Kant ve Felsefece Düşünme

Betül Çotuksöken.
Varlık Dergisi
Kasım 2004

Varolan-düşünme-dil dolayımında kendini kuran felsefe,Kant’ta doğrudan düşünme, biraz dikkatli bakıldığında da dil eksenli olduğu anlaşılan bilme bağlamında kendisi olur.

Böyle bir kurma biçimi ya da felsefi duruş, aynı zamanda felsefenin kendinden önceki temel tutumu olan “varlığın bilgisi” olma iddiasını tümüyle reddetmeye yöneliktir. Artık bu denli köklü ve büyük bir atılımdan sonra, 20. yüzyılda da ikinci büyük adım atılacak, bundan böyle büyük ölçüde salt dile getirmenin koşullarına yönelen felsefi söylem, dilbilimle kurduğu yakınlıkla serüvenini sürdürecek; yeni duruş biçimlerini sergileyecektir.

Yüzyılların birikimi olan felsefi kalıtı, kendi aklına, usuna yönelerek sıkı bir eleştiriye uğratan, kavramların tarihsel, ancak kavramları oluşturma yolunun tarih üstü olduğunu gösteren Kant,’ felsefi duruşuyla etkisini hâlâ güçlü bir biçimde hissettirmektedir.

Kant’ın eleştirel nitelikli felsefe projesinin ana özelliği nedir; bu denli etkili oluş, gücünü nereden almaktadır?

Bu noktada yalın ve kısa bir yanıt verebiliriz: Kant’ın felsefe projesi, içerikten çok bir “kap’, bir “biçim” gibidir. Eğer felsefe yapmak kendini öteye, ileriye fırlatmaksa, bir projesi olmaksa, Kant böyle bir tutumla son derece başarılı olmuştur. Yinelemekten kaçınmayalım başarının en anlamlı göstergesi, onun felsefi duruşu üzerinde konuşuyor olmamızdır.

Kendine özgü felsefece düşünme yolunu açmak üzere her şeyden önce kendisine yönelen, yıktığı ama yıkmakla kalmayıp yeniden kurduğu felsefi söylemde “duruşu”nun hesabını defalarca vermeye çabalayan, karşısındakini ikna etmenin yollarını arayan Kant, bu tutumuyla, eşsiz bir örnektir diyebiliriz. Tüm felsefı söylemiyle belki de usta-çırak diyalektiğinde “usta” rolünü kendine biçen ama aklını kullanma sanatında belki de ilkin bir süre “çırak” olmanın tüm zahmetine katlanarak sonunda “usta”lığını ilan eden Kant, çağının “l’enfant terrible”idir

“Felsefi düşünüş tam da hangi noktada başlar?”
sorusu, hepimizin bildiği gibi, felsefi düşünüşe, ürünleri, başka bir deyişle felsefe tarihi aracılığıyla yönelen “felsefe okuru” nun ya da “felsefe yazarı”nın sorması gereken sorulardan biridir.

Tam da bu noktada bir hesaplaşmanın gerekli olduğundan söz edilebilir. Kendine belli bir uzaklıktan bakma; düşünme, dile getirme yetisini mercek altına alma ve bunu insanın ortak paydalarından biri olarak algılamak üzere gerçekleştirme, felsefenin doğum noktasına işaret eder.

Bu andan itibaren, artık “çırak” olmaktan da uzaklaşılmış demektir.

Filozof çağdaşlarıyla birlikte oluşturduğu felsefe topluluğunun bir üyesi olarak projesini anlatmak, bıkmadan usanmadan neyi, niçin yaptığının hesabını vermek zorundadır. Çünkü filozof, filozoflar topluluğunun bireyi olduğunun farkındadır ve kendini anlatmanın sorumluluğundan vaz geçmemelidir. Kant, bunu eşsiz bir sorumluluk örneğiyle başarmıştır. Kendini felsefe tarihinde “konumlandırmış”, duruşunun ana çizgilerini, topluluğun öteki üyelerini ikna edinceye kadar, bıkmadan usanmadan, titiz bir tutum içinde açıklamıştır.

Geçmişle bağını kopararak, kendini felsefece yaratmak üzere ya da nasıl düşündüğünün hesabını vermek üzere felsefe tarihine bütüncül bir yaklaşımla yönelen Kant, aklın kendi kaynaklarına başvurmasının ne anlama geldiğini de somut bir biçimde göstermiştir. Bu tutumuyla “magister dixit”(Hoca dedi) anlayışına en büyük saldırıyı gerçekleştiren de Kant olmuştur diyebiliriz.

 Eskiçağ ve neredeyse tümüyle ortaçağ, yetkili kişinin aklına bel bağlarken, güvenirken; kimi sınır durumlarında ancak olsa olsa bireylere eşit dağıtıldığına inanılan “sağduyu”ya başvururken, Kant aklın  kendisine yönelmesinin ve bununla bağlantılı olarak da bilmenin koşulları üzerinde durmuştur. Yaptığını da hâlâ geçerli olan felsefe “dili”yle şöyle anlatmıştır:

Ø   Kendi duyularımız aracılığıyla tasarımladığımız şeylere gerçekliklerini bırakıyorum, ancak bunlara ilişkin duyusal görümüzü, hiçbir durumda —hatta uzam ve zamanın saf görülerinde bile— şeylerin sırf görünüşünden fazla bir şey tasarımlayamayacak, hele onların kendi başına yapısını hiç tasarımlayamayacak şekilde sınırlandırıyorum; bu da benim tarafımdan doğaya toptan yüklenen bir kuruntu değildir. Ve bana idealizm yakıştırmalarına karşı çıkışım o kadar bağlayıcı ve aydınlatıcıdır ki, eğer yaygın da olsa ters olan kanılarından her sapma için ille de eski bir adı duymak isteyen ve hiçbir zaman felsefi adlandırmaların ruhuna ilişkin yargıda bulunmayıp sırf harfine takılıp kalan ve kendi yanılgılarını iyice belirlenmiş kavramların yerine koymaya ve bunları böylelikle altüst edip bozmaya hazır yargıçlar olmasaydı, gereksiz bile görünecekti.
Ø   Benim kendi kuramıma “transandantalidealizm” adını vermem ise, hiç kimseye onu Descartes’ın deneysel idealizmiyle (...) veya Berkeley’in mistik ve hayal kuran idealizmiyle (...) karıştırmak hakkını vermez.

Ø Çünkü benim idealizm dediğim, şeylerin varlığıyla ilgili değildi (oysa şeylerin varlığından şüphe etmek, alışılagelen anlamda idealizmi oluşturur); bundan şüphe etmek ise benim hiçbir zaman aklıma bile gelmedi.
Ø Ben sadece, şeylerin duyusal tasarımından ve bu arada ve her şeyden önce uzam ve zamandan şüphe ettim.
Ø Bunlarla, dolayısıyla bütün görünüşlerle ilgili olarak yalnızca gösterdim ki: bunlar şeyler değildirler (sadece tasarımlama biçimleridirler), ne de kendi başına şeylere ait belirlenimler.
Ø  Oysa benim dilimde, hiçbir zaman bilgimizi şeyler ile değil, yalnızca bilme yetimiz ile ilgi içine sokma anlamına gelen ‘transandantal’ sözcüğü bu yanlış anlamayı önlemek içindi. Bu sözcük daha fazla yanlış anlamalara yol açmadan, iyisi mi, bu adlandırmayı geri alayım ve ona “eleştirel idealizm” diyeyim.
Ama eğer, gerçek şeyleri (görünüşleri değil) sırf tasarımlara çevirmek, gerçekten karşı çıkılacak bir idealizmse, bunun tersini yaparak tasarımları şeyler haline getiren idealizme ne ad vermeli?

Ona, hayal kuran idealizm adını alabilecek diğerinden ayırt etmek için, rüya gören idealizm denebilir, sanırım; bunların her ikisi de benim transandantal, daha doğrusu eleştirel idealizmimden uzak tutulmalıydı.”
                         Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe  Prolegomena



Düşünmenin, dile getirmenin (bilmenin) ortak kalıplarını anlamaya yönelen Kant, mutlak varlık, mutlak özne dolayımında felsefe yapmayı sürdürenlerin bu tutumuna set çekmiştir. O nedenle çağında her şeyi kırıp döktüğü ileri sürülmüştür. Kendine belli bir uzaklıktan bakabilme, yapıtına mesafe kazanma, kendi kaynaklarına, aklına, usuna yönelme, bilme ve eylemde bulunmanın koşulları üzerinde düşünme, nasıl bir filozof tipine işaret ediyor?

Burada, “aydınlanmacı bir özne”yle karşı karşıya olduğumuzu ileri sürebiliriz. Gerçekten de Kant örneğinde, sürekli aydınlanmadan yana olan bir filozofla karşı karşıyayız.

Bu bağlamda aklın kamusal kullanımı deyimi her şeyi özetleyiveriyor: Bir filozof olarak Kant, felsefe topluluğunun bir üyesi olduğunun farkındadır. Bu farkında oluş, onu ister istemez felsefe tarihine ve felsefe tarihinin tüm sorumluluğunu üstlenmeye yöneltmiştir; ayrıca kendisini başkalarına açmak, kendisine yapılan eleştirilere kulak vermek zorunda olduğunu yaşamı boyunca hep hissetmiştir. Her şeyin de ötesinde Kant, sahip olduğu donanımla, yaşadığı çağın sorunlarına, “dünya sorunları”na yönelmek zorunda olduğunun bilincindedir. Son yazıları bu savın en somut kanıtını oluşturur.

Birçok örnekte olduğu gibi Kant örneğinde de filozof kendisini felsefe topluluğunun bir üyesi olarak duyumsayan ve ancak bu yolla varolduğunun farkına varan, içerikli (:olgusal) sorunlara, evrensel çerçevelerden bakabilme ustalığını gösteren ve bu yolla dünya sorunlarına kayıtsız kalamayan! kalmayan bir öznedir.

Kant kendi örneğinde, aklın kamusal kullanımını her şeyin üstünde tutarak, kamusallığın Habermas’ta billurlaşan yolunu etkin biri olarak, “özne” olarak açmıştır. Kendi sınırlarını tam bir özerklik içinde bizzat kendisi çizmiştir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder