Aristoteles soruyu, yalnız insanın yapabileceği şeyin ne olduğunu sormakla
çözüyor. Çoğalma ve genişleme hayvanlarda da bitkilerde de var; duyumlar
hayvanlarda da var bunlardan hiçbiri insanın karakteristik görevi olamaz. Ama
insanda, Aristoteles’in to logon ekhon dediği, “bir planı, bir kuralı olan”
ötekilerin üstünde daha yüksek bir yeti var.
(…)
Mutluluğu erdeme uyan bir etkinlik olarak anlayınca, Aristoteles, erdemin
doğasını da araştıracaktır elbette. Nikhomakhos Ethik’inde VI. kitabın
sonuna değin bununla uğraşır. Bir plan yapan ya da onu yürüten akıl dışında, bu
planı izleyen, ona uyan bir başka bölüm daha var. Bu, istek yetisidir;
bu yeti kendi kendisinin efendisi olan insanda yaşamın kendisine koyduğu
kurallara bağlı kalır, kendini tutamayan insanlarda ise bu yeti bu kurallara karşı
gelir, bu kurallara itaatsizlik eder. Böylece iki çeşit erdem vardır: Akla
uygun erdemler - düşünce erdemleri (dianoetik erdemler), karakter erdemleri
(ethik erdemler).
(…)
Aristoteles, daha baştan insanın özünü dıştan kuşatan günlük yaşamın değerleri
ile deneyimsel yaşama sırt çeviren Platon’un değerler öğretisi arasında yerini
alır.
(…)
Her varlık basamağının kendine özgü bir en yüksek iyisi vardır. Bunun insan
için ne olduğunu belirlemek ethik’in ödevidir.
|
İnsan
eylemlerinin de son ereği en yüksek iyidir, yani bir başkası dolayısıyla
değil, doğrudan doğruya kendisi için kendisine erişmeye çalışılan ve yaşama
en yüksek değeri vermek için kendi kendine yeten şeydedir en yüksek iyi. |
Bu en yüksek iyi, her eylemin çaba gösterdiği ya da çaba
göstermesi gerektiği en son erek kavramı her ethik’in temel kavramıdır. Her
ethik bütün başka şeylere değerini veren ve bundan dolayı kendisi için çaba
gösterilen biricik şey olan mutlak değeri belirlemek ister. Bu en yüksek iyiyi
Aristoteles de ethik araştırmalarının en üstüne koyar ve bütün Yunan
filozoflarıyle birlikte bunu eudaimonia’da görür.
Ama bu mutluluğun nerede bulunduğu tartışma konusudur.
Bazıları hazza, bazıları pratik eylemlere, bazıları da bilimsel yaşama değer
verirler. Bunlardan birincisi yani haz, en yüksek iyi olamaz, çünkü haz kendi
kendine yeter bir şey değildir; ayrıca her haz istenmeye değer bir şey
değildir, çünkü en kötü insan da duyusal hazzı duyabilir, buna da mutluluk
diyemeyiz, gerçek iyiye ancak erdemli insan ulaşabilir. Aynı şekilde şeref ve
zenginlik de en yüksek iyi olarak kabul edilemezler. Zenginliğin kendi başına bir
değeri yoktur, kendisi için istenmez sadece başka şeyleri elde etmek için bir
araçtır, böylece yüksek anlamda iyinin ilk belirtisi eksiktir onda. Şeref de
bize belli bir erdem sağladığı için istendiğinden kendi başına gerçek bir erek
olarak öne sürülemez. İnsanın mutluluğu ancak insanın kendine özgü eyleminde
bulunabilir. Ama bu nasıl bir eylemdir? Yaşama ile ilgili bir eylem olamaz,
çünkü bu bitkilerde de var; duyusal eylem de olamaz, bu da hayvanlarda var.
Öyleyse bu eylem ancak aklın eylemi olabilir. Aklın eylemi de, doğru olarak
gerçekleştiğinde, erdemdir.
|
Buna
göre insana özgü mutluluk erdemli eylemdir. Bu erdemli eylemlerin çok
olduğunda da en yüksek ve en tam olan erdemli eylemdir. Bu da teorik ya da
salt düşünce eylemidir. İnsan aklının en özlü yetisidir ve en yüksek olana
yönelir. |
Kendine yabancı dayanaklara ve dış yardımlara en az bağlı
olandır; ereği kendi içindedir ve sadece kendisi için değerlendirilir. Düşünce
eyleminde insan huzura kavuşur. Akıl bizde tanrısal olandır, insanın gerçek
özüdür.
Sadece akıl eylemi insanın doğasına tam olarak uyar, insanı
tam bir doygunluğa ulaştırır ve insanın varoluşunu insanlığın sınırından
tanrılığa yükseltir. Bunun yanında da mutluluğun ikinci esaslı kurucu parçası
olan ahlak eylemi vardır. Ancak, düşünce içinde, insanın tanrısal yanı olan
eylem de bulunduğuna göre, bu aynı zamanda insan-üstü bir şeydir, buna karşılık
törel erdem (ethik erdem) ise gerçekten insana özgü bir iyi olarak
gösterilebilir. .
(…)
Mutlu olmanın kendisi elbette mutluluktan başka bir şeydir. Yiğit bir insan
yoksulluğu, hastalığı, mutsuzluğu bile ahlakça güzel bir davranışa çevirebilir.
Gerçek mutlu olan hiçbir zaman bayağılaşamaz, acınacak bir hale gelemez, ve
erdemli olan az bir mutluluk değeri ile de yetinebilir.
(…)
Bir eylem ne denli soylu ise, o denli yüksek bır haz ona bağlıdır Düşünme ve
ahlaksal eylemse en salt hazzı verir Tanrının mutluluğu da en yüksek eylemden
doğan hazdan başka bir şey değildir.
(…)
Ama mutluluğun asıl kurucu parçasının ancak bilimsel ve ahlaksal eylem
olabileceğini Aristoteles sık sık söyler. Eylemin hazla olan bağlantısında da
eyleme mutlak bir üstünlük verir. Hazza adanmış bir yaşama, ona göre, insana
layık bir yaşama değildir. Pratik eylem insanca bir eylemdir gerçi, ama teorik
eylem daha çok insancadır.
(…)
Hatta gerçek kendini sevmenin ancak daha yüksek değerlere erişmeye çalışmada
bulunabileceğini, dostları ve yurdu için insanın gereğinde bütün dışla ilgili
çıkarlarını hatta yaşamını bile feda edebileceğini de söyler, çünkü ona göre bu
gibi durumlarda ahlakça güzel bir eylemde bulunmanın kazancı vardır insanda.
Güzel ve büyük bir eylemin, hiçbir büyüklüğe erişememiş uzun bir yaşamadan, çok
daha büyük bir değeri vardır ve daha yüksek bir mutluluk sağlar.
Haksızlık etmektense haksızlığa uğramayı da daha iyi bulur Aristoteles.
Mutluluk akla uygun eylemde erdemli eylemde bulunur. Bütün öteki şeyler ancak
erdemle bağlılığı bakımından göz önüne alınırlar. Mutlak değerler yalnızca
tinsel ve törel değerlerdir.
Böylece erdem mutluluğun en temelli koşulu olarak kabul edilince, ethik’e düşen ödev de erdem kavramını araştırmak, erdemin kurucu parçalarını ortaya koymaktır. Erdemin de tinsel eylem gibi, iki özelliği vardır. Düşünce ile ilgili (dianoetik) ve ahlakla ilgili (ethik) özellikleri. Dianoetik erdemler aklın etkinliği ile ilgilidir, ethik erdemler ise ruhun akıl dışı bölümlerine akılla egemen olmayla ilgilidir. Dianoetik erdemlerin yeri düşüncedir, ahlak erdemlerinin yeri istenç (irade). Ethik’i asıl ilgilendiren de bu ethik erdemlerdir. Aristoteles Ethik’inin 1. kitabında ruhta akıl ve akıl dışı ayırımını yapar ve akılı da ikiye ayırır. Düşünme yetisi ve isteme yetisi. Ethik de bundan böyle akılla egemen olunan isteğin, yani istencin işidir.
(…)
Yetenek doğuştandır, erdemse değil. Erdem şundan dolayı da salt bir yetenekten
ve aynı şekilde bilimden ayrılır: çünkü, yetenek ve bilim aynı zamanda karşıt
yönlere de gidebilir, erdemse yalnız bir yöne: İyiyi bilen ve yapabilen buna
belli bir yeteneği, gücü olan kimse kötüyü de bilir ve yapabilir; iyiyi isteyen
kimse ise aynı zamanda kötüyü isteyemez. Öte yandan erdem dış davranışlardan da
ayrılmaktadır. Ahlaksal bir eylemde bulunmak isteyen kimse yalnızca doğruyu
yapmakla kalmamalı, aynı zamanda doğru düşünüş içinde hareket etmelidir.
Dış başarı değil, sadece bu düşünüş eyleme ahlaksal bir
değer verir. Bundan dolayı, belli bir eylemle değil, eyleyenin niteliği ile
ilgili olduklarından erdeme ve doğru görüşe varmak oldukça güçtür.
(…)
Ahlaklılığın temeli ve şartı belli doğal özelliklerdir: Ahlaksal eylemde
bulunabilmek için ilkin insan olmalıdır, ruh ve bedeni bakımından erdemi doğal
olarak alabilecek nitelikte olmalıdır.
(…)
Gerçek anlamında erdem ancak, doğal olan itkilere akılla varılan doğru görüşün
katılması ve onları yönetmesiyle ortaya çıkar. Doğal yatkınlık ve doğal
içgüdünün etkisi bize bağlı bir şey değildir, oysa erdem bizim elimizdedir,
bizim gücümüz içindedir. Doğal yatkınlık bizde doğuştandır, erdemse
alıştırmalarla yavaş yavaş belirir. Aristoteles bütün istenç dışı eğilimleri
ahlaksal olandan ayırma, ahlaksal eylemin dışında bırakma ilkesinde öylesine
ileri gider ki, ahlaksal olana temel hazırlayan şeyleri bile bu ilkeye uygular;
korku, kaygı, acıma v.b. gibi salt duygulanımları sırf kendi başlarına ne
övülecek ne de yerilecek şeyler olarak açıklamakla kalmaz, isteklerdeki ölçüyü
de erdemden, ölçüsüzlüğü de dar anlamdaki kötülükten ayırır; hatta utanmayı da
bir erdemden çok bir duygulanım olarak kabul eder. Ona göre ahlaksal olan
sadece akılla ilgili doğru görüşle yapılan şeydir.
(…)
Sokrates’in «Kimse isteyerek kötülük etmez» demesine karşılık Aristoteles
insanın eylemlerinin efendisi olduğunu söyler ve insanın eylemlerindeki bu
özgürlüğü, bu özgür istemeyi, pratik davranışı teorik davranıştan ayıran
ayırdedici belirti olarak kabul eder.
(…)
Ahlaksal bir yargılamaya dayanması gereken her eylem bu özgür istemeyi
gerektirir Aristoteles’e göre. İsteme özgürlüğü olmadan hiçbir istenç eylemi de
olamaz. İstenç akıl ve istekten kurulmuş eylemden başka bir şey değildir zaten.
İstencin özelliği ise özgürlüktür. Tam ahlaklılık da ancak, özgürlüğün doğa
durumuna geldiği yerde ortaya çıkar. Özgürlüğün doğa durumuna geldiği yerde tam
ahlaklılık vardır. Erdem istencin kalıcı bir niteliğidir, özgür eylemlerle
kazanılmış bir alışkanlıktır.
|
Öyleyse
erdemin nasıl ortaya çıktığı sorusuna şu cevabı verebiliriz Aristoteles’e
göre: Ne doğadan ne de öğretim yolu ile, yalnızca alıştırma ile. |
(…)
Ethik erdemse ancak alışma yolu ile gerçekleşir. Çünkü erdeme olan doğal
yatkınlık ne denli erdemin koşulu olursa olsun ve ahlaksal bilgi ne denli
erdemin ürünü olursa olsun, yine de erdemin gerçek özü erdemli eylemle ortaya
çıkar, bu eylemle, ilkin özgür kararla yapılan şey, sonradan alışmalarla yapıla
yapıla değişmez bir karakter halini alır.
(…)
|
|
Bu doğru olan ortanın nerede bulunduğunu eylemlerimize konu
olan şey değil, bizim kendi doğamız belirlemelidir. Ahlaksal eylemlerimizin
ödevi de bu doğru olan ortayı bulmaktır, davranışlarımızda ve eylemlerimizde
ölçüyü aşmamaktır. Ama bu ölçüyü, eylemlerimiz için doğru olan ortayı, doğru
ölçüyü bize kim sağlayacaktır? Buna da Aristoteles, doğru görüş diye cevap
veriyor. Doğru görüşün ödevi de tek tek durumlarda bu doğru olanı bulmadır Buna
göre erdem de, istencin, doğru görüşün verdiği akla uygun belirlenimlerle bizim
doğamıza uyan ortayı bulan niteliğidir.
(…)
Aristoteles ethik erdemler arasında ilkin yiğitliğin sözünü ediyor. Yiğitlik delice
atılganlıkla korkaklığın arasında bulunan «doğru orta»dır. Kendine egemen
olmada, Aristoteles’e göre, yiğitlikle birlikte ruhun akılla ilgili olmayan
bölümünün üstünlükleridir. Kendine egemen olma, ölçülü olma (sophrosyne) haz
duyumlarında doğru olan ortayı bulmadır. Kendine egemen olma dizginsizlikle
duygusuzluğun ortasında bulunur. Bunlar gibi Aristoteles daha bazı erdemler
sayar, örneğin: cömertlik, müsriflikle cimriliğin; dengeli
oluş, hiç kızmama ile deli gibi kızıp köpürmenin arasında bulunan doğru
olan ortadır. Aristoteles’e göre ara sıra kızmak hiç de fena bir şey değildir.
Çünkü yaşamda kızmanın da bir anlam kazandığı yer vardır, yalnız bunu akılla
dizginlemeyi bilmelidir. Sevgi ve bütün tutkular için aynı şey söylenebilir.
Aristoteles, Stoalılar gibi, tutkuların büsbütün susturulmasını istemez.
Duygularda ölçülü olmayı ister. Yani Stoalıların apatheia’sına karşılık o
metriopathie’yi koyar.
Aristoteles’in üzerinde önemle durduğu ve ethik’inde bütün
bir V. bölümü ayırdığı bir ethik erdem de adalettir. Ethik’le
politikasının sıkı bir bağlılığı içinde bu erdemi özel bir özenle inceler.
Adalet insanın başkalarıyla olan bağlılıklarında ortaya çıkması bakımından
bütün ethik erdemler arasında en üstün olanıdır. Adalet yurttaşlar arasındaki
eşitliğe saygı gösterip yasalara uyma ve değerli şeylerin bölünmesinde yarar ve
zararların dağıtımında doğru olan ortayı bulmadır.
(…)
Öyleyse ereği kendi üyelerinin mutluluğu kadar bütün bir toplumun mutluluğunu
da sağlamak olan bir eylemi adaletli bir eylem olarak sayar Aristoteles.
Öyleyse bir yandan akıl ve düşünme olmadan öte yandan
ahlaksal bir temel davranış olmadan karar da olamaz Bir insanın, düşünce ve
karakter sağlamlığı olmadan yapıp ettikleri arasında
değerli bir eylem olduğu düşünülemez.
(…)
Lucretius
Cicero
Sonraki dönem Stoacıların en önemlisi olan Cicero (M.Ö.
106-43), kendine özgü bir felsefe dizgesi oluşturamamış olmakla birlikte Eski
Yunan felsefesinden kendisine en yakın görünen görüşleri toplayarak oldukça
sağlam bir etik düşünüş çerçevesi kurmuştur. Bütün er demlerin ana nesnesi
ahlaksal iyiliğin, ancak us yaşamının sonuna dek gerçekleştirilmesiyle
sağlanabileceğini düşünen ve bu bağlamda bütün yasaların üstünde, bütün uluslar
ile dönemleri kuşatan doğal bir yasanın varlığından söz eden Cicero, belli başlı
ana erdemlerin tek tek açımlamalarının sunulduğu kapsamlı bir çizelge
çıkararak, erdemlerin insana getirdiği yükümlülükleri belirgin hale getirmiş;
yaptığı bu çizelgeyi onlar olmaksızın insan toplumlarının var olamayacaklarını
düşündüğü tanrılara adamıştır.
|
Cicero’nun
etik tarihi açısından en önemli katkısı, bütün insanların eşit özgürlükler ve
eşit sorumluluklarla dünyaya geldiği, insanların evrensel kardeşliğine dayalı
bir kosmopolis düşüncesini geliştirmiş olmasıdır. |
Bacon
İngiltere’de pratik ahlaki dinsel kanılardan bağımsız olarak
kuranların başında da Francis Bacon (1561-1626) gelir. Dini büsbütün bir yana
bırakarak, kilisenin tek ve biricik yol olarak gösterdiği dinsel inançlar
olmadan da insanı mutluluğa götürecek pratik davranışların bir sistemini kurmak
istiyordu Bacon.
Bacon dinle felsefenin alanlarını birbirinden ayırmıştı.
Ethik’in araştırdığı iyi göreli idi ve insanın yeryüzündeki yaşaması ile
sınırlanmıştı. En yüksek iyi, mutlak iyi ise öbür dünyada idi, ona erişilecek
yol felsefe ile değil, dinle bulunabilirdi. Bu iki görüşü birbirine geri
götürme ya da birini öbürüne göre ölçme denemesi yapmadan karşı karşıya koyması
Bacon’ın karakteristik görüşü idi. Çok incelediği atheism’in ya da boşinancın
insanın ahlaksal davranışını bozup bozmayacağı sorusunu da, Bacon, bu görüşüne
uygun olarak çözdü.
Ahlak alanını din alanından büsbütün ayırdığından, insanın
yeryüzündeki esenliği ve ahlaklılığı ile ilgili yıkıcı etkileri dinsel
kanıların yokluğu bağlamak için hiçbir neden yoktu, Bacon’a göre. Başka
deyişle: Dinsel kanıların yokluğu ahlakta yıkıcı bir etki yapamazdı. Din
olmadan da ahlaklılık olabilirdi. Felsefesinin ağırlık merkezi olan bilgi ahlak
görüşünde de rol oynar.
|
Doğaya
egemen olmak için, onu bilmeliyiz diyen Bacon, ahlak alanında da töre ve
görenekleri bilginin yönetmesini ister. |
İnsanlarla bir arada yaşayan bir hayvanın örneğin bir
köpeğin belli bir ölçüde kendini aşıp daha iyi ikinci bir doğa edinmesi gibi,
insan da, gerçi, tanrısal varlığı örnek almakla bir güç kazanabilir ve gerçek
ahlaksal büyüklüğe varabilir. Böyle bir şey ahlaklılığın kaynağı olabilirse de,
buna karşılık bağnazlık ve boşinançlar da ahlaklılığın bütün dayanaklarını
çökertirler ve devletleri yıkıntı ve çöküntülere götürürler. Oysa atheist
düşünceler hiç de ahlaklılığı sarsmazlar. Boşinançların egemen olduğu yerde
doğal bağlantılarla çözülür, bilgi onları yönetecek yerde ahmaklar ve
düşüncesizler bilenleri kendileri ile birlikte sürüklerler.
İlkin Bacon tarafından ortaya atılan bu konu İngiliz
Felsefesinde olduğu kadar Fransız Felsefesinde de güçlü bir yankı bulmuştur
Halkın bağnazca boş inançlara dayanan dinine bu karşı çıkışını Hobbes, Locke,
Shaftesbury, Hume da bütün bütüne paylaşmışlardır, hatta daha da sert
çıkışlarla. Fransa’da de Bayle bu konuyu derinlikle işlemiştir, daha sonra
Helvetius, Holbach da aynı yoldadırlar.
Ahlaksal olanın kaynağı olarak Bacon, Renaissance çağına
özgü, Renaissance’ın karakteristik kavramı olan lex naturalis’i (doğa yasası)
gösterir. Ancak bundan büsbütün insana özgü bir yeteneği mi düşündüğü, yoksa
deney ile kazanılmış doğru görüşü mü anladığı belli değildir. Bacon’un kararsız
kaldığı bu soru üzerinde sonradan düşünürler ikiye ayrılacaklar. Ethik’teki iki
büyük doğrultu olan duygu ethik’i ile anlayış ethik’i
bu soruyu birbirine karşıt olarak cevaplandıracaklardır. Burada önemli olan,
Bacon’ın dinsel kanılar karşısında ahlaka bağımsızlık tanımasıdır
İyi kavramı Bacon’a göre yararlı kavramı
ile örtüşür. Yararlı olanda da çifte ahlaksal erek vardır. Bireysel iyilik ya
da bireyin iyiliği ve toplumsal iyilik, ya da bütünün iyiliği.
|
Doğanın
her alanında olduğu gibi insan yaşamında da topluluğun iyiliği bireylerin
iyiliğinden önce gelir. Gerçek erdem de öyleyse topluma yararlı eylemdedir. |
Hobbes
Bacon’la bağlılık içinde Hobbes, (1588-1679) ahlakın
metafizik ye dinle temellendirilmesinin karşısında yer alır ve ahlaki da
empirik gerçekler temeli üzerinde açıklamaya çalışır ve böylece doğal bir ahlak
kurar. Bacon’un gerçek bilimin ancak kendilerine dayandırılabileceği dış
olayların araştırılması ve sınıflandırılması yöntemini almakla ve bunu insanın
içinde bulunduğu toplumun ve bütün ahlaksal ve tinsel düzenin incelenmesine de
uygulamakla Hobbes’un, gerçekten Bacon’ın öğrencisi olarak gösterilmesi doğrudur.
Ancak her iki düşünür arasında derin bir ayrılığın bulunduğunu da gözden uzak
tutmamalıdır.
Hobbes var olanın psikolojik çözümlemesini (analizini)
yapmakla kalmaz, ayni zamanda olması gerekeni de hukuk bakımından kurmayı
dener. Ve bunu kurarken gerçi, kendi anladığı ve kavradığı biçimde, insan
doğasının olaylarına dayanır, ama açıklamaya çalıştığı o düzenin kendisi hiçbir
zaman bu olaylar toplamı değildir, o aynı ‘zamanda bir ideal koyar. Hobbes’un
koyduğu bu devlet ve toplum ideali bizim konumuzun dışında ise de, ahlak
üzerindeki görüşleri bu kuruluşlarla sıkı sıkıya bağlıdır.
Hobbes felsefe sistemini «Elementa Philophiae» adlı
eserinde geliştirmiştir. Bu eserde asıl temel «de corpore» bölümüdür, öteki
bölümler «de homine» ve, «de cive» bu temel üzerine kurulmuşlardır. «De homine»
de birkaç antropolojik ve psikolojik inceleme vardır, özellikle algılar ve
duygulanımlar üzerinde durulur ve din kavramının felsefeden ayrılığı
belirtilir. Sistemin üçüncü bölümü olan «de cive» daha önemlidir, burada Hobbes
ahlak ve devlet öğretisini geliştirir. Bu konudaki düşüncelerini ayrıca
Leviathan (Tevrat’ta geçen bir devin adı) ve «Elements of Law natural and
politic» (Doğal Hukukun ve Devlet Hukukunun İlkeleri) adlı eserlerinde
buluyoruz.
Bütün karmaşıklığı’ içinde insan eylemlerini ve her şeyden
önce, yapma bir kuruluş olan devleti Hobbes yalın ilkelerden kalkarak
açıklamaya çalışır. Bu ilkeler de akılla varılan tanımlamalardan değil, deneyle
kazanılmış ve deneyle temellendirilmiş kabullerden çıkarılırlar. Buna varmak
için de Hobbes insanın doğal durumundan hareket eder. Bu doğal durum da
herkesin herkese karşı savaşıdır. İnsan doğadan bencildir ve onda egemen olan
kendini koruma içgüdüsüdür. Doğadan. bütün insanlar eşittir ve doğa herkese her
şey üzerinde eşit haklar vermiştir. Herkes elbette, kendi iyi bulduğu şeyi
ister, kendi çıkarı için çalışır, böylece başkalarıyla çatışma durumuna girer.
Ama böyle herkesin herkese savaşı durumu tek kişiye yarar sağlamaz, çıkarını
engeller ve kimse bu durumu iyi görmez, bundan dolayı bu durumdan çıkmak ister.
Ama Hobbes insanın asıl doğasında toplumsal bir varlık değil, ayrık bir varlık
görür. İnsan, aslında bencil bir şekilde ayrık olan tek varlıktır, ahlaksal
olan da barış güven içinde bir yaşamaya araçtır yalnızca.
|
Hobbes,
böylece Yeniçağ Felsefesinde her türlü ahlaklılığı insanın kendini sevmesi ve
insanın bencilliği ile açıklama denemesi yapan ilk düşünür olmuştur. |
İnsanın bütün eylemlerini tek bir ilkeye geri götürmüştür
Hobbes: Kendini sevme ve kendini koruma içgüdüsü. Bütün tek tek insanların
birbiri karşısında tam bir ayrıklığı olan bu doğal durum, yani herkesin herkese
karşı savaşı durumu, insanın hak-hukuk denilen şeyden anladığı her şeyin tam
bir yokluğunu da dile getirir. Herhangi bir topluluk gücünün olmadığı yerde
yasa da yoktur, yasanın olmadığı yerde haksızlığın da sözü edilemez. Doğruluk
ve eğrilik, duygular ve duygulanımlar gibi, dünyada tek başına olan bir insanda
da bulunmalıydı, oysa böyle bir şey olamaz.
|
Doğruluk
ve eğriliğin, hak ve haksızlığın yalnızca bir toplumda yaşayan insanlar için
bir anlamı vardır, tek tek kişiler için değil. |
Buna şöyle bir itiraz yapılabilir: İnsan tek varlık olarak
düşünülemez, doğası gereği topluluk yaşamına gereksinmesi vardır, öyleyse hak
ve haksızlık kavramları insanın varoluşu ile birlikte koyulmuştur. Bu itirazı
Cumberland yapmıştır da. Aristoteles’den beri insanın doğadan bir toplum
varlığı olduğu görüşü doğal hukukun temeli olarak kabul edilmiştir. Hobbes’a
göre Aristoteles’in insanlar için söylediği zoon potitikon sözü belli hayvan
türleri için söylenebilir: Aynı içgüdülerle yönetilen, hareketleri ortak bir
erekte birleşen arılar, karıncalar v.b. gibi. Onlarda da bir düzen vardır,
gerçi bu düzene «devlet» denemez, ama yine de bunlardaki doğal içgüdüler barış
içinde birlikte yaşamayı sürdürürler. İnsanlarda durum başkadır. Gerçi insan
daha doğduğundan başlayarak yalnızlık içinde bulunamaz. Çocuğun başkalarının
yardımına gereksinmesi vardır. Yetişmiş insansa daha iyi yaşamak için yine
başkalarının yardımını gereksinir. İnsanda da doğadan bir karşılıklı yardım
iç-güdüsü olduğu yadsınamaz. Ama yakından bakılırsa insandaki doğal toplumlaşma
insanın gerçek özünden, iç özünden çıkmaz; topluluğun sağladığı yararlardan
çıkar. İnsanın topluluk halinde yaşaması doğal bir durum değildir, eğitimin
ürünüdür. Ama böyle herkesin herkesle savaş halinde bulunduğu bir doğal durum
hiçbir zaman yeryüzünde rastlanmadığına da işaret eder Hobbes. Bu da iki türlü
yorumlanabilir: Ya, böyle bir şeyin kabulü gerçeğe uymuyor; ya da, bu doğal
durum toplumsal düzenle pek erkenden aşılmıştır. Hobbes’un gerçek görüşü de
budur.
İnsan hakkında bu genel görüşünü Hobbes tümdengelim yolu ile tanıtlamaya çalışır, yani bunu insanların eşit oluşundan çıkarır. Bu eşitlik herkese başkalarında bulunanı kendine çekmeye, başkalarına kendi çıkan için kötülük etmeye izin verir. İnsanı başkalarına kötülük eden bir durumda kabul etmekle Hobbes, insanı kötü bozulmuş kabul eden Hıristiyanlığın düşüncesi ile birleşmiş gibi görünüyor gerçi. Hıristiyanlığa göre de insan kötüdür, suçludur, bozulmuştur. Ama burada Hobbes’un görüşü insan hakkında büsbütün yeni bir anlayış getiriyor. Hıristiyanlıkta insan ilk durumunda iyidir, ancak kendisine yasak edilen bilgi ağacına dokunmakla düşmüştür, kötü olmuş, bozulmuştur. Oysa Hobbes’a göre insan bozulmamıştır, henüz olmamıştır, ancak topluluk içinde oluşur. Böylece anlayış yeni bir biçim alır ve psikolojik temellere dayandırılır, in sanın dünyaya getirdiği biricik şey duyarlık ve düşünme yetisidir.
İşte Hobbes’u Yeniçağ Felsefesinde ethik araştırmaların
başına koyan, bu yeni anlayışı, bu yeni problem koyuşudur. Ve onun yaratıcı
etkinliği de olumlu çözümlemelerden çok buradadır.
Hobbes başlangıçtaki bu doğal durumdan hukuk ve ahlakı nasıl geliştiriyor? Burada en önemli etken zorunluluk ve gereksinmedir. İnsanın kendi gücüne dayanmaktan başka hiçbir güvenliği olmazsa, bütün gereksinmelerini kendi çalışmasıyla sağlaması gerekirse, herhangi bir iş yapmaya da olanak kalmaz: Endüstri, ticaret, sanat v.b. gibi. Bunun yerine her yanı korku ve ölüm tehlikesi kaplar. Bu doğal durumda, Hobbes’un kendisinin de belirttiği gibi, derin bir çelişme vardır. Herkes doğal bir zorunlulukla iyiye çabalar, iyiyi ister, ama kimse böyle bir genel savaş durumunu iyi olarak kabul edemez. Böylece insanların karşılıklı korkusu onları yalnızlıktan çıkarır ve insan kendine yoldaşlar arar. Ve böylece tek kişilerin sınırsız bağımsızlığı olan doğal hukuktan doğal bir yasa gelişir. Bu yasa da, insanların kendilerini korumaları için yapmaları ‘gerekeni öğreten, akıl yasasından başka bir şey değildir. Akıldan ‘da Hobbes herkesin eylemlerinin yararlı ve. zararlı sonuçları üzerinde düşünüp taşınmasını anlar. Bu doğal yasanın bozulması da insanların yanlış çıkarımlarından, kendini ‘korumak, için başkalarına karşı da kaçınılmaz birtakım yükümleri olduğunu görmemelerinden gelir. Öyleyse barış için biricik olanak başkalarına da kendi kadar hak tanımak ve başkalarına karşı kendi özgürlüğünü aynı şekilde onlardan beklediği ölçüde sınırlamaktır.
|
Türün
iyiliğini ve korunmasını erek edinen ve tek tek insanların doğal haklarını
sınırlayan bu akıl yasasından Hobbes yarar görüşüne bağlı olan doğal bir
ahlaklığın da temellerini geliştirir. Yarara dayanmayan her görüşü de
reddeder. |
İyi ve kötünün ne olduğu üzerinde insanların sonsuz
çeşitlilikte olan düşüncelerinde bir tek değişmez nokta var:Barış isteği. Doğal
yasaya da değer ve anlamını veren budur. Yürürlükte olan yasalar ve ahlak
kuralları ne kadar değişirse değişsin bu genel ahlak ve hukuk ilkesi hiçbir
zaman değişmez; gelip geçici de değildir. Akıl barıştan başka bir erek
koyamadığı gibi, buna götürecek doğal yasadan bir yol da bulamaz. Öyleyse
ahlak ve hukukun tümünün çabası, her yapıp edileni aklın buyruğuna göre yönetmektir.
Ama, burada esas olan iç düşünüş değil, dış yapıp etmelerdir.
Ahlak buyrukları bir karşılıklılığı da şart koşarlar. Barışın sağlanması birlikli bir istençle, toplumsal bir güçle olur Bu. da ancak tek tek kişilerin kendi istençlerini başkalarının istençlerine —bu- bir insan ya da bir topluluk olabilir— bağlı kılmasıyla olanaklıdır.
Hobbes’un genel olarak insanın özünün niteliği ve ahlaksal yaşama olayı. üzerindeki görüşleri göz önünde tutulursa, Hobbes’un «ahlaksal olanı» pek bir yüksek yere koymadığı görülür. İnsanı bencil kendine düşkün ve bu kendine düşkünlüğünde yalnızlaşmış bir tek iTarlık olarak görür, ahlaksal olanı da sadece güvenilir ve barış içinde bir yaşama ereğine araç olarak değerlendirir, gerçekte ahlaksal olanı sadece doğal hukuk yönünden kabul eder. Ama Hobbes’un öğretisi tek yanlılığı içinde hiç de havada kalmış bir öğreti değildir.
(…)
|
Hobbes
Yeniçağ Felsefesinde her ahlaklılığı insanın bir kendini sevmesinin
biçimlenmesi olarak açıklama denemesi yapan ilk düşünürdür. |
İnsan eylemlerinin tümünü ahlaksal yaşamın karmakarışık göre
içinde bir tek ilkeye geri götürme (indirgeme) denemesi yapan ilk düşünürdür.
Locke
Locke (1632-1704) ve Locke’a dayanan İngiliz utilitarist
okulu Hobbes’la sıkı bir bağlılık içindedir.
Essay’nin birinci kitabında Locke, doğuştan düşüncelerin
olmadığını ileri sürmüştü. Doğuştan olan teorik ilkeler olmadığı’ gibi aynı
şekilde, doğuştan olan pratik ilkeler, pratik önermeler de yoktur. Böylece
|
Locke
en yüksek ahlak kavramlarının ya da ‘belli ahlak kurallarının doğuştan’
olduğu görüşüne karşı çıkar. |
Gerçi bu sav yeni değil, ahlaksal olanın doğuştan, doğadan
insanda bulunmadığını, bir gelişme süreci sonunda kazanıldığını Hobbes da
söylemişti. Ama Locke’un bunu kanıtlama biçimi yenidir.
|
Doğuştan
ahlak kavramları ya da belitleri (axiom) yoktur, çünkü ilkin genel olan,
hiçbir kuşkuya yer vermeyen pratik doğruluk (hakikat) yoktur |
ikinci olarak, insanın gülünç olmadan nedenini
soramayacağı bir ahlak kuralı düşünülemez; üçüncü olarak bütün bu doğuştan
kurallar zamanla aşılırlar. Gerçekten doğuştan pratik ilkeler olsaydı, bu
söylediklerimiz olamazdı. Öyleyse bizde, kendimizin ve başkalarının eylemleri
‘için genel geçer ve zorunlu olan diğer yargıları çıkaracağımız hiçbir doğuştan
ilke yoktur. Ahlak kurallarının geçerli olduklarını kabul etmek için, kanıt
göstermek gerekir; oysa “neden yalan söylememelidir” sorusunu bir Hıristiyana
sorsak «Tanrı böyle buyurmuş» diyecek, . Hobbes bunu toplumun isteği ile
kanıtlayacak, bir başkası da insanın şeref ve namusundan söz açacak. Gösterilen
kanıtların her birinin başka başka oluşu da, bunların doğuştan olmadığını
gösterir. Gerçi her insan mutluluğu ister acı ve sıkıntıdan kaçar, bu her
insanda böyledir. Ama bunlar yalnızca istemelerimize yön verirler;
istemelerimizi harekete getiren şeylerse ruhumuzda baştan beri yerleşik olan
izlenimler değillerdir. Ayrı ayrı kişilerin ve çeşitli toplumların başka başka
pratik ilkeleri vardır.
Toplumun varlığı ve herkesin mutluluğu bakımından belli
birtakım ahlak kurallarına uymanın zorunlu olması, insanları belli bir takım
ilkeleri kabul etmekte birleştirir. İlkeler içindeki kavramlar da doğuştan
değil, tam tersine uzun uzadıya düşünüp taşınarak kurulabilmiş olan soyut
kavramlardır; bu kavramlar da kendilerinin kuruluşundan çok önce var olan haz
ve acı duyumlarına dayanırlar. İyi ve kötü de haz ve acıdan, ya da bunların
ortaya koyduğu şeyden başka bir şey değildir. Ahlaksal iyi ya da ahlaksal kötü
bizim isteyerek, özgür olarak yaptığımız eylemlerin yasalarla uyuşup
uyuşmamasıdır; böylece biz yasa koyucunun istencine göre ya iyi bir şey yapmış
oluyoruz, o zaman ödüle ereceğiz, ya da kötü bir şey yapmış oluyoruz, o zaman
da ceza göreceğiz. Yani ya haz ya da acı duyacağız.
|
Böylece
de ahlak haz ve acıya, yani eylemlerimizin sonuçlarına dayanır. |
İnsanların hak ve haksızlığı kendilerine göre ayırdığı
yasaları, ahlak ayırmalarına kaynak olan yasaları üçe ayırır Locke: Tanrısal
yasa, toplumsal yasa (devlet yasası) ve kamuoyu yasaları. Bu bölümlemeye insan
eylemlerinde karşılık olan 1.Ödev ve günah, 2. Suçsuzluk ve suç, 3. Erdem ve
erdemsizlik. Yani ödev ve günah için ölçü, tanrısal yasadır; suç ve suçsuzluk
için ölçü devlet yasalarıdır; üçüncüsüne Locke felsefi yasa da diyor, çünkü
bununla en çok filozoflar uğraşırlar, bu da erdem ve erdemsizlik için ölçü
olur.
İlk olarak Locke’un bu Tanrı yasasını koyması empirisme’le
bağdaşır mı bağdaşmaz mı? Locke doğuştan bir Tanrı tasarımı tanımamasına
karşın, Tanrı buyruklarına büyük yer veriyor ve bunun aklın bulabileceği bir
doğru olduğunu söylüyor; bu her din ve ahlakın kendisine bağlı olduğu bir
doğruluktur ve matematiksel kesinlikle geçer. Böylece Locke yasaların bu üç
temel biçimi ile hiç de kendisiyle uyuşmayan bir teori ortaya koymuş oluyor.
Şimdi bu üçlü yasa koyuş nasıl kurulur ve hangi
temel üzerine
dayatılır? Doğuştan ve doğrudan doğruya bilinen ahlak görüşleri olmadığına
göre, insan eylemleri için yasa olarak ortaya çıkan her şeyin doğuşunun
açıklanması gerekir.
Tanrısal buyruğa iki yolla erişilir: -Doğa ışığı ile ve
vahiyle (Tanrının kendini açması ile). Doğrudan doğruya bir tanrısal vahiyin
gerçekliği kadar, bunun olabilip olamayacağından da Locke pek kuşku duymuyor.
“Hıristiyanlığın Akla Uygun Oluşu” adlı yazısında bu tanrısal esin inancına
iyice sadıktır. «İnsan Anlığı Üzerinde Bir Araştırma» yazısında da bundan kuşku
duymaz ve bu mucize olarak gördüğü şeyi incelemek için akla dayanır. Ona göre
filozofların ahlak üzerindeki bütün yazıları Yeni Ahit ahlakının arkasına
çekilmişlerdir. Bu kitap da tam, arık ve yetkin bir ahlak kodex’idir. Bu
kitaptaki bütün görüşler sadece insanlığın mutluluğuna yönelmiştir ve herkesin
kendi buyruklarını yapmak istemesiyle genel esenliği sağlar.
Pratik sorulara uygulandıkta vicdanla akıl da aynı anlama
gelir Locke’da.
|
Akıl,
ne yasadır ne de yasa koyucu, yasaları bulmak, tanımak ve onları yorumlamak
yeteneğidir sadece. |
Bilginin özel bir alanını kuran pratik bir akıl yoktur. Ayni
şekilde Locke, vicdanı, doğuştan olan, her türlü deneyden önce gelen bir yasa
olarak gören ve bu yasanın ahlak kavramlarımızı yöneten ve bizim
hareketlerimizi düzenleyen bir otorite olduğunu, böylece de bir yasa koyucu ve
aynı zamanda yasa ve yargıç olduğunu kabul eden her türlü vicdan üzerindeki
anlayışları da reddeder. Böyle bir vicdan olsaydı, insan karakterinde de
değişmez olan, hep aynı kalan bir öğe bulunmuş olurdu. Böyle bir şeyi Locke empirik
metoduna bağlı kalarak kabul etmez. Böyle bir şeyi kabul etmek, her doğal gücün
işlemelerle yetkinleştiğini, bir yana bırakılırsa zayıfladığını gösteren
deneylerle çatışırdı, diyor Locke. Doğuştan kavramlarsa ne düzeltilebilirler,
iyileştirilebilirler, ne de bozulabilirler.
|
Böylece
Locke, o zamana kadar ki vicdan öğretilerinin tersine vicdanın ancak bir
yargıç olabileceğini, ama hiçbir zaman yasa ve yasa koyucu olamayacağını
savunur. Vicdan, yasa olarak geçen şeyi yargılar, ona uyar ya da onu yadsır.
Yasanın olmadığı yerde vicdan da yoktur. Yasa koyucunun olmadığı yerde de
yasa yoktur. |
Hume
Bacon’dan beri gelişen İngiliz-İskoç Felsefesinin doruğunda
Hume (1711-1776)’u görüyoruz. Ahlak üzerindeki görüşlerini ilkin ilk eseri olan
«Treatise of Human Nature» (İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme) nin
ikinci ve üçüncü bölümlerinde ortaya koymuştur. 1. Bölümde: Anlık, 2. Bölümde:
Passionlar, 3. Bölümde: Moral incelenmiştir. Bu eser ilkin hiçbir etki
yapmamış. Sonradan bu eseri yeniden işleyerek «Enquiry concerning Human
Understanding» (İnsan Anlığı Üzerine Bir Araştırma) adı altında yeniden
yayımlamış. Bundan sonra da 1751 ‘de ahlak üzerindeki görüşlerini topladığı
«Enquiry concerning the Principles of Morals» (Ahlak İlkeleri Üzerine
Araştırma) eserini yayımlıyor. Hume’un kendisi, felsefe, tarih, edebiyatla
ilgili eserleri arasında bu eserini en iyi bulur. Bu eserde bir sanatçı gibi
konusunu işlemiş, edebi bir form altında, ama felsefi içerikten yoksun değil.
Hume, ahlak olaylarını araştırmasında genel olarak deneyden
hareket eder. Hume’a göre bir insanın ahlaksal durumunu ve değerini
tanıyabilmek için o insanın içini görmemiz gerekir, ama bunu da ancak
eylemlerine bakarak anlayabiliriz. Öyleyse ahlaksal bir yargılamada hareket
edebileceğimiz belirtiler ancak eylemlerdir. Ancak, bu yargılarımız nereden
çıkarlar, akıldan mı, duygudan mı, yoksa bunların arasında bağımsız bir yetiden
mi? Böylece Hume ahlakla ilgili değer yargılarının doğuşu sorununu ortaya atar.
Ancak, bu sorunu çözmeden önce, empirik olarak verilmiş ahlak olaylarını deney
ve gözlem yardımıyla tanımlamak ister. Bunun için de kendisinin temel görüş
olarak kabul ettiği şu görüşten hareket eder:
|
Erdemler
ve kötülükler övülen ve yerilen belli özelliklerdir. Bunları kişisel olarak
değerlendiririz; yararlı ve hoş olan her şeyde bu değerlendirme için ölçüt
(kriterium) olarak görülür. |
İnsanın kişisel değerlendirmeleri ahlaksal iyi olarak
gösterilirse erdem kavramının pek geniş bir belirlenmesi yapılmış olacaktı.
Bundan dolayı Hume, gerçek anlamında ahlaksal karakteri toplumsal erdemlerde
bulan Hutcheson’a yönelir ve ahlak idealini Shaftesbury doğrultusunda bulur.
Onun da insan ideali, antik dünya örneğine uygun olarak insanın kişiliğinin çok
yanlı gelişmesindedir.
Böylece Hume Shaftesbury ve ondan sonrakilerin
doğrultusunda duygu ahlakı yanında yer alır. Ahlaklılık, ona
göre de, duygunun konusudur.
|
Aklın
ahlaksal değer yargılarının kuruluşunda sadece ikinci derecede bir rolü
vardır. Akıl gerçi bize eylemlerin ve karakterlerin yararlı ve zararlı
eğilimleri üzerinde bilgi verebilir, ama övülecek ve yerilecek şeyleri
ayırmaz, bunları yapan duygularımızdır, bir iç eğilim ya da duyumun ya da
bağımsız bir ruhsal öğenin ortaya çıkmasıdır. |
Shaftesbury ve Okulunun bu özel duyguyu (Affekt) kabul
etmesinden ve Hutcheson’un kısaca bunu moral sense olarak adlandırmasından,
yani bunu bir yeni duyu olarak göstermesinden sonra Hume da bu duyguyu
çözümlemeye çalışmıştır. Hume buna duvgudaşlık (sympathie) der. Ama sympathie
derken anladığı ayrık bir içgüdü ya da soyut bir birlikte-duyma ilkesi değil;
onun anladığı her yerde kendiliğinden ortaya çıkan duygulanımlardır (affekt):
sympathie her yerde bize yabancı sevinçleri ve yabancı acıları birlikte yaşatır.
|
Başkalarının
sevinç ve acılarını, sympathie ile, birlikte yaşarız. Sympathie sayesinde
ancak genel iyiliği kendi isteklerimizin konusu yapabiliriz ve ancak
sympathie ile bütünün çıkarlarından birçok noktalarda ayrılan, hatta ona
karşı gelen kişisel çıkarlara karşı koyabiliriz. |
Ahlaksal eylemin değeri yararlı ya da zararlı etkilerine
göre ölçülür. Başkalarının eylemlerini, sympathie sayesinde, genel
iyiliğe yaptığı etki ile tartmak alışkanlığından, kendi eylemlerimizi de artık
bu ölçüye göre yargılarız. Bu değerlemelerin toplamı da vicdan denilen şeydir.
Bu da insana baştan verilmiş bir şey değildir, insanların birlikte
yaşamalarında sympathie ile ilgili duygulardan gelmiştir. Sympathie’nin,
Hume’un «ahlak ilkelerinde» belirttiğine göre, hiçbir zaman herhangi bir gizli,
saklı kalmış bencil bir kökü yoktur. Sympathie, öncel olan, kendi başına olan
bir duygudur (affekt).
Erdemler arasında Hume adalete özel bir yer
verir. Toplumun iyiliğinin, fazla ile eksik arasındaki bir ara durumda, ancak
doğru belirlenmiş bir sistemin kurulmasıyla başarılabileceğini deneyler bize
gösteriyor Hume’a göre. Böyle bir sistem insanların başkalarıyla birlikte
yaşamaları kadar kaçınılmazdır. Başka sözlerle söylersek ancak adaletle bütünün
yararı güven altına alınabilir. Ama adalet «doğal» yani öncel duygulanımlara
dayanan bir erdem değil, yapma bir erdemdir Burada Hume Hobbes’un nominalismine
dayanır adalet, insanın içinde bulunduğu bağlantılardan düzenli olarak
gelişmiştir.
Erdemler karşısındaki yüküm sorusunu da inceleyen Hume bunu vicdanla değil, ilgilenilen bir gereksinmenin varoluşu ile açıklar Yararlı ve hoş özellikleri olan bir şeye biri sırf kendi etkisi bakımından bu gereksinmeyi duyar. Aynı şey toplumsal erdemler için de söz konusudur. Bu erdemlerin sağlanması bir iç doygunluk ve yeterlik verir, bu erdemlerin üstün oluşunun psikolojik motifi de buradadır.
Bentham
Utilitarismin en tipik iki temsilcisinden biri olan
Bentham’(1748-1832)ın ana eseri olan «Principles of Morals and Legislation» (Ahlak
ve Yasa Koyma İlkeleri) 1789 yılında yayımlanmıştır. Bentham’ın bütün
sistemi mantık bakımından tutarlı açık ve seçik kavranılır bir düşünce yapısı
gösterir. Spekülatif düşünceye yer vermez, tam pratik yapılıdır.
Bütün canlı varlıklar, Bentham’a göre hazza yönelir, haz
elde etmek için çabalarlar; doğaları gereği acıdan kaçınır, haz isterler.
İnsanın eylemleri de bunun dışında değildir. Bu dünyanın hazlarından yüz
çeviren dindar insan bile öbür dünyada mutluluğa erişmek istemesiyle yine hazzı
arıyor demektir. Bu kuralın —her varlığın haz araması kuralının— dışında kalan
sadece, Bentham’ın çileci (asket) tipler olarak gösterdiği, pek az sayıdaki
insanlardır; bunlar acıyı hazza üstün tutarlar. Bentham bunların bütün davranışlarının
saçma, anlamsız olduğunu göstermeye çalışır. Bunlar normal bir insan
toplumundan çok gerçekte bir deliler evinde yaşar gibidirler. Bu çilecileri
diyor, deliliği ile bir yana bırakırsak bir başka sınıf da var ki, bunlar da
ereklerinin hazza çabalamak olmadığını, şeref, ödev, vicdan ve bunun gibi
şeylerle hareket ettiklerini ileri sürerler. Bentham bütün bu soyut ilkelerin
daha doğrusu ahlaksal duygulara dayanan her düşüncenin, çözümlendiğinde, hiç de
eylemde bulunan insanın acıdan kaçmak ya da hazzı elde etmek istemesinden başka
bir şeyi dile’ getirmediğini göstermeye çalışır.
Öyleyse bu ilkeler, utilitarismin, son ilkelerine henüz
götürülmemiş olan, tam olmayan biçimlerinden başka bir şey değildir. Sırf kendi
başına ele alındığında en şiddetli, en güçlü haz duyumunun en çok istenmeye
değer olduğundan da kuşku duyulamaz. Anda ve an için yaşayan insan, her
defasında eylemleriyle en büyük haz duyumun erişmeyi düşünüyorsa elbette akla
uygun eylemlerde bulunacaktır. Yani bir hesaplama, bir akılla tartıp düşünme
söz konusudur burada da. Ama gerçek yaşamın ilişkilerinde bu hesaplama her
zaman kolay olmaz. İnsan yaşamında bir dizi eylemler, duygular, algılar vardır;
ve her, biri yeniden çağrışım yasalarına göre yeni sonuçlar doğururlar,
bunların da her biri haz ve acıyla belirlenirler. Ama her haz arkasından
mutlaka yeni bir haz getirmez, hatta çoğu zaman acı getirir, ama bazen acı
duyumu arkasından haz da getirebilir. Bu olay bir ahlak bilimini zorunlu ve
yararlı kılar Bentham’a göre.
|
Ancak
haz verecek şeylerin ölçüsünü acı vereceklerin karşısında iyice tartıp
değerlendirmeyi bilen kimse, daha büyük hazlar için daha küçük hazlardan yüz
çevirmeyi öğrenen, hatta sırasında daha büyük hazza erişmek için acıyı
üzerine almaya hazır olan kimse, erdemli bir insan adını almaya hak
kazanmıştır; böyle bir kimse artık mutluluğunu rastlantıya değil, kendi
akıllılığına ve kendi eylemine borçludur. |
Böylece de ethik, tümü ile haz ve acı duyumlarına
dayanmasına karşın, kesin bir rationel bilimdir. Bu duygulardan her biri
hesaplanarak haz ve acı duyumları birbiriyle karşılaştırılarak bir eylemin
erdemli olup olmadığı anlaşılır. Bu değerlendirmede göz önünde tutulan görüş
noktaları haz ve acı duygularının şiddeti, güvenilirliği, sürekliliği, hızı,
verimliliği ve arıklığıdır.
|
Her
eylemimizde «olabildiğince çok sayıdan insanın olabildiğince çok mutluluğunu»
göz önünde tutarsak, kendi iyiliğimizin de bu eylemle en iyi şekilde
sağlanacağına güvenebiliriz. |
Kısaca Bentham’a göre, insan kendi iyiliği için herkesin iyiliğini göz önünde tutmak zorundadır. Ahlaklı kimse kendi mutluluğunu isteyecektir, ama bunu «çok sayıda insanın çok sayıda mutluluğunu» istemeden gerçekleştiremeyeceğini bilecektir.
Mill
Bentham’ın en güçlü düşünce mirasçıları iki Mill, yani James
Mill’le Oğlu John Stuart Mill (1806-1873)’dir. 18. yüzyıl İngiltere’sindeki
düşünceleri 19. yüzyıla bağlayan yolda Bentham bir köprü idi. James Mill
Bentham’ın ethik üzerindeki görüşlerini anlayarak kendi görüşlerini ona
bağlamış ve Bentham’ın düşüncelerini bütün İngiltere’ye yaymıştı. Ama bunlardan
en fazla etkilenen de oğlu J. S. Mill oldu. Kendi biyografisinde S. Mill,
Bentham’ın «Ahlak ye Yasa Koymanın İlkeleri» adındaki eserini
okuyunca bambaşka bir insan oldum, diyor, Bentham’ın anladığı yararcılık ilkesi
benim şimdiye kadarki inanç ve bilgilerimin bozuk düzen, bölük pörçük
bölümlerini bir araya toplayan bir kilit taşı oldu.
Mill, bir ethik sistemi yazmış değil. Ama toplum yaşamını
ethik norm’lara göre akla uygun bir şekilde biçimlendirmek onun son ereği ve
araştırmaları da bu doğrultuda. Bireysel ethik alanında artık yeni bir şey
yapılamayacağını Mill gibi biri tam bir açıklıkla anlamıştı. İnandığı bir
ilkenin geçerliğini her kuşkunun üstüne çıkarmayı ve bir de Bentham’ın tek
yanlılıklarını düzeltmeyi ve onun ethik ilkelerini en yüksek doruğuna
eriştirmeyi kendine ödev bildi. Bu ilkelerden Mill, bır toplumsal ethik geliştirdi.
Mill, ahlak sorularının toplumsal alanda bulunduğuna
inanıyordu. Yeni norm’ların ve değerlemelerin sadece bireyden ve bireyin akla
dayanan autonomisinden gelişemeyeceğine ve sadece birey için kurulamayacağına
da inanıyordu. Mill’in eserlerinin pek çoğunda bu toplumsal ethik konusu ele
alınıyor ve bireyle toplum arasında denkleşme için bir formül aranıyor.
|
Herkesin
iyiliği ve korunması için zorunlu olan kurallarla,’ bütünün gelişmesinde
kaçınılmaz olan bireysel güçlerin bağımsızlığı ve çeşitliliği arasında bir
denkleşme, herkesin iyiliği ilkesi ile gelişme ilkesi arasında bir denkleşme. |
Kant
Kant (1724-1804) ile birlikte etik tarihinde tam bir devrim
gerçekleşmiştir. Saltık, tümel, koşulsuz bir “ahlak yasası” nın kaynağı olarak
gördüğü “pratik us”u “kuramsal us”un kalıntılarından kurtarmak amacıyla
yola koyulan Kant, söz konusu ahlak yasasının dışsal bir yetkeye başvurularak
kavranamayacağı saptamasında bulunmuştur. Kant’a göre ahlak yasası, kendisinden
alınacak hazzı ya da kendisinden gelecek yararı gözetmeksizin salt kendisi için
istenmesi gereken us kaynaklı özerk bir yasadır. Ahlak yasasının sesini
dinleyen yalnızca bu tür bir istencin “iyi” olduğunu bilerek yaşamına ona göre
yön verecektir. Kant’ın etik dizgesi en genel anlamda birbirini destekleyen üç
sorun öbeği üstüne kurulmuştur: 1.Etik deneyim olgularının incelenmesi 2.Etik
yargılarının mantığının çözümlenmesi. 3. Etik yargılarda varsayılan metafizik
ilkelerinin formüle edilmesi.
Grundlegung zur Metaphysik der Sitten (Ahlâk
Metafiziğinin Temellendirilmesi. 1785) başlıklı kitabında Kant, tıpkı
Reid’ın filozofların spekülasyonlarıyla çarpıtılmamış ortakgörü düşüncesinde
dillendirdiği gibi.
|
“ödev”in
özce hazdan da yarardan da ayrı olduğunu, “ahlaksal erdem”in ya da “iyi
istenç”in bütün öteki değerlerin kendisine dayandığı en yüksek değer olduğunu
bildirmektedir. |
O nedenle, bir eylemin değerine yol açtığı sonuçlara
bakılarak ne de getirdiği yanıtlar gözetilerek değerlendirilebilir. Eylemlerin
etik değerlerini asıl belirleyen eylemde bulunan kişinin niyeti, yani o eylemle
hangi değerin gerçekleştirilmesinin amaçlandığıdır. Kant’ın bu çerçeve de
temellendirdiği en önemli etik tasarımı, en iyi ifadesini “Öyle davran ki kendi
eyleminin herhangi bir zamanda ve yerde herhangi bir kimse için de evrensel bir
yasa düzeyine çıkarılmasını isteyebilesin” savsözünde bulan “koşulsuz
buyruk”tur.
David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş- Türkçesi: Ahmet Cevizci -Paradigma-1998
Nietzsche
Ahlâkın soykütüğü: Alman fılozofu Nietzsche’nin
adına ahlâk denen değer dizgelerinin ortaya nasıl çıktıklarını, toplumların
yaşamında hangi amaçları hangi araçlarla nasıl yerine getirdiklerini,
insanların ne den belli birtakım değerlere ve değer yapılarına bağlanmak gereği
duyduklarını tanıtlamak amacıyla geliştirdiği kendi içinde birtakım özel
duyarlıkları ve teknikleri bulunan ahlak felsefesi yapma yordamı. Varolan
duruma nasıl gelindiğini anlamak için birtakım teknikler ve bakışların altında
geçmişte iz sürerek gerçekleştirilen, varolan durumun içindeyken bu durumdan
nasıl çıkılacağına yönelik öneriler geliştirmek amacıyla yürütülen özgü!
felsefe yöntemi.
Soykütük yordamının inceliklerini, baş ta Ab Sı olmak üzere
çeşitli yapıtlarında uygulayarak açıklıkla gösteren Nietzsche, varolan yerleşik
değerler ile geleneksel ahlak anlayışlarının bağlanımlarının altında yatan
temelleri ortaya çıkararak kişinin kendi öz değerlerini oluşturmasının önünü
açmaya çalışan, İyinin ve Kötünün Ötesinde diye betimlediği
yeni bir ahlak tasarımının temellerini atmıştır. Bu bağlamda, öncelikle “efendi
ile köle ahlakı”, “günah ile suçluluk bilinci”, “vicdan ile pişmanlık
yaşantısı”, “çileci yaşam değerleri” gibi çok temel ahlaksal değişmezlerin
değergelerini çözümleyen Nietzsche, güçsüzlükleri ya da yeteneksizliklerinden
ötürü bir türlü yaratıcı eylemlerde bulunamayanların anlaşılır bir biçimde
birtakım ahlâk değerlerine ya da dizgelerine sarıldıklarını ileri sürmüştür.
Nitekim Nietzsche için, kendileri yaratıcı eylemlerde bulunamayanların bu tür
eylemleri kendileri dışında yaratma yetisi taşıyanlara da yasaklamaya
çalışmalarından daha anlaşılır bir şey yoktur. İnsanların önlerine belli
yasakların ya da ahlâksal normların konulması kendi güçsüzlük ile
yeteneksizliklerinin uyandırdığı hınç ve öç alma duygularını denetim altına
almalarına hizmet etmektedir.
Bu anlamıyla alındığında Nietzscheci soykütükler,
betimleyici ve yorumlayıcı oldukları denli eleştirel ve değerbiçicidir de.
Sözgelimi, Hıristiyan ahlâkının soykütüğünü çıkarırken Nietzsche, bir yandan bu
ahlâkta son derece önemli bir yer tutan alçakgönüllülük, kibirsizlik, itaat,
sabır gibi kavramların başlı başına uzun birer tarihsel sicilleri olduğunu
gösterirken, öbür yandan söz konusu kavramlar üzerinden ahlak kisvesi adı
altında yayılan köle ruhunu gün ışığına çıkarmaktadır. “İyilik”in önkoşulları
olarak özgür iradeyi, sorumluluğu, suçu, günahı, öte dünyada ödüllendirilmeyi
ya da cezalandırılmayı ortaya koyan Hıristiyan ahlâkı, insanı güçsüz ve edilgen
bir konuma düşürmektedir. Buna karşı, Nietzsche’nin büyük övgüler düzdüğü
Sokrates öncesi Yunanlılar, çoğunluk Hıristiyanlığın sürü ahlâkının tartışmasız
günah saydığı içgüdüler ile tutkularla belirlenen yollardan kendilerini
gerçekleştirmişlerdir.
Soykütükçü incelemelerinde, Batı Kültürü’nün temelinde yatan
ahlâksal inançların nasıl gelişip nasıl yerleşiklik kazandıklarının belli
aşamalarını ortaya çıkaran Nietzsche, ahlâk yasalarının her durumda doğaüstü ya
da tarihüstü bir kesinlikleri olmayıp insanlarca yapılan şeyler olduklarını,
verilen eğitimle, uygulanan cezalarla, sert terbiye pratikleriyle sağlama
alındıklarını bildirmektedir. Yine bu bağlamda, felsefe tarihinde yaptığı
soykütüksel araştırmalarıyla duyuların tanıklığının us yoluyla nasıl çarpıtılmış
olduğunu ortaya sermiş, bunu yaparken görünüşler dünyası dışında adına
gerçeklik ya da doğruluk denen bir metafızik dünyanın varlığını her durumda yok
saymaya özen göstermiştir.
Nietzsche’nin yapıtlarını soykütükçü çözümleme yoluyla
yazmasının ardında yatan temel düşünce, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın belli
bir tarihleri olmadığı düşünülen kimi kavram, tasarım ve sorunların aslında
birer tarihleri olduğu, üstelik bu tarihte gizlenip üstü örtülmeye
çalışılanları göstermenin bugün yaşananları anlamak bakımından ne denli önemli
olduğudur. Bu anlamda Nietzsche’nin tarihte yaptığı bütün soykütük yönelimli
çalışmalar, “evrensel”, “öncesiz-sonrasız”, “zorunlu”, “tanrısal” oldukları düşünülen
kavramların bütünüyle “olumsal” olduklarını, insan elinden çıkmış olmaları
nedeniyle her birinin kurmaca ya da yapıntı bir doğa sergilediklerini
tanıtlamaya dönüktür. O nedenle, soykütükçü tarihyazımı ele aldığı her kavramın
kendine özgü bir tarihi olduğu farkındalığıyla hareket ederken, hiçbir şeyin
“doğal” ya da “veri” olarak baştan doğru diye alınamayacağı düşüncesi üstüne
bina edilmiştir.
Sözgelimi 1870’lerde yayımladığı “Tarihin Getirileri ile
Götürüleri” başlıklı bir yazısında Nietzsche, tarihin ne olduğunu, nasıl
yazıldığını, hangi amaçlarla kullanıldığını en ince ayrıntısına varana dek
incelemektedir. Tarih, kim olduğumuzu, hangi değerlere inanacağımızı, geçmişte
olmuş olanları nasıl anlayacağımızı, günümüzde olanları nasıl göreceğimizi,
gelecekte olacak olanları nasıl öngöreceğimizi çoğunlukla farkına varamadığımız
yollarla bizim adımıza belirlemektedir. İnsanın bağımsız, tarih- dışı, öncesiz-sonrasız
değerleri olan bir varlık olmakla övünç duyması, kendisinin de eninde sonunda
karmaşık bir toplumsal ve siyasal tarih örgüsünün ürünü olduğunu unutması ya da
görmezden gelmesi gibi tehlikeli bir sonuç doğurmaktadır. Daha sonraları
Nietzsche’nin soykütükçü yaklaşımının izinden yürüyen Foucault, “delilik”,
“cinsellik”, “cezalandırma”, “ben” üzerine yaptığı araştırmalarla soykütük
yaklaşımını bir adım öteye taşımıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder