Axıs 2000-Milliyet / Hachette
İdealardan fiziksel nesnelere,
canlı varlıkların kökeninden, Tanrı'nın doğasına kadar felsefenin inceleme
alanına giren en önemli temalar, varoluş sorunuyla çok yakından ilgilidir.
Bununla birlikte, Pascal, Kierkegaard, Heidegger,
Sartre gibi belli başlı temsilcileri arasındaki derin görüş
farklılığına rağmen, varoluşçuluk adıyla nitelenen bir düşünce akımı vardır
ve özellikle insan varoluşunun özgüllüğünü belirleme sorunuyla ilgilidir.
Bilinçli bir varlık için kendi öz varlığı
önce tartışılmaz bir olgudur ve bu noktada o düşünülebilir olmayan yoklukla
çelişir. Aziz Augustinus 'un da
söylemiş olduğu gibi, yaşadığımızı (varolduğumuzu) bildiğimiz kadar kesin
hiçbir şeyi bilemeyiz; yaşadığını (varolduğunu) bildiğini söyleyen asla ne
yanılmış, ne de yalan söylemiş olur.H Descartes'çı Alain için «varolmak her
şeydir varolmamak ise hiçbir şey.» Çünkü varolma olgusu her türlü düşünceye
önceliklidir, bu düşüncelerin sonucu değildir.
VAROLMAK VE DÜŞÜNMEK
Descartes 'ın ünlü Cogito'sunda gösterdiği gibi, varoluş,
ancak varolduğunun bilincinde, düşünen bir varlığm varolması koşuluyla
düşünülebilir. «Düşünüyorum, o halde varım ve Cogito
sum, (“Düşünüyorum, benim, varım”) biçimindeki iki Descartes'çı önermeden ikincisi, düşünce ve
varlığın dayanışmasını daha kuvvetle vurgulamaktadır; çünkü bu formülde
«varolmak» ve «varolduğunu düşünmek aynı şeydir.
Bir şeyi (veya bir varlığı) düşünmek
ve bu şeyin (veya varlığın) varolduğunu düşünmek, o şeye (veya varlığa)
hiçbir şey katmaz. İster gerçek, ister düşsel olsun, her türlü düşünce gelip
varoluşta düğümlenir. Bu nedenle Kant, “ontolojik kanıt”ın Tanrının varlığına
ilişkin kanıtlayıcı önermesini eleştirecek ve hiçbir
gerçek varlığını sadece onun varoluşunun düşünülmesinden çıkarılamayacağını
öne sürecektir.
Buna karşılık, varoluşun içine
savrulduğu, üstün bir güç (Tanrı veya Varlık) tarafından yaratıklar veya
“olanlar” dünyasına terk edildiği düşünülen tek başına bir öznenin kendisinin
bilincine varması ve Tanrı'ya veya Varlik'a göre ahlakî yalnızlığını (terk
edilmişlik duygusuyla) haykırırken içine düştüğü endişe ve kaygı, varoluş
düşüncesini olumsuz etkilemektedir.
Demek ki, kendini düşünen öznenin
bilincine kabul ettiren varolma olgusu ile düşüncenin varlığa sanki yabancı
ve denetlenemez bir verilmiş gibi çarptığı düşünme olgusu arasında, temel bir
ikilik söz konusudur. Sınırlı, geçici ve
kökten biçimde olumsal yaşantısı olan her tikel varoluş, öznel bir
gerçekliktir ve bu haliyle her türlü nesnel bilim alanının olabildiğince
dışındadır ama olumsallığın egemen olduğu alanda zorunluluğu ve
tikeli: ötesindeki evrenseli keşfedebilme yeteneği bulunan (tutkulardan,
kaygılardan ve sıradan varoluşun çıkar hesaplarından arınmış) akılcı
düşüncenin dışında da kalmazlar.
Varoluşçuluk ve ontoloji
Varoluş ile bilgi arasında uzlaşmaz
bir çelişkiye dönüşen bir çatışma üzerine varoluşçuluk, Katoliklikten (Pascal) Protestanlığa (Kierkegaard) ve tanrıtanımazlığa (Sartre) dek bir çok değişil yaklaşım sundu.
Varoluşçu düşünürler, sadece insan
varlığının biricikliğini keşfederek değil, ama aynı zamanda insanlık
durumunun trajik görüntüsünü varolma duygusu üzerinde temellendirmek
suretiyle de felsefe geleneğinden ayrılmaktadırlar.
Heidegger 'in eserlerindeki varolma düşüncesinin özgünlüğü
ölümün her zaman ve her yerde hazır bulunuşunun çok sık vurgulanmasıyla, kimi
zaman köktenci bir nihilizme ve mutlak bir mistisizme yaklaşır. Aslında Heidegger , son derece kararlı bir şekilde
“varlık sorununu” varoluşun alışılagelmiş sorunlarının yerine geçirmektedir.
O andan itibaren varoluş, «varlığın” bakış açısında yapay ve zorlama bir
kılığa bürünmekte ve bu yapaylık tüm düşüncenin saygınlığım zedelemektedir.
Varoluş, Dasein'in (Heidegger
düşüncesinin anahtar sözcüğü; “varoluş” anlamında
kullandığı «orada olmak”, insanın varolması) kalbinde onarılmaz bir kaygı
yaratmaktadır. Varlığın unutuluşunun çaresi yoktur. Heidegger, kanıtlayıcı olmaktan çok şiirsel
olan bir yazısında, varoluşun yapaylığı, terkedilmişlik duygusu, yüzüstü
bırakılma, bunalım gibi terimleri, onlara mutlak bir anlam vererek biraraya
getirmektedir. Varlık düşüncesi varoluş açısından asaldır, ama buna karşılık
hiçbir zaman aşılmış bir düşünce olarak da alınamaz ve işte bu niteliğiyle de
otantik varoluş açısından kuşku yaratmakta, gölge düşürmektedir. Varoluşun trajiğine
derinden bağlanmış olan Heidegger ci
söylem, sonu olmayan bir gerçeğin çukurunun dibini bulmaya çalışıyor gibidir.
Varoluşun ötesine atılmış, “olanlar” arasında Varlığın dışına sürgün edilmiş
olan insanoğlu, kim ne derse desin, Varlığa karşı, hiçbir zaman
kurtulamayacağı biçimde borçlanmış bulunmaktadır. Çünkü her şey olan bu
varlık hakkında hiçbir zaman, hiç bir şey bilemeyecektir.
Bu varlık kuramının (ontoloji)
çözümsüz açmazı (paradoksu), bir hiçlik
ontolojisi olmasındandır. Varlığın
Heideggerci kaygısı, her şey olan bir hiçin karşısında kendisinin bir hiç
olduğunu keşfeden bir “olan” bunalımıdır. Genellikle sanki bir
kelime oyunuymuş gibi sunulan böylesi bir varoluş düşüncesi, özenle
geliştirilmiş edebî bir üslup içersinde nihilizmin en uç noktalarını temsil
etmektedir.
ÖZNELLIK VE FELSEFE
Jean-Paul Sartre , «Varoluşçuların ortak noktası, sadece varoluşun
özden önce gelmesi veya dilerseniz, öznellikten hareket edilmesi gereğidir.
diye yazıyordu. Oysa, öznelliğin zorunlu bir hareket noktası olmasını,
Descartes daha önce “düşünüyorum, benim, varım” biçiminde ifade ederek
formüle etmişti; böylelikle de, cesur bir şekilde “ben” diyerek, geçmişteki
ve gelecekteki her türlü aydınlık düşmanlığına karşı, bizi “doğanın efendisi
ve sahibi” yapmaya yönelik akılcı ve yöntemsel girişimi kurmuş oluyordu.
Kuşkusuz varlığımızın içersinde sürüp gittiği dünya, nitel bir dünyadır (iyi
ve kötünün, anlamların ve değerlerin dünyasıdır); bu nedenle de tam nesnel ve
eksiksiz bilgi edinilemez. Beri yandan bilimsel olarak tanıdığınız dünya,
nicel bir dünyadır (yasalar edimler ve soyut ilişkiler dünyasıdır); burada
öznelliğe yer yoktur. Ne var ki öznellik tüm nesnel çerçevelerin,
tanıklıkların ve tüm ilişkilerin dışında da bırakılamaz. Aynı biçimde varlık
da tüm nesnelleştirmelerin, söylemlerin ve tüm felsefelerin dışında temsil
edilemez. Bununla birlikte, en yetkin bilge filozof örneğini, «varoluşun en
yüksek insanî kavranışının Sokrates
'te gören düşünür de, özelde Hegel
'in, genelde ise akılcı felsefenin amansız düşmanı olan Kierkegaard 'dır.
Varoluşun Kierkegaard
tarafından “dinsel aşama” diye adlandırılan bu yüce aşamasına (ki bunun
olağanüstü biricik örneğini ancak Hz. lbrahim verebilir) girebildiğimizi
varsayarsak, felsefenin babası Socrates bizleri «estetik aşamanın üzerine
yükseltecek ve varoluşun “ahlaki aşamasının” doruğuna ulaştıracaklar: bu, iyi
ile kötüyü birbirinden ayırt etme kaygısını duyan ve amacı herkese ve herşeye
daha iyi bir varoluş sağlamak olan insanın durumudur. Böylelikle ismen
belirttiği bireyler tarafından temsil edilen varoluş aşamalarım
birbirlerinden ayırt eden Kierkegaard
, varoluşun genel kavramının karşılaşıp çarpıştığı en büyük güçlüğün de
altını çizmektedir. Cogito ile dünyaya uyanan bilinç için varoluş bir
olgudur. Varlık ve Zaman'ın (Sein und Zeit) yazarı
Heidegger 'e göre otantik varlık,
varlığı (varlığa yönelen) düşünmenin vesilesinden başka bir şey değildir;
bizleri, hiçbir zaman ulaşamayacağınız varlığı düşünmeye yönlendiren
koşuldur. Bu font color="#cc3333">“varoluşcuk” bakış
açısından yaklaşıldığında, düşünmek bireyin kendisinin sonu, varoluş ötesi
ise ancak bir araçtır.
Buna karşın yalnızca varolma olgusunu
değil, bu olgu üzerine üretilen düşünceleri de kendisine konu olarak alan
felsefe açısından varlık bir sondur, düşünce de buna ulaşmak için en iyi
araçtır. Bunun dışında, büyük yazarların varlık sorununa ilişkin, değişik
biçimlerde ifade edilmiş olsalar da sabit olan cevapları, görüş ve fikirlerin
filozoflara sunduklarıyla çakışmaktadır nasıl ki bilgi ancak davranış ile
bileştiğinde anlam ifade ediyorsa, düşünce de ancak varolma durumunda anlam
taşımaktadır. Olabildiğince iyi düşünmek zorundaysak bu daha iyi yaşamak ve
olabildiğince varolmak, yani daha bilinçli olarak (Descartes)
, daha tutkulu olarak (Kierkegaard) ,
daha insanca (Kant, Comte) , daha
tehlikeli (Nietzsche) , daha
serinkanlı (Leibniz) yaşamak içindir.
Aristoteles başlayıp da Epiktetos'tan,
Montaigne'den, Descartes'tan ve Leibniz 'den geçerek Auguste Comte 'a dek tüm felsefe, düşüncenin
bir son olmayıp, aslında gerçek varlığın başlangıcı olduğunu, hiçliğin
büyüleyiciliğine ve mutlak'ın saygınlığına hiçbir şey borçlu olmadığını
doğrulamaktadır. Kuşkusuz tamamiyle göreceli olarak insan varlığı da,
yüceliğini bu görecelikten alarak düşüncenin kendisini uygulamasına ve
bizleri bu Dünya üzerinde birleştiren ilişkileri keşfetmesine imkân
vermektedir. Ne var ki ölüm düşüncesi («En sonunda kafanın üzerine biraz
toprak atılır ve bu durum sonsuza dek sürer”) ve varoluşun değersizliği
(“İnsanoğlunun nesnelere ilişkin olarak biraz zekasının olmasının ne önemi
var?” altında ezildiğini itiraf eden Pascal
bile bunu kabul ediyordu: «Evren onu ezdiği zaman bile insanoğlu onu
öldürenden çok daha soylu olacaktır, çünkü öldüğünü bilmektedir... Bir boşluk
olarak evren beni içeriyor ve minicik bir nokta gibi yutuyor ama düşünce
olarak ben onu anlıyorum.~ Bilgilerimiz ve
aklımızın kaynakları ne kadar kısıtlı ve sınırlı olursa olsun, anlayabilmenin
keyfi ve zevki bizleri varolmanın bunalımından kurtarmaktadır.
VAROLUŞ VE AKIL
İnsan varlığım acınası diye niteleyen
yargılar, Platonculuğun geniş bir kabul alanına yayarak sunduğu eski bir
efsaneden kaynaklanmaktadırlar. Bu, akledilebilir dünyadan duyular dünyasına
düşüşü, yani özler dünyasından varoluşlar dünyasına düşüş mitosudur.
Düşüş ve günah kavramlarına karşı
ilgisiz ve yansız kalan Montaigne ise varoluşu, «kendisine ihsan edildiği için~
benimsenmektedir. Leibniz için ise varoluşun tümü düşüşün karşıtıdır; bu
mümkün olanın gerçek olana karşı seçimidir. Varolmanın daha iyi olduğunu
kuvvetle vurgulayan Leibniz ,
Theodicee'sinde kendisini Tanrının avukatı yerine koyan naif bir iyimser
olarak sunmaktadır. Bu eser, Dünyamızın, varolduğuna göre “mümkün olanların
en iyisi”olduğunu öne sürmektedir: Tanrı tarafından var edildiğine göre,
varolmaya aday olan “olası” tüm diğer dünyalardan daha üstündür. Böylelikle,
varolmanın anlamından kaygılanmaktansa, olabilecek dünyaların en iyisinde her
şey da- ha iyi içindir (yeter sebep) ilkesini koymak daha uygun olacak- tır;
gerçekte bizim dünyamızdan daha olumlu olmayan, tüm kötülüklerin bulunduğu
bir dünyada varolmaktansa, yapılacak pek çok şey bulunan bir dünyada varolmak
çok daha iyidir. Nitekim Leibniz 'e
göre de “öznelliğin at gözlüklerinden” kurtarılmış aklın varoluşa bakış açısı
budur.
Leibniz Tanrıyı mutsuzluklarımızdan sorumlu tutmayarak ve
böylelikle iyi kavramını görecelileştirerek bir yandan özgürlüklerinin
değerini görmeyen ve akıllarını kullanmayı bilmeyen insanoğlunu kötülüklerin
varlığından dolayı suçlamakta, beri yandan sadece ve ancak akıl üzerine
kurulu bir öğretinin gerçekten bir varoluş felsefesi olarak
değerlendirilebileceğini belirtmektedir.
Axıs 2000-Milliyet / Hachette
|
Akımlar
- Felsefi "izm"ler
- Sofizm
- Stoacılık
- Kuşkuculuk
- İdealizm
- Yeni Platonculuk
- İnsancılık (Hümanizm)
- Usçuluk
- Deneycilik
- Eleştiricilik (Kritisizm)
- Materyalizm
- Liberalizm
- Hiççilik (Nihilizm)
- Sosyalizm
- Marksizm
- Olguculuk (Pozitivizm)
- Postpozitivizm
- Pragmatizm
- Fenomenoloji (Görüngübilim)
- Yeni Kantçılık
- Mantıkçı Pozitivizm
- Yeni Hegelcilik
- Yapısalcılık
- Çözümleyici Felsefe
- Varoluşçuluk
- Yorumbilgisi (Hermeneutik)
- Frankfurt Okulu
- Feminizm
- Postyapısalcılık
Varoluşçuluk 2
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder