Bilgi Felsefesi Sözlük

 a priori/ a posteriori

(Lat) [ posteriori; önsel/sonsal; es. t. kablî/bâdî]
Bilginin temeline, kökenine ya da kaynağına ilişkin temel ayrım; Kant’tan bu yana bilgi öğretisinde ana kavram ikilisi.

Doğruluğu deneyimlerimize, gözlemlerimize dayanmayan savlara, önermelere, düşüncelere, yargılara a priori denir. Latince’den gelen sözcük “önceden gelen” demektir.J. S. Mil ve W. Quine gibi birkaç düşünür dışında, felsefe tarihinde pek çok kimse mantığın ve matematiğin doğrularının apriori niteliğe sahip olduğunu ileri sürmüştür.

Öte yandan doğruluğu, apriori yargıların tersine, deneyimden, gözlemlerden çıkan önermeler, düşünceler, yargılar ise a posteriori olarak adlandırılır. Bu terim de Latince kökenlidir; “sonradan gelen” demektir. Usçular ile Saul Kripke ve Noam Chomsky gibi kimi günümüz düşünürleri dışında, genellikle, deneyden türetilen tüm bilgilerin a posteriori olduğu kabul edilir.

Aristoteles “apriori” terimini her şeyden önce gelen şeyleri betimlemek için kullanırdı. Aristoteles, önce gelenin bilgisine belli bir nedensellik ilişkisinin bilgisiyle erişebileceğimizi savundu. Ona göre, şeyler arasındaki nedensel ilişkiyi tasımlar mantığıyla oluşturup açıklamak olanaklıydı.

Descartes ise “apriori” terimini genel olarak bilginin temellerini araştırırken kullandı. Ona göre, kendi varlığımızın bilgisi aprioridir; çünkü hem bu durumun yadsınması çelişkiye yol açar, hem de varlığımızın doğasını enine boyuna düşünmek için deneyimlerimize gereksinim duymaya.

Günümüzdeki kullanımlarına önemli ölçüde damgasını vuran Kant’tan önce apriori/aposteriori terimleri, mantıksal tanıtlamalarda izlenen yolları birbirinden ayırmak için kullanılırdı. Usavurma “nedenlerden sonuca” doğru yapılırsa, tanıtlama apriori; tanıtlama “sonuçtan nedenlere” doğru yapılırsa aposteriori sayılırdı. Bu durum XVIII. yüzyıl ortalarına kadar, özellikle Wolff ile Baumgarten tarafından sürdürüldü. Hume’un eleştirdiği bu yorumu, Kant büyük oranda geliştirerek apriori/aposteriori kavramlarını bilgi oluşturucu öğeler olarak yeniden tanımladı.

Kant, apriori bilgi ile deneyden türetilen (aposteriori) bilgiyi karşılaştırarak, arı usun, arı pratik usun ve matematiğin apriori bilginin kaynakları olduğunu ileri sürer. Ona göre, apriori bilgi kesindir; duyular dünyasının ve anlama yetisinin kuralları “önceden bana verilmiştir, o nedenle aprioridir. İşte bu apriori bilginin olanaklılığı, Kant’a göre, metafiziğe yani bilime giden güvenli yolun habercisidir. Tüm deneyimden kesinlikle bağımsız olan apriori bilgi, deney aracılığıyla ortaya çıkan aposteriori bilginin karşıtıdır. Geleneksel apriori/aposteriori bilgi ayrımı için geliştirilmiş olan ölçütleri bir kenara koyan Kant, apriori bilgi için, arılık, evrensellik ve zorunluluk ölçütlerini belirler. Arı olma ölçütü konusunda Kant, açık seçik olma özelliğini öne çıkararak duyuların bu türden bilgilere (b)ulaşmadığını belirtir. Evrensellik ve zorunluluk ölçütleri konusunda ise Kant, apriori yargıların sonuçlarını gözönünde tutar. Buna göre eğer bir görü ya da kavram zorunlu olarak tek tek her deneyimde varsa, o görü ya da kavram aprioridir.

XIX. yüzyılın ikinci yanımda Yeni Kantçılar üzerinde etkili olmuş ve özellikle XX. yüzyıl Kant araştırmalarının açımlama ve çıkarım sorunları konusunda gündemini belirlemiş Fichte’nin apriori yorumu, öznenin kuramsal ve pratik etkinliklerinde eşzamanlılığı varsayar. Yeni Kantçılardan Hermann Cohen’in etkili kitabı Kant’ın Deneyim Kuramı, Kant’ın apriori kuramına yeni evrensellik ve zorunluluk kaynakları arayışlarını sürdürür. Gottlob Frege ise vurguyu apriori evrensellikler ve zorunluluklar arayışından, apriori yargıların gerekçelendirilmesine kaydırarak önemli bir değişiklik yapmış olur. Böylelikle yeniden Kant’ın asıl sorununa. apriori yargılar için ölçütler bulma sorununa dönülür. Bu eğilim günümüzde de, sözgelimi Wittgenstein’ın apriori doğruyu “olanaklılığı doğruluğu tarafından güvence altına alınmış olmak” biçiminde tanımlamasında olduğu gibi, egemen eğilimdir.

açık ve seçik
[İng. clear and distinct, Fr. Clair et distinct; Alm. klar and deutlich; Lat. clarus et disnctus es. t. vâzıh ve mütemeyyiz)
 Modern felsefenin babası olarak anılan René Descartes’ın İlk Felsefe Üzerine Derin Düşünmeler’de kesin bilgiye ulaşmak için doğruluk ölçütü olarak ileri sürdüğü birbirine kopmazcasına bağlı ikili: Konusu ya da nesnesi hiçbir aracı olmaksızın doğrudan zihne sunulmuş bilgi ya da düşünce açık; konusu ya da nesnesi başka hiçbir şeyle karışmayan, bir başına kendini zihne gösteren bilgi ya da düşünce ise seçiktir. Bütün “seçik” düşünceler “açık” olsalar da, bütün “açık” düşünceler “seçik” olmayabilir. Nitekim Descartes için önemli olan da düşüncelerin açık ya da seçik olması değil, açık ve seçik olmasıdır.

adcılık
Kavramların gerçek anlamda bir varlıkları olduğu düşüncesini bütünüyle yadsıyan, bütün tümel kavramların tek tek şeylerin aralarındaki ortaklıklar üzerinden gidilerek oluşturulmuş genel adlardan, göstergelerden ya da sözcüklerden öte bir anlamları olmadığına savunan felsefe anlayışı; kökence Latince’deki ‘ad” sözcüğüne karşılık gelen nomina sözcüğünden türetilen felsefe terimi. Kullandığımız sözcüklerin, yaptığımız tanımların, kendileri aracılığıyla düşündüğümüz tasarımların, hatta konuştuğumuz dillerin şeylere göndermek anlamında nesnel bir anlamları bulunmadığını, bunların gerçek nesnelerle de gerçekliğin herhangi bir yönüyle de ilintili olmayıp bütünüyle insanoğlunun şeylere yüklediği adlarla belirlendiği görüşü temelinde oluşturulmuş felsefe öğretisi.

ağaç biçimli düşünme
Çağdaş Fransız felsefesinin birlikte yaptıkları ortak çalışmalarla tanınan iki büyük düşünürü Felix Guattati ile Gilles Deleuze’ün geliştirdiği, yerbilimden bitkibilime, havabilimden ruhbilime, tanrıbilimden felsefeye dek bütün bir Batı kültürünün düşünsel öğelerini baştan sona belirlediğini varsaydıkları bilgi kuramını ya da düşünme kipini anlatmak için kullandıkları eğretilemeli felsefe tasarımı.

Bu bağlamda Deleuze ile Guattari’ye göre, Batı felsefesini iki ana eğretileme yoluyla tüketici bir biçimde anlamak olanaklıdır. Bunlardan ilki dışardaki gerçekliğin bilincin yansıması olarak kavrandığı gerçeğini anlatan “ayna eğretilemesi”dir. Buna karşı ikinci eğretileme, “ağaç eğretilemesi”, zihnin dışardaki gerçeklik hakkında ayna yoluyla sağladığı bilgilerin sağlam temellere (yani ağacın kökleri) oturtulmuş, dizgeli ve sıradüzenli ilkelerle kat kat gövdelendirilmiş (yani ağacın gövdesi), tek tek bilgi dallarına ayrıştırılmış (yani ağacın dalları) olmasını betimlemektedir.

Deleuze ile Guattari’nin ağaç eğretilemesi üzerinden giderek sundukları çözümlemede, ağaçbiçimli düşünme yapısı Batı felsefesine birlikli, bütün kendi içinde tutarlı, kendisiyle özdeş, tasarımlayan bir özneye dayandırılmış büyük düşünce dizgeleri kurma olanağı tanımıştır. Yine bu eğretilemenin anlam olanaklarının çözümlemesi sürdürüldüğünde, idea, öz, yasa, doğruluk, adalet, özgürlük, iyilik gibi kavramların ağacın dallarında açmış yapraklar olarak durduğu görülebilecektir. Batı kültürüne egemen olan bu düşünme yordamının en iyi görülebileceği yerler arasında Platon, Aristoteles, Descartes, Hegel ve Kant tarafından bina edilmiş felsefe dizgeleri başı çekmektedir. Deleuze ile Guattari’nin felsefe sözdağarlarında kimileyin “dikey düşünce” diye de geçen ağaçbiçimli düşünce, bu düşüncenin bütün olumsuzluklarından kurtulmak için bir an önce kendisine geçilmesini önerdikleri “köksaplı düşünce” ile taban tabana ters düşmektedir. Köksap burada kimi bitkilerin toprağın üzerinde kalan, kendisinde hem köklerin hem de yaprakların çıktığı sapını anlatmaktadır. Daha açık bir deyişle köksaplı düşünce, kök yapıları bütünüyle aynı olan ama çoğunlukla köklere, sürgünlere, filizlere ya da yapraklara dağılan toprak bitki gövdesinden oluşan bağımsız bitkilere benzemektedir. Deleuze, köksaplı düşünceyi bağlamsal, aynı kök yapısından doğan bir etkinliğin bağlama göre başkalaşım göstermesini, çoğunluk la da pragmatik bir değişim geçirmesini eğretileyerek anlatmak amacıyla geliştirmiştir. Buna göre, insanların düşünsel ve yaşamsal bütün etkinlikleri, çıplak gözle kolay kolay görülemeyen, birbirlerine önceden yeni olan ya da bizden önce belirlenmiş bulunan kurallarla bağlıdır.

algı
Duyuların sağladığı duyumlar ya da duyusal uyarımlar aracılığıyla dışımızdaki varlıklar hakkında bilgi edinme yetisi; Bu varlıkların bilincine varma yeteneği. Duyularımız aracılığıyla bizi kuşatan dünyaya ilişkin bilgi edinmenin karmaşık bir ‘yöntemi; Dünyanın duyusal uyarımlarını anlamlı deneyimlere dönüştürme süreci.
-----------
algı 1. Algılama 2. Algı içeriği.
Her iki anlamda da algıyı duyumdan ayırabiliriz. Duyum gerçek (doğruyu veren) algı için gerekli, fakat yeterli değildir. Duyu organlarının etkilenmesi duyu deneylerini oluşturur. Algının içeriği deneyler değil, nesneler, olaylar ve durumlardır. Algı içeriği duyu deneylerinin nesne, olay ve durum biçiminde yorumlanmasıdır. Algı, bilgi kaynağıdır. Deneyciliğe göre algı bilginin tek kaynağı, usçuluğu göre onun kaynaklarından biridir.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

algı düzeneği
1. Algılamanın meydana gelmesinde işler olan düzenek, mekanizma. Algılamanın gerçekleşmesi için gerekli fizyolojik yapı ve bu yapının işleyiş biçimi. Algı fizyolojisine ek ve onun sonucu olarak düşünülen anlıksal olaylar dizisi.
2. Belirli bir algı kuramı ya da açıklamasının algı düzeneği olarak betimlediği olay ve durumlar dizisi.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

algı olanaklılığı
(possibilily of perception): Görüngücülük için fiziksel nesne bir algı olanaklılığından başka bir şey değildir.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

algılama
Pek çok hayvan türünün (ve bu arada insanın) çevre koşulları üzerine bilişi alma ve üretme yolu. Algı duyuma, dolayısıyla da beş duyuya dayanır. Çevreden edinilen duyu deneyleri anlıkta çevre üzerine bir inanç ya da inançlar dizisine temel olabilecek biçimde örgütlenir, yorumlanır.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

algının değişebilirliğinden uslamlama
Gerçekliğin özünü bilmenin olanaklı olmadığını, insanın dış dünyayı, en azından olduğu şekliyle bilmesinin olanaksız olduğunu savunan kuşkucu öğretilerin, savlarını kanıtlamak için algıların kimi koşullarda değişebileceği düşüncesini öne çıkartarak kullandıkları akılyürütme biçimi.
Bu kuşkucu uslamlamaya göre; algılarımız içinde bulunduğumuz ortama; değişen bakış açısı, ışık koşulları ve cismin yakınlığı-uzaklığı türünden öznel ya da nesnel durumlara bağlı olarak değişir.Algının bu içerikçe değişmesi, onun değişmez bir gerçekliği doğru ve güvenilir bir biçimde bize sunmasının olanaksız olduğuna dair bir kanıt olarak görülür.

algının yanılabilirliğinden uslamlama
Gerçekliğin özünü bilmenin olanaksız olduğunu, insanın dış dünya üzerine bilgisinin kesinlikten uzak olduğunu savunan kuşkucu öğretilerin, savlarım kanıtlamak için algının yanılabilirlik payını öne çıkararak kullandıkları akılyürütme biçimi.
Bu kuşkucu uslamlamaya göre, yanılsama, sanrı ya da varsanı (Halüsinasyon) türünden algı yanılmalarının, yanılmaya da yanılgı sırasında fark edil(e)memesi ve doğru sayılması ya da hemen her zaman “olanı olduğu gibi gösteren” algılar olarak değerlendirilmesi, doğru olduğu varsayılan diğer tüm algılar için de geçerli olabilecek bir durumdur. Bu durumun doğru sayılan her algı için geçerli olabileceği düşüncesi de bizi algıya dayalı bilginin olanaksızlığı düşüncesine götürür ya da bu türden bilginin doğruluktan uzak olduğuna dair bir kanıt olarak görülür.

algıcılık
Zihnin dışsal gerçekliği doğrudan olduğu gibi kavradığını ve bu gerçekliğin bilincine vardığını savunan görüş; insanın salt algı yoluyla dış dünyanın doğru  bilgisine —hiçbir aracıya başvurmaksızın— dolaysız bir biçimde ulaştığını öne süren öğreti. Algıcılık bir yanda  algının çevremizdeki dünyanın bilgisini bize doğrudan doğruya verdiğini savlarken, bir yandan da dünyanın bilincine duyulur nitelikleri kavrayarak ya da onların bilincine vararak ulaştığımızı ileri sürer.

analitik/sentetik (ayrımı)
Önermelerin doğrulukla’rının gösterilmesi için kanıta gereksinim duyup duymadıklarına yönelik yapılan ayrımda kullanılan kavram ikilisi.

Günümüz felsefe anlayışlarında “analitik” kavramı genellikle, doğrulukları ancak biçimleri aracılığıyla ya da kendilerini oluşturan terimlerin anlamları aracılığıyla bilinebilen önermelere uygulanır.Özne yüklem ikilisinden oluşan bir yargıda ya da önermede özne yüklemi “içeriyorsa” bu yargı ya da önerme analitik sayılır.

Sentetik yargılarda ise yüklem, özne için de tanımlanmadan, mantık kurallarıyla uyumu yitirmeden, özneyle ilişkiye girerek anlam kazanır.

Örneğin, “Tüm cisimler yer kaplar.” önermesi analitik iken “Bazı cisimler ağırdır” önermesi sentetiktir. Analitik/sentetik ayrımını bugünkü oturmuş anlamıyla ilk kez dillendiren Kant’ın konuyu bu biçimde ortaya sermesindeki temel amaç, analitik yargıların yüklemlerinin daha baştan özneyle düşünülmüş olduğunu göstermek istemesinde yatmaktadır.

Analitik ile sentetik önermeler arasındaki ayrımın nasıl yapılacağının gösterilmesi, Kant’ın Wolffçu felsefe okuluna yönelttiği eleştiriyle olgunlaşarak onun kuramsal çalışmalarında merkezi bir yer tutar. Kant’a göre Wolffçu felsefeciler, tüm önermeleri sanki analitikmiş gibi ele alırlar. Oysa analitik önermeler, önerme türlerinden yalnızca bir tanesidir. Yüklemin öznede yinelendiği analitik önermeler, anlamı genişletmeden yalnızca açıklayıcı bir nitelikte bulunurlarken, sentetik önermeler her zaman yeni bir şeyler iletirler.
Kant’ın analitik/sentetik ayrımı, önermelerin içeriği ya da kapsamı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu bakımdan, sentetik önermelerin kaynakları konusunda XIX. yüzyıl boyunca çeşitli anlayışlar ortaya çıkmıştır. Ancak Frege Aritmetiğin Temelleri (1884) adlı yapıtında sorunu içerik bakımından değil de “önermelerin gerekçelendirilmesi” bakımından ele alarak köklü bir değişikliğe yol açmıştır. Bu gelişme, Kant’ın aşkınsal mantık anlayışının yadsınması sonucunu doğurmuştur. Ne var ki, Kant’ın analitik/sentetik ayrımının, onun eleştirel felsefesinin bir varsayımı olmaktan çok, Wolffçu okula getirdiği eleştirinin bir uzantısı olarak görülmesi gerektiğini anımsamak bizi Kant’ın “gerçek” felsefesi üzerine daha anlamlı düşüncelere yöneltecektir.

anlama
 [İng. understanding, Fr. comprendre, Alm. Verstehen, es. T. İdrâk]
İnsanın gerçekliğin özünü ya da doğasını kavrama yeteneği; zihnin (“anlama yetisi”) diye de adlandırılan yeteneği; yorumu da içeren zihinsel etkinlik; insan bilimlerine uygun olmasına karşın doğa bilimlerinin kendine özgü yöntemiyle —varsayımların deneyler aracılığıyla sınanmasıyla— çelişen bilgiye ulaşma yöntemi.

anlıkçılık
İnsanın anlıksal yetilerinin; anlama, düşünme ve bilme yetilerinin önemini vurgulayan, bilginin temel olarak salt insan anlığından türetilebileceğini savunan, bu anlamda usçuluk ve idealizm gibi akımlarla aşağı yukarı aynı görüşü dile getiren bilgi kuramı ya da öğretisi.

anschauung (Alm.)
Dünyanın doğrudan, aracısız algılanması, dolaysız kavranması anlamındaki Anschauung, Kant’ta dışsal ve içsel olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Dışsal olan nesnelerin kendi bütünlükleri içinde tam olarak algılanması, kavranması iken; içsel olan insanın kendini “tamalgılama”sıdır. Husserl’e gelindiğinde ise terim anlam değişimine uğramış, özlerin doğrudan kavranmasına, “özü görüleme”ye karşılık olarak kullanılmıştır. Bu bakımlardan terimin “tam algı”, “sezgi”, “görü” anlamlarını da içerdiği söylenebilir.

apaçıklık
Bir şeyin zihinde en ufak bir kuşkuya dahi yol açmaksızın doğrudan ve açık bir biçimde görünmesi; bir düşüncenin, bir doğrunun zihinde açık ve seçik bir biçimde kendini göstermesi.

aşkın (lık)
En genel anlamda bir şeyin ya da bir düzeyin ötesine geçme ya da ötesinde olma; bir şeye “içkin” olmama.

Yerleşik felsefe dilinde, en azından Kant’dan bu yana, duyu deneyimlerinin konusu ya da nesnesi olan dünyanın dışında kalan; olanaklı her türden deney ile bilginin sınırlarının ötesine taşan: “insan bilincini aşan.” Aşkın terimi genellikle olası bir deneyimin sınırlarının ötesinde olma anlamında kullanılır. Buna göre bir konu ya da sorun, çözümü bütünüyle matematik ya da mantığa ait değilse ya da hem duyu deneyiminin hem de duyu deneyimine yanıt verebilen bir kuramın uygun kullanım alanının ötesinde ise aşkındır. Buna karşı “aşkın” sözcüğü gerek gündelik dilde gerekse felsefede sayısız bağlamda kullanılır, Örneğin ortaçağ felsefesinde Tanrı’nın dünyayı yarattığında kendisini aştığı söylenir. Tanrıcılar ya da daha doğru bir deyişle tanrıtanırcılarsa aşkın terimini Tanrı’nın yaratılmış dünyadan bağımsız ve onun ötesindeki varoluş kipini betimlemek için kullanırlar.

Kant Salt Aklın Eleştirisi’ nde aşkın ile “transendental”i (“aşkınsal”) birbirinden kesin bir biçimde ayırmaya ayrı bir özen gösterir. Transendental, bilginin zorunlu koşullarıyla ilgilidir; transendental bilgi de olanaklı bilginin sınırlarını aşmayıp sorup soruşturan bilgidir.

Bizi yanlış bir biçimde herhangi bir olası deneyimin ötesine taşıdıkları savlanan ilkeler ise “aşkın”dır. Kant’a göre aşkın şeyin bilgisi diye bir şey söz konusu olamaz. XIX. yüzyıl olgucuları, Kant’la çeşitli nedenlerden dolayı anlaşamasalar da bu konu da onunla hemfikirdirler. Olgucuların bu konudaki görüşleri en iyi anlamını Alman fizyolog Emil Heinrich Du Bois Reymond’un (1818-1896) “ignoramus: ignorabimus’ (“Bilmiyoruz; bilmeyeceğiz”:gerçekliğin nihai doğası hakkında daima cahil kalacağız) savsözünde bulur: bilim görüngüyü yalnızca betimleyebilir, gerçek anlamda açıklayamaz. Spencer’ın “bilinemezlik kuramı” da bu konudaki bir başka örnektir. Bu bağlamdaki bilinemezcilik bilmenin algısal yollarından başka yollarına sahip olduğumuzu ve deneyimin ötesinde kalan şeyin bilinemez olması gerekmediğini savunan felsefeciler tarafından reddedilir.
Maddeciler ise deneyim dünyasının ötesinde “aşkın” bir şeyin olup olmadığı sorusuna XVIII. yüzyıldan beri olumsuz yanıt vermektedirler. Bu soruya diğer bir olumsuz yanıt da XX. yüzyılda felsefeye dilsel bir yönelim veren felsefeciler tarafından verilmektedir. Bu felsefecilerin uslamlaması genelde şöyledir: Dilde kullandığımız ifadelerin anlamlı olabilmeleri için belirli koşulları yerine getirmeleri gerekir.

Bu koşullar, örneğin Tanrı gibi, duyu deneyimini aşan bazı şeylerin varolduğunu savlayarak yerine getirilemez. Aşkın oldukları söylenen şeyler deneylerle sınanamadıklarından anlamsızdırlar (yalnızca anlamı duyu deneyimine indirgenebilen ifadeler anlamlıdırlar) dolayısıyla bunların doğru ya da yanlış oldukları da söylenemez. Bu yaklaşımın en bilinen örneği Carnap, Schlick, Ayer gibi felsefecilerin öncülüğünü yaptığı mantıkçı olguculuktur. Aşkınlık bağlamında mantıkçı olguculuğun karşıtı olan görüş ise bilimsel araştırmaya açık maddi, elle tutulur bir dünya olan doğanın, yani deneyim dünyasının kendi bütünlüğü içinde kendi kendini açıklayamadığı için aşkın olması gereken bir bağımlılık ilişkisi içinde olduğunu varsaymamız gerektiğini ileri sürer.

aşkınsal idealizm
Kant, Elea Okulu’ndan Berkeley’e kadar tüm gerçek idealistlerin çıkış noktalarını, “Duyu ve deneyimler sonucu elde edilen bilgiler basit bir sanıdan ibarettir ancak arı usun anlama yetisinde ve usun düşüncelerinde doğruluk vardır” sözüyle açımlar. Ona göre çağcıl idealizmi üç kümeye ayırabiliriz: İlki Berkeley’in önemli oranda temsil ettiği dogmacı idealizm, ikincisi Descartes’ın öncüsü olduğu kuşkucu idealizm. Bu iki kümenin deneyci olmakla suçladığı üçüncü küme ise Kant’ın önceleri aşkınsal/biçimsel idealizm, sonraları ise eleştirel idealizm olarak adlandırdığı kümedir.

aşkınsalcılık
Felsefede, en genel anlamıyla, hem duyulara dayalı deneyimden elde edilen gerçeklikten hem de insan usuyla ulaşılabilir olduğu öngörülen gerçekliğin bilgisinden çok daha yüksek ve yüce bir gerçeklik olduğunu öne süren öğreti. İnsanın görünüşlerin ötesine geçen bilgiye ulaşabileceğini ya da bu bilgiyi deneyimleyebileceğini savunan görüş.

bilinmezcilik
İng;agnosticism;Fr. agnosticisme; Alm. Agnostismus. Eski Yunanca’da “bilinemez olan” anlamına gelen agnostos’tan türetilmiş terim. Felsefede, en geniş anlamıyla, insan zihninin, insanın bilişsel gücünün saltık olanın bilgisine ulaşamayacağını ileri süren öğreti; insan düşüncesinin ve onun sınırlı bilgisinin “gerçek varlığı” kavrayamayacağı düşüncesini kendine temel alan felsefelere verilen ortak ad. Felsefedeki en bilinen anlamıyla, bilinemezcilik, tanrıtanımazcılığın Tanrı’nın var olduğu,tanrıtanımazcılığınsa Tanrı’nın var olmadığı şeklindeki savlarına karşı geliştirilen Tanrı’nın var olup olmadığım bilmenin olanaklı olmadığı savını savunan düşünce akımına karşılık gelir.
Her türden tanrıbilimsel öğretiye kuşkuyla yaklaşan felsefi bir duruş olarak bilinemezcilik, evrenin varoluşundan sorumlu olan/tutulan kutsal bir gerçekliğin belirlenmesinin insanın bilişsel gücünün sınırlarını aştığı görüşündedir. Tanrı’yla ilgili her türlü soruya verdiği yanıt açıktır:“Ne biliyorum, ne bilmiyorum, ne de bilmenin olanaklı olduğunu düşünüyorum”.
Düşünce tarihinde çeşitli biçimler altında ortaya çıkan bilinemezciliğin kökleri ilkçağ Yunan felsefesine, özellikle de bilgiyle oylayan Sofistlere dek uzanır. Ortaçağ felsefesinde de olumsuzlamacı tanrıbilim ile kendini gösteren bilinemezcilik bir terim olarak tarihi ise oldukça yenidir (1869). İlk kez Yeni İngiliz felsefesinin önde gelen düşünürü Thomas Henry Huxley tarafından felsefe sözdağarına katılan bilinemezcilik, her türden metafizik düşüncenin ne kanıtlanabileceğini ne de çürütülebileceğini, insanın bilgisine erişemeyeceği Tanrı’nın Varlığı ya da ölümsüzlük türünden fizikötesi konularda yargıda bulunmaktan kaçınması gerektiğini öne süren, Huxley’in kendisinin de savunduğu öğretiyi nitelemek için kullanılmıştır.
Felsefe tarihinde, önceleri Tanrı’nın ya da doğaüstü tanrısal bir varlığın var olup olmadığının kanıtlanmasının olanaklılığına yoğunlaşan bilinemezcilik, modern dönemde XIX. yüzyıldan itibaren büyük ölçüde Kant ve Hume’un felsefelerine yaslanarak kendini çok daha geniş bir felsefi konum olarak temellendirmeye girişmiştir.
Hume’un deneyciliği ile Kant’ın aşkınsal idealizmini, bir başka deyişle biz insanların yalnızca duyularımız ve algılarımız tarafından bize sunulan gerçeği bilebileceğimiz, deneyimi aşan konularda ise kesin bilgiye ulaşamayacağımız yollu görüşü devralan XIX. yüzyıl bilinemezcileri arasında, isim babası T. H. Huxley dışında, Herbert Spencer, William Hamilton, Leslie Stephen adları sayılabilir XX. yüzyıla gelindiğinde ise dolaylı da olsa bilinemezciliğe destek veren iki felsefe akımından söz edilebilir; mantıkçı olguculuk ve doğalcılık.

bilgikuramı
(
Os. Mebhası marifet, Marifet nazariyesi, Tenkidül ulum, Nazariyei ulum, Felsefei ulum, Mebhası ilim, İlmiyat, İlmül ulum;  Fr. Epistemologie-Gnoseologie; Al. Wissenschaftslehre-Gnosiology; İt. Epistemologia-Gnoseologia)Bilginin bilgisi... doğrudan doğruya bilgi olgusu’yla bilme olayı’nı inceleyen genel bilim dalını adlandıran bilgi kuramı deyimi, Al. Erkenntnistheorie deyiminin çevirisidir ve başka dillerde de (örneğin Fr. Theorie de la connaissance, İng. Theory of knowledge) yerleşmiştir. Gerçekte gnoseoloji ve epistemoloji deyimlerinin Türkçe karşılığı bilgibilim’dir.

Bilgi kuramı terimi, doğrudan doğruya bilgi’nin ne olduğunu inceleyen bir bilim dalını adlandırır ve şu sorunun karşılığını araştırır: bilgi olgusu nasıl gerçekleşiyor? .. Bu soru bilgi’nin özü, sınırı ve kaynakları sorunlarını kapsar. Hind-Avrupa dil grubuna bağlı Batı dillerinde birbirlerine pek yakın anlamlarda kullanılan epistemologie (Os. İlmiyat), gnoseologie (Os. Mebhası marifet) ve theorie de la connaissance (Os. Nazariyei ilim) terimlerinin Türkçe’ye bilgi kuramı terimiyle çevrilmiş olması karışıklıklar doğurmaktadır. Ne var ki bu karışıklık bir dereceye kadar Batı dillerinde de vardır. İngiliz düşünürü Baldwin, bu yüzden, bilgi olgusunun özü-kaynağı-sınırı sorunlarını inceleyen bilim dalının epistemologie ve bilgi olgusunun varlık değeri bakımından eleştirisinin gnoseologie terimleriyle dile getirilmesini önermiştir.gerçekte, bu iki terim arasındaki anlam ayrılığı, bilgi elde etmek için kullanılan yöntem ayrılığından doğmaktadır.

Epistemologie terimi bilimsel bilginin ne olduğunu inceleyen bilim dalını, gnoseologie terimi sezgisel bilginin ne olduğunu inceleyen bilim dalını adlandırır. Theorie de la connaissance ise bilen’le bilinen arasındaki ilişkilerin ne olduğunu inceler. Ayrıca bilgi kuramı deyimi, bilginin kaynağı üstünde savlar ileri süren usçuluk, duyumculuk, sezgicilik, deneycilik vb. gibi çeşitli bilgi öğretilerini de adlandırır. Bir yandan da bilginin değerini araştıran bir felsefe dalıdır. Ne var ki bütün bunlar metafizik felsefenin araştırma ve incelemeleridir. Eytişimsel özdekçi felsefenin bilgi kuramı, yansı kuramı’dır ki bilginin ne olduğunu nasıl elde edildiğini, geçerliliğini ve zorunluluğunu açık seçik sergiler.
Orhan Hançerlioğlu (Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi)
İnsan usunun doğası, duyular ile algının yeri, gerçek bilgi ile bilgi sanılanı neyin ayırdığı gibi konular doğrultusun da bilginin doğasını, kaynağı ile kökenini, bilgi savlarının geçerlilikleri ile sınırlarını, bütün yönleri ve öğeleriyle birlikte bilme süreci ile bilginin özünü soruşturan; bilginin olanaklılığını, geçerliliği ve doğruluğu ile koşulları ve türlerini ele alıp inanç, kuşku, kesinlik gibi kavramlarla ilişkisini tartışan; nelerin bilgi nesnesi olarak kabul edilebileceğini belirlemeye çalışan; tüm yönleriyle bilginin değerini araştırıp bilen özneyle bilinen nesne arasındaki ilişkinin neliğini irdeleyen felsefe dalı.

bilinç
(consciousness): Anlıkta(zihinde) önde olan, dolaysız içeriklerinin toplamı. Anlığın kendi içeriklerinin farkında olduğu bölümü. Uyanıklık. Uyanıklığın kapsadığı, kapsamına aldığı anlıksal içerik1er.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

bilinç içerikleri
(objects of consciousness): Bilinçle olan, bilince giren her türlü deney, inanç, istek, duygulanım ya da yaşantı içeriği. Bilinç içeriklerinin konusu dış gerçeklik olabildiği gibi başka bilinç içerikleri de olabilir. Anlığın tüm içerikleri bilinçte değildir. Örneğin, pek çok inanç, anı veya istek, bilinçaltına (sub-conscious) itilebildiği gibi, yalnızca bilinçdışında (unconscious) bırakılmış olabilir.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

bilindiği gibi nesne
(thing as known): Algı ile kavrayabildiğimiz gibi, algıda gördüğümüz biçimiyle nesne
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları
 
bilinircilik
(İng. gnosticism; Fr gnosticisme. Alm. gnosticismus e.t. irfaniyye) Ciddi felsefe araştırmalarından büyü ritüellerine kadar uzanan çeşitli biçimleriyle, genel olarak, Eski Yunanca’da “bilgi” anlamında kullanılan gnosis sözcüğüyle karşıladıkları gerçek ya da içrek bilgiye, dünyanın ve insan ruhunun kökenini ve kaderini açıklamaya çalışan çeşitli söylenlerde aktarılan gizemli bilgi ya da öğretileri koruyarak sezgi yoluyla, anlık bir “aydınlanış”la ulaşılabileceğini savunan öğretiler bütününe verilen ad: “gnostisizm”. Bazı bilinirci akımların Yahudilik ya da Mani dini gibi Eski İran dinleriyle yakın bağları olsa da “bilinircilik” günümüzde M.S. II. yüzyılda Ortodoks Hıristiyanlığa rakip olarak ortaya çıkmış; Hıristiyanlık öğretisi ile Helenistik dönemin çoktanrılı batini dinlerinin gizemci öğretilerini harmanlayan dinsel hareketlerin “ikici” öğretilerine gönderme yapmak için kullanılmaktadır. Bilinirci hareket, içrekçiliğiyle Ortodoks Hıristiyanlığın öfkesini üzerine çekmesine karşın, ikiciliğinin ve “en yüksek bilgi”nin ulaşılabilir olduğu yollu temel görüşünün verdiği metafizik çekicilikle ortaçağ boyunca varlığını bir şekilde sürdürmüştür. Sonraki yüzyıllarda Hıristiyanlık öğretisi büyük ölçüde bilinirciliğe karşı cephe alabilmek için kendisini geliştirmiş, tanrıbilim alanında dizgeli düşünceler ortaya konulmuştur. Bu anlamda Hıristiyanlık öğretisini ilk kez dizgeli bir biçimde ortaya koymuş olan Aziz Augustinus’un Hıristiyan olmadan önce Mani dinine mensup olduğu bilgisi ilgi çekicidir.

bilinemezcilik
İng;agnosticism; Fr. agnosticisme; Alm. Agnostismus. Eski Yunanca’da “bilinemez olan” anlamına gelen agnostos’tan türetilmiş terim. Felsefede, en geniş anlamıyla, insan zihninin, insanın bilişsel gücünün saltık olanın bilgisine ulaşamayacağını ileri süren öğreti; insan düşüncesinin ve onun sınırlı bilgisinin “gerçek varlığı” kavrayamayacağı düşüncesini kendine temel alan felsefelere verilen ortak ad.

Felsefedeki en bilinen anlamıyla, bilinemezcilik, tanrıtanımazcılığın Tanrı’nın var olduğu, tanrıtanımazcılığınsa Tanrı’nın var olmadığı şeklindeki savlarına karşı geliştirilen Tanrı’nın var olup olmadığım bilmenin olanaklı olmadığı savını savunan düşünce akımına karşılık gelir.
Her türden tanrıbilimsel öğretiye kuşkuyla yaklaşan felsefi bir duruş olarak bilinemezcilik, evrenin varoluşundan sorumlu olan/tutulan kutsal bir gerçekliğin belirlenmesinin insanın bilişsel gücünün sınırlarını aştığı görüşündedir. Tanrı’yla ilgili her türlü soruya verdiği yanıt açıktır:“Ne biliyorum, ne bilmiyorum, ne de bilmenin olanaklı olduğunu düşünüyorum”.

Düşünce tarihinde çeşitli biçimler altında ortaya çıkan bilinemezciliğin kökleri ilkçağ Yunan felsefesine, özellikle de bilgiyle oylayan Sofistlere dek uzanır. Ortaçağ felsefesinde de olumsuzlamacı tanrıbilim ile kendini gösteren bilinemezcilik bir terim olarak tarihi ise oldukça yenidir (1869). İlk kez Yeni İngiliz felsefesinin önde gelen düşünürü Thomas Henry Huxley tarafından felsefe sözdağarına katılan bilinemezcilik, her türden metafizik düşüncenin ne kanıtlanabileceğini ne de çürütülebileceğini, insanın bilgisine erişemeyeceği Tanrı’nın Varlığı ya da ölümsüzlük türünden fizikötesi konularda yargıda bulunmaktan kaçınması gerektiğini öne süren, Huxley’in kendisinin de savunduğu öğretiyi nitelemek için kullanılmıştır.

Felsefe tarihinde, önceleri Tanrı’nın ya da doğaüstü tanrısal bir varlığın var olup olmadığının kanıtlanmasının olanaklılığına yoğunlaşan bilinemezcilik, modern dönemde XIX. yüzyıldan itibaren büyük ölçüde Kant ve Hume’un felsefelerine yaslanarak kendini çok daha geniş bir felsefi konum olarak temellendirmeye girişmiştir.

Hume’un deneyciliği ile Kant’ın aşkınsal idealizmini, bir başka deyişle biz insanların yalnızca duyularımız ve algılarımız tarafından bize sunulan gerçeği bilebileceğimiz, deneyimi aşan konularda ise kesin bilgiye ulaşamayacağımız yollu görüşü devralan XIX. yüzyıl bilinemezcileri arasında, isim babası T. H. Huxley dışında, Herbert Spencer, William Hamilton, Leslie Stephen adları sayılabilir XX. yüzyıla gelindiğinde ise dolaylı da olsa bilinemezciliğe destek veren iki felsefe akımından söz edilebilir; mantıkçı olguculuk ve doğalcılık.

bireşimsel geçiş/bireşimsel çıkarsama
(synthetic inference):Duyumlardan nesneleri konu eden algı içeriklerine geçişin görüngücü bir yorumu. Duyumların anlıkta belirli ulamlar ya da kavramlar çerçevesinde nesne algıları olarak kurulması. Duyu deneylerinden bu kavramlara yapılan çıkarsama. Bu çıkarsama ya da mantıksal “geçiş”, tanımayı ve özbelirlemeyi gerektirir.

birincil nitelikler
(primary qualities): Locke felsefesine Gassendi ve Galileo yoluyla eskiçağ atomculanndan gelen bir ayrıma göre, nesnelerin nitelikleri algılayan açısından öznel ve nesnel olmak üzere ikiye ayrılır. Nesnel olan birincil nitelikler, algıdan bağımsız bir anlamda nesnelerin kendiliklerinde taşıdıkları niteliklerdir. Bunlar, nesne hangi durumda olursa olsun, ondan ayrı lamaz. Girilmezlik, uzam, biçim, devim ve sayı, birincil nitelikleri oluşturur.Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

çıkarsama
(inference): Bir önermeden, inançtan öbürüne belirli kurallar uyarınca geçiş. Tümevanmsal ve tümdengelimsel çıkarsama türlerinden başka, algısal bir çıkarsama türü de söz konusudur.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

çokçuluk (çoğulculuk)
[ İng.pluralism, Fr. puralisme, Alm. pluralismus es. t. kesretiyye]En genel anlamda, enson gerçekliğin tek bir ya da iki tane olmayıp birçok gerçeklik olduğunu öne süren; gerçekliğin şeyler çokluğundan, yani bir birinden başka pek çok gerçeklik türünden oluştuğunu; evreni oluşturan varlıkların sayısının birden çok ama çok daha fazla olduğunu, bu çokluğun da bir ya da birkaç kategoriye indirgenerek kavranamayacağını; şeyler çokluğunun tek bir kaynaktan gelmediğini, bir bütün olarak gerçekliği açıklamak için birden çok ilkeye gitmenin zorunlu olduğunu savunan felsefe anlayışı. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere, çokçuluk en genel anlamda “bircilik” (tekçilik) ile “ikicilik”e karşı bir başka seçenek olarak ortaya atılmış bir felsefe anlayışıdır. Söz konusu anlayışta, dünyayı oluşturan varlıkların her biri kendi içinde bağımsız varlıklar oldukları gibi, bunlara saltık bir gerçekliğin değişik biçimleri ya da yüzleri olarak da bakılamaz.

deney
 (experience): Bilince giren her türlü anlıksal olay. Her çeşit yaşantı. Deney iki öbeğe ayrılır. İçdeney (introspection) beş duyu organı aracılığı gerektirmeyen deneyleri kapsar. Her türlü duygulanım, bilince getirilen inanç, istek, vb. içdeney içeriğidir. Dışdeney, duyu organlarını gerektiren, yani duyumları temel alan anlıksal olayları kapsar.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

deney içeriği/konusu: (algı içeriği/konusu; duyum içeriği/konusu)
Deneyin konusu; deneyin karşılığı olduğu gerçekliktir. Deneye neden olan dış gerçeklik, ya da deneyin iç kaynağıdır. Öte yandan deneyin içeriği, bu konunun anlıktaki yansısıdır. Deney içeriği bir anlıksal olguda söz konusudur. Ancak deney içeriği, onu içerik alan deney olgusunun var oluşu değil, soyut anlamda konu aldığının yansısı anlamına gelir. Örneğin bir ağaç deneyi söz konusu ise, bu deney anlıkta gelip geçici bir olay olarak vardır. Ancak bu varlık, ağaç biçiminde değildir. Oysa bu deneyin içeriği bir ağaçtır; konusu ise dış dünyada buna neden olan gerçek ağaçtır.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

deneycilik
Alm. Empirismus Fr. empirisme  İng. empiricism  es. t. ihtibariye  Bilgimizin biricik kaynağının deney olduğunu savunan bilgi öğretisi.
Bu öğretiye göre, bütün bilgilerimiz deneyden gelir; anlıkta deneyden gelmeyen hiç bir şey yoktur. Yeniçağ felsefesinde deneyci bilgi öğretisinin (empirizmin) kurucusu Locke'dur. Başlıca temsilcileri F. Bacon, D. Hume, J. S. Mill.
-----
Bilgi olarak adlandırılabilecek her şeyin deney kökenli olduğunu savunan görüş. Usun yeni bilgi yaratabileceğini, sezgiyle bilgiye ulaşılabileceğini yadsır. Özellikle, dış dünya üzerine olan tüm bilginin algı ve duyumdan geldiğini öne sürer. Deneyciliğe göre iç deney de bilgi kaynağıdır. Ancak iç deneyin konusu dış deneyinki gibi herkesçe gözlemlenebilir değildir, yalnızca özneye açıktır. Buna karşılık hem iç deneyin hem de dış deneyin içeriği içrektir. Bir başka deyişle, yalnızca özneye açıktır. Deneysel bilginin olanaksızlığı: Kuşkucu uslamlamaların içerdiği ve algının güvenilmezliğinden kaynaklanan sonuç.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

deneyim
[ İng. experience, Fr. expérience, Alm. erfahrung, Yun. empeiria , Lat. experimentum; es. t. tecrübe]

Duyu organları aracılığıyla dışarıdan, duygular yoluyla içeriden elde edilen bilgilere deneyim denir.

Yetişkin bir kimse, hem başkalarının vardığı sonuçlarla ikinci elden hem de kendi yaşadıklarından edindiği birikimle birinci elden deneyim kazanır. Belli bir zaman da edinilmiş tek bir izlenim deneyim sayılmaz; deneyimin geçmişte yaşanmış ancak hâlâ ilgili kimsenin belleğinde canlı kalmış bir dizi olay olması ve bunların gerçek bir durumla ilişkili olması beklenir. Deneyim, genellikle içsel ve dışsal olmak üzere iki kümede toplanarak ele alınır.

İçsel deneyim, söz konusu kimsenin kendi zihinsel olaylarıyla ilgilidir; dışsal deneyim ise o kimsenin bilincinden ayrı düşünülür. Ancak, bu ayrım çoğunlukla kafa karıştırıcıdır. Çünkü estetik deneyimler gibi kimi deneyimler aynı anda iki kümenin de içine düşebilir. Gündelik yaşamda bir kimsenin bir nesneyi görmesi/deneyimlemesi o nesnenin gerçekte varolduğunu varsayarken, felsefede deneyim yalnızca bir olay ile bir kişi arasındaki ilişkiyi gösterir.

Felsefe tarihinde deneyim çoğunlukla güvenilir bir bilgi kaynağı sayılmamıştır. Sözgelimi, Platon, algılarımızın güvenilmezliğinden hareket ederek deneyimlerimizin bizleri yanıltabileceğini vurgulamıştır. Öte yandan çağdaş felsefe akımları ondan “doğrudan” gerçekçiliğe bağlı düşünürler, “nesneler tam olarak bize göründükleri gibidir” düşüncesini savunduklarından deneyim bilgisine güvenirler.

Deneyciler, deneyimi bütünüyle zihinsel diye nitelerlerken renk, koku, tat, ses gibi ikincil nitelikler söz konusu olduğunda bireysel yorumun başladığını vurgularlar. Usçular ise gelişkin deneyimin, karşımızda duran şeylerin yorumlanmasından çok, apriori olarak doğuştan geldiğini savunurlar; onlara göre deneyim ancak mantık aracılığıyla anlaşılabilir. Günümüz felsefelerinin biçimlenmesinde önemli bir yeri olan Immanuel Kant ise deneyimi, fizik dünyada varolanlar ile us ürünü ilkelerin bireşimi olarak tanımlayarak orta bir yol çizmiştir.

dış dünya
(external world): Algının konusu, algıda tasanmlanan, yansılanan. Algının, duyumun nedeni. Algıdan ve algılayan bireyden, onun bilgisinden bağımsız dış varlık. Anlık ve içerikleri dışındaki gerçeklik.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

diyalektik yöntem
İlkçağ Yunan felsefesinden bu yana uslamlama, usavurma ve tartışma sanatı; usu doğru, tutarlı ve yöntemli bir biçimde kullanma, söyleşmeyi doğru bir şekilde yürütme yöntemi; herhangi bir konuda doğruya ya da doğrulara (hakikate ya da bilgiye) ulaşmak için karşıtlıklardan geçip bunları aşarak akılyürütme biçimi. Hegel’le birlikte, düşünce ile varlığın sav- karşısav-bireşim (tez-antitez-sentez) aşamalarından geçerek gelişmesi; Marx’la birlikteyse bu “gelişme”nin yasası ile soruşturulma yöntemi.

Yunanca “söyleşmek”, “tartışmak” anlamına gelen diyalektik özellikle Platon’un diyaloglarında (diyalektiği bir yöntem olarak ilk keşfeden Sokrates eliyle) kullanılmış, sağduyu kaynaklı dünyaya ilişkin bilgilerimizin, deneyimlerimizin bir biri ardınca sorulan sorularla irdelenerek temel ilkeleri, gizli kalmış gerçekleri açığa çıkarma yöntemi olarak karşımıza çıkmıştır. Platon’un ilk diyaloglarında daha çok yalnızca yanlış kanıların yok edilmesinin arzulandığı bir diyalektik türü olan Sokratesçi ya da olumsuzlamacı) diyalektikle karşılaşılırken, sonraki asıl Platoncu diyalektikte duyular üstü gerçekliğin, ideaların bilgisine ulaştıran yolun keşfedilmesi hedeflenir.

Elealı Zenon’u “diyalektiğin mucidi” olarak selamlayan Aristoteles, varsayımları desteklemek ya da onlara karşı çıkmak için çıkarımlar bulma kılavuzu sayılabilecek Topika (Başlıklar) adlı yapıtında diyalektiği ilk kez sağlam bir zemine oturtur. Aristoteles bu kitabının alıştırma, tartışma ve felsefe bilimleri olmak üzere üç bakımdan yararlı olduğunu söyler. Bu arada, yalnızca sanılarla yapılan uslamlama sayılan diyalektiğin karşısına Analytika protera’da (Birinci Çözümlemeler) geliştirdiği bir tanıtlama kuramı olarak pek çok temel ilkesini belirlediği klasik mantığı (“tasım”ı) koyar. Ne var ki, Stoalı mantıkçılar ile ortaçağ düşünürlerinin metinlerinde diyalektik sıklıkla mantıkla eşanlamlı olarak kullanılır.

XVIII. yüzyılda Immanuel Kant, diyalektiği, bilimin ilkelerinin çelişkili yönleri bulunduğunu gösteren çıkarımlarda anarken, XIX. yüzyılda G. W. F. Hegel, diyalektiğe, onun bir tür uslamlama yöntemi olmasından öte, bambaşka bir anlam yükler. Hegel’e göre tüm mantık ve dünya tarihi, içsel çelişkileri aşarken çözülmesi gereken yeni çelişkiler doğuran diyalektik bir yol izler. Hegel’i izleyen ve diyalektiği ekonomi bilimine uygulayan Karl Marx ile Friedrich Engels ise bu diyalektik anlayışına maddi bir zemin önererek diyalektik maddecilik adı verilen anlayışa yol açarlar.

dogma (inak)
[ İng. dogma, Fr. dogme; Alm, dogma, Yun. Dogma, es. t. nass] Bir felsefe dizgesince ya da bir felsefe okulunca sorgulanmaksızın benimsenip “apaçık doğru” diye öne sürülen öğreti; her türden eleştiri ya da tartışmaya kapalı, doğruluğu sınanmaksızın olduğu gibi benimsenen, “büyük” bir düşünürün yetkesine ya da dinsel yetkeye dayanılarak/sığınılarak kabul edilip “değişmez” olduğu varsayılan ilke ya da ilkeler bütünü.

Dinbilimsel ya da tanrıbilimsel bir çerçevede, herhangi bir dinin” su götürmez birer gerçek”, “mutlak hakikat” diye öne sürdüğü ve bu dine “inanan”ların da hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeksizin körü körüne inandıkları ilkeler ye da önermeler bütünü.

Gerek felsefe ya da din gerekse diğer alanlarda olsun, belirli bir konuda öne sürülen görüşün, dile getirilen düşüncenin sorgulanamaz bir “gerçeklik” ya da tartışılamaz bir “hakikat”miş gibi ortaya konması “eleştirel düşünce”yle bağdaşmaz; olsa olsa kemikleşmiş önyargılara yaslanan tutucu, bağnaz bir tutumun dışavurumu olarak alınır. Merakla, anlama çabasıyla başlayıp, sürekli sorgulamayla belirginleşen bir “arayış” olarak “felsefece düşünme”nin tutacağı yol, kendisi ne sunulanı olduğu gibi benimsemeyle, sorgusuz sualsiz baş eğmeyle belirginleşen bir “kabullenme” olarak “dogmacı düşünce”nin yoluna ırak düşer.

doğru
 (true): Belirli bir önermenin, inancın bilgiye temel olabilecek biçimde kesin olması; yanlış olmaması. Bu kesinlik üç değişik ölçüte göre verilebilir: (1) önermenin gerçeklik ile karşılıklı oluşu, (2) önermenin başka önermelerle tutarlı oluşu, (3) önermenin uygulamadaki başarısı, istenen sonucu verişi. Bu ölçütlere göre üç ayrı doğruluk kuramı söz konusudur.

doğruluk
(truth): Doğru bir önermenin, inancın, dile getirdiği; betimlediği. Bir önermeyle doğru olarak dile getirilmiş gerçek.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

doğuştan düşünceler
 (innate ideas): Bilgiye temel olabilecek kimi genel ilkelerin, apaçık doğruluklar olarak anlıkta doğuştan bulunması. Bütün bilginin deneyden geldiğini, deneyle başladığını öne süren deneyciliğe karşıt sav. Usçuluğa göre, anlık güvenilir bilgiyi, bu doğuştan sahip olduğumuz temel doğrulardan usavurma ile çıkarsar.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

doksa
(Yun.)İlkçağ Yunan felsefesinde “gerçek bilgi” anlamında kullanılan gnosis ya da episteme’ye karşıtlık oluşturan; “sanı”, “kanı” ya da “inanca dayalı bilgi”ye karşılık gelen terim.
Gerçek bilgi (episteme) ile daha aşağı düzeyde, duyulara dayanarak, değişken bilgi türü (doksa) arasındaki bilgikuramsal ayrımın kökleri Sokrates öncesi felsefede Ksenophanes ve Parmenides’e kadar gider. Sonraları Platon ile Platoncu gelenekte bu bilgikuramsal ayrım incelikle işlenmiş; nesneleri duyular yoluyla algılanan tek tek varlıklar olan doksa karşısında, nesneleri İdealar olup bizi tümelin bilgisine ulaştıran episteme her zaman üstün tutulmuştur.

(Devlet, 476e-480a; Theitetos, 187c-200d). Aristoteles de benzer bir tutumla doksa’yı “başka türlü de olabilecek” kesin olmayan bilme türü diye tanımlar. (Metafizik, l039b) Aristoteles başka bir yerde de doksa’nın olumsallık hakkında, episteme’nin ise zorunluluk hakkında konuştuğunu; ses verdiğini söyler (İkinci Çözümlemeler I, 88b-89b)
Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

doğruluk
"Hakikat" diye de adlandırılan varlıksal doğruluğu varlığın kendi özüne ya da ideasına uygun düşmesi olarak tanımlar ve bu doğruluğun varlığını varlığın kendisine borçlu olduğunu savunur.

Yaygın bir kanıya göre, felsefe doğruluğu ya da hakikati arama çabasıdır. Doğruluğun felsefecilerin ilgisini çekmesinin nedeni onun inançların, düşüncelerin, kuramların, öğretilerin, önermelerin ve varlığın bir niteliği olarak düşünülmesidir.

Felsefeciler tek tek doğruları değil "doğruluk"u, yani doğruluk niteliğinin doğasını araştırırlar. Nitekim felsefe için önemli olan neyin doğru olduğu değil, doğruluğun ne olduğudur.

Felsefede doğruluk nedir sorusuna iki ayrı açıdan, bilgikuramsal ve varlıkbilgisel açılardan yaklaşılır.

Bilgikuramsal yaklaşıma göre doğruluk bilgi etkinliğinin temel kavramlarından biridir: Bilgiyi inanç gibi bilgi olmayan inanç biçimlerinden ayıran, doğrulanabilmesi ya da yanlışlanabilmesidir.

Nitekim bilgikuramında doğruluk önermelerin, kuramların ve benzerlerinin bir niteliğidir ve varlığını varolana ilişkin bir bildirimde bulunan özneye borçludur.

doğuştancılık
[İng. innatisme, nativism, Fr. inénimse, nativisme, Alm. angeborenbeitsthese, nativismus es. t.fıtriyye, vehbiyye]

İnsan bilgisinin yalnızca deneyime dayalı olduğunu, insanın her şeyi sonradan öğrendiğini savlayan deneyciliğe karşı doğuştan birtakım tasarım/düşünce (idea’, inanç ve hatta bilgi ile donatıldığımızı savlayan öğreti; insan zihninde dene (yim)le kazanılan bilgilerden önce birtakım doğuştan gelen bilgilerin bulunduğunu savunan anlayış. Her ne kadar deneyci öğretinin yanlışlığına inansalar da doğuştancılar da nelerin doğuştan olduğu konusunda birbirlerinden ayrılmaktadırlar.

Sözgelimi, Leibniz yalnız matematik ile mantık için doğuştancılığı savunurken, Platon bütün gerçek bilginin doğuştan olduğunu temellendirmeye çalışmıştır. Doğuştancıların birleştiği konu ise bilgimiz ile deneyim arasındaki boşluğun yalnızca deney yoluyla doldurulamayacağıdır. Bilgiye ulaşmak için deneyimlerin bir araya getirilip öbeklenmesinin yetmeyeceği, bunun için kendimizden, doğuştan bulunan bir şeyin daha sürece katılması gerektiği söylenmiştir.

döngüsellik
 (circularity): Bir görüş, düşünce, ya da uslamlamanın sonucunu önden varsayıyor olması. Kanıt olarak sunulanın gerçekte temellendirilmeden varsayılıyor olması. Totolojik uslamlama. Kendi kendini yineleyen, başladığı yere dönüp gelen düşünce.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

duyu-deneyi
(sense-experience): Dış deney içeriği. İçerik olarak duyum. Bunun anlıktaki varlığı. Dış deneyin konusunun anlıkta içerik olarak yansısı. Algıya temel olan veri. Örneğin, sarı bir limonu duyumlayan birinin anlığındaki deney bir varlık olarak sarı değildir; ancak içerik ya da “duyu-deneyi” olarak sarıdır.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

duyu-verisi
(sense-datum): (1) İçerik olarak duyum. (2) Duyu-deneyi ve bunun deney olarak varlığı. Öreğin, san bir limonu duyumlayan birinde oluşan bu limonun anlıksal karşılığı. (3) Ne anlıksal ne de fiziksel olan, ancak hem var olup hem de içeriği bulunan bir ilke. Dış dünyadaki sarı limonla bunun anlıktaki deneyi arasında bulunduğu varsayılıp bir tür “aracı” olarak düşünülen ve sanki bir “algı perdesi” üzerine düşüp limonun niteliklerini taşıyan (sarı renkteki) imge.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

duyum
 (sensation): (1) Duyumlamak: Duyu organları yoluyla deney içerikleri edinmek. Bu olay ya da süreç. (2) İçerik olarak duyum. Algı düzeyinde olmayan ancak ona temel olan dış deney içeriği. Duyu-deneyi (sense experience). Duyu-verisi (sense-datum). Yalnızca niteliklerin deneyinden oluşan, bu niteliklerin bir aradalığını, nesne, durum, ilişki olarak kurulmasını içermeyen deney.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

duyumculuk
(sensationalism): Bilginin yalnızca dış deneyden kaynaklandığı nı öne sürerek, iç deneyi yadsıyan bir uç deneyci tutum. Condillac’ın yaklaşımı.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

Alm. Sensualismus, Fr. sensualisme, İng. sensualism, es.t. ihsasiye 1- Bütün bilgilerin yalnızca duyumlardan geldiğini, duyu algılarına dayandığını ileri süren öğreti. // Formülünü Locke'un şu ünlü tümcesinde bulur: "Daha önce duyularda bulunmayan hiç bir şey anlıkta yoktur."
2- (Ruhbilimsel açıdan) Bütün ruhsal olayları duyumlara geri götüren (indirgeyen) anlayış.
TDK Felsefe Terimleri Sözlüğü

duyumlanabilir nitelikler
Nesnelerin pek çok, belki de belirsiz sayıda nitelikleri vardır. Nitelikler, varlıkbilimsel gerçeklikler olarak düşünülür, yani, özdekçi anlamda gerçekçi bir dış dünyanın nesnelerinin nitelikleri olarak anlaşılırsa, bunların tümünün duyumlaması ya da duyumlanabilir olması zorunlu kılınmayabilir. Böylece niteliklerin bir bölümü, “duyumlanabilir” sayılacaktır. Bilginin konusu, deneyciliğe göre, ancak duyumlanabilir niteliklerden oluşan yönüyle dış gerçekliktir.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

episteme
(Yun.)İlkçağ Yunan felsefesinde “kanı” ya da “sanı” anlamındaki doksaya karşıt olarak kullanılan, “doğru ve bilimsel bilgi” anlamındaki terim: Bir bilim olarak dizgeleştirilmiş, düzenlenmiş bilgi bütünü; praktike ile poietikeden ayrı olarak kuramsal bilgi.

Sokrates öncesi dönemin düşünürlerinin “maddeci” dünya görüşlerinin katılığı, onların bilginin türleri arasında ayrıma gitme yolunu tıkamış; bu yolu açık tutmaya en çok yaklaşan Herakleitos bile bundan payına düşeni almıştır. Bu bağlamda episteme onların düşünce evrenlerinde pek bir yer işgal etmez. Platon’da ise episteme olumsal olanın bilgisine karşıt olarak, ilk ilkelerden kalkarak tanıtlanabilir olan zorunlu bilgi, yani İdealara ilişkin apriori bilgi anlamında kullanılmıştır.

eleştiricilik
Sözlük anlamıyla, bir konunun, bir düşüncenin ya da bir kimsenin eylemlerinin çözümlenerek benzerleriyle ya da ideal olanla karşılaştırılmasına “eleştiri”; bu yolu yöntem olarak benimsemeye de “eleştiricilik” denir. Felsefe açısından eleştiricilik büyük oranda Immanuel Kant’ın öncülüğünü yaptığı felsefece duruşun etkisiyle belirlenmiştir. Kant, Arı Usun Eleştirisi, Pratik Aklın Eleştirisi ve Yargıgücünün Eleştirisi olmak üzere yazdığı —her biri birer başyapıt olan— üç ayrı kitapta insanın usunun sınırlarını ve insanın bilgilerinin olanaklılığını irdelemiştir. Bu eleştirel yöntemiyle dogmacılıktan ve kuşkuculuktan ırak bir yere “konuşlanan” Kant, yerleşik tüm değerleri ve kurumları eleştiri süzgecinden geçiren ve yalnızca kendi usundan güç alan Aydınlanmacı bireyin oluşumuna büyük katkıda bulunmuştur.

Eleştiricilik ya da kimileyin “eleştirel felsefe” diye adlandırılan Kant’ın felsefe anlayışında bilgi ya da doğruluk sorununun çözümü, insan usunun ilkece neyi bilip neyi bilemeyeceğinin sınırlarının çizilmesine bağlı olarak sunulmaktadır. Buna göre, bilgi her durumda anlama yetisinin kategorilerinde deneyden gelen duyu verilerinin işlenmesiyle olanaklıdır. Kant usçuluk ile deneycilik arasında gittiği bu bireşimle bir anlamda temel felsefe sorunlarından birini (“İnsanın kesin bilgiye ya da kuşkuya yer bırakmayan bir açıklıkta doğruya ulaşması olanaklı mıdır?) geçersiz kılarak, kendinden sonraki pek çok düşünür üzerinde son derece önemli etkilerde bulunması bir yana felsefe tarihinin akışı yönünü değiştirmiştir. Nitekim Kant’ın felsefede “Copernicus Devrimi”ni gerçekleştirdiği düşüncesinin ard yöresinde bu saptama yatmaktadır.

feminist bilgikuramı
XX. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de 1970’lerden başlayarak Hélene Cixous, Luce Irigaray ve Julia Kristeva gibi Fransız feminist düşünürler tarafından, hüküm süren eril bilgikuramı anlayışını alaşağı etmek için bilginin neliğine yönelik ortaya konulan görüşler bütünü.

Bu radikal bilgikuramı anlayışına göre, bir kuramın ya da bilgi sayının geçerliliği onu kimin öne sürdüğüne kopmazcasına bağlıdır. Buna göre geleneksel erkekmerkezci (erkekiçinci) bilgikuramlarının ülküleştirdiği bilimsellik, nesnellik ve ussallık gibi kavramlarla, bu kavramların meşrulaştırdığı bilgi tümüyle erkek tahakkümünün amaçları için kullanıldığından bütünüyle yadsınmalıdır.
Bu anlayışla yola koyulan feminist bilgikuramı bilmenin farklı yollarının bulunup bulunmadığı üzerine çalışır; örneğin kadınların ve erkeklerin dünyayı anlama çabalarını tanımlayan farklı bir temellendirme ölçütünün, farklı bir mantığın ve imgelemin bulunup bulunmadığını araştırır. Bunu yaparken disiplinler arası bir yaklaşımla soybilimsel/yorumsamacı yöntemlerden yararlanır; deneyciliğin yeni biçimlerinin üzerinde durur; araştırmacının “duruş noktası”nın öne mine ve post.yapısalcı çözümlemelerin gerekliliğine işaret eder. Amacı gündelik “bilgiyapımı” süreçleri ile bilimsel araştırma süreçlerinin altında yatan cinsiyetçi tutumun, “ayrımcılık”ın ayrıntılı bir çözümlemesini sunmaktır. Bu yüzden feminist bilgikuramı çalışmalarında bilişsel yetke ve sorgulanabilirlik de en az bilgi kuramsal dayanaklar kadar önemlidir.

Kuşkusuz bütün bunlar toplumsal olarak değişebilen ve ne düşünülmesi, ne yapılması, nasıl davranılması gerektiğine ilişkin tanımları belirleyen bir erkek benlik imgesinin bulunduğunun farkında olmayı gerektirir. Bilen öznemin bilişsel konumu ve içinde bulunduğu koşullar bil meyi doğrudan etkilemektedir. Dolayısıyla feminist bilgikuramı temelde üzerine konuştuğumuz bilginin kimin bilgisi olduğu üzerine yoğunlaşır. Feminist bilgikuramcıları doğa ile yaşama farklı bakış açılarıyla yaklaşılabileceğini, onlarla farklı ilişkiler kurulabileceğini yadsımanın baş sorumlusu olarak gördükleri Kantçı ve Aydınlanmacı usçuluğu hedef tahtalarının tam ortasına yerleştirir. Onlara göre gerçeklik ve doğa üzerinde denetim kurmayı amaçlayan nesnellik iddiasındaki bu usçuluk anlayışı erkeksi, eril bir tutkudan ibarettir. Buna karşı kadınların bilen ile bilinen, ben ile öteki, zihin ile beden, özne ile nesne arasında daha az ayrım yaptıklarını, belirsizlik ve gerçeğin göreli niteliği konusunda daha hoşgörülü olduklarını ileri sürerler. Bu da onların bilgikuramsal alanda toplumsal gerçekliği yansıtma konusunda erkeklerden daha iyi bir konumda durduklarını göstermektedir.

gerçek
En genel anlamda “varlığı kesin olan”.Yerleşik felsefe dilinde, elle tutulup göz ile görülecek biçimde varolanı; varlığı hiçbir koşulda yadsınamayan durum, olgu, olay, nesne ya da nitelik olarak varolanı; düşünülene, tasarımlanana, imgelenene, düşlenene karşıt olarak varolanı;  varlığı “ideal”, “koşullu”, “olanaklı”, “gizilgüç” biçimindeki varolma kipleri dışında temellendirilebileni; görünüş olanın tersine doğrudan şeylerin kendileriyle ilintili olanı; varolmak için insan bilincine ve deneyimine gerek duyan şeylerin tersine somut, olgusal, zihinden bağımsız bir varlığı bulunanı;  kurmaca, yapıntı, düşlemsel ya da imgesel olmayanı; algıdan ve duyumlardan bağımsız biçimde kuramsal bir kuruluşu olmaksızın kendi başına varolanı; belli bir tözü, maddi, fiziksel ya da nesnel bir varlığı bulunanı; varlığı, geçmişten ya da gelecekten us yoluyla çıkarsanmayıp şimdide verilmiş ya da sunulmuş olanı;  olumsal olmayanı, araştırma gerektirmeyeni, doğrudan gösterilebilir olanı, zorunlu olanın varlığını anlatan felsefe terimi.

Gündelik dilde çoğunluk yapıldığı üzere “gerçek” terimini “doğru” terimiyle karıştırmamak, eşanlamlı birer kavrammış gibi birbirleri yerine kullanılabilir diye düşünmemek gerekir.
Felsefe dilinde “doğru” çoğunluk işin içinde hep insanın olduğu daha üst bir konuma karşılık gelir; gerçeğin ya da gerçek olanın sezgisinin bir biçimde bilinmekte olduğunu anlatmak için kullanılır. Bu anlamda “doğru” terimini birtakım kendiliklere uygulayabilmek için hep bir insan öznesine, bilme ya da algılama gibi temel bir insan etkinliğine ya da bilinç yaşantısına gerek vardır. Oysa bunun tam tersine “gerçek” terimi bilenden, bilinçten, insan tekilinden bağımsız olarak kendi başına varolabilen kendilikler için kullanılmaktadır.

“Gerçek” terimi, bütün bu yaygın anlamları yanında felsefe tarihinde, özellikle de dizgeci.-usçu düşünürlerin felsefelerinde, kimileyin bizim kuramsallaştırmalarımıza gerek duymadan, kendi başına varolan bir “kavramlar” ya da “tümeller” dünyasını, kimileyin de bir nesneyi nesne yapan olmazsa olmaz niteliklerin nedenini, kökenini, kaynağını oluşturduğu düşünülen gerçek öz’ü ya da idea’yı anlatmak için kullanılmıştır. Yine felsefe tarihinde kimi filozofların felsefe çerçevelerinde “gerçek” teriminin başka başka düzlemlere taşınarak yeniden kavramsallaştırıldığı görülmektedir. Örneğin Hegel’e göre “ussal olan gerçek, gerçek olan ussaldır.”

gerçeklik(reality):Kendinde olduğu gibi evren. Bilginin konusu. Kendinde nesnelerin dünyası. Dış dünya.

gerçekçilik
En genel anlamda, ne denli aykırı görünürse görünsünler nesneleri göründükleri biçimleriyle, olayları da aynı oldukları gibi içtenlikle kabul etme tutumu. Yerleşik felsefe dilinde, varlığın düşünceden ayrı olduğunu; varolduğu düşünülen her şeyin bilen özneden, bilinçten, algılayan ya da duyumsayan bir ben’den bağımsız olarak kendi başına bir varlığı bulunduğunu; düşünmenin temeli, bütün yapıp etmelerin tek ölçüsü olarak gerçekliğin kendisine gitmenin gereğini savunan felsefe akımı.
 
“Adcılık”ın savunduğunun tersine tümellerin gerçek olduğunu, tümellerin duyu deneyinin sağladığı bilgilerden daha gerçek bilgiler sağladığını savunan gerçekçilik, idealizmin savunduğunun tersine de bilgimizin nesnelerinin zihine bağımlı olmayıp bütünüyle zihinden bağımsız bir biçimde varoldukları düşüncesi üstüne kurulmuştur. Bu bakımdan, gerçekçiliğin gözünde bilgi edinmede düşünen özneye karşı dışarıdaki gerçeklik her zaman için asıl belirleyici konumundadır. Bir başka deyişle, varlığın bırakın düşünsel nitelikli olduğunu, düşünce yoluyla ulaşılabilir olduğu bile açık bir biçimde yadsınmaktadır. Gerçekçilik, evrenin hangi biçimde olursa olsun zihne ya da düşünceye indirgenebileceği düşüncesine karşı çıkarken, evrenin varoluşunun insan bilgisinden ve bilincinden bağımsız bir varlığı olduğu görüşünü de sonuna dek savunmaktadır.
Yine başka bir açıdan gerçekçilik, idealizmin savunduğunun tersine insanların, varlıkların, kısacası bir bütün olarak dünyanın “olması gerektiği” biçimiyle değil, “olduğu gibi”, nasılsa öyle anlaşılması gerektiğini kendisine ilke edinmiş felsefedeki birkaç önemli yöntembilgisel yaklaşımdan biridir. Bu son anlamıyla düşünüldüğünde, gerçekçilik bir başka felsefe akımı olan “doğalcılık” ile şeylere ilişkin temel yaklaşımında çok büyük ölçüde örtüşmektedir. Buna ek olarak gerçekçilik bilgikuramında, bilen özneden bağımsız bir biçimde varolan gerçeklik evreninin bilgisine düşünme yoluyla ulaşılabileceği ilkesi üstüne kurulmuş bütün öğretilerin ortak adıdır.

girilmezlik
(solidiiy, impenetrabilily): Özdeksel nesnelerin en temel özelliklerinden biri. Uzayda bir nesnenin kapladığı yere, yani uzamına, ikinci bir nesne giremez. İki nesne aynı anda aynı yerde olamaz. Bir nesne bir başkasını deler, yarar, ayırır ya da bo,şluklarına girer. Ancak birinin bulunduğu yerler de öbürü bulunamaz.

gizemcilik
(İng. mysticism; Fr. mysticisme; Alm. mystizismus es. t. sırrıyûn] Hakikate ulaşma yolunda tüm algısal-duyusal-bilişsel süreçleri yoksayıp dışlayan, gidimli düşünmenin yerine sezgisel düşünmeyi koyan, kutsal ya da öncesiz sonrasız gerçekliğin us ya da duyular yoluyla değil de tinsel derin düşünceye dalma yoluyla doğrudan kavranabileceğini savunan öğretilerin tümü; Tanrı’yla birleşerek —O’nunla bütünleşerek O’nda eriyerek— gerçeğe ve bilgeliğe ulaşmayı amaçlayan insanların bitimsiz tinsel arayışı.

gnosis
İlkçağ Yunan felsefesinde “bilgi” için kullanılan genel terim. Aristoteles gnosisi duyu algısı (aisthetis), bellek, deneyim ve bilimsel bilgi (episteme) türünden şeyleri içine alacak şekilde; tümünü kapsayıcı anlamda kullanır (İkinci Çözümlemeler II 99b-l00b).
Bilinirciliğin (gnostisizm) ortaya çıkışıyla birlikte (M.S. I. ve II. yüzyıllar), gnosis  bilinmeyenin, bilinemeyenin (agnostos) bilgisine; Tanrı’nın bilgisine ulaşmanın bir aracı olarak, kurtuluşa götüren yolda tinsel bir uğrak olarak görülmüştür. Terim ayrıca ortaçağ felsefesinde de tanrıbilim metinlerinde tinsel şeylerin yüksek bilgisi anlamında kullanılmıştır.

göreli
İng. Relative; Fr. Relatif; Alm. relative, bezüglich; Yun. Prosti; Lat. Relativus; es. t. İzâfi. En genel anlamda bir şeye, bir kimseye göre olan, kesin olmayıp kişiden kişiye, dönemden döneme, yerden yere değişebilen. Yerleşik felsefe dilindeyse, saltığın karşın olarak, varlığı bir başka şeyin varlığına bağlı bulunan; koşullu, sınırlı, olumsal, değişken olanı; iki ya da daha çok şeyle ilişki içinde olması koşuluyla bir başka şeye ya da şeylere bağlı olarak varolabileni; bir başka şeyle bağlantılandırılarak tanımlanabileni; bir başka şeye göndermede bulunarak temellendirilebileni; ancak belli durum ya da koşullara bağlı olarak geçerli olanı anlatan felsefe terimi.

görecilik
[İng. relativism, Fr. Relativisme, Alm. Relativismus, es.t. izâfiyye]Felsefede, en eski anlamlarından birini Protagoras’ın “Her şeyin ölçüsü insandır” sav sözünde bulan, en genel anlamda, bütün bilgi ve değerlerin göreli olduğunu ileri süren öğreti. Birçok farklı görecilik türü bulunsa da bunların tümü de konu edindikleri şeylerin (örneğin ahlaki değerler, bilgi, anlam, hakikat, güzellik vb.) tikel bir çerçeveye ya da bakış açısına (örneğin bir özne ya da belli bir kültür, bir toplum, bir çağ, bir dil ya da kavramsal bir şema vb.) göreli olduğunu savlayarak herhangi bir bakış açısının diğerleri karşısında ayrıcalıklı olduğunu reddeder.

Görecilik savunucularına göre bu bakış açılarının tarihsel, kültürel, toplumsal, dilsel ve ruhbilimsel ardyöreleri onların seçimlerinde doğrudan ya da dolaylı olarak içerilebilir. Bu bağlamda görecilik, belirleyen ile belirlenen arasındaki ilişki üzerine yapılacak açıklamalara bu olumsallıkları katma girişimidir.

görüngü
(phenomenon, fenomen): “Noumenon” ile bağlantılı olarak kullanılır. Görüngü, dış dünyadan gelen duyumların anlığın uyguladığı a priori kalıplarla (sezgi biçimleri ve anlayış biçimleri) biçimlendirilmeleri yoluyla kurulan nesne ve olayların algısıdır. “Görüngüler dünyası”, algılanabilir dünya, algılanabilirlerin oluşturduğu evren anlamında kullanılır. Algının içeriği, onun konusu.

görüngücülük
(phenomenalisrn): Algılanan nesnelerin duyu verilerinden kurulan mantıksal yapılar olduğunu savunan görüş. Salt bilgibilimsel anlamda yorumlanırsa, algının içeriğinin kuruluşunu açıklar. Yaygın yorumu olan varlıkbilimsel anlamda ise özdeksizci bir tutumdur: Algının konusu olan “dış nesne”yi algı verilerine indirger.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

görüngüsel bağlılaşım
(phenomenal correlation): Görüngü yapılarının bir aradalığı. Birlikte gözlemlenenin gerçek değil, görüngüler oluşu.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

görünüş
(appearance): Gerçeklikteki nesnenin, değişik nesnel koşullara göre, yine nesnel olan, değişik görünüşleri. Anlıktan ve özneden bağımsız bir an lamda nesnenin koşullara göre değişebilen algılanabilirliği. Yalın gerçekçi lik, görünüşü görüntüden özenle ayırt eder.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

görüntü
(appearence): Tasarımcı gerçekçilik ve kuşkuculuk açısından “gerçek”in karşıtı. Gerçeğin anlıktaki yansısı. Tasarımlar, ideler, duyu deneyleri, algı içerikleri bu anlamda görüntü olarak yorumlanır. Görüntü, gerçekliğin yansısıdır, ancak yetkin bir yansı değildir; onu olduğu gibi vermekten eksindir. Görüntü, algılayan öznenin durumuna, çevre koşullarına göre gerçekliği daha iyi ya da daha kötü yansıtır. Hiçbir gerçeklik yansıtmayan, sanrı ya da düş gibi, görüntüler de söz konusudur.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

ide (idea): (1) Descartes ve Locke’ta: Tasarım; algı veya duyum içeriği; bunun yanı sıra kavram. Dolayısıyla özellikle Locke’ta kavramlar içerik olarak, algıya yakın bir biçimde imgeseldirler. (2) Hume’da: Kavram. Algı içeriği; izlenimlerden anlağın çıkardığı kopyalar. İzlenimler daha canlı fakat geçici iken, ideler daha silik fakat kalıcıdırlar. Her iki anlamda da ideler anlıksal yani özneldirler.

İdea
 (idea. form): Platoncu felsefe: Kavramların karşılığı olan soyut fakat nesnel (objektif), tümel varlıklar. Gerçek bilginin konusu. Somut nesnelerin ortak özelliklerinin varlıksal bir gerçeklik olarak varsayımı.

İdealizm
Varlığın gerçekte fiziksel nitelik taşımadığını savunan felsefi tutum. Her türlü özdeksel varlığın tinsel ya da anlıksal bir temele indirgenebileceği görüşü. Öznel idealizm gerçekliği öznenin anlık içeriklerine indirgeyen görüş. Nesnel idealizm gerçekliğin özneden bağımsız nesnel idealardan oluştuğu düşüncesi (idealist gerçekçilik).
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

ikicilik
(dualism): (1) Genel olarak: Felsefe dizgesinin iki ilke ile temellendirilmesi. (2) Özel anlamıyla; Descartesçı ikicilik: Tüm varlığın iki ana ulamda toplandığını, var olan her şeyin ya tinsel (anlıksal) ya da özdeksel (fiziksel) olduğunu ileri süren görüş. Buna göre, bu iki varlık ulamı birer töz, yani biri öbürüne indirgenemeyen tam bağımsız ilkelerdir. Descartesçı ikiciliğin etkileşimcilik, koşutçuluk, gölgeolguculuk gibi yorumları vardır.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

ikincil nitelikler
(secondary qualities): Nesnelerde olduklarını söylememize karşın gerçekte nesnelerde nitelik olarak bulunmayan, nesnelerin duyular yoluyla anlığı etkileyiş biçimleri. Bu nedenle ağırlıklı bir öznel boyut taşıyan ikincil nitelikler, Locke’a göre nesnelerin birincil nitelikleri yoluyla biz de duyumlar oluşturabilme güçleridir. Renk, tat, koku, ses ve dokunum.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

im
(sign, signal): İşaret, iz.1. Herhangi bir nesnenin başka bir nesne, olay, olgu veya düşünce yerine durması.
2. Belirli bir bilişinin, iletinin aktarılmasına yarayan davranış biçimi veya olay.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

imge
(image):Resimsel niteliği olan tasarım. Anlıkta bir imge bulunması görsel algı sonucu olabileceği gibi, imgesel nitelikteki bir kavramı düşünmek, çağrıştırmak, ya da herhangi bir şeyi imgelemde kurmak yoluyla da olabilir.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

imgelem
(imagination): Hayal gücü. İmgelemeyi aracılığıyla gerçekleştirdiğimiz anlaksal yeti. Anlıkta doğrudan görsel algının sonucu olmayan imge içeriklerini kurmamıza olanak veren yeti.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

imgelemek
(imagine): Hayal etmek. Anlıkta kurgu ürünü bir imge kurmak. imgelemek, doğrudan algı sonucunda bir imge oluşturmayı dışlar. Ancak imgelerken imgeyi kuruluşta kullanılan öğeler, geçmiş algılan oluşturan imgelerin öğeleridir. Algıdan bütünüyle bağımsız bir imge kurmanın bir mantık sal olanaksızlık olduğu öne sürülebilir.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

kendinde şey
[İng. tihng in itself, Fr. chose in soi, Alm. Ding an sich, es.t. bizatihi şey]Bilen özneden bağımsız olarak varolan, görüngülerin temelinde bulunan ama de ney ötesinde olduğu için bilgisine ulaşamadığımız şey. Kant dış dünyaya ilişkin yerlerin duyarlığın biçimlerinden ve anlığın kategorilerinden geçerek onların şeklini alıp onlar tarafından düzene sokulduklarını ileri sürer. Duyarlığın biçimleri ve anlığın kategorileri insanın zihninde bulunan şeylerdir. Dış dünyadan gelen veriler bu biçimler ve kategoriler aracılığıyla işlendiğinden dış dünyayı kendi nasılsa öyle bilmemiz olanaksızdır. Yani Kant’a göre nesneleri göründükleri biçimleriyle bilebiliriz, kendilerinde bilemeyiz; görüngüleri bilebiliriz ama bunların altındaki kendinde şeyi, noumenon’u bilemeyiz. Kant kendinde şeyleri bilemesek ya da sezinleyemesek de görüngüyü açıklayabilmek için bunları koyutlamamız gerektiğini öne sürer.

kuşkuculuk
İng. scpticisme Fr. scepticisme, Alm. skeptizismus Es. t. hisbaniyye, reybiye)

En genel anlamda herhangi bir şeyden duyulan belirgin kuşku; kuşkulanma tutumu. Eski Yunanca'da "gözlemek", "incelemek" anlamına gelen skeptesheia sözcüğünden türetilmiş felsefe terimi.
Yerleşik Felsefe dilinde, kesin bir tutum almamayı, en son bir yargıya varmamayı ilke edinmiş; bütün değerlerden, inançlardan, bilgi savlarından ilkece kuşku duymanın doğruluğunu savunan felsefe anlayışı.

Kuşkuculuk, düşünülebilecek hiçbir konuda kesin bilgi diye bir şeyin olmadığını, olsa bile insanın eldeki verileriyle kesin bilgilere ulaşmasının olanaklı olmadığını öne sürerek, nesnel bilgiyi ve nesnel bilme olanağını bütünüyle yok- saymaktadır. Buna karşı açık ve seçik doğruya, kendisinden kuşku duyulamayacak sağlam bilgiye ulaşmak için sağlam bir dayanak bulana dek bütün bilgilerin kuşkuya açılarak sınanıp sorgulanması ise "yöntembilgisel kuşkuculuk" diye adlandırılmaktadır. Her türden düşünce uğraşısında doğrulan yanlışlardan ayırmak amacıyla bütün bilgilerin tek tek yeni baştan gözden geçirilmesini öngören bu kuşkuculuk anlayışı, kimileyin "olumlamacı kuşkuculuk" ya da "geçici kuşkuculuk" diye de anılmaktadır. Bu anlamıyla kuşkuculuk modern felsefenin kurucusu Descartes tarafından geliştirilmiştir. Bunun yanında gerçekliğin özünü bilmenin ilkece olanaksız olduğunu ileri süren bütün metafızik öğretiler de kuşkuculuk deyişiyle nitelendirilmektedir.

Bilgi olanaklarının son derece sınırlı olduğunu, şaşmaz bir kesinlikle hiçbir şeyin bilinemeyeceğini, topu topu bir takım kişiye özel, doğruluğu her zaman için kuşkuya açık görüşlerin bulunabileceğini savunan genel kuşkuculuk öğretisi yanında, kuşkuculuğun ilk bakışta iki ayrı biçimi daha bulunmaktadır. "Sonuna dek götürülmüş kuşkuculuk" diye adlandırılan ilk biçim her türlü bilgi olanağını yadsıyarak işin doğası gereği hiçbir şeyin hiçbir koşulda bilinemeyeceğini savunur. Bu kuşkuculuk anlayışı yer yer felsefe metinlerinde "olumsuzlamacı kuşkuculuk" ya da "sürekli kuşkuculuk" diye de geçmektedir. Buna karşı "olumsal kuşkuculuk" ya da "ölçülü kuşkuculuk" diye adlandırılan ikinci biçim bilgi olanağını yalnızca belli alanlarda daha yumuşak bir dille yadsıyarak, belli şeylerin bilgisine '. belli çekinceler göz önünde bulundurmak koşuluyla varılabileceğini düşünmektedir. "Alan kuşkuculuğu" diye de adlandırılan bu kuşkuculuk biçiminde, metafızik gibi belli araştırma alanlarında bilgi edinilemeyeceği ya da algılama gibi belli yetilerin bilgi sağlamayacakları gibi düşüncelerle elemeci-ayıklamacı bir kuşkuculuk tutumu söz konusudur. Kuşkuculuğun bu daha ılımlı biçimi, bir bütün ' olarak bilgi olanağını bütün alanlarda yadsımadan ancak belli alanlarda kuşkuculuğun işletilmesinden yanadır.

logos (Yun.)
Eski Yunanca’da “akılla kavrama”yı bildiren leg kökünden gelen “önemli bir şey söylemek” anlamındaki legein’den türetilmiş sözcük. Antik Yunan’da yalın, ilk anlamı “söz” olan logos, ilkçağ Yunan felsefesinde bilim, akıl (us); düşünce, düşünme yetisi, uslamlama, temellendirme, kanıt, sav, önerme; açıklama, tanım, neden (gerekçe), anlam; söy1em, tartışma; yasa, evren yasası ve orantı türünden pek çok anlamı da barındırarak felsefenin en temel, vazgeçilmez kavramlarından biri olmuştur.
(…)

Platon ile Aristoteles ise logosu, genel olarak, bir şeyi anlaşılır kılan mantıksal temel, dayanak anlamında; nous’un gördüğü işleve yakın bir anlamda kullanmışlardır. Platon, mythos (söylen; mit) ile logos karşıtlığından yola çıkarak, logos’u doğru, çözümleyici bir açıklama diye de betimlemiştir. Bu genel kullanım içinde, Platon da logos’u, özellikle de bilgikuramında, çeşitli anlamlarla donatmıştır. Sözgelimi Phaidon diyalogunda (76b) doğru bilginin (ayırıcı bir özelliği olarak logos birisinin bildiğini açıklayabilme yetisi (temellendirme) anlamında geçer. Theaitotos diyalogunda da  logos’ un bu yönü episteme’yi tanımlarken kullanılır. Buna göre doğru kanı  ancak kanıta ya da açıklamaya (logos), yani doğru uslamlamaya dayanırsa bilgi ( episteme) olur. Aynı diyalogda Sokrates bu bağlamda logos’un ne demeye geldiğini uzun uzadıya tartışıp (206c-210b) şu sonuca varır “Bir şeyin ayırıcı özelliğini betimleyen önerme; bir konuyu diğer bütün şeylerden ayıran kanıt.” Aristoteles’te ise logos’u sık sık “tanım” anlamına gelen horismos’la eşanlamlı olarak; bazen de, özellikle etik söz konusu olduğunda, akıl, ussallık ya da “doğru akıl” (stilin: in gor, sağduyu) anlamında kullanılmıştır (Politika, 1332a; Nikomakhos’a Etik, V, 1 II, İl03b; VI, 1144b).

nedensel ilişki
(causal relation): İki olay arasında yer alan ve birinin ortaya çıkışının öbürününkine bağlı olması durumuyla kavranan ilişki. Bir olayın bir başka olayı başlatması, onu doğurması.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

nesneleştirmek
 (re entification): Soyut bir kavramı, anlıksal bir içeriği, anlık dışında bir varlık olarak düşünmek; ona anlık ötesi bir gerçeklik yüklemek.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

nitelik
(quality): Bir nesne üzerindeki gözlemlenebilir, algılanabilir özellikler. Locke, nitelikleri birincil ve ikincil olmak üzere iki türe ayırır.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

noumenon
Noumen, “phenomenon” ya da görüngü kavramıyla bağlantılı olarak kullanılır. Kendinde nesne, yani algıladığımız nesnelerin, neden olduk ları algının arkasında kalan, bizce bilinemez, kendiliklerindeki durumları. Bilinişlerinden farklı olarak, oldukları gibi nesneler, noumenler evrenini oluştururlar.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

olgu karşıtı
(counterfactual): Geçmiş zamanda kurulan koşullu önerme. Geçmişte yer aldığı bildirilen bir koşulun yerine gelmiş olmasıyla orta a çıkmış olacak durum, olay. Koşullar geçmiş zamana yollandıklarından attık gerçekleştirilme, yani olguya dönüştürülme olanağından yoksundurlar. Bundan ötürü bu koşullu önermeler olguya karşıt durumlar betimlerler. Örnek: ‘Eğer çalışmış olsaydın bugün sınıfını geçmiş olurdun.”

olumsal
(contingent): Zorunlu olmayan. Önermeler için: Başka türlü olabilecek, olduğundan başka olmuş olabilecek doğruluk ya da yanlışlıkları dilegetirmek. Böylece dilegetirilenin başka türlü olmasının bir mantıksal olanaklılık olması. Örneğin, “Ahmet beyin başı saçsızdır” önermesi doğru, ancak olumsaldır. Ahmet beyin başının gür bir saçla kaplı olması mantıksal bir olanaklılıktır. Ahmet bey gerçekte saçsız olmasına karşın, saçlı olabilirdi. Saçlı olabilmesi olanaklılığı onun şimdi saçsız oluşuyla çelişmez.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

olguculuk (pozitivizm)
Her türden bilgi araştırmasını kayıtsız koşulsuz olgulara ya da gerçeklere dayandırılması gerektiğini savunan; bilgi edinme sürecinde yalnızca olgular dünyasını, onun temelini oluşturan deneye açık yasaları esas alan; kurgusal metafiziğin açıklamalarının ilkece doğrulanıp sınamaya açık olmadıklarından ötürü anlamsız olduklarını ileri süren; deneyle denetlenemeyen soruları sözde soru olarak nitelendiren; yanıtı sorunun kendisinde içerilmeyen soruları gerçek soru olarak görmeyerek bütün metafizik soruları dışlayan; verdiği kapsamlı geleneksel felsefe eleştirisi doğrultusunda felsefenin geleceğine yeni bir yön çizme amacıyla XIX. yüzyılda filizlenip XX. yüzyılda iyice yeşermiş felsefe anlayışı.

önselcilik
Deneyciliğin tersine, zihnin doğuştan gelen düşüncelerle donatıldığını, deneyimden kaynaklanmayan bilginin de olanaklı olduğunu ileri süren felsefece duruş; deney(im)e değil de salt usun ilkelerine dayanarak gerçekliğe ulaşılabileceğini savlayan öğretilenin ortak adı. Modern felsefenin doğuşuyla birlikte bu eğilimdeki düşünürler, Kant’ın uyuşturmaya çalıştığı iki büyük anlayıştan ilki olan İngiliz deneycilerinden uzaklaşarak, ikincisine, Leibniz, Descartes, Spinoza gibi Kıta usçularına yaklaşmışlardır.

özbelirleme
(ident (1) Bir nesnenin belirli bir zaman kesitinde ya da zaman boyutu içinde kendisiyle özdeş olduğunun belirlenmesi, (2) Bir tikel nesnenin belirli bir ulam ya da kavram altına düştüğünün anlaşılması. Tikeli bu kavram çerçevesinde belirlemek. Tikeli o kavramın gerçeklenmesi olarak görmek.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

özdek
(matter): Madde. Fiziksel nesneleri meydana getiren varlık, töz. Somut nesnelerin yüzeyleri altında bulunup uzayda ve zamanda yer kaplayan varlık. Nesnelerin yüzeylerini, yani biçimlerini oluşturan nitelikleri bir arada tutan töz, ilke. Bir nesneyi öbüründen ayıran tikellik ilkesi.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

özdekçi gerçekçilik
Algımızın konusunun bizim dışımızda, bizden bağımsız bir varlık olup, algımıza neden olduğunu savunan gerçekçilik, ya idealist ya da özdekçi olabilir. Bu bağımsız ve nesnel (objektif) gerçeklik tinsel olarak değil de özdeksel ya da fiziksel olarak yorumlandığında söz konusu tutum özdekçi gerçekçiliktir.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

özdekçilik
(materialism): Tüm evrendeki tek varlık türünün (tek tözün) özdek olduğunu savunan görüş. Tüm varlığın fiziksel nitelik taşıdığını, evrende anlıksal varlıkların, tinsel töz bulunmadığını öne süren tutum. Anlıksal ya da tinsel olarak bilinen her şeyin, geçerli bir felsefi çözümlemeyle özdeğe indirgenebileceği savı.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

özdeksel varlık
(material thing, material existence): Özdek olarak var olan. Özdeksel, fiziksel nitelikler taşıyan varlık. Özdeksel, fiziksel töz.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

özdeksizcilik
(immaterialism): Özdeksel varlık varsayımım, olanağını dışlayan görüş. İdealizmin yanı sıra varlıkbilimsel görüngücülük de özdeksizcidir.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

özdeşlik
(identity): Aynılık. 1) Niteliksel özdeşlik: İki nesnenin niteliklerinin tam anlamıyla ortak olması; bu niteliklerin özdeş olması. Ayrı olmalarına ve uzay-zamanda ayrı yerler kaplamalarına karşın, tam olarak çakışan ve benzeşen nesneler niteliksel olarak özdeştir. 2) Sayısal özdeşlik: Niteliksel özdeşliğin yanı sıra uzay zamanda kaplanan yer de özdeşse, özdeş oldukları söylenen
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

öznel idealizm
En genel anlamda öznenin kendi düşünceleri dışında hiçbir şeyin anlamı olmadığını, öznenin kendi yaşam deneyimlerinden başka bir şeye kulak asmaması gerektiğini düşünme tutumu. Yerleşik felsefe dilinde, öz nenin salt kendi düşüncelerini ve yaşantılarını bilebileceğini, öznenin kendi düşünceleri ve yaşantıları dışında başka hiç bir şeyi bilemeyeceğini savunan bilgikuramı ağırlıklı felsefe anlayışı.

pragmacılık
Eski Yunanca’da “eylemek”, “yapmak”, “kılmak” gibi anlamlara gelen pragma sözcüğünden türetilmiş felsefe terimi. Doğruluğna, anlamın ve bilginin ölçütünün eylemlerin kendilerinde değil de onların yol açtığı pratik etkilerde ve uygulamadaki sonuçlarında yattığını; önemli olanın insanların sorunlarını çözmelerine katkıda bulunmak olduğunu; eylemin bilgiye de düşünceye de ilkece öncelikli ve üstünlüklü bir konumda bulunduğunu savunan felsefe anlayışı.

saltık(mutlak)
En genel anlamda, felsefenin vazgeçemediği kavramlardan biri olarak, “her şeyi kuşatan tek bir ilke olarak kavranan sonul ya da enson gerçeklik.” Yerleşik felsefe dilindeyse, görelinin karşıtı olarak, varlığı bir başka şeyin varlığına bağlı olmayıp kendi başına varolan; kendi varoluş ya da varlık nedenini kendinde taşıyam; bir başka şeyle bağlantılandırılmaksızın salt kendisiyle tanımlanabileni; herhangi bir başka şeye göndermede bulunmaksızın salt kendi varlığıyla temellendirilebileni; hiçbir koşula bağlı olmaksızın gerek gerçeklikte gerekse düşüncede geçerli olanı; sınırsız, sonsuz, koşulsuz, değişmez, zorunlu (var)olanı anlatan felsefe terimi.

sezgi
En genel anlamıyla, gerçekliği dolaysız olarak içten ya da içeriden kavrayabilme, tanıyıp bilme yetisi. Adım adım ilerleyen gidimli düşünmenin ya da birtakım uğraklardan geçerek yol alan usavurmanın tersine, bir şeyi doğrudan doğruya algılayıp kavrama; bilinçli bir düşünme ve yargıya yarma süreci olmaksızın doğru dan, aracısız gerçekleşen anlama ya da bilme; hiçbir çıkarıma dayanmaksızın, dolaysız bir biçimde bilgiye ulaşma yordamı. Başka bir deyişle, önermelerden başka önermelere yönelerek, mantıksal yolla çıkarımlar yaparak ilkelerden sonuca ulaşan, tek tek parçalardan bütünlüğü olan bir düşünce oluşturan gidimli düşünme yoluna karşı, doğrudan ya da aracı kullanmaksızın düşünce kuran, bütünü bir kerede, bir bakışta tümüyle ele geçiren, şeylerin özüne dolaysız bir biçimde, doğrudan doğruya ulaşan, şeyleri tüm bir devingenliği içinde bütünlüklü kavrayan “içten duyma” yolu.

sezgicilik
İnsanın biricik, gerçek bilme yetisinin sezgi olduğunu; bilgi edinme sürecinde yalnızca insana özgü bir çabayla ortaya çıkan sergiye güvenilebileceğini; bilgiye ulaşma yolunda sezginin bilişsel ya da zihinsel yetilerimizden, kavramsal düşünmeden üstün tutulması gerektiğini öne süren öğreti.

tasarım
Algı içeriği. Görüngü gibi kuruluşu özneye dayanmayan , varlığına neden olan dış gerçekliği yansılayan, ona benzeyen, algı.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

tasarımcılık
(representationalism): Tasarımcı gerçekçiliğin bilgibilimsel yönü. Algı içeriği ve bunu temel alan bilginin dış gerçekliğin kopy alan olan ta sarımlardan oluştuğunu savunur. Tasarım, ya da idelere, dış gerçeklik neden. olur. Ancak kopyalar olarak tasarımlar, konularını yetkin bir biçimde yansıtamazlar.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

tekçilik
(monism): Felsefe dizgesinin tek ilke ile temellendirilmesi. Gerçekli ğin bir tek ilkeye indirgenebileceği, bir tek ilkeden türetilebileceği düşüncesi. Örneğin özdekçi ya da idealist tekçilik. Tin ve özdeği, bir tek ilkenin, tözün özniteliklerine dönüştüren görüş.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

tikel
(particular): Tek tek olan, çoğulculuk içermeyen, tekil nesne. Somut nes ne. Genel olmayan.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları

temeldencilik
En genel anlamda, bütün bilgi savları için temel bir dayanak bulma amacıyla yola koyulmuş; bilgiye enson anlamda bir temel kazandırma varsaysmının üzerine bina edilmiş; Aristoteles ile Stoacılardan Descartes ile Hume’a, Berkeley ile Locke’tan Russell, Ayer, Carnap ve Quine’a dek tüm bir Batı felsefesinin ya da felsefece düşünme yolunun yönünü belirlemiş olan felsefe izlencesi. Felsefece yürütülen her soruşturmayı, öne sürülen her düşünceyi salt inanç ya da sınanmamış uygulama olmanın ötesinde doğru olduğu varsayılan önceden verili ilkeler üzerinde temellendirme girişimi olarak temeldencilik, bilgikuramında bilginin son çözümlemede kendisinden başka bir haklı neden göstermeye ya da temellendirmeye gerek duyulmayan sağlam inançlara dayandığını, dış dünyaya yönelik bilgimizin de kuşku götürmez, kendilerinden emin olduğumuz bu inançların çatısını kurduğu bir temele yaslandığını savunan öğreti.

tutarlılık ilkesi
(the principle of coherence): Tutarlılık, birkaç önermenin çelişkisiz (consistent) olmalarının yanı sıra, dilegetirdikleri açısından birbirlerini karşılıklı olarak desteklemeleridir. Bu durum, söz konusu önermelerin doğruluğunu saptamada ilke olarak kullanılır. Kimi yaklaşımlar açısından bir Önermenin doğruluğu ancak başka önermelere göre söz konusu olabilir: Bu doğruluk, konuyla ilgili tüm önermelerin tutarlı olmasıdır.

usçuluk
Usun bütün işleyişini olanaklı kılan malzemenin yine us tarafından sağlandığını ileri süren, gerçeklik ile doğruluğun ölçütünü us’ta, zihinsel ya da düşünsel olanda gören felsefe anlayışı;bütün gerçekliğin yapısını ussal ilkelere dayanarak us yoluyla kurmanın doğruluğu üstüne bina edilmiş metafizik öğretisi;a priori  bilginin güvenilir tek bilgi olduğu öncülü üstüne kurulmuş; bilgi edinmede usun birinci derecede belirleyici konumda olduğunu, bilginin temelde us’tan, ya da sonuna dek götürülmüş kimi uç biçimlerinde olduğu üzere, yalnızca us’tan geldiğini savunan bilgikuramı öğretilerinin ortak adı.

yanlışlanabilirlik ilkesi
Ortaya koyduğu yanlışlama yöntemiyle bilim felsefesine yeni açılımlar kazandıran Avusturyalı bilim ve siyaset felsefecisi Karl Popper’in mantıkçı olgucuların bilimsel olan ile bilimsel olmayan kuramları birbirinden ayırabilmek için önerdiği “doğrulanabilirlik ilkesi”ne karşı ileri sürdüğü ilke.

Popper kendi yanlışlanabilirlik ilkesinin bilimsel olan ile bilimsel olmayan kuramları, bilim ile “sözde bilim”i birbirinden ayırmak için sağlam bir ölçüt sunduğunu, buna karşı “bir önerme ancak deney ve gözlem yoluyla ya da mantıksal usavurmayla doğrulanabiliyorsa anlamlı ve doğru kabul edilmeli, tersi durumda anlamsız ve yanlış sayılmalıdır” biçiminde özetlenebilecek doğrulanabilirlik ilkesinin yalnızca bir anlam ölçütü olduğunu öne sürmüştür. Popper, mantıkçı olgucular gibi bilimsellik ölçütü olarak “anlamlı olma” üzerinde durmayıp bilimsel olmayı sınanabilir ile ya da yanlışlanabilir olmaya dayandırmıştır. Nitekim Popper’ in yanlışlamacılık anlayışı birikmiş verilerden mekanik bir şekilde genellemelere varma üzerine değil, daha sonra yanlışlanmak üzere katı bir sınamadan geçirilecek cesur savlar oluşturma üzerine bina edilmiştir. Popper bilimi değerli kılanın kanıtlarla doğrulanan düz savlar ileri sürmesi değil, kanıtlarla yanlışlanabilir, sınamalara dayanaklı savlar ileri sürmesi olduğunu savunmuştur. Bilimsel kuramların sınanabilir olması gerektiğinin ısrarla altını çizen Popper, yeni gelişmelerle  sınanıp yanlışlanmayan bir kuramın hiçbir zaman bilimsel olmayacağını vurgulamıştır. Nitekim Popper’e göre anlamlı olmalarına karşın, gerek Freud’un ruhbilim kuramı gerekse Marxçı kuram sınanma ya, yanlışlanmaya açık olmadıklarından bilim değildirler.

yapıntıcılık
İnsan bilgisinin gerçek olan duyumlar ve duyular dışında pragmatik olarak temellendirilmiş ya da gerekçelendirilmiş yapıntılara, kurgu-düşüncelere dayandığını öne süren duyumlar aracılığıyla gösteril(e)meyen her şeyin birer yapıntı, bu yapıntıların da “gerçek” olmasalar da hem “yaşamın kurgulanması”nda hem de “düşüncenin üretilmesi”nde “elzem” olduğunu savunan ve “mış” felsefesinin kurucusu Alman düşünür Hans Vahinger’le birlikte anılan felsefi öğreti. Aynı zamanda araççılıkla da bağdaştırılan yapıntıcılık Dewey’in Chicago Düşünce Okulu ile bileştirilen pragmacılığının özel bir türü olarak da geçer. Dewey, “düşünce”nin gelecekte olabileceklerin deneysel olarak belirlenmesinde nasıl bir işlev gördüğünü pragmatik biçimde açıklamak için yapıntıcılık ile araççılığı birleştirir. Araççılığa göre, bütün araştırma bağlamlarında aradığımız şey araçsal bir güvenirlik; kuramlarımızla kavramlarımızın bütün pratik ve kuramsal girişimlerimizde yararlı olmalarıdır. Bu türden bir “yararlılık” ya da “güvenirlik” ne kuramın doğru Olduğunu ne de kuramda geçen kendiliklerin gerçekten varolduğunu tanıtlayabilir. Olsa olsa, böylesi durumlarda kuramın kullandığı kendiliklerin yararlı yapıntılar ya da kurgular olduğundan söz açılabilir.

yanılsama
(illusion): Nesneyi olduğundan başka türlü algılamak. Bu yanılgı nın farkında olmamak. Gerçeğe uymayan görünüşü gerçekmiş gibi düşünmek.

yoksayıcılık
Kökence Latince’deki hiçbir şeyin varolmadığı anlamında hiçlik bildiren nihil sözcüğünden türetilmiş, insan varoluşunu, bilgiyi, değerleri bütünüyle yoksayan, şeyler arasında anlamlı ya da yararlı birtakım ayrımlar yapmanın gereksiz olduğunu düşünen, bütün değerlerin temelsiz olduğunu, hiçbir şeyin ilkece bilinmesinin ya da iletilmesinin olanaklı olmadığını savunan felsefe anlayışı.

zorunlu
(necessary): Olumsal olmayan. Önermeler için: Olduğundan başka türlü olmuş olamayacak, böyle olamayan doğruluk ya da yanlışlıklan dile getirmek. Olduğundan başka türlü olmasının mantıksal açıdan olanaksız olması. Zorunlu bir önerme. eğer doğruysa hep doğru. yanlışsa da. hep yanlış olan önermedir. Örneğin “Aynı nesne aynı anda iki ayrı yerde olamaz”, doğ ru olmak ötesinde doğruluğu zorunlu bir önermedir. Yanlışlığı düşünülemez, değillemesi çelişiktir.
Bilginin Temelleri-Arda Denkel-Metis Yayınları


Sözlük temel olarak, Felsefe Sözlüğü’nün (A.Bâki Güçlü-Erkan Uzun-Serkan Uzun-Ü.HüsrevYoksal-Bilim ve Sanat Yayınları-2002) Bilgi içerikli maddelerinin taranmasıyla derlenmiştir. Diğer kaynaklar ilgili madde altlarında belirtilmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder