BILL DEVALL & GEORGE SESSIONS
Derin ekoloji
terimini ilk kez Arne Naess 1973 tarihli “The Shallow and the Deep, Long Range
Ecology Movements” başlıklı makalesinde kullanmıştır.1 Naess bu yazıda, daha
önce Aldo Leopold ve Rachel Carson’ın yazılarının önemli örneklerini teşkil
ettiği daha derin ve manevi bir doğa yaklaşımı betimliyordu. Daha derin olarak nitelenen bu yaklaşımın
kendimize ve bizi çevreleyen insan olmayan (non-human) yaşama daha açık bir
duyarlılıkla yaklaşmamızın bir sonucu olduğunu düşünür. Derin ekolojinin esası,
Sokratesçi Batı felsefesi geleneğinde yapılageldiği üzere insan yaşamı, toplum
ve doğa hakkında giderek daha araştırıcı sorular sormaya devam etmektir. Naess
söz konusu derin sorgulamayı “diğerlerinin ihmalkârlığına mukabil biz işin niye
ve nasılını sorguluyoruz. Sözgelimi, bir bilim olarak ekoloji belli bir
ekosistemin korunması için en uygun toplum tipinin ne olacağı sorusunu sormaz –
bu sorunun değer teorisi, politika ve etiğin alanına dahil olduğu düşünülür”,
sözleriyle açıklar. Böylelikle derin ekoloji olgusal olarak nitelenen bilimsel
seviyenin ötesine geçip insanın kendine ve yeryüzüne dair bilgeliği seviyesine
yükselir.
Derin ekoloji çevresel sorunlara yönelik bölük pörçük yaklaşımın ötesine geçerek kapsamı geniş tutulmuş dini ve felsefi bir dünya görüşünü eklemlemeye gayret eder. Derin ekolojinin temelini, ekolojik bilinci de kapsayan, kendimiz ve doğaya ilişkin temel sezgi ve deneyimlerimiz meydana getirir. Siyaset ve kamu politikalarına yönelik belli bakış açıları da doğal olarak böyle bir bilinçten çıkar. Biz de bu çalışma bağlamında, hem ekolojik bilinç geliştirmeye hem de bu sayfalarda ele alınan değerlere ve etiğe dair temel soruları sormaya en açık olduğunu düşündüğümüz topluluğu azınlık geleneği olarak ele alıyoruz.
Bu soruların çoğu gelmiş geçmiş tüm kültürlere ait olan insanların çağlar boyunca yüzleştikleri uzun ömürlü felsefi ve dinsel sorulardır. Benzersiz bir birey olmanın anlamı nedir? Birey, bir taraftan kendi benliği ile öteki arasındaki keskin ayrımı ortadan kaldıran bütünsel sistemin ayrılmaz veçhelerinden biri olarak kalmaya devam ederken, diğer yandan da benzersizliğini koruyup keskinleştirmeye nasıl devam edebilir? Tam da bu derin anlamda ekolojik olan bir bakış açısı Theodora Roszak’ın “parçalarının toplamından büyük olan bütünlerin uyanışı. Bu disiplin özünde düşünümsel (contemplative) ve sağaltıcıdır”2 tespitiyle sonuçlanacak bir bakış açısıdır.
Ekolojik bilinç ve derin ekoloji, insanı doğanın geri kalanından esasen ayrık ve yalıtık, yaratılanların kalanından üstün ve onlardan sorumlu gören teknokratik-endüstriyel toplumların baskın dünya görüşüyle tam bir zıtlık içindedir. Ama doğanın kalanından ayrı ve üstün olan insan anlayışı daha geniş kültürel örüntülerin bir parçasıdır. Batı kültürü binlerce yıl boyunca tahakküm fikrini giderek daha da takıntılı bir yaklaşımla benimsemiştir: insanın insan olmayan doğa üzerinde, eril olanın dişil üzerinde, müreffeh olanın fakir üzerinde, Batı’nın Batılı olmayan kültürler üzerinde tahakkümü. Derin ekolojik bilinç bu tehlikeli yanılgıların arka planını görmemizi sağlar. Derin ekolojide yeryüzü sakinleri arasındaki yerimizi tespit etmeye yönelik bir çalışma, kendimizi organik bütünün bir parçası olarak görmeye teşvik eden çalışmayı da kapsar. Materyalist bilimin dar gerçeklik anlayışının ötesine geçilir ve gerçekliğin maddi ve manevi veçheleri birbirinin içine girmeye başlar. Egemen dünya görüşünün önde gelen entelektüelleri dini “salt önyargı” olarak görmeye meyledip Zen Budizm gibi kadim manevi pratiklerin ve aydınlanmanın esasen öznel olduğunu düşünürken, derin ekolojik bilinç arayışı, aktif bir derin sorgulama ile meditatif bir süreç ve yaşam tarzı aracılığıyla daha nesnel bir bilinç ve varoluş halini arayıştır. Pek çok insan bu derin soruları sormuş, ekolojik bilinci farklı manevi gelenekler –sözgelimi Hıristiyanlık, Taoculuk, Budizm ve Amerika yerlilerinin ritüelleri– bağlamında geliştirmiştir. Bu gelenekler, başka bakımlardan büyük farklılıklar gösterse de ilkece derin ekolojinin temel ilkeleriyle örtüşmektedir.
Avustralyalı filozof Warwick Fox derin ekolojiye has olan temel sezgiyi veciz bir şekilde şöyle ifade etmiştir: “Derin ekoloji, varoluş alanında sağlam bir ontolojik ayrım yapamayacağımızı ortaya koyan fikirdir: İnsan alanıyla ve insan olmayan alanlar arasında bir çatal açılamayacağını öne sürer... öyle ki, sınır çizgileri algılamaya başladığımız andan itibaren derin ekolojik bilincin temel gereklerini karşılamakta yetersiz kaldığımızı savunur.”3
I.Kendini Gerçekleştirme
Derin ekolojinin kendini gerçekleştirme normu, dünya
dinlerinin büyük bölü münün temsil ettiği manevi geleneklerle uyum içinde,
öncelikle hedonist bir tatmin arayışında olma ya da dar anlamda bu dünyada veya
öteki dünyada bireysel selamet peşinde koşmakla tanımlanan modern Batılı benlik
(self) anlayışının sınırları dışına taşar. Anlamı toplumsal olarak belirlenmiş
olan bu dar ve toplumsal benlik kurgusu bizi yerimizden eder ve toplumda yaygınlaşmış
olan geçici heves ve modaların etkilerine açık hale gelmemize neden olur.
Böylelikle, kendimize ait biricik manevi/biyolojik kimliklerimizi bulacağımız
bir arayıştan mahrum bırakılmış oluruz. Manevi büyüme veya gelişme kendimizi
rekabet halindeki yalıtılmış özneler olarak görmeyi bıraktığımız ve aile ile
dostlarımızdan türümüzün diğer üyelerine kadar herkesle özdeşleşmeye
başladığımız anda başlar. Ama derin ekolojik manada benlik daha fazla olgunluk
ve daha fazla büyümeyi şart koştuğundan, insanlığın ötesine geçip insan
olmayan dünyayla da özdeşleşim kurmayı zorunlu kılar. Şu halde kendi
zaman-mekânımıza has kültürel değer ve varsayımların, konvansiyonel bilgeliğin
ötesini görmemiz zorunlu olur ve bunu başarabilmenin en iyi yolu tefekkürlü bir
derin sorgulama sürecidir. Olgun bir bireylik ile biricikliğe ulaşmanın tek yolu
budur.
Tahakküme başvurmadan insanı koruyan ve yetiştiren bir toplum, bütünlüklü bir kişiye dönüşmek için yapılması gereken “gerçek çalışma” sürecine yardımcı olabilir. “Gerçek çalışma” simgesel olarak “benliğin Benlik içinde” gerçekleştirilmesi olarak özetlenebilir, burada büyük harfle “Benlik” (Self) organik bütünlük anlamına gelir. Benliğin tamamıyla gelişme süreci “Hepimiz kurtulmadıkça kimse kurtulmayacaktır” cümlesiyle de özetlenebilir. Bu cümledeki “kimse” özel olarak beni ya da belli bir bireyi değil tüm insanları kapsar; hatta bununla da kalmayıp balinalar, boz ayılar, yağmur ormanları, dağlar, nehirler ve topraktaki en küçük mikroplar vesaireye kadar genişletilebilir.
II. Biyomerkezci Eşitlik
Biyomerkezci eşitlik sezgisi, biyosferdeki her şeyin yaşama ve serpilip gelişme; büyük harfle “Kendini-gerçekleştirme” bağlamı içinde “kendini-gerçekleştirme” ve açılarak gelişme hakkına eşit ölçüde sahip olduğunu ifade eder. Söz konusu temel sezgi, karşılıklı ilişki içindeki bir bütünün parçaları olarak ekosferdeki bütün varlık ve organizmaların esasen aynı iç değere sahip olduğunu öne sürer. Naess, bütün türler diğer türleri yiyecek, barınak vb olarak kullansa da biyo merkezci eşitlik sezgisinin ilkece doğru olduğunu varsayar. Karşılıklı yırtıcılık yaşama özgü biyolojik bir olgudur ve dünya dinlerinin pek çoğu bu olgunun manevi içerimleriyle boğuşmuştur. Vejetaryenliği savunarak bu problemin etrafından dolanmaya çalışan bazı hayvan özgürleşmesi yandaşları yağmur ormanlarını da kapsayan bütün bitkiler âlemi üyelerinin kendi varoluşları üzerinde herhangi bir hakkı olmadıklarını söylemeye mecbur kalmışlardır. Bu tip bir kaçınma tavrı temel eşitlik sezgisini hiçe saymak anlamına gelir.4 İnsanların diğer türlerin efendisi olmayıp biyotik toplumun “basit birer yurttaşı” olmakla kaldıklarını söylerken Aldo Leopold’un ifade ettiği sezgi tam olarak budur.
Biyomerkezci eşitlik, kendimize zarar verdiğimizde doğanın kalanına da zarar veriyor olduğumuz kabulü bağlamında, her şeyi kapsayan Kendini-gerçekleştirmeyle yakından bağlantılıdır. Artık sınırlar yoktur ve her şey birbiriyle bağlantılıdır. Fakat etrafımızdaki şeyleri bireysel organizmalar ve varlıklar olarak algıladığımız ölçüde, bu içgörü bizi insanın en üstte bulunduğu bir türler hiyerarşisi oluşturma ihtiyacı duymaksızın, insan ve insan olmayan tüm bireylere kendi sınırlılıkları ölçüsünde ve bir bütünün parçaları olarak saygı duymaya teşvik eder.
Bu sezgi ya da normun pratik içerimi diğer türlere ve genel olarak da yer yüzüne azami değil asgari düzeyde etki edecek şekilde yaşamamız gerektiğidir. Böylelikle, kılavuz ilkemizin bir başka veçhesini görürüz: “araçlar anlamında basitlik, amaçlar anlamında zenginlik.”
Pratik esnasında şekillenen biyomerkezci norma dair daha kapsamlı bir tartışma, bireyler ya da insan toplulukları olarak bizlerin su, yiyecek ve barınak gibi temel ihtiyaçların ötesinde sevgi, oyun, duygularını yaratıcı bir şekilde ifade etme, belli bir manzaradan (ya da bütün olarak doğadan) zevk alma ve diğer insanlarla samimi ilişkiler kurmaya ilaveten olgun bir insana dönüşmek üzere ruhsal gelişim gösterme ihtiyacı gibi ihtiyaçlarımız olduğunun teslim edilmesiyle başlar.
Yaşamsal öneme sahip maddi ihtiyaçlarımız muhtemelen çoğumuzun düşündüğünden çok daha basit ihtiyaçlardır. Buna karşın teknokratik-endüstriyel toplumlarda malların üretim ve tüketiminde artışa neden olan sahte ihtiyaçları ve yıkıcı arzuları uyandırmak üzere propaganda ve reklama başvurulur. Bunların büyük bir bölümü gerçeklikle nesnel bir tarzda yüzleşmemizi ve ruhsal büyüme ve olgunluk hedefiyle kolları sıvayarak “gerçek çalışmaya” girişmemizi engeller.
Kendini derin ekoloji destekçisi olarak görmeyenlerin çoğu, yine de sağlıklı ve kaliteli bir doğal çevreye duyulan yaşamsal ihtiyacın farkındadır. Böyle bir çevreye yaşam boyu kavuşmak mümkün olmasa bile besin zinciri ve içme suyuna sızan toksik atıkların, insani girişimler sonucunda ortaya çıkan nükleer radyasyonun, asit yağmurlarının ve hava kirliliğinin asgari düzeye indirilmesi sayesinde insanların kaynakları, doğal ritimleri, zamansal akışı ve yeri ile temas edebildikleri bir vahşi yaşam akışının koşulları hazırlanmalıdır.
Azınlık geleneğinden ve karşılıklı bağlantılılık tezini öne sürmüş pek çoklarının bilgeliğinden yola çıkarak, derin ekolojistlerin olgunlaşmak ve doğayla uyum sürecini teşvik etmek üzere farklı öneriler getirebileceğini ama bizi bizden kurtarabilecek büyük bir çözümün de olmadığını anlıyoruz.
Derin ekolojinin nihai normları gerçekliğin doğasına ve şeylerin geniş şemasında çok sayıda bireyden biri olarak tutmakta olduğumuz yere ilişkin bir görüş sunar. Bu şeyler zihinsel olarak eksiksiz kavranamasa da nihayetinde deneyimlenebilir. Şimdiye kadar tartıştığımız konumun kısa bir özetini sunan Şekil 1, egemen dünya görüşü ile derin ekoloji arasındaki karşıtlığı özetlemektedir.
Egemen Dünya Görüşü
|
Derin Ekoloji |
Doğa üzerinde tahakküm |
Doğayla uyum |
İnsanların kullanımına açık kaynak olarak doğal çevre |
Doğanın bütününün sırf doğa olmaktan kaynaklı içsel değeri
biyotürlerin eşitliği
|
Artan insan nüfusu için maddi / ekonomik (yalnızca büyüme) |
Basit maddi ihtiyaçlar kendini-gerçekleştirme amacına
hizmet eden maddi amaçlar) |
Kaynak konumundaki rezervlerin bolluğuna duyulan inanç |
Yeryüzündeki kaynakların kısıtlılığı |
Yüksek teknolojik ilerleme ve çözümler |
Yeterli teknoloji; hükmetmeyen bilim |
Tüketimcilik |
Yetecek kadarıyla idare etme / geri dönüşüm |
Ulusal / merkezileşmiş toplum |
Azınlık geleneği / biyobölge |
Nisan 1984’te ilkbaharın gelişi ve John Muir’in doğum gününü
müteakip, George Sessions ve Arne Naess, Death Valley, California’da kurdukları
kamp süresince, on beş yıldır sürdürdükleri derin ekolojinin ilkeleri üzerine
düşünme çalışmasının bir özetini sundular. İkili bu olağanüstü mekânda, farklı
felsefi ve dinsel konumlardan gelen insanlar tarafından anlaşılmasını ve kabul
görmesini umdukları ilkeleri gayet sade ve az çok yansız bir dille ifade
ettiler
Okurları derin ekolojinin kendine has bir çeşitlemesini geliştirmeye, anahtar kavramları açıklamaya ve söz konusu ilkelere uygun olan eylemlerin sonuçları hakkında düşünmeye davet ediyoruz.
Temel İlkeler
1. Yeryüzündeki insani ve insan olmayan yaşamın refahı ve gelişmesi kendi içinde değere sahiptir (eşanlamlılar: asli değer, içkin değer). Söz konusu değerler, insani olmayan dünyanın insani amaçlar açısından kullanışlı olup olmadığından bağımsızdır.
2. Kendileri de birer değer olan yaşam formlarının
zenginliği ve çeşitliliği söz konusu değerlerin gerçekleşmesine katkı sunar.
3. Yaşamsal gereksinimleri karşılama mecburiyeti hariç,
insanların bu zenginlik ve çeşitliliği indirgeme hakkı yoktur.
4. İnsan yaşamı ve kültürlerinin gelişimi insan nüfusundaki
kayda değer bir azalma ile uyum içindedir. Benzer şekilde, insan olmayan
yaşamın gelişmesi de insan nüfusunda bir azalmayı şart koşar.
5. Halihazırda insani olmayan dünyaya yapılan insani
müdahale aşırı boyutlara ulaşmış olup durum hızla kötüye gitmektedir.
6. Bundan dolayı uygulanan politikalarda değişime gitmek
şarttır. Söz konusu politikalar temel ekonomik, teknolojik ve ideolojik
yapıları etkilemektedir. Bu değişim sonucunda ortaya çıkacak olan durum
bugünkünden oldukça farklı olacaktır.
7. İdeolojik değişim esas olarak artmakta olan yüksek bir
hayat standardına bağlı kalmaktan ziyade yaşam kalitesini (içkin değeri olan
durumları mesken tutmayı) takdir edebilmekle alakalı bir değişimdir.
Dolayısıyla büyük ve muhteşem arasındaki farka dair derin bir farkındalık
olacaktır.
8. Bu saydığımız hususlara tamamen katılanlar, burada ifade
edilen zorunlu değişiklikleri dolaylı ya da dolaysız olarak hayata geçirmekle
mükelleftir.
Naess ve Sessions’ın Temel İlkeler Üzerine Yorumları
(1)Bu formülleştirme biyosfere ya da daha kesin konuşacak
olursak, bir bütün olarak ekosfere gönderme yapmaktadır. Ekosfer bireyleri,
türleri, nüfusları ve doğal ortamı olduğu kadar insani ve insani olmayan
kültürleri de ihtiva eder. Her şeyi kapsayan yakın ilişkilerden yola
çıkacak olursak, bunun esas itibariyle derin alaka ve saygı iması taşımakta
olduğu açıklık kazanır. Bir bütün olarak gezegendeki ekolojik süreçler insan
eli değmeden kalmalıdır; “bir doğal çevre olarak dünya ‘doğal’ kalmalıdır”
(Gary Snyder).
Burada “yaşam” sözcüğü biyologların “cansız” olarak sınıflandırdıkları şeye de atıf yapmak üzere daha geniş ve teknik olmayan bir kullanıma sahiptir; mesela nehirlere (nehir havzasını ayıran sınırlara), manzaralara ve ekosistemlere. Derin ekoloji destekçileri açısından, “Nehrin yaşamasına izin ver” gibi sloganlar pek çok kültürde yaygın olan bu geniş kullanımın bir örneğini teşkil ederler. İlk ilkede geçen içkin değer kullanımı derin ekoloji literatüründe oldukça yaygındır (“Doğal bir nesnenin sahip olduğu içkin değer bilinçli bir varlığın bu değere dönük farkındalığı, ilgisi ve takdirinden tamamen bağımsızdır.”)5
(2) Daha teknik ifade edecek olursak, ikinci madde karmaşıklık ve çeşitliliği vurgulayan bir formülleştirmedir. Ekolojik bakış açısından karmaşıklık ve simbiyoz çeşitliliği en yüksek seviyeye çıkarmanın koşulu konumundadır. Basit, alt düzey ve ilkel olarak tanımlanan bazı bitki ve hayvan türleri yaşamın zenginlik ve çeşitliliğine esaslı bir şekilde katkıda bulunur. Bunlar kendi içinde değer sahibidir ve daha yüksek ve akıllı yaşam formları adı verilen formlara giden yolda birer adım olarak görülemezler. Bu ikinci ilke, evrimin zamanı boyunca devamlılık arz eden yaşamın çeşitlilik ve karmaşıklığın artışına işa ret ettiğini varsayar. Bazı yaşam formlarının diğerlerinden daha çok ya da daha az asli değere sahip olduğunu reddetmek (bkz. ilk ve ikinci ilkeler) kimi ekolojik filozoflar ile New Age yazarlara özgü formülleştirmelerin tam aksini savunmaktır. Burada kullanıldığı şekliyle karmaşıklık komplikasyondan farklı bir anlama gelmektedir. Doğal yaşama kıyasla kentsel yaşam, çok yönlü nitelikte olma anlamında daha karmaşık olmaksızın pekâlâ daha komplike olabilir.
(3) Muhakemeye hatırı sayılır bir esneklik kazandırmak açısından “yaşamsal ihtiyaç” terimi kasıtlı olarak muğlak bırakılmıştır. İklim ve iklime bağlı faktörlerdeki farklılıkların halihazırda var olan toplumların yapısal farklılıklarıyla birlikte ele alınması şarttır (motorlu kızaklar bugün yaşayan bazı Eskimoların yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanması açısından son derece gereklidir). Maddi bakımdan en zengin ülkelerde yaşayan insanların insani olmayan dünyaya aşırı müdahalelerini bugünden yarına makul seviyelere çekmesi mümkün değildir. İnsan nüfusunun önce sabitlenip sonra da aşağı seviyeye çekilmesi bir miktar zaman alacaktır. Bu arada bazı geçici önlemlere başvurmak lazımdır. Söz konusu önlemler alınsa bile, bunun bugün içine düştüğümüz kayıtsızlığı mazur göstermesi beklenemez – ilk olarak halihazırdaki durumun had safhadaki ciddiyetini idrak etmek şarttır. Ama bir şey yapmaksızın ne kadar uzun süre beklersek, başvurulması gereken önlemlerin şiddeti de o ölçüde artacak tır. Köklü değişiklikler yapılana kadar zenginlik ve çeşitlilikte dişe dokunur bir azalma eğilimi gözlenmesi kaçınılmazdır: Bu durumda türlerin soyunun tükenme hızı yeryüzü tarihinin başka herhangi bir dönemine göre on ila yüz kat daha fazla olacaktır.
(4) 1984 tarihli Dünya Nüfus Durumu Raporu’nda Birleşmiş Milletler Nüfus Faaliyetleri Fonu, gelişmekte olan ülkelerin çoğundaki yıllık yüzde ikinin üzerindeki yüksek nüfus artış oranlarının “milyonlarca insanın yaşam kalitesinde düşüşe yol açtığını” tespit etmiştir. 1974 ile 1984 yılları arasında kalan on yıllık zaman dilimi boyunca dünya nüfusu yaklaşık olarak 800 milyonluk bir artış göstermiştir – ki, bu Hindistan’ınkinden daha büyük bir nüfusa denk düşer. “Dahası, şu andan başlayarak 2000 yılına kadar dünya nüfusuna her sene bir Bangladeş (93 milyon) eklenecek gibi görünmektedir.”
Raporda ayrıca şöyle bir tespit yapılır: “Dünya nüfusunun artış hızında dünya tarihinde ilk kez bir düşüş kaydedilmiştir. Ama diğer yandan, toplam nüfusa eklenen insan sayısı, nüfus tabanının daha büyük olmasından dolayı tarih boyunca kaydedilen en yüksek seviyeye dayanmıştır.”
Gelişmekte olan dünyada yer alan ulusların (Hindistan ve Çin de dahil olmak üzere) çoğu resmi devlet politikası dahilinde nüfus artış hızını düşürmeyi hedeflerler ama insan hakları ve uygulanabilirlikle uyumu bozmamak adına alınması gereken (doğum kontrol teknikleri ve kürtaj gibi) tedbirler tartışmalıdır.
Söz konusu raporda varılan sonuca göre, mevcut hükümetlerin tümü fakirliği ortadan kaldırmak ve yaşam kalitesini yükseltmek üzere belli nüfus hedeflerini kamu politikası olarak belirlediğinde, var olan durumda birtakım iyileşmeler gözlemlemek mümkün olabilir. Pek çok ekolojistin dikkat çektiği gibi, gelişmiş (yani aşırı gelişmiş) olarak tanımlanan endüstriyel toplumlardaki nüfus artışını zapt etmek de hayati öneme sahiptir. Bu toplumlara mensup bireylerin tüketim ve atık üretim oranlarının yüksekliği göz önüne alındığında, söz konusu ülkelerin biyosfere kişi başına verdikleri zarar İkinci ve Üçüncü Dünya ülke vatandaşlarınınkilere kıyasla oldukça yüksektir.
(5) Bu formülleştirme oldukça ılımlı bir formülleştirmedir. Halihazırdaki durumun gerçekçi bir değerlendirmesi için IUCN’e ait Dünya Koruma Stratejisi’nin kısaltılmamış baskısına bakılabilir. Gerald Barney eliyle hazırlanan Birleşik Devletler Başkanına Sunulan Küresel 2000 Raporu gibi mutlak surette okunması tavsiye edilen başka bazı çalışmalar da vardır. “Müdahalesizlik” (noninterference) sloganı, diğer türler ekosistemi değiştirip dönüştürürken insanın bundan kaçınması gerektiğini ima etmemektedir. Hiç kuşku yoktur ki insan bugüne kadar yeryüzünü dönüştürmüştür ve muhte melen bundan sonra da dönüştürmeye devam edecektir. Esas mesele insan müdahalesinin niteliği ve derecesidir. Yaban ve yarı-yaban yaşama ev sahipliği yapan alanları muhafaza etme ve genişletme mücadelesi devam etmeli ve bu alanların genel ekolojik işlevlerine odaklanmalıdır (böyle bir işleve örnek: Biyosferdeki hayvan ve bitki türlerinin evrimsel süreçler sonucunda artıp çeşitlenmesi için geniş yaban hayat alanlarına ihtiyaç vardır). İnsan eliyle düzenlenmiş vahşi yaşam alanları ile av hayvanlarının çoğalmasına elverişli bölgeler bu tip bir türleşmenin gerçekleşebilmesi için yeterince büyük değildir.
(6) Bugün endüstriyel ülkeler tarafından planlanan ve uygulamaya konulan ekonomik büyüme hacmi (1)-(5) arasında ifade edilen ilkelerle uyumlu değildir. Ekonomik büyümenin sürdürülebilir ideal biçimleri ile endüstriyel toplumların halihazırdaki büyüme politikaları arasında çok da benzerlik yok tur. Burada “sürdürülebilir” sözcüğü “insanlarla bağlantılı olarak sürdürüle bilir” anlamında kullanılmaya devam etmektedir.
Var olan ideoloji şeyleri kıtlıkları ve mübadele değerine sahip oldukları için değerlendirir. Bolca tüketmek ve fazla atık üretmek bir itibar kazanma vesilesidir.
“Öz-belirlenim”, “yerel topluluk” ve “küresel düşün, yerel eyle” gibi ifadeler toplumların yürüttüğü ekolojik çalışmalar için anahtar kavramlar olarak kalsa da, çok daha büyük dönüşümlerin hayata geçirilebilmesi için artan ölçüde küresel eylemliliğe –sınırları aşan türde bir eylemliliğe– ihtiyaç vardır.
Üçüncü Dünya ülkelerinin hükümetleri (Costa Rica ve diğer birkaçı hariç) derin ekolojik meselelere karşı ilgisizdir. Endüstriyel toplumların hükümetleri Üçüncü Dünya’ya ekolojik ölçütlerin tanıtımını yapmayı denediklerinde pratikte (sözgelimi, çölleşme problemi karşısında) hiçbir şey elde edilemez. Hal böyle olunca, hükümet temelli olmayan uluslararası organizasyonlar vasıtasıyla küresel eylemliliğe verilen destek gitgide önem kazanır. Söz konusu organizasyonların pek çoğu hükümetlerin negatif müdahalelerinden kaçınacak şekilde “tabandan tabana” taşıdıkları küresel bir eylemliliği devam ettirme becerisine sahiptirler.
Bugün kültürel çeşitlilik ileri teknolojiyi, yani her kültüre has temel amaçları hayata geçirecek tekniklerin kullanımını gerektirmektedir. Yumuşak teknoloji, ara teknoloji ve alternatif teknoloji olarak adlandırılan teknik uygulamalar bu yönde atılmış birer adım niteliğindedir.
(7) Bazı iktisatçılar “yaşam niteliği” tamlamasını eleştirmekteler çünkü bu ifadeyi muğlak buluyorlar. Daha yakından bakıldığında muğlak buldukları şeyin aslında ifadenin nicelleştirilemezliği olduğu anlaşılıyor. Burada tartışıldığı şekliyle yaşamın niteliği açısından önemli olan şeyi layıkıyla nicelleştirme imkânı olmadığı gibi, böyle bir şeye gerek de yoktur.
(8) Öncelikler hakkındaki farklı fikirleri tartışmak için oldukça geniş bir alana sahibiz: ilk olarak ne yapılmalı? Peki ya sonra? En çok aciliyet arz eden şey ne? Oldukça arzu edilir olmakla beraber mutlak anlamda ivedi olmayan şeye mukabil aciliyeti açık ve seçik olan şey nedir?
1 Arne Naess, “The Shallow and the Deep, Long Range Ecology Movements: A Summary”, Inquiry 16 (Oslo, 1973), s. 95-100.
2 Theodore Roszak, Where the Wasteland Ends (New York:
Anchor, 1972)
3 Warwick Fox, “The Intuition of Deep Ecology”, Ekoloji ve
Felsefe Konferansı’nda sunulmuş olan metin (Australian National University,
Eylül, 1983). Daha sonra The Ecologist’te basılmıştır (İngiltere, Sonbahar
1984).
4 Tom Regan, The Case for Animal Rights (New York: Random
House, 1983). Hayvan hakları hareketine yönelik mükemmel eleştiriler için bkz.
John Rodman, “The Liberation of Nature?”, Inquiry 20 (Oslo, 1977). J. Baird
Callicott, “Animal Liberation,” Environmental Ethics 2, 4 (1980). Ayrıca bkz.
John Rodman “Four Forms of Ecological Consciousness Reconsidered”, Ethics and
Environment içinde, T. Attig ve D Scherer (yay. haz.), (Englewood Cliffs, NJ:
Prentice Hall, 1983)
5 Tom Regan, “The Nature and Possibility of an Environmental
Ethic,” Environmental Ethics 3, 1981, ss. 19-34.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder