Kant'ın Transandantal İdealizmi


Saf Aklın Eleştirisi'nde Kant, Hume'un aklın otoritesine meydan okuyuşunu ele almıştı. İskoç Aydınlanması'nın baş temsilcisi Hume, ironik bir şekilde Aydınlanma düşüncesinin kendisine şüpheyle yaklaşmıştı: Dünyanın, "aklın" kendiliğinden keşfedeceği bir düzeni olduğu düşüncesine Hume, aslında idelerimizin zorunlu bir düzeninin olması gerekmediği, bu idelerin alışkanlıklar ve çağrışım yasalarıyla zihnimizde bağdaştığına dair güçlü argümanlarla karşı çıktı. Hume'un eleştirisi ışığında Kant, idelerin bağdaşımı için gerçekten de aklın zorunlu kuralları olması gerektiğini ve bu kuralların, bir failin kendi kendinin bilincinde olmasının koşullarından çıkarılabileceğini söyler. Bu bakımdan aklın kendiyle ilgili iddiasını haklı göstermeye çalışır. Saf Aklın Eleştirisi'nin en önemli ve anlaşılması en zor bölümlerinden birinde Kant, herhangi bir "ide" ya da "tasarım"ın (Kant'ın Almanca sözlüğünde Vorstellung) benim tasarımım olması için, bu tasarımımı kendime atfetmem, onun kendi tasarımım olduğunu söyleyebilmem, yani bir şeyi kendime addederek etkin bir şekilde o şeyi benim olarak ele almam gerektiğini söyler. ı

Kendime addedemediğim bir "ide" ya da "tasarım" elbette düşünülemez; çünkü bu şekilde, her açıdan benim için var olmayan bir "tasarım" olur. Bu yüzden, bütün "ideler" ve "tasarımlar," özbilinci olan bir fail olarak bana addedilmek zorunda olan koşullara uymak zorundadır (fail sadece "tasarımların" farkında olmakla kalmaz, bu "tasarımların" bizzat "kendi" tasarımları olduğunun ve şeylere dair "kendi" deneyimlerine ait olduğunun da farkına varma yetisine sahiptir).

Kant'ın zorluğuyla ünlü bu argümanı, şimdi bahsedeceğim savları desteklemek içindi. Birincisi, "tasarımlarımızın" bağdaştırılmak zorunda olduğu belirli yollar vardır; yalnızca alışkanlık ve çağrışım söz konusu olamaz; tasarımlarımız üzerinde yargıda bulunmuz ve idelerin ancak var olan ya da var olmayan çağrışımlarının aksine, bu yargılar doğru ya da yanlış olabilirler. İkincisi, bu bağdaşım tarzları, bizim gibi varlıkların özbilinçli olması için zorunlu olan şeylere bağlıdır; kendi "tasarımlarımızı " bağdaştırdığımız zorunlu yollar, aynı zamanda deneyimsel olarak dünyanın içinde bize göründüğü yapıları da oluşturur; Kant bu yapıları, deneyimlerin zorunlu "kategorileri" olarak adlandırır. Kant bu kategorilere şu anlamda "transandantal" der: Hume, nedenselliğin "gücü" gibi bir şey yerine olayların düzenliliğini deneyimlediğimizi belirtmekte haklıdır, ama öte yandan "zorunlu yasaya bağlı nedensellik" gibi kategoriler, onlar olmadan nesneleri deneyimlememizin mümkün olmayacağı koşullardır. Bu kategoriler, ampirik olarak doğrulanamadıkları için deneyimi "aşarlar," öte yandan deneyimin zorunlu koşulları olduklarından "transandantal"dırlar ve deneyimimizin zorunlu "yapısının" bir parçasıdırlar.

Kendini, hem zaman ve mekandaki nesnelerin nesnel dünyasını deneyimleyen hem de bu deneyimlerden bağımsız olup da yine aynı özne olarak tanımlayan edim, Kant'a göre, ne "verilidir" ne de bir "alışkanlık" ya da "çağrışım" yoluyla olabilir. Bu özbilinç, zorunlu olduğu kadar, aynı zamanda "özgündür," yani herhangi bir şeyden türetilmemiştir: Benim aynı "ben" olduğumu, bütün deneyimlerde aynı bakış açısına sahip olduğumu keşfetmem, bir "ölçütün" uygulanmasına bağlı olamaz. Kant'ın vardığı sonuç, bu tasarımların bağdaşım ediminin, ancak tam bir kendiliğindenlike [spontaneitat], yani kendisinden başka hiçbir şeye dayanmayan bir edimle olduğudur. Kant'ın söylediği üzere bu, bir "öz etkinlik"tir, yani Selbsttaitigkeit.1 Özbilincin birliği, deneyimin nesneleriyle kurulamaz, çünkü bizim çeşitli "tasarımlarımızın" bizim için nesneler olabilmeleri için zaten çoktan bağdaştırılmış olmaları gerekir. Kendiliğinden olan bu bağdaştırma edimi bir tür "önden yüklemedir;" bağdaştırmayı bizim için yapacak olan, failin arkasında başka bir fail, perdenin arkasında başka biri yoktur. Her fail, bütün akıllı failler için geçerli olan evrensel bağdaştırma kurallarına göre, kendi deneyimini bağdaştırır.

Kant böylece, kendimizin birbirinden farklı ve görünüşte dışsal olan iki görünümünü, kendimize dair nasıl tek bir kavrayışta birleştirdiğimizi göstermiş olur. Kendimizi zorunlu olarak dünyanın içinde maddi varlıklar olarak görsek de, yine zorunlu olarak kendimizi, dünyaya dair öznel bakış açısına sahip olarak görürüz. Kendimizi dünyaya dair birleşik ve öznel bir bakış açısına sahip olarak görmek zorunda oluşumuz, genel olarak deneyimin transandantal koşullarıyla ilgilidir. Bilinçli herhangi bir deneyimin olması için, bütün tasarımlarımızı tek bir bilinçte birleştirmemiz gerekir ve bu da ancak iki koşulla olur: Birincisi, bu tasarımların, determinist neden-sonuç yasalarına göre etkileşen maddi içerikle doldurulmuş nesnel bir dünyanın genel bir tasarımında birleştirilmesiyle; ikincisi de, bu tasarımların, birleşik tek bir bilincin tasarımları olarak, yani tek bir öznel bakış açısı olarak birleştirilmeleriyle. Öte yandan bilincin birliği, transandantal "ben" olarak, hiçbir zaman bu nesnel dünyada görünmez, ama bu dünyanın deneyimsel görünüşünün transandantal koşuludur. Kendimizi, nesnel dünyada görünmeyen öznel bakış açısı olarak düşünme zorunluluğumuz -cisimleşmiş varlıklar olarak, bu dünyada diğer maddi nesnelerin yanında kendimizi görünür kılarız, ama öznel bakış açısına sahip " ben" olarak böyle yapmayız Kant'a göre, yalnızca genel olarak deneyim için zorunlu olan üzerine düşünerek değil, aynı zamanda da, kendi deyişiyle, fenomen (deneyimde bize görünen dünya) ve numen (bilinemeyen kendinde şeylerin oluşturduğu dünya, deneyimlenemeyen şeyler) ayrımıyla anlaşılır kılınır.

Bu argümanına yazdığı bir dipnotta Kant, kitabın öbür kısımlarında yazdıklarıyla çelişiyor gibi gözüken devrimci bir sonuca varır: Özbilincin zorunlu birliği, "anlağın [ Verstand-ç.] bütün görevini, hatta bütün mantığı ve buna uygun olarak bizzat transandantal felsefeyi kendisine atfedebileceğimiz en yüksek noktadır. Gerçekten de bu idrak, tamalgı yetisi [Apperzeption-ç.], anlağın kendisidir. "3 (Sonraları Hegel, Mantık Bilimi'nde, bu savın, Kant'ın birinci Eleştiri'sinde [Saf Aklın Eleştirisi-ç.] bulunan "en derin ve doğru kavrayış" olduğunu yazacaktır.)4 Sanki Kant, bilginin bütün ilkelerinin, rasyonel bir failin özbilinçli olmasının zorunlu koşullarından çıkarılabileceğini söylüyor gibidir. Ama aslında Kant bunu açıkça reddetmiş ve bunun yerine iki çarpıcı iddia öne sürmüştü:

Birincisi, bağdaştırma kurallarının, basitçe verili olan ve özbilincin koşullarından türetilemeyen zorunlu yapılar olan "sezgilere" (örneğin duyusal "veriler") de uygulanması gerektiğidir. İkincisi de, herhangi bir nesnenin deneyimi için zorunlu olan "kendinde şeylerin, " yani bizim deneyimimizden bağımsız olan şeylerin "gerçekte nasıl" olduklarının bilgisini bize verdiklerinin söylenemeyeceğidir.

Bilinemez kendinde-şeylerin dünyasını ortaya atan Kant, bir anlamda şunu demeye çalışmıştır: Metafizikçiler yüzyıllar boyunca gerçekliğin kesin yapısının ne olduğunu tartıştılar. Kimileri bunun tek bir şeyden oluştuğunu -örneğin tek bir töz- ve düşünce ile uzamın bu tözün farklı "nitelikleri" olduğunu öne sürerken kimileri kesin gerçekliğin, görüngüsel somutlaşmasından daha gerçek olan öncesiz ve sonrasız formlardan oluştuğunu söyledi. Kimileriyse, gerçekliğin, birbirleriyle ilişki halinde olmayan ve salt biçimde kendilerini muhafaza eden, kutsal bir şekilde düzenlendikleri için, içsel hareketleri diğerlerinin içsel hareketleriyle tam olarak örtüşen monadik varlıklar olduğunu iddia etti.

Kant'a göre bütün bunlar gerçekliğin kendi içinde ne olduğuna dair farklı anlayışlardı. Kendinde-şeylerin ne olduğunun bilinebileceğini reddetmekle Kant, bu metafizik anlayışlara karşı tam bir agnostik pozisyonun gerekliliğini güçlü bir şekilde iddia etmiş olur. Dünyanın ya da zaman ve mekanda birbirinden bağımsız tözlerin, zorunlu neden-sonuç yasalarına göre karşılıklı ilişki içine girerek, bize zorunlu biçimde maddenin dünyası olarak göründüğünü tam bir haklılıkla öne sürebilirdik (zira Kant, birinci Eleştiri'nin kalan kısımlarında, bu türden kategorilerin özbilincin zorunlu koşulları olduğunu gösterdiğini düşünüyordu).

Ama birbirleriyle neden-sonuç ilişkisindeki fiziksel nesnelerin görünür dünyasının kendi içinde "gerçekten" de sonsuz, duyular üstü formlar ya da kendi içinde kapalı birtakım monadlar olduğu bilinemezdi. Bu, bütünüyle temellendirilmemiş bir savdı ve bunun da ötesinde hiçbir zaman temellendirilemeyecekti, çünkü insanın bilgisi zorunlu olarak dünyanın kendisine göründüğü haliyle ve bu görünüşün "transandantal" koşullarıyla sınırlandırılmıştı. İnsan bilgisi kendisini, metafiziksel olarak kendi içinde var olana doğru meşru bir biçimde genişletemezdi. Bu denendiğinde, Kant'ın "antinomiler" adını verdiği, karşılıklı olarak çelişen bir dizi önermenin ortaya çıkmasına neden olunurdu.

Almanya'da birçok kişi, Kant'ın, kendinde-şeylere dair bilgiyi reddetmesinin devasa sonuçları olacağını hemen anladı. Her şeyden önce bu, Tanrı'ya dair teorik bir bilgi olamayacağı demekti çünkü Tanrı, Kant'ın, hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimiz (sözcüğün tam anlamıyla) metafizik varlık türü dediği şeyin ta kendisiydi. Öte yandan, sayısız Alman prensi her zaman hâkim oldukları bölgenin kilisesinin de başı olduğundan, Kant'ın doğaüstü şeylerin bilgisine erişemeyeceğimizi söylemesi, aynı zamanda bu prenslerin otoritesinin de meşru olup olmadığını bilemeyeceğimiz demekti. Alman Aydınlanması'nın birçok büyük "rasyonalisti," mutlakıyetçi prenslerin otoritesini desteklemek için, Tanrı'nın varlığına dair kanıtlarına dayanmışlardı. Kant'ın yapıtı, "rasyonalistlerin" iddia ettiği üzere Hume'un aklın otoritesine olan saldırısına bir yanıt gibi görünse de aklın, kendinde-şeylerin bilgisine hiçbir zaman erişemeyeceğini söyleyerek, "rasyonalistlerin" kendi tezlerinin de altını oyuyordu.

Kant'ın, kendi kuramının yalnızca inancın yolunu açacak biçimde yeni bilimi desteklediğini söyleyerek kendini savunması, kuramının, prensliklerin otoritesini zayıflattığına dair korkuları azaltmadı. Prensliklerin çoğu, otoritelerinin "öznel" bir inanca dayanmasını istemiyorlardı; otoritelerinin, gerçek olarak gösterilebilen, bütün ve sağlam bir biçimde olmasını istiyorlardı. Kant'ın çetin teorik felsefesi, bu yüzden hemen hararetli bir kamusal tartışmaya dönüştü, çünkü birçok kişiye, Kutsal Roma İmparatorluğu'nun prenslikleri üzerinde son derece tehditkâr biçimde süzülen "devrimci hava"ya ait gibi görünmüştü.

Terry Pinkart, Hegel, İş Bankası Kültür Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder